Hitler’in “Kavgam”ı

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Hitler’in “Kavgam”ı

Hitler’in “Kavgam”I

Hitler’in nasyonal-sosyalist ideolojisinin esaslarını anlattığı yapıtı “Mein Kampf” – “Kavgam”dan (220) esas konumuzla ilgili alıntılara girişmeden önce, bunun eksiksiz anlaşılması için Hitler’in hayatı ile bir kez daha nazizm(nasyonal sosyalizm)’in özünü burada özetleyeceğiz.

 

Hitler (1889-1945), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde Braunan am Inn’de doğmuş. Gümrük memuru Alois Hitler’in oğluydu. Çocukluğunun büyük bölümü Yukarı Avusturya’nın yönetim merkezi olan Linz yakınlarında geçti. Başarısız ve tembel bir öğrenciydi. 1905’te orta öğrenimini tamamlayamadan okuldan ayrıldı. Sonraki iki yılını, Linz’de çalışmadan geçirdi. 1903’te ölen babasından beş yıl sonra da annesi ölünce, Viyana’ya giderek bir süre orada yaşadı. Çocukluğundan beri duyduğu sanatçı olma isteğiyle, iki kez Güzel Sanatlar Akademisi’nin sınavlarına girdiyse de başarılı olamadı. Ardından, geçimini sağlamak için posta kartları ve reklâm afişleri çizmeye başladı. İnsanlarla zor ilişki kurma, Alman olmayanlara, özellikle Yahudilere karşı hoşgörüsüz davranma ve onlardan nefret etme, düş dünyasına sığınma gibi sonraki yıllarda yaşamını belirleyecek kişisel özellikleri de çevreden kopuk ve yalnız bir yaşam sürdüğü bu yıllarda ortaya çıktı.

 

Bütün bunlardan, daha sonra karşımıza çıkacak adamın ne tür komplekslerle dolu bir kişiliğe sahip olduğu görülüyor.

 

1913’te Münih’e giden Hitler, ertesi yıl askerlik için Avusturya’ya geri çağrıldıysa da, uygun bulunmadığından orduya alınmadı. Düş kırıklığı ile geçen amaçsız yıllardan sonra I. Dünya Harbi’ni coşkuyla karşıladı ve gönüllü olarak 16. Bavyera Piyade Alayı’na katıldı. Savaş boyunca ön saflarda çarpıştı, yaralandı ve gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle Demir Haç nişanını aldı.

 

Ateşkes imzalandığı sırada hastanede olan Hitler, ülkesinin yenilgisi karşısında büyük bir düş kırıklığına uğradı. Savaştan sonra, orduya bağlı olarak siyasî etkinlikleri izleyip rapor etmekle görevlendirildi. Eylül 1919’da yeni kurulmuş olan Alman İşçi Partisi’ne girdi. Ertesi yıl, partinin propaganda sorumlusu oldu ve bütün yaşamını partiye ayırabilmek için ordudaki görevinden ayrıldı. Aynı yıl partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi Partisi) olarak değiştirildi.

 

Bu yıllarda Weimar Cumhuriyeti kurulmuş, savaş yenilgisi, olumsuz barış koşulları ve ekonomik sorunların yarattığı hoşnutsuzluğun etkisiyle Nazi Partisi’nin gelişmesine uygun bir ortam doğmuştu. Partinin ilk üyelerinde Ernst Röhm’ün örgütlediği SA’lar (Sturm-abteilung – Fırtına şubesi) hareketin güçlü olduğu izlenimini uyandırmak için şiddet kullanıyor, sosyalistlerle komünistlerin toplantılarını basıyorlardı. Bu arada Hitler’in propaganda yöntemleri ve saldırgan tutumu parti içinde tartışmalara yol açmaya başlamıştı. Ama partinin güçlenmesinin Hitler’e bağlı olduğunu gören parti yönetimi, onu Temmuz 1921’de sınırsız yetkiyle parti başkanlığına getirdi. Hitler göreve başladıktan sonra, kendi önderliğinde güçlü bir kitle hareketi yaratabilmek için partinin yayın organı Völkischer Beobachter’de (Halkın Gözlemcisi) makaleler yazarak ve mitingler düzenleyerek yoğun bir propaganda etkinliğine girişti. Öte yandan, sonraki yıllarda ülke yönetiminde önemli görevler üstlenecek olan Alfred Rosenberg (Resim 20), Rudolf Hess, Herman Göring (Resim 9) ve Julius Streicher gibi Nazi önderlerini çevresinde toplayarak parti içinde güçlü bir kadro oluşturdu.

 

Hitler, Nazi partisinin giderek güçlendiği bu dönemde, Weimar Cumhuriyeti’ne duyulan hoşnutsuzluktan yararlanarak yönetimi ele geçirebileceğini düşünüyordu. Bu konuda, I. Dünya Harbi’nin ünlü komutanlarından General Erich Ludendorff’un desteğini aldıktan sonra, Kasım 1923’te Münich’teki bir birahanede düzenlenen toplantıda yandaşlarına darbe planını açıkladı. Ama Birahane Darbesi olarak bilinen tasarısını gerçekleştirmek için ertesi günü başlattığı yürüyüş polis tarafından dağıtıldı ve Hitler arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı.

 

Beş yıla mahkûm olmasına karşın, sadece dokuz ay hapis yatan Hitler, Landberg Cezaevi’nde oldukça rahat koşullarda geçen hapislik döneminde Mein Kampf (1925 – 1927, Kavgam, 1941, 1978) adlı iki cilt kitabının birinci cildini yazdı. Kitap, kendi görüşlerini ortaya koyduğu bir yapıt olmaktan çok, sağcı düşünür ve yazarların görüşlerinin özetlendiği bir derleme niteliğindeydi. Birinci cildi “Die Abrechung” (Ödeşme), ikinci cildi ise “National – Sozialistische Bewegung” (Nasyonal Sosyalist Hareket)  başlığını taşıyordu. Hitler bu kitapta ırklar ve bireyler arasındaki eşitsizliğin doğal düzenin değişmez özelliği olduğunu vurguluyor, insanlığın öncüsü olarak nitelendirdiği “Arî ırkı” yüceltiyordu. Ona göre insanlığın temel birimi “halk”ı en büyük halk ise “Alman halkı” idi. Almanlar kendilerine “yaşam alanı” (Le bensraum) bulmak için Doğu’da Slavların topraklarına doğru yayılmak zorundaydılar. Devletin varlık nedeni halka hizmetti, ama Weimar Cumhuriyeti bu görevi yerine getirememiş, halka ihanet etmişti. Demokratik yönetimlerin en büyük yanlışı da, bireylerin eşit olduğu ve halkın kendi çıkarlarını koruyabileceği varsayımına dayanmasıydı. Mutlak yetkeye sahip Führer, halkın birliğini sağlayabilecek tek güçtü. Führer’den sonra, Hitler’in genellikle hareket diye adlandırdığı Nazi Partisi geliyordu. Nasyonal Sosyalizmin en büyük düşmanı, çökmekte olan liberal demokrasi değil, enternasyonalizmi savunan Marksizmdi. Marksizm’den sonraki en büyük tehlike ise Yahudilikti.

 

Hitler’in serbest bırakıldıktan sonraki ilk işi, bölünmeler nedeniyle eski gücünü yitirmeye başlayan partiyi yeniden örgütlemek oldu. 1929’da Almanya’nın savaş tazminatlarını çözüme bağlayan Young Planı’na karşı Alman Ulusal Halk Partisi’nin önderi Alfred Hugenberg’le ittifak kurdu. Bu ittifak, Hitler’in Hugenberg’in parti örgütü ve denetlediği basın organları aracılığı ile adını bütün ülkeye duyurmasını sağladı. Hitler bu dönemde, bir yandan güçlü bir sağcı hükûmetin kurulmasını isteyen sanayi çevrelerinin malî desteğiyle partisini güçlendirirken, öbür yandan da yürüttüğü propaganda çalışmalarının yardımıyla dar gelirli ve işsiz kitleleri kendisine bağlamayı başardı. Hükûmetin iç ve dış politikadaki başarısızlıkları ve Hitler’in yürüttüğü propaganda etkinliklerinin sonunda Nazi Partisi 1930 seçimlerinde toplam altı milyon oy alarak ülkenin ikinci partisi durumuna geldi.

 

Bu yıllarda geçimini parti kaynaklarından ve yazılarından aldığı paralarla sağlayan Hitler, üvey kız kardeşi Angele Raubal’ın kızı Geli ile duygusal ilişki içindeydi. Geli, Hitler’in baskılarına ve kıskançlıklarına dayanamayarak Eylül 1931’de intihar etti. Hitler, sonraki yıllarda Eva Braun adlı Münihli bir tezgâhtar kızla yaşamaya başladı.

 

Hitler, 1932’de cumhurbaşkanlığı seçimlerine katıldıysa da Paul von Hindenburg karşısında seçilmeyi başaramadı. Aynı yılın Kasım ayında yapılan seçimlerde de partisi oy kaybına uğradı. Bu yenilgilere karşın başbakanlık umudunu yitirmeyen ve iktidara gelebilmek için her durumdan yararlanmakta kararlı olan Hitler, bu yolda yoğun bir propagandaya girişti. Hindenburg sonunda, sanayi çevrelerinin de baskısıyla, ülkedeki siyasî bunalımı çözmek için Hitler’i şansölyeliğe getirmek zorunda kaldı (Ocak 1933).

 

Hitler’in iktidara geldikten sonraki ilk işi, Reichstag’da (Parlamento) çoğunluğu elde etmek için, cumhurbaşkanını yeni bir seçimin gerekliliğine ikna etmek oldu. Seçim kararının hemen ardından çıkan Reichstag yangınının (27 Şubat 1933) sorumluluğunu komünistlere yükleyen hükûmet, bu olayı gerekçe göstererek kişisel özgürlükleri kısıtladı ve geniş çapta tutuklamalara girişti. Bu koşullar altında yapılan seçimlerde Nazi Partisi oyların yüzde 44’ünü aldıysa da salt çoğunluğu sağlayamadı. Ama Hitler, Merkez Partisi ve Alman Ulusal Halk Partisi ile kurduğu ittifak aracılığıyla, hükûmeti olağanüstü yetkilerle donatan yasanın (Ermächtigungsgesetz) Reichstag’dan geçmesini sağlayarak, özlediği diktatörlük yönetiminin yasal temellerini hazırladı.

 

Bu arada, ordunun ileri gelenleri, SA’ların etkinliklerinden hoşnutsuz olmaya başlamışlardı. Ülkeyi tek elden yönetebilmek için ordunun desteğini almak zorunda olduğunu gören Hitler, 29 Haziran 1934’te Röhm ve yardımcısı Edmund Heines, ayrıca Gregor Strasser ve Kurt von Schleicher gibi siyasî muhaliflerinin birçoğunu tutuklatarak yargılamadan öldürttü; böylece ordunun isteği yerine getirilmiş oldu; komutanlar da, Hindenburg’un ölümünden (2 Ağustos 1934) sonra Hitler’in şansölyelik ve cumhurbaşkanlığı görevlerini birleştirmesine karşı çıkmadılar. Bu tarihten sonra “Führer und Reichkanzler” (Almancada; “Önder ve Şansölye”) ünvanını kullanan Hitler, 19 Ağustos’ta yapılan plebisitte oyların yüzde 90’ını alarak yeni görevine başladı.

 

1933 – 1945 arasında Almanya’da totaliter bir polis devleti kuruldu. Hitler, Kutsal – Roma Germen İmparatorluğu’nun ve Bismarck’ın Alman İmparatorluğu’nun vârisi olarak gördüğü bu devleti, Üçüncü Reich olarak adlandırıyordu. Devletin başlıca denetim araçları Heinrich Himmler’in (Resim 10) yönetiminde birleştirilmiş olan polis, istihbarat ve SS (Schutzstaffel) örgütleriydi. Bu dönemde basınla birlikte bütün eğitim ve sanat kurumları parti denetimine alındı ve gençlerin Nazi ideolojisi doğrultusunda eğitilmesi için Hitler Gençliği adlı bir örgüt kuruldu. Önce Katolik Kilisesi ardından da Hitler gençliğinin etkinliklerine karşı çıkan Protestan Kilisesi baskı altına alındı. Nisan 1933’te Yahudiler kamu görevlerinden ve üniversitelerden atılırken, serbest meslek alanlarına girmeleri de engellendi. 1935’te çıkarılan Nürnberg Yasaları ile Alman kanı taşıyanlarla evlenmeleri yasaklanan Yahudiler, hemen bütün yurttaşlık haklarını yitirdiler. Bu baskılar, SS’lerin yönettiği Yahudi kıyımıyla (9 – 10 Kasım 1938) doruğuna ulaştı. Yahudilerin mal varlıklarına el kondu ve büyük bir bölümü gettolarda yaşamak zorunda bırakıldı.

 

Hitler’in asıl amacı, Kavgam’da belirttiği gibi; Almanlara “yaşam alanı” sağlayabilmek için Doğu’ya doğru yayılmaktı. Bu amacı gerçekleştirebilmesi için öncelikle I. Dünya Harbi’nin sonunda imzalanan Versailles Antlaşması’yla Almanya’nın silâhlanma etkinliklerine getirilmiş olan kısıtlamaların kaldırılmaları gerekiyordu. Hitler ilk önce Almanya’yı, yayılmacı görüşlerine ters düşen Milletler Cemiyeti’nden ve Silâhsızlanma Konferansı’ndan çekti (Ekim 1933). Ertesi yıl Almanya’yla Polonya arasında bir saldırmazlık paktı imzalandı. Ocak 1935’te yapılan bir plebisitle Saarland bölgesi Almanya’ya geri verildi. Hitler aynı yıl Mart ayında yeni bir ordu kurmak için hazırlıklara girişti. Batılı ülkeler Versailles Antlaşması’nın açıkça ihlâli anlamına gelen bu olayı protesto etmekle yetindiler. Bu durumdan cesaretlenen Hitler, Mart 1936’da silâhtan arındırılmış Ren bölgesini işgal etti. Ardından, Etnopya’yı işgali nedeniyle Fransa ve İngiltere ile arası açılmış İtalya’yla ittifak kurdu.

 

Artık sıra, yıllardan beri Almanya’yla birleştirmek istediği Avusturya ve Çekoslovakya’nın ilhakına gelmişti. 1937’de Hitler, bu isteğine karşı çıkan Hjalmar Schacht, Werner von Blomberg ve Werner von Fritsch gibi önde gelen komutan ve devlet adamlarını görevden aldı. Şubat 1938’de Avusturya şansölyesi Kurt von Schuschnigg’le Berchtesgarden’de bir araya gelerek Almanya’ya Avusturya’nın birleşmesi plânını kabul ettirmeye çalıştı. Schuschnigg, Hitler’in baskılarına boyun eğmeyerek, birleşme konusunda plesibit yapmaya karar verince de bu ülkeyi işgal etti. Ardından, ikinci hedefi olan Çekoslovakya’ya yöneldi. Fransa ve İngiltere 1938’de toplanan Münih Konferansı’nda Almanya’nın yayılma politikasına son vermesi koşuluyla Südet bölgesinin bu ülkeye bırakılmasını kabul ettiler. Ama Hitler, Slovaklarla Çekler arasındaki çekişmeyi gerekçe göstererek 16 Mart 1939’da Çekoslovakya’nın geri kalan bölümünü işgal etti. Ardından, Almanya’nın konumunu güvence altına almak için SSCB’yle saldırmazlık paktı imzaladı (24 Ağustos 1939) (221) . Alman birlikleri 1 Eylül’de Polonya’ya girince, İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş açtılar. Böylece II. Dünya Harbi başlamış oldu.

 

Savaş sırasında Alman ordularının izleyeceği ana stratejiyi Hitler belirledi. Almanlar harbin başlarında büyük başarılar elde ettiler. Alman birlikleri Nisan 1940’da Norveç ve Danimarka’ya girdi. Ardından Hollanda, Belçika ve Fransa işgal edildi. Çok geçmeden Hollanda ve Belçika teslim oldu. İngilizler Dunkerque’yi boşaltmak, Fransızlar da ateşkes istemek zorunda kaldılar. Hitler, Fransa’nın yenilgisinden sonra İngiltere’nin işgali için bir plân hazırlanmasını emretti. Ama hava saldırılarının başarısızlığı karşısında bu plân bir süre için ertelendi ve 1940 yazında SSCB’nin işgali için hazırlıklar başladı. Bu arada, Almanya’nın başarılarından yüreklenen Mussolini, İtalya’yı Almanya’nın safında savaşa soktu (10 Haziran 1940).

 

Alman birlikleri Haziran 1941’de Sovyet topraklarına girdi. Şiddetli kış koşulları ve Sovyet askerlerinin güçlü direnişi nedeniyle başarıya ulaşamayan bu saldırı, Hitler’in komutanlarıyla anlaşmazlığa düşmesine yol açtı. Japonların düzenlediği Pearl Harbour Baskını’ndan (Aralık 1941) sonra ABD de harbe girdi. Bu harbi başlatırken ABD’nin gücünü hesaba katmamış olan Hitler, 1942 yılı boyunca çeşitli stratejik hatalar yaptı. Aynı yılın sonlarında Stalingrad ve El-Alameyn yenilgileri, harbin dönüm noktası oldu. Harb sırasında SS önderi Heindrich Himmler’e işgal edilen bölgelerde “yeni düzen” kurma görevi verilmiş ve “Yahudi Sorunu”nun ortadan kaldırmak için kurulan toplama kamplarında milyonlarca yahudi öldürülmüştü. Alman komutanlar Stalingrad ve El – Alameyn bozgunlarından sonra yenilginin kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Ama karargâhını Doğu Prusya’ya taşımış olan Hitler, bu görüşe katılmıyor ve zafer düşleri kurmayı sürdürüyordu. 1943’te İngilizler Kuzey İtalya’yı geri aldılar. Aynı yıl Mussolini devrildi ve Müttefikler İtalya’yı işgal ettiler.

 

Hitler’in politikasının ülkeyi felâkete götürdüğünü gören bazı çevreler 1943-1944 yıllarında çeşitli suikast plânları hazırladılar. Bunların en önemlisi Albay Claus von Stauffenberg’in Hitler’in karargâhına düzenlediği bombalı saldırıydı (20 Temmuz 1944). Saldırıdan küçük bir yarayla kurtulan Hitler’in sağlığı, bu olaydan sonra bozuldu. 1945 başlarında Fransızlar, Amerikalılar ve İngilizler batıdan, Sovyetler de doğudan Alman topraklarına girmeye başladılar. Hitler ise artık sonunun geldiğini anlamakla birlikte Berlin’den ayrılmayı reddediyordu. 28 – 29 Nisan gecesi Eva Braun’la evlendi. Ardından cumhurbaşkanlığına Karl Dönetz’in, şansölyeliğe ise Joseph Goebbels’in getirilmesini öngören vasiyetini yazdırdı. 30 Nisan’da, çevresindeki Nazi önderleriyle vedalaştıktan sonra Eva Braun’la birlikte intihar etti. Cesetleri, Hitler’in vasiyeti uyarınca Naziler tarafından yakıldı (AB).

 

Hitler Gençliği (Hitler – Jugend), genç erkekleri Nazi ilkelerine göre eğitmek ve yetiştirmek amacıyla Adolf Hitler’in 1933’te kurduğu örgüt olup 1935’e gelindiğinde, Alman gençlerinin yaklaşık yüzde 60’ı, Alman gençliğiyle ilgili tüm programları yöneten Baldur von Schirack’ın önderliğindeki Hitler Gençliği içinde örgütlenmişti. 1 Temmuz 1936’da örgüt, bütün genç “Arî”Almanların katılması gereken bir devlet kuruluşu haline gelmişti.

 

On yaşına gelen her Alman çocuğu örgüte yazılıyor, hakkında, özellikle “ırkî arılık” bakımından soruşturma yapılıyordu. Gerekli nitelikleri taşıyan ve Genç Almanlar’a (Deutsches Jungvolk) Alman gençler, 13 yaşına gelince Hitler Gençliği’ne kabul ediliyor, 18 yaşında ise örgütten ayrılıyorlardı. Bu yıllar süresince bağlılık, arkadaşlık ve Nazi ilkelerine uyum konularında katı bir yaşam sürüyor, ana baba denetimi ise en az düzeyde tutuluyordu. Gençler 18 yaşına gelince Nazi Partisi’nin üyesi sayılıyor, en az 21 yaşına değin devlet işçi servisinde ve silâhlı kuvvetlerde görev yapıyorlardı.

 

Buna koşut bir örgüt olan Alman Kızları Birliği’nde genç kızlar yoldaşlık, ev işleri ve annelik konularında eğitiliyorlardı (AB).

 

Nazizm olarak da bilinen Nasyonal Sosyalizm (National sozialismus, Nazizmus), Almanya’da Nazi Partisi’nin başkanı Adolf Hitler’in öncülük ettiği totaliter hareket oluyor. Ateşli milliyetçiliği kitlesel karakteri ve diktatörce bir yönetim öngörmesi açısından İtalyan faşizmi ile ortak nokta taşımakla birlikte, Almanya’ya özgün bir ortamda gelişmiş ve Hitler’in kişiliği ile biçimlenmiştir. Ayrıca, kuramsal düzeyde ve uygulamada daha aşırı olmasıyla ayırt edilir.

 

Nasyonal Sosyalizm’in ideolojik kökleri, çarpıtılmış biçimleriyle hareketin kavramlarını çağrıştıran ya da bunların benimsenmesi için uygun bir zemin oluşturan düşüncelerinden dolayı J. G. Fichte, G.W.F. Hegel, Heinrich von Treitschke, Friedrich Nietzsche, Oswald Spengler ve Huston Stewart Chamberlain gibi yazarların yapıtlarına dayandırılır. Ama bu düşünsel birikimin kullanılmasını sağlayan asıl etken, I. Dünya Harbi yenilgisinin özellikle orta sınıflarda yarattığı hayal kırıklığı ve yoksullaşma oldu. Versailles Antlaşmasının ağır hükümlerine boyun eğen “hainler”den hesap sorma ve yeniden silahlanma yönündeki çağrılarıyla askerî çevrelerde kolayca destek bulan Hitler, yoğun bir propaganda ile işlediği yayılma ülküsüne, Alman ırkının üstünlüğü ve yüce misyonu gibi fanatik bir inancı ve bir toplumsal devrim coşkusunu da eklemeyi başardı. Dolayısıyla Nasyonal Sosyalizm’in temel ilkeleri, en iyi ifadesini, Hitler’in “Mein Kampf” adlı yapıtında buldu.

 

 

Nasyonal Sosyalizm, tutucu ve milliyetçi bir ideolojiyi radikal bir toplumsal öğreti ile bağdaştırma denemesiydi. Bu çerçevede akılcılığı, hukuk düzenini ve insan haklarını reddederek bunların yerine mutlak bir otoriteyi ve bireyin devlete bağlılığını geçirmeyi amaçlıyordu. İnsanlar ve ırklar arasındaki eşitsizlikten yola çıkarak güçlünün zayıfı yönetme hakkını öne çıkarıyordu. Rakip siyasî, dinî ve toplumsal kurumları baskı altına almaya ya da ortadan kaldırmaya çalışırken, sertliğe ve vahşete başvurmayı gerekli ve haklı görüyordu.

 

Değişik toplumsal sınıfların en uyumsuz ve başarısız unsurlarını saflarına çekebilen Nasyonal Sosyalizm, kitleleri zorlama ve yönlendirme yöntemleri bakımından da yeni bir anlayış getirdi. Nazi rejimi, bütün iletişim ve kültür araçlarını kullanarak kesintisiz bir propaganda bombardımanına girişme yolunu tuttu. Düzenli, resmî, her yerde göreve hazır üniformalı kadrolarıyla son derece güçlü olduğu havasını yaymayı başardı. Bu propaganda aygıtının gerisinde, gizli polis ve toplama kamplarında odaklaşan terör aygıtı yatıyordu. Propaganda aracılığıyla, basmakalıp ırkçı düşünceler, bir kitle dönüştürülüyordu. Örneğin, Yahudileri nefret edilen ve korkulan herşeyin simgesi olarak gösteren aldatıcı retorik, Yahudilerin bütün sınıflarına düşman olduğu imgesini yarattı.

 

Almanya’nın II. Dünya Harbi’ni başlatması, Hitler’in plânlarının kaçınılmaz bir sonucuydu. Nasyonal Sosyalizm, totaliterliğe ve eşitsizliğe dayalı bir düzeni kurmada kendini sadece Almanya’yla sınırlama niyetinde olmadığını daha başında göstermişti. Hareketin dinamizmi, genişlemesine ve yayılmasına bağlıydı ve doğası gereği kendi iradesini sınırlama yeteneğinden yoksundu. Hareketi, ancak daha üstün bir karşı güç durdurabilirdi.

 

Hitler, dünyada denetimi ele geçirmek için öncelikle Almanya’nın askerî ve sınaî üstünlüğünü sağlamaya ağırlık verdi. Bu alandaki başarılarının ardından Alman kökenli halkları, “kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde “tarihî ana yurtlarında” bir araya getirmeye yöneldi. İkinci adım olarak bir Grosswirtschafts-raum (büyük ekonomik alan) ya da Lebensraum (yaşam alanı) yaratma hedefini önüne koydu. Böylece Almanlar ekonomik olarak kendine yeterli, askerî olarak ise yenilmez hale gelmelerini sağlayacak miktarda toprak elde etmiş olacaktı. Yönetici Alman ırkı (Herrenvolk) bu alan içinde aşağı halkları hiyerarşik bir düzen içinde yönetecek ve onları etkili biçimde örgütleyecekti. Almanların 1941’e değin elde ettikleri başarılar üzerine plân, Avrupa’nın tümünü, Asya’nın Batı’sını ve Afrika’yı içine alacak yarı küresel bir düzen olarak genişletildi. Sonunda Hitler’in hedefi, Nasyonal Sosyalizm’i bütün dünyaya egemen kılacak ve insanlığa Alman süngülerinin koruduğu ve birleşik bir parti bürokrasisinin yönettiği bir barışın “nimetlerini” sunacak bir dünya düzeni kurma plânına dönmüştü.

 

Nazi rejimi altında Wehrwirtschaft (Savunma ya da savaş ekonomisi) adıyla uygulanan ekonomik kendine yeterlilik, korumacılık ve serbest ticaretin reddi ilkelerine dayalı aşırı merkantilizme, kültürel alanda aşırı milliyetçi bir kendine yeterlilik düşüncesi ve bütün Batılı düşüncelere karşı kararlı bir düşmanlık eşlik etti. Nasyonal Sosyalizm’in amaçladığı dünya düzeni sadece askerî, ekonomik ve siyasî bir egemenliği ifade etmiyor, aynı zamanda düşünsel ve ahlâkî bir önderliği de öngörüyordu. Dünyanın yeniçağı (Weltzeitalter) aynı zamanda hem Alman, hem de Nasyonal Sosyalist bir çağ olacaktı.

 

Bu taşkın umutlar, altı yıl süren savaşın sonunda Almanya’nın yenilgiye uğramasıyla sona erdi. Nasyonal Sosyalist Almanya’nın kalıntıları üzerinde, bölünmüş ve işgal edilmiş bir Almanya ortaya çıktı. Çok sayıda Almanın Hitler’in düşüşünden sonra bile Nasyonal Sosyalizm’e ilkelerine ve amaçlarına bağlı kalmasına, AFC (Alman Federal Cumhuriyeti)’nde Nasyonal Sosyalist toplulukların yeniden örgütlendirilmesi yolundaki girişimlere ve çeşitli Yeni-Nazi gruplarının varlığına karşın, sonraki yılların siyasî ortamı benzer bir gelişmenin yeniden yaşanmasına olanak vermedi (AB).

 

Totaliterlik, kuramsal olarak hiçbir bireysel özgürlüğe yer vermeyen ve bireyin yaşamını her yönüyle devlet otoritesine tabî kılmayı amaçlayan yönetim biçimi oluyor. İtalyan diktatör Benito Mussolini’nin 1920’lerin başında İtalya’da kurulan yeni faşist devleti nitelemek üzere ortaya attığı totalitario kavramına dayanır. Mussolini bu kavram çerçevesinde faşist devleti şöyle tanımlıyordu : “Herkes devletin içindedir, hiç kimse devletin dışında ve devletin karşısında olamaz”. II. Dünya Harbi’ne doğru “totaliter” kavramı, tek parti yönetimiyle eşanlamlı bir hale gelmişti.

 

Totaliterlik, en geniş anlamda bireysel yaşamın her yönünü baskı ve zor yoluyla denetleme ve yönlendirmeyi amaçlayan güçlü merkezî yönetimle belirlenir. Adolf Hitler yönetimindeki (1933-1945) Nazi Almanya’sı ve Josif Stalin yönetimindeki (1924-1953) SSCB, adem-i merkeziyetçi ve belirli ölçüde kitle desteğine dayalı totaliter yöntemlerin ilk örnekleri olarak kabul edilir. Bu yönetimlerde kitle desteği kendiliğinden ortaya çıkan bir olgu değildir. Kaynağında daha çok önderin karizmatik kişiliği yatar ve ancak iletişim araçlarındaki çağdaş gelişmelerle ayakta kalabilir.

 

Totaliterlik, benzer yönetim biçimleri olan diktatörlük, despotluk ve tiranlıktan, çoğu kez bütün eski siyasî kurumları yenileriyle değiştirmesi ve bütün hukukî, toplumsal, siyasî gelenekleri ortadan kaldırmasıyla ayırt edilir. Totaliter devlet sanayileşme ve de başka ülkeleri ele geçirme türünden belirli ve özel bir amaç güder. Bütün kaynaklar, ne pahasına olursa olsun bu amaç uğruna seferber edilir. Amaca hizmet edecek her şey desteklenir, buna engel olacak her şeye karşı koyulur, her şeyi amaca göre açıklayan bir ideoloji geliştirilir. Böylece elde edilen kitle desteği devlete sınırsız bir eylem özgürlüğü sağlar. Resmî görünüşe uymayan her şey kötü ilân edilir ve iç politikada görüş ayrılıklarına izin verilmez. Totaliter devletin biricik ideolojik temeli, amacı peşinde koşmak olduğundan hiçbir zaman bu amaca ulaşıldığı kabul edilemez.

 

Totaliter Yönetim altında toplum içindeki geleneksel kurum ve örgütler çalıştırılmaz ya da baskı altına alınır. Böylece toplumsal doku çözülür, halk yekpare ve birleşik bir hareket içinde eritilmeye yatkın hale gelir. Eski dinî ve toplumsal bağların yerini, devlete ve ideolojiye bağlılık türünden yapay bağlar alır. Çoğulculuk ve bireyciliğin ortadan kalkmasıyla insanların çoğu, totaliter devletin ideolojisini benimser. Bireyler arasındaki sonsuz çeşitlilik gittikçe silinir. Yerini devletin yücelttiği inanç ve davranışlara bağlılık ya da en azından ona boyun eğme alır. Totaliter yönetimlerde geniş çaplı ve sistemli şiddet mubah, hattâ gerekli sayılır ve devletin ideolojisine dayanılarak haklı gösterilir. Nazi Almanya’sında Yahudilere, Stalin dönemindeki SSCB’de de toprak sahibi çiftçilere (kulaklar) uygulanan baskılar, bunun çarpıcı bir örneğini oluşturur. Her iki olayda da baskı altına alınanların dış güçlerle işbirliği yaptığı ve ülkenin çektiği sıkıntıların nedeni olduğu ilân edilmişti. Böylece kendilerine karşı kamuoyu oluşturularak kaderleri asker ve polisin ellerine bırakılmıştı.

 

Totaliter bir devlette polisin tutumu genel olarak polis devletininkini andırır. Ama ikisi arasında önemli bir fark vardır. Polis devletinde polis, bilinen ve eskiden beri uygulanan yöntemlere göre hareket eder. O ise, totaliter devlette polis, kendini yasaların ve yönetmeliklerin sınırlamaları dışında görür. Polisin ne yapacağı önceden bilinmez. Polisin kararlarını belirleyen tek şey, önderlerin o andaki istekleridir. Hitler ve Stalin yönetiminde bu belirsizlik devlet işlerine de bulaşmıştı. Hitler, Weimar Cumhuriyeti Anayasası’nı ortadan kaldırmamıştı, ama 1933’te Reichstag’tan geçirilen bir yasa, Hitler’in anayasayı istediği gibi değiştirme ve gerçekte ortadan kaldırma olanağını veriyordu. Böylece yasama gücü tek bir kişinin elinde toplanmış oluyordu. Aynı biçimde Stalin de, 1936 ‘da bütün hak ve özgürlüklere yer veren bir anayasa çıkarmakla birlikte, bunun gerçekte Sovyet hukukunun çerçevesini çizmesine hiçbir zaman izin vermedi. Kendini Marksizm-Leninizm-Stalinzm’i yorumlamaya yetkili tek kişi ilân etti ve yorumlarını da sık sık keyfî olarak değiştirdi. Gerek Stalin, gerekse Hitler, kurdukları düzenin değişmesine herhangi bir açık kapı bırakmamaya çalıştılar ve halk arasında korku salarak her türlü karşıt görüşü bastırma yoluna gittiler (AB).

 

Milliyetçilik, kendi ulusuna bağlılığını uluslararası ilişkilere bağlılıktan, ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren görüş olup siyasî bir programı ya da düşünceler bütünü olmaktan çok, böylesi programları ve düşünceleri temel alan siyasî bir bakış açısı oluyor. Her ülke ve toplumda farklı özellikler kazanabilir. Siyasî bağlılığın temelinde ulusların bulunduğu varsayımından kaynaklanan milliyetçilik, tarihte oldukça yeni bir olgudur. XVIII. yy’a değin siyasî bağlılığın odağında genellikle fief’lerin, dinî grupların ya da kent gibi küçük siyasî birimlerin yer aldığı düşünülürdü. Örneğin, dinî bağlamda Hıristiyanlar olarak anılan uluslar üstü topluluk söz konusu bağlılık odaklarından biri olmuştu. Devlet ilk kez XVIII. yy’da siyasî etkinliğin odak noktası olmaya başladı. Bunun birçok nedeni vardı. Büyük merkezî devletlerin ortaya çıkışı, feodal yapıların ve başka yerel bağlılık odaklarının yok olmasına yol açmıştı. Hükümdarlar da artık devletle özdeşleştirilmeyerek devletin geçici yöneticileri olarak görülmeye başladılar.

 

Milliyetçilik değişik biçimler alabiliyor. Bazen faşist İtalya’daki milliyetçi hareket gibi siyasî birim olarak zaten oluşmuş devletlerle bağlantılandırılıyor. Milliyetçi hareketler ayrıca bağımsız siyasî birimler olarak var olmayıp başka devletlerin egemenliği altında bulunan etnik, ırkî ve kültürel topluluklar içinde ortaya çıkabilir. Bu tür milliyetçiliğin örnekleri arasında XVIII. yy’ın ortalarında İtalya’da, ya da Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun egemenliğindeki Balkan devletlerinde görülen hareketler sayılabilir. Milliyetçilik her zaman sadece siyasî bir nitelik taşımayabilir. Örneğin, “kültür milliyetçiliği”, ulusal özelliklerin sanat, edebiyat, müzik ve dans gibi doğrudan siyasî olmayan kültürel etkinlikler yoluyla geliştirilmesini özendirir.

 

Milliyetçilik kavramını öne süren ilk düşünürler arasında Jean-Jaques Rousseau ile Johann Gottfried Herder vardı. Yunan kent devletleri modelinden esinlenen Rousseau, modern siyasî topluluklarda insanın siyasî ve tinsel yönleri arasındaki kopukluğu gidermek için şenliklerden dine kadar her türlü insan etkinliğinin yeniden insan yaşamının odak noktası haline nasıl getirilebileceği konusunu ele almıştı. Ayrıca, bütün yurttaşların genel iradeye katkıda bulunması ve her toplumda o toplumun özelliklerini dikkate alan siyasî yapıların kurulması gerektiğini öne sürmüştü. Herder ise, toplumun kültürel birliğinin ve toplumsal kimliğin oluşmasında folklorla halk geleneklerinin oynadığı rolü vurgulamıştı.

 

XVIII. yy’ın sonlarıyla XIX. yy’ın başlarındaki milliyetçi hareketlerin çoğu liberal ve uluslararası bir nitelik taşıyordu Bu hareketler genel olarak ulusal farklılıkların varlığını kabul ediyor, ama bu farklılıklar temelinde ulusların ortak bir mücadele içinde olduklarını öne sürüyordu. Buna karşılık örneğin Alman birliğinin kurucusu Prens Otto von Bismarck’ın milliyetçilik anlayışı tutucu ve otoriter nitelikteydi. Bu tür milliyetçi eğilimler güçlü bir kültürel öğe içeriyordu. Bazı ülkelerin üniversitelerinde “ulusal” edebiyat, tarih ve kültür kürsüleri de ilk kez bu dönemde kuruldu, ayrıca akademik alanda Latincenin yerine her ülkenin resmî dili kullanılmaya başladı.

 

XIX.yy’ın sonlarında Avrupa’daki milliyetçi hareketler, uluslararası niteliklerini yitirerek daha tutucu, hattâ gerici hale geldi. Milliyetçilik anlayışının dar bir temelde yoğunlaşması, I. Dünya Harbi’nin başlamasında etkili olmuştu. Tutucu milliyetçilik eğilimi iki dünya harbi arasındaki dönemde özellikle İtalya ve Almanya’da daha da güçlenmişti. Bu dönemde komünizm gibi temelinde uluslararası nitelikteki hareketler bile ulusal özellikler kazanmaya başlamıştı. Marx “bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” sloganını ortaya koymuştu. O ise Stalin, öne sürdüğü “tek ülkede sosyalizm” anlayışını SSCB’nin ulusal çıkarlarını haklı çıkarmak için kullandı.

 

  1. Dünya Harbi’nden sonra çoğu Avrupa ülkesinde milliyetçiliğin etkisi azalmaya başladı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığın giderek artmasıydı. Bu dönemde, Asya ve Afrika’da önce sömürgeciliğe karşı mücadele temelinde, sonraki aşamalarda ise güçlü devletlerin egemenliğine karşı bağımsızlığı ve bağlantısızlığı savunan milliyetçi hareketler ortaya çıktı (AB).

 

.

.     .

 

Mein Kampf’ı irdelemeye girişmeden önce, onu tercüme etmiş olan Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın kişiliğini yerli yerine oturtmayı uygun bulduk. Bu babda önce, onun damgasını taşıyan Tanin gazetesini ele alıyoruz.

 

(220) Adolf Hitler . – Kavgam (“Mein Kampf”), terc. Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul 1941 .

 

(221) Bize göre Stalin, Hitler’in nihaî amacının oraya saldırmak olduğunu pekâlâ biliyordu. Ama onun da, savunma hazırlıklarını tamamlamak için vakit kazanmaya ihtiyacı vardı ve Alman saldırısının kısa bir süre sonra vâki olacağından emin olarak, düşmanı kendi topraklarının uzağında karşılamak amacıyla, Almanlar Polonya’ya girerken, o da Doğu’dan bu ülke topraklarına dalmıştı.