Bizim İstanköy diye bildiğimiz Kos adası, Bodrum’un hemen karşısında, Girit’e doğru yüzmeye çalışan bir keçi yavrusuna benzer. Bodrum’un burun köylerinden Kos adası görünürmüş. Sabahın şafağında, o dingin alacada, horoz sesleri bile duyulurmuş. Yunanistan’la aramızda öyle yapay duvarlar var ki, yüzeceğimiz yakınlıktaki Kos adası kutuplar kadar uzak bize.
Oysa biz hekimler[1] için özel bir önemi vardır Kos adasının. Çünkü hekimlerin atası Hippokrates orada doğdu.
Tarih bilgilerimizi anımsamaya çalışalım: Milât’tan önce 460 yılında doğan bu bilge – hekim, günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış. Hekimlerin atası sayılması, bilimsel yöntemlere dayanarak hastaların tedavisini başlatmasındandır. Hippokrates’in getirdiği sağlık kurallarının bir bölümü, çağdaş hekimliğin temel ilkeleri olarak önemini yitirmiş değildir.
Hekimler, “Hippokrat Andı” ile başlar meslek yaşamına. Hekimliğin felsefesi sayılır Hippokrat Andı.
Neden başka mesleklerde and içmek töresi yoktur da hekimlikte vardır? Neden and içmeye önem verilir hekimlikte? Belki de insanın bütün gizleri ancak hekimlere açıldığı için. İnsan, kendine bile söylemekten çekindiği iç dünyasını hekime açar.
Hippokrat Andı’nı anımsarken nasıl bir hekim kişiliği istendiğini öğrenmiş olacağız:
“Hekimlik mesleği üyeleri arasına katıldığım şu anda, yaşamımı insanlık uğuruna adayacağımı açıkça bildiriyor, bunu yürekli bir biçimde üstleniyorum. Hocalarıma karşı yaraşır oldukları saygıyı, gönül borcunu her zaman koruyacağım. Sanatımı, vicdanımın buyrukları doğrultusunda onurla yetineceğim.
Hastanın sağlığını baş kaygım sayacağım. Kendini ellerime bırakan kimselerin sırrını saklayacağım. Hekimlik mesleğinin onurunu, temiz töresini sürdüreceğim. Meslektaşlarım kardeşlerim olacaklardır. Dini, milliyet, ırk, siyasal eğilim ya da toplumsal sınıf kaygılarının görevimle hasta arasına girmesine izin vermeyeceğim. İnsan yaşamına, ana karnına düştüğü andan başlayarak, kesinlikle saygı göstereceğim. Baskı altında bile olsa hekimlik bilgilerimi insanlık yasalarına karşı kullanmayı kabul etmeyeceğim”.
“Bunları yapacağıma açıkça, özgürce, namusum üzerine and içerim”.
Dr. Onaran’ın bu güzel yazısını aynen aktardık[2].
***
Arap kaynaklarında “Bukrat” olarak bilinen Hippokrates, yukarda özetle vermiş olduğumuz andına: “Andımı bütün gücüm ve kudretimle yerine getireceğime Hekim Apollon, Hygieia, Panakeia ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar üzerine and içer ve hepsinin tanıklığına başvururum…” diye başlıyor[3].
Hippokrates’in çağdaşı Platon (Eflâtûn) “Protagoras”ında onu “Koslu Asklepiades” olarak adlandırıyor. Günümüzde, Asklepiades’in tapınak rahipleri ya da hekimler birliği üyeleri için kullanılan bir terim olmayıp ünlü hekimler yetiştirmiş bir aileden gelen hekimlerin ortak adı olarak kullanıldığı yaygın olarak kabul ediliyor. Platon “Phaidros” adlı yapıtında Hippokrates’e değinerek, onun tıbba felsefî bir yaklaşım getirmiş ünlü bir Asklepiades olduğunu ve insan vücudunu bir “bütün” olarak ele aldığını anlatır. Platon ayrıca, Hippokrates’in vücudu değişik parçalarına ilişkin bilgileri kapsayıcı tek bir kavram altında topladığını (sentez), daha sonra da bu bütünü parçalara ayırdığını (analiz) da anlatır.
Aristoteles’in öğrencilerinden Menon, yazdığı tıp tarihinde Hippokrates’in hastalıkların nedenleri konusunda görüşlerine özel bir yer verir. Menon’un aktardığına göre, Hippokrates’in temel hastalık kuramı, yanlış beslenme sonuncunda sindirilemeyen artıkların buharlar çıkardığını ve bu buharların vücuttan atılmayarak hastalıklara yol açtığı görüşüne dayanır[4].
Hippokrates’e ait olduğu söylenen ve ona aidiyeti şüphe götürmeyen eserlerin bazıları şunlar oluyor: “Peri aeron, hydraton, topon” (hava, sular ve ortamlar ders kitabı – tebdil-i hava, havası suyu…)[5].
***
Adetâ, sevk-i tabiî ile tıp bilimini bakteriler, kimya, klinik termometreler, antiseptikler ve özenli bakımın bütün cihazlarına bağlamayı öğrendik. Eğer Hippokrates’in eserini takdir etmek istiyorsak, bütün bu ilişkilerden kopmak zorundayız. Grek, haftalık tesmiye ettiği bazı marazi olan mecmualarının varlığını biliyordu; bu hastalıklar normal olarak belli şekilde seyrederlerdi. Bunların kökenleri coğrafî ve atmosferik çevreden bağımsız değillerdi; hasta, sağlığına kavuşabilmek için kendi mutat yaşam şeklini değiştirmeliydi. Bunun ötesinde bir şey bilemezdi. Bilgisi ancak tahmin ve varsayıma dayanabilirdi[6].
İlkel adam, izah edemediği her şeyi bir Tanrının işi olarak görür. Onun için bunlar anormal, mutat dışı, tanrısaldır. Esrarengiz fenomenlerin meçhul bölgesi, doğaüstü güçlerin özel alanıdır. “Bu, Gökyüzünün işidir” ifadesi, insan zekâsının inandırıcı izah veremediği hallerde yeterli bir yanıt olmaktadır.
M. Ö. V. yy. bu kâbusun her türlü düşünce alanından ihraç edilme çabalarına tanık oluyor. Artık bir olayı bir Tanrının işine bağlamanın bizi olduğumuz, durduğumuz yerde bıraktığının bilincine varılıyor. Ancak bu idrak bir anda gelmiyor ve tıp ilminde özellikle yavaş vaki oluyor.
Hastalıkların tanrısal kökeni tedricen yana itilirken, aynı derecede rahatsız edici başka bir unsur, yine aynı ölçüde bilimsel tıbbın terakkinin önüne dikiliyor. Felsefe, dinin yerine ikame ediliyor. Yunan felsefesi olgu çokluğu içinde yeknesaklığı (tekdüzeliği) arıyor ve bu, tahminden ibaret kalıp anlaşılabilir kuram çizme girişimi olgusunu ihmal etmeye götürüyor.
Bu aynı dürtü, Thales’i her şeyin su olduğunu beyan etmeye sevk ediyor. Bu aynı dürtü ile bu yazar, περιφυσων (havaya dair) bir eserinde bütün hastalıkların havadan geldiğini ileri sürüyor[7].
Tıpla felsefe karışımı, Hippokrates’in külliyesinde açıkça vurgulanıyor. Tıbbî olayları bir önsel (a priori) faraziye ile feylosofların υποθέσεις ya da lâzım şart yöntemi ile izah etmeyi arayan bazı risaleler bulunuyor; ama başka risalelerde de bu yönteme şiddetle karşı çıkıyor. Aşağıda kendisinden söz edeceğimiz Romalı hekim Celsus, eserinin önsözünde Hippokrates’in tıbbı felsefeden ayırdığını iddia ediyor ve Hippokrat mektebinin en iyi eserlerinin felsefî varsayımlardan olduğu kadar dinî dogmalardan da sıyrılmış olduğu bir vakıadır[8].
Hippokrates’in önemli üç risalesini, ezcümle Prognostic (hastalığın sonucunun ne olacağına dair tahmin), Ağır hastalıklarda rejim ve Salgınlar I, III’teki doktrin, şöyle özetlenebiliyor:
1) Hastalıkların, tabibin işin sonunun iyi ya da öldürücü olduğuna karar verecek şekilde tam olarak bilmesinin gerektiği bir doğal seyri vardır.
2) Hastalıklar, bedeni terkip eden aksamda vaki bir karışıklıktan ileri gelirler. Bu karışıklık, atmosfer ve iklim koşullarına bağlıdır.
3) Doğa, bu intizamsızlıkları normal duruma getirmeye çalışır, bunu da, görünürde, bedenin “ham” suyuklarını (hıltlarını)[9] “pişiren” (birbirine karıştırıp terkip eden) fıtrî (yaradılıştan) ısının etkisiyle yapar.
4) Doğa ile hastalık arasındaki mücadelenin bir krize vardığı sabit tarihlerde “kritik” günler vardır.
5) Bedendeki marazî (hasta) maddelerin ya tahliyesi, ya da άπόστασις’e yani bir dönüşüme götürülmesi halinde doğa kazanabilir veya marazî unsurların “sindirim”inin yer almadığı hallerde hasta ölür.
6) Hekimin hastaya yapabileceği, doğaya bir şans tanımak, rejim yoluyla doğanın hayırlı işinde ona engel olabilecek her şeyi ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Bu doktrinin, bütün hastalıkların havadan geldiği tezi kadar varsayımsal olduğu düşünülebilir ki bir bakıma böyledir[10].
Varsayımlar bilimsel ya da felsefî olabilirler; bu sonuncu tabir erken Yunan felsefesinin karakterini ifade eder. Bir bilimsel varsayım, deneyim vakıalarını izahla çerçeveli bir genelleştirme oluyor; sürekli şekilde duygu – deneye çağrışımlarla deneniyor ve olgunun ona verdiği desteğe göre tadil edilmiş ya da terk edilmiş oluyor. Bir “felsefî” varsayım, bütün varlıkları ayrı ayrı ele alma yerine tevhit (birleştirme) ile çerçeveli bir genelleştirme oluyor.
Salgın (epidemic) doktrinin felsefî türden olmadığı kesindir. 1836’da bir Fransız tabip, M.S. Houdart, bu tıbbî doktrine şiddetle çatıyor şöyle ki onda, bir tedavi uygulamakta olan hekimin başlıca görevini ihmal ettiğini görüyor. İddiasına göre teşhis prognostic’te ihmal ediliyor ve hastalığın yerleştiği yerin tecridine gayret gösterilmiyor; Epidemics (Salgınlar) da gözlem, yüzeysel belirtilere doğru yönelmiş olup bunların gerçek sebeplerini saptama çabası gösterilmiyor.
Yazar (Hippokrat), hastası ölürken hareketsiz olarak bakan bir ilgili ama katı seyirci oluyor.
Bu daha çok insafsız eleştiride bir gerçek payı bulunuyor. İşbu risalelerde ilgi merkezi kesinlikle hasta yerine hastalıktır. Yazar, bir an için kendini, acımadan ayırıp ıstırap çeken, marazî olguların bir soğuk gözlemcisidir. Ancak bu ölçü gerçekte bir fazilet oluyor; tartışma konusu olan konu üzerinde yoğunlaşma belki de bir bilim adamının ilk görevidir. Daha da öteye, Salgınlar’ın ölümcül olarak vurduğu hastaların hiçbir tedavi ya da bakım görmediklerini zannedemiyoruz.
Mezkûr “katılık” ithamı bir kenara bırakılabilir. Ama daha ciddî bir eleştiri, Hippokrat tıbbının temel prensibine “doğa”nın tek başına bir tedavi uygulayacağı, tabibin yapacağı tek şeyin doğaya çalışma fırsatı vermekten ibaret olduğu prensibine yönelik olmuş. Günümüz tıp bilimi bu prensibi en üst gerçek olarak kabul etmiş, ama bizim her üç risalenin yazarı bunları uygulamakta azamî çaba göstermiş miydi? Gerçekten doğaya hizmeti ve bunu yaparken de onu fethetmek için denemiş miydi? Houdart’a göre, mezkûr salgınlar’ın yazarının pratik olarak yaptığı “idrarı, büyük abdesti, teri vs.yi tetkik etmek, bunlarda sindirim işaretlerine bakmak ve ölüm hükmünü vermek”ten ibaretti.
Ağır hastalıklarda rejim’in yazarı, ne gibi devaları kullanmıştı?
Bunlar:
1) Müshiller ve muhtemelen, kusturucu ilâçlar.
2) Sıcak su veya bez tatbiki ve banyolar.
3) (a) Hazırlama ve uygulamasına büyük itina edilecek arpa suyu ve arpa lâpası.
(b) Şarap.
(c) Bal ve su karışımı (Hydromel) ve bal ile sirke karışımı (Oxymel).
(4) Damardan kan alma.
(5) Hastaya ıstırap vermemeye dikkat edilecek.
Hippokrat külliyesinde nabza hiç dikkat edilmemiş. Tabip, hastanın ateşli olup olmadığını, ateş derecesini, temasla saptamış[11].
Hippokrat külliyesinde zikredilmiş başlıca hastalıklardan aşağıda söz edeceğiz.
Eski tabipler hastalıkları, ârazi (belirtileri)ne göre tasnif etmişler. O ise ki günümüzde bunlar, sebep olanların mikro-organizmalarına göre sınıflandırılıyorlar.
Yunan hastalıklarının tartışmasında en dikkate değer nokta birçok bulaşık ateşin görünürde yokluğu oluyor. Veba, taun, aralıklı olarak geçiyor ama Hippokrat külliyesi az çok tümden daimî mahallî hastalıklarla meşgul olup Atina’nın büyük veba salgını dâhil, bunu tasvir etmiyor. Çiçek’ten de söz edilmiyor. Keza difteri (kuşpalazı), kızıl ve frengi (sifilis)’ten bahis bulunmuyor. Yunanistan’da tifonun bulunup bulunmadığı şüpheli olup bu sonuncusu menhus sıtma’ya o denli benziyor ki bunları ancak mikroskop ayırabiliyor. Yazında (Pseudo – Aristotle) ateşlerin sarî (bulaşıcı) olmadıkları özellikle ifade ediliyor ve bu beyanı, tifonun sürekli varlığı ile bağdaştırmak güç oluyor.
“Ateşli ve ateşsiz” soğuk almalar, eski çağlarda yeterince umumî idi, ama grip (influenza)’nın hüküm sürüp sürmediği kesinlikle saptanamıyor. Bunun çok sık vaki sonucu, zatürree (pnömoni), gerçekten çok iyi biliniyordu.
Verem (φθισίς), külliye’de en çok zikredilen hastalıklardan biri olup burada dikkate değer husus, ateşlerin bulaşıcı olmadığının beyan edildiği bölümlerde veremin bulaşıcı olduğunun ifade edilmesidir[12].
Greklerin ve eski dünyanın en büyük salgını, mülâyim (hafif) ve aynı zamanda vahim fasılalı ve azalıp çoğalan sıtma (malaria) oluyordu[13]. Sıtma konusuyla bağlantılı olarak bu hastalıktan ileri gelen kaşeksi (aşırı zayıflama, bir deri bir kemik kalma) ve ârazı, ezcümle anemi (kansızlık), zafiyet, deri ve tenin kararması ve aşırı melâl (kara sevda), Hippokrat külliyesinde çoğu kez betimlenmiş, özellikle Havalar, Sular, Yerler risalesinde canlı olarak tasvir edilmiş. Bu dahi eski Grek dünyasında sıtma koşullarının delili oluyor.
Mελαγχολία, melankoli –malihülya sözcüğü hem hıltlar doktrini, hem de cari sıtma ile sıkıca bağlantılı oluyor. Bu, bazen “safravî”liği de ifade ediyor. Halk dilinde melankoli benzerleri bazen “asabî çöküntü” ile de eşanlamlı olmuş.
Eρυτιπελας, erezipel – yılancık, bir cerahatli iltihap olan ρλεδμονή’den tefrik edilmiş. Her ikisi de şişme ve sıcaklık arz ederken yılancık yüzeysel ve sarımtırak, flegmone içsel ve kırmızıdır.
Διάρρυοι ile δντεντερια, ishal ve dizanteriden ilki lokal olup sağlıksız dışkı çıkmasını intaç ediyor. Öbüründe ise ateş de olup bağırsağın cerahatlenmesi dolayısıyla tehlikeli bir hastalık oluyor.
“Dizanteri”, halen bu adla bilinen ağır bağırsak marazını da kapsamakla birlikte tifo ve para tifoyu da ifade ediyor, bu sonuncuların Grek dünyası hastalıkları arasında olmaları halinde.
Hippokrat külliyesi, çeşitli delirium (sayıklama, hezeyan, çılgınlık) türlerini ifade eden sözcüklerden yana zengin[14].
Böylece külliyede adı geçen başlıca hastalıkları, zamanın yorumlarına göre, gözden geçirmiş olduk.
Hippokrates’e izafe edilen risalelerin birinde eski tıp anlatılıyor. Biz bu ayrıntılara girmiyoruz[15].
Buna karşılık, bizim için önemli olacak bir bahse değineceğiz: Havalar, Sular, Yerler. Şöyle diyor tıbbın ünlü atası:
“Her kim ki tıp bilimini doğru dürüst takip edecekse, şöyle hareket etmelidir. Önce, yılın her mevsiminin ne etki yaptığını göz önünde tutacaktır; şöyle ki mevsimler hiçbir surette birbirlerine benzemeyip kendi içlerinde olduğu gibi değişmelerinde de geniş ölçüde fark ederler. İkinci nokta, sıcak ve soğuk rüzgârlar, özellikle evrensel olanlar, ama aynı zamanda her bir özel bölgeye özgü olanlardır. Keza suların niteliklerini dikkate almalıdır; şöyle ki bunlar tat ve ağırlık farkları arz ettiklerinden bunların nitelikleri de birbirlerininkinden çok değişik olur. Bu itibarla, tanımadığı bir kente geldiğinde tabip burasının rüzgârları ve güneşin doğması bakımından bunun durumunu tetkik etmelidir, şöyle ki bir Kuzey, Güney, Doğu ve Batı vaziyetinin her biri bireysel özelliğe sahiptir. Büyük bir özenle bunların hepsini gözden geçirmeli; yerlilerin sudan ne kadar uzak olduklarını, bataklıklı, yumuşak sular ya da sert olup kayalık tepelerden çıkanları, acı ve kekre su içip içmediklerine; zeminin de, keza çıplak ve kuru veya ormanlık ve sulak, çukur ve sıcak veya yüksek ve soğuk olduğuna bakmalı. Sakinlerce revaçta olan hayat tarzı, bunların büyük içkici, öğle yemeği yiyen, hareketsiz veya atletik, çalışkan, çok yiyip az içen cinsten oldukları tetkik edilecek.
Bu verileri kullanarak, ortaya çıkan birçok soruna bakacaktır. Zira bir tabip bunları iyi biliyorsa, hattâ tercihen hepsini, tanımadığı bir kente gelişinde, mahallî hastalıklardan ya da genel olarak cari olanların tabiatından haberi olmuş olacaktır; şöyle ki hastalıkların tedavisinde şaşırmayıp büyük hata yapmayacaktır. O ise ki birçok sorunu dikkate almadan önce bu bilgileri edinmediği takdirde bu şaşırma ve hata kaçınılmaz olur. Zaman ve yıl geçtikçe, hangi salgının kenti yazın ya da kışın tehdit edeceğini ve de hayat tarzının değişmesi sonucunda kişilere arız olan marazları söyleyebilecektir. Mevsimlerin değişimini ve yıldızların doğup batmalarını bilmekle, gelecek olan yılın tabiatını önceden bilecektir. Bütün bu mülâhazalarla her özel vakada tam bilgi sahibi olacak ve sağlığı sağlamakta başarılı olup sanatının uygulamasında büyük zafere ulaşacaktır. Bütün bunların meteorolojiye ait olduğu düşünüldüğünde, astronominin tıbba yardımının hiç de az olmadığını, gerçekten büyük olduğunu idrak edecektir. Zira mevsimlerle insanların hastalıkları, hazım cihazları gibi değişmeye uğrar.”
Şimdi, diyor Hippokrates, aşağıdaki sorunların nasıl araştırılacağını açıkça ileri süreceğim. Sıcak rüzgârlara maruz – bunlar kışın güneşin doğduğu ile battığı yer arasındakiler – ve Kuzey rüzgârlarından mahfuz kentlerde sular bol ve acı olup yüzeye yakın olmalıdırlar. Yazın sıcak, kışın da soğuk. Sakinlerin başları nemli ve balgam (cerahat?) dolu ve bunların hazım (sindirim) cihazları sık sık baştan aşağıya inen balgamlardan rahatsızdır. Bu insanların çoğu lâpacı bir fiziğe sahip olup az yiyen ve az içen insanlardır. Zira zayıf başlılar az içerler, çünkü içkinin sonraki etkisi bunlarda sıkıntı yaratır. Mahallî ve daimî hastalıklar şunlardır. Önce kadınlar sağlıksız ve aşırı aybaşıya duçardırlar. Böylece de birçoğu, doğal olarak değil, hastalıktan kısırdır, bu arada çocuk düşürme sık vakidir. Çocuklarda katılma ve astma (nefes darlığı) ve bu, kutsal bir hastalık olarak görülür. Erginler dizanteri, ishal – sürgün, kışın kronik ateş, birçok egzama belirtisi ve hemorroidden muzdariptirler. Plörezi – zatülcenp, pnömoni – zatürree yüksek ateş ve ağır sayılan vakalar, nadiren vaki olur.
Ama aşağıdakiler mukabil durumda olan, yani güneşin yaz batışı ve yaz doğuşu arasından esen rüzgârlara mutat olarak maruz ve Güney’den esenlere kapalı kentlerin koşuludur. Önce bu bölgelerin suları sert ve soğuktur. Yerliler adaleli ve ince yapılı olmalı ve birçok halde bunların hazım cihazları, alt kısımlarında kabız ve sert, yukarda da gevşek olur. Bunlar sakin ve soğuk olmaktan çok, huysuz kişiler olurlar. Bunların daimî hastalıkları şunlardır. Zatülcenp, ağır sayılan şu hastalıklar gibi, umumîdir. Böyle olmalıdır zira bunların sindirim organları sert olup en ufak bir sebeple birçok hastada kaçınılmaz olarak apseler hâsıl eder, bunlar da sert bir beden ve katı sindirim organlarının sonucudurlar[16].
Hippokrates bu konular üzerinde uzun uzun duruyor, salgınlar hakkında olduğu gibi.
Düstur. Zaman, içinde fırsat olan ve fırsat da, içinde uzun zaman olmayandır. Şifa vermek bir zaman işidir ama aynı zamanda bir fırsat sorunudur. Bununla birlikte, bunları bilerek tıbbî uygulamada öncelikle makul teorilere değil, mantıkla karışık deneye itibar edilecektir[17].
Günümüzün tabibi hastaya çağrıldığında, daima teşhise itina eder, yani hastalığı, hastalıklar katalogunda yerli yerine oturtur; bulaşıcı olabilir, bu takdirde tecridi gerektirir; tehlikeli olabilir, özel bakım ister. Gripte esas olan tedbirler nezlede aynı ölçüde gerekmez.
İlk bakışta dikkati çekip şaşırtıcı olan, Hippokrates’in teşhise büyük değer atfetmemesidir. Her ne kadar Külliye’de birçok hastalık, adlarıyla anılıyorsa da, bunların tasnifi ve teşhisi daima arka plândadır. Başlıca ayırım “ağır” ve “kronik” hastalıklar arasında olup Hippokrates öncelikle ilki ile ilgilidir. Pratik amaçla ağır hastalıkları iki ana sınıfa ayırıyor: (a) Göğüs şikâyetleri ve (b) bugün sıtmadan geldi dediğimiz ateşler. Daha ileri gitme gereğini duymuyor.
Hippokrates, ârazda bir değişmenin farklı bir hastalık teşkil edip etmediğine kesinlikle karar verilemeyeceğini iddia ediyor ve Knidos’lu tabiplerin, arızî ayrıntılara esas önem atfedip tipleri çoğaltmalarını ayıplıyor[18].
Hippokrates’in Kutsal Hastalıklar risalesi, onun yukarda sözünü ettiğimiz Havalar, Sular, Yerler’inden ayrı düşünülemez. Birçok özel bölüm, paralellikleri itibarıyla, yan yana zikredilebiliyor. Bu özel bölümlerden başka her iki risale, hastalık sebebi olarak beynin nemlenmesi ve bu uzvun “nezle – akıntı – catarrh” ile temizlenip kurutulması hususunu vurguluyor. Her ikisi, damarlara atfedilen işlevler, rüzgârların ve mevsim değişmelerinin önemi üzerinde ısrar ediyor. Havalar, Sular ve Yerler’de felsefî kaziye hâkim değilken Kutsal Hastalıklar seçmeci (eclectic) olup beyni zeki yapan unsur olarak hava üzerine bastırıyor; keza dört geleneksel “mukabiller”, ezcümle ıslak, kuru, sıcak ve soğuk vurgulanıyor.
Her ne kadar bu sonuncu risale genellikle sar’a illeti ile ilgili gibi görülmüşse de sair “tutulma”lar, deliliğin bazı şekilleri dâhil, hariç tutulamaz.
Halk inanışına karşılık yazar, bu tutulmaların bir Tanrının “çarpma”sından değil, bir doğal sebepten ileri geldiğini iddia ediyor. O, Doğa’nın yeknesaklığı üzerinde ısrar ediyor ve bazı olguları doğal, başkalarını da tanrısal olarak niteleyen gayri ilmî ikiciliğe (düalizme) itiraz ediyor. Bütün olgular, diyor yazar, hem doğal, hem tanrısaldır. Sar’a’nın doğal yollarla tedavi edilebileceğini iddia ediyor.
Sar’a’nın “sebebi”, damarlara gelen hayat verici havanın, buraya akan beyin balgamı tarafından durdurulması olarak görülüyor.
Beyne izafe edilen işlev, çok daha ilginç oluyor: Halk görüşünün aksine, şuur ve idrakin merkezi kalp ya da hicâb-ı hâcîz (diyafram) olmayıp beyindir[19].
Şimdi, diyor Hippokrates, “kutsal” denilen hastalığı tartışacağım. Kanaatime göre başka hastalıklardan fazla tanrısal ya da kutsal olanı yoktur ama bunların bir doğal nedeni vardır; bunların bir tanrısal kökene bağlanmaları, insanların tecrübesizliğinden, bunların acayip mahiyetine hayretlerinden ileri geliyor. Bir yandan bunların tanrısal kökenine inanılırken, öbür yandan da, uygulanan kolay tedavi yöntemleriyle bunların tanrısallığı yalanlanmış oluyor. Bu yöntemler arındırma (abdest) ve sihirli sözler, büyü, afsundan ibaret oluyor. Eğer sadece acayip olmasından ötürü tanrısal olarak telâkki ediliyorsa bir tek değil, birçok kutsal hastalık olması gerekir, şöyle ki başka hastalıklar bundan daha garip ve uğursuz, harikulâde olmamalarına rağmen kimse bunlara kutsal diye bakmıyor. Örneğin, günlük ateşler, üç dört günde gelenler bana göre daha az kutsal ve Tanrı vergisi olmayıp kimse bunlara şaşırmıyor. Keza aşikâr sebebi olmadan deli ve hezeyanlı, sayıklayan ve garip hareketler yapan insanlar görülür. Uykularında, bildiğim kadarıyla, çoğu inliyor, feryat ediyor, başkaları nefes alamaz hale geliyor, kimi kapı dışarı fırlıyor. Uyanana kadar hezeyan ediyor ama uyanınca eskiden olduğu kadar sağlıklı ve aklı başında, ama soluk ve bitkin oluyor. Ve bu, çok kez vaki oluyor.
Benim kişisel görüşüm, diye devam ediyor Hippokrates, bu hastalığa ilk olarak bir kutsal nitelik atfedenler, günümüzün sihirbazları, arındırıcıları, şarlatanları ve tabip taslakları gibi olup büyük dindarlık ve üstün bilgi iddiasındadırlar[20]. Çaresiz kalıp uygulayacak etkili tedavi bulamayınca bâtıl itikadın (boş inancın) arkasına gizleniyorlar ve hastalığı kutsal tesmiye ediyorlar, böylece de tam cehaletleri açığa çıkmamış oluyor. Akla yakın bir hikâye ekliyorlar ve kendi durumlarını sağlayan bir tedavi yöntemi tespit ediyorlar. Arınma (abdest), büyü, afsun kullanıyorlar; banyo kullanımını ve hasta halka uygun olmayan birçok besin maddesini, ezcümle birçok deniz balığını, keçi, geyik, domuz ve köpek etini; horoz, güvercin ve sair kuşlar gibi besleyicileri, sebzelerden pırasa ve soğanı yasaklıyorlar. Keçi derisi üzerine yatılmayacak ya da bu deri giyilmeyecek, ayak ayak üstüne ya da el el üstüne konmayacak. Aksi halde tedavinin sihri kaçacaktır. Hastalıkların tanrısal kökeni nedeniyle riayetine zorladıkları işbu önlemler, onların üstün bilgisi ve ileri sürdükleri başka şeylerden kaynaklanıyor. Hasta iyileşecek olursa, üstün zekâ şöhreti onların oluyor; ama ölecek olursa, çok sayıda mazeretleri vardır, kendilerinin değil, tanrıların ayıplanması gerekir. Hastaya yiyecek vermediler, içecek vermediler, onu banyolara daldırmadılar; bu itibarla ölümden sorumluluk onlara terettüp etmiyor. Libyalılar evlerinde keçi derileri üzerinde yatıp keçi eti yediklerinden, bu deriden olmayan yatak örtüsü, hırka ya da ayakkabıya sahip olmadıklarından sıhhatte olmaması gerekir ki durum bunun aksi oluyor[21].
Herodotus, sanki bugün ülkemizde yaşamış gibi yazmış… Uzattığı bu konu üzerinde daha fazla durmuyoruz.
“Ağır” hastalıklar, yüksek ateşle niteleniyorlar. Bunlar zatülcenp, zatürree, phrenitis (beyin iltihabı) ve sürekli ateşle bunlara bağlananlar ki genelde göğüs şikâyetleri ve gelip giden sıtma (malaria) oluyor. Bu liste, Greklerin kalıtsal (irsî) hastalıklardan habersiz olduklarının bir delili oluyor.
Hippokratik tedavi yumuşak ve hafiftir. İlâç az kullanılır. Uygulananlar müshil ve bitkisel olanlardır. Sıcak su ve bez tatbiki, banyolar bu rejimin veçheleri oluyor ve bazı hallerde tenkiye, süpozituarlar ve damardan kan alma işlemleri uygulanıyor. Tavsiye edilen hydromel (bal ile su), oxymel (bal ile sirke) ve şarap idi. Ama ağır hastalıklarda tabibin üzerinde çok durduğu şey, kaynatılmış arpa oluyordu. Bunun hazırlanmasına büyük itina ediliyor ve en ince teferruatına kadar anlatılıyor. Bazen sadece suyu, bazen de buna katı arpa az ya da çok ekleniyordu. Kriz geçene kadar, görünürde başka şey verilmiyordu[22].
3. cilt, baş travmaları (yaraları), cerrahî, kırık, çıkık ve bunları tedavi yöntemlerine ayrılmış ki bunların ayrıntıları bizi gereksiz yere uzağa götürecektir. Sadece bir germe (cebire) resmini (Resim 21) vermekle yetiniyoruz. Bunlarda kemiklerin, eklemlerin yapısı, her travma halinde durumları, uzun uzun ele alınmış.
4. ciltte Hippokrates, insanın tabiatını, sağlıklı durumda iken takip etmesi gereken rejimleri, hıltları ve aforizmaları (vecize, hikmetleri) irdeliyor.
Hılt’ların eski çağlarda gördüğü rağbet kısmen onun zorluğundan ileri geliyor olmalı; hünerli bir halkın hünerine bir meydan okuma gibidir ve Hılt’lar da sürekli bir muammadırlar[23].
Doğru bir diyet, fizyolojinin bilinmesini peşinen farz ettirir. Sağlık, yiyecekle egzersiz arasında doğru tekabülden hâsıl olur.
Her şey iki farklı ama birbirlerini tamamlayan unsurlardan, ateş ile sudan oluşur. Ateşin δυναμις’i, hareketi intaç eder, suyunki besler.
Bu unsurlar sürekli olarak birbirlerinin üstüne binerler ama hiçbiri öbürüne tam hâkim olamaz. Bunlar mantıkî olarak şöyle tahlil edilebilirler:
(a) Sıcak ve kuru (ateş);
(b) Soğuk ve nemli (su).
Beden ve ruh olarak insan ateş ve sudan ibarettir. Diyet, insanın bütün “kısım”larını içerecektir, aksi halde gelişme olamaz. Bir besin maddesinin alınması ve bunun sonucunda gelişme ve tahliye, bir kütüğü kesen hızarın yukarı aşağı hareketlerine benzer. Biri öbürünü tazammun eder.
Sanat ve becerilerin süreçleri evren ile insan tabiatınınkilerinin kopyası olup görünürdeki mukabiller basitçe aynı şeyin farklı veçheleridir. Ateşle suyun karışımı olan insan ruhu, bedeni beslemeye ve beden de ruhu beslemeye yardım eder[24].
Ben, diyor Hippokrates, insanın hava veya ateş veya su veya toprak ya da bir insanın aşikâr mürekkibi olmayan herhangi bir şeyden oluştuğunu hiçbir surette söylemiyorum; bu gibi hikâyeleri meraklılarına bırakıyorum. Ama bu sonuncular bana göre doğru bilgi sahibi değillerdir[25]. Tıbbın atası, insanın doğasını uzun uzun anlatıyor ve sonra sıhhatli adamın rejimlerine geçiyor[26].
Sıradan, yani işi, mesleği, bir atlette olduğu gibi özel diyet ve idman gerektirmeyen adam, rejimini şöyle tertipleyecektir, diyor Hippokrates[27].
Kışın yiyebildiğiniz kadar yiyin ve mümkün olduğu kadar az için; içki mümkün olduğu kadar sulandırılmamış şarap olacaktır; yiyecekler ekmekle kızarmış etlerdir; bu mevsimde mümkün olduğu kadar az sebze yiyin zira böylece beden çok kuru ve sıcak olacaktır. Bahar geldiğinde içkiyi artır ve çok sulandır ve azar azar iç; daha yumuşak yiyecekler, az olarak ye, ekmek yerine arpa çöreğini ikame et; aynı prensip üzerinde eti azalt, onu kızarmış yerine haşlanmış, sebzeleri çiğ ya da haşlanmış olarak ye. İçki, mümkün olduğu kadar az sulandırılmış ve bol içilecek, ancak değişim anî değil, tedricî olacak. Yazın arpa çöreği yumuşak, içkiler sulandırılmış ve bol ve etlerin her türlüsü haşlanmış olmalı, şöyle ki yazın beden soğuk ve yumuşak olacak…
Fizikî yapısı mülâhham (etli), yumuşak ve kırmızı olanlar, yılın çoğu aylarında nispeten kuru rejime iltifat etmelidir. Zira bu yapının doğası nemdir. Zayıf (sıska) ve kaslı olanlar, ister yanağından kan damlayan, ister esmer, zamanın çoğunda sulu rejime yatmalılar zira bunların bedenleri yapısal olarak kuru olur…[28].
Hippokrates, zayıflamak isteyen şişmanların, şişmanlamak isteyen zayıfların neler yapmalarının gerektiğini söyledikten sonra,[29]kusturucu ve bağırsaklara tenkiye uygulamasına geçiyor; altı kış ayında kullanılacak zira bu dönem, yaza göre daha çok balgam ifraz eder ve bundan başa ve hicabi hâciz (diafram)’ın üst bölgesine vuran hastalıklar tevlit eder. Ama hava sıcak olduğunda tenkiye kullanılacak zira mevsim yakıcı, beden safavî olup budlarda ve dizlerde ağırlık hissedilir, ateşli durum ve karın ağrısı olur. Bu itibarla beden soğutulacaktır ve yükselen hıltlar bu bölgelerden aşağı çekileceklerdir. Şişmanlığa ve terlemeye eğilimli kişiler için tenkiyeler tuzlu ve ince olacak; kuruluğa, sıskalığa ve zafiyete eğilimli olanlarda ise bunlar yağlıca ve kalın olacak. Yağlı kalın tenkiyeler sütle veya nohutla veya mümasil şeylerle kaynatılmış suyla hazırlanır. İnce olmayıp şişman olan kişiler, günün ortasında hızlı yürüyüş ve koşmadan sonra bir kusturucu perhizine girecek. Bu sonuncusu suda hazırlanmış çörtük otundan ibarettir[30]. Zayıflara bunun uygulanması değişik oluyor.
Ayda iki kez kusturucu kullanma âdetinde olanların bunu on beş günde bir kere iki müteakip günde yapmaları faydalıdır…[31].
Rejimler konusu uzun boylu irdeleniyor.
***
Hippokratik alanda kalmaya devam ediyoruz, üstadın yazılarından alıntılar yaparak.
Rüyada beliren işaretler hakkında doğru bilgi, bütün amaçlar için çok değerli bulunacaktır. Beden uyanıkken ruh, kendi öz denetimi altında olmaz, birçok parçalara ayrılır ve bunların her biri işitme, görme, temas, hareket ve bedenin bütün çeşitli fiillerine dağılır. Ama beden istirahatta iken ruh hareket halinde uyanık olup kendi efendisi haline gelir ve bedenin bütün işlevlerini yerine getirir. Beden uyurken hissizdir ama ruh uyanık olduğundan her şeyi duyar; görülebilen her şeyi görür, işitilebileni işitir, yürür, dokunur, acı duyar ve düşünür. Kısaca, uyku sırasında ruh, hem beden, hem de ruhun tüm işlevlerini yerine getirir.
Bu işler için çok bilgi gerekir.
Bu konularda uzmanlaşmış özel tabirciler vardır ve bunlar, gelecek için kent ya da bireylere ön bilgi veren Tanrı vergisi düşleri yorumlarlar. Bu insanlar keza, bedenin durumunu gösteren ruhtan gelmiş işaretleri tabir ederler. Bu konularda bazen doğru bazen de yanlış hükmederler ama her hâlükârda bunun neden vaki olduğunu bilmezler. Dua iyi bir şeydir ama insan yükünün bir kısmını omuzlamalı, sonra yardım için tanrılara başvurmalıdırlar.
Bu beyanlardan sonra Hippokrates, çeşitli düşlerin nelere yorumlanabileceklerini anlatıyor ki biz bunları buraya almadık[32].
***
İslâm, Hippokrates’i nasıl algılamıştı?
İslâm kaynaklarında adı Bukrât – Bokrat, Bukrâtîs, İbukrât gibi şekillerden geçen Hippokrates hakkında Müslümanlar köklü bir imaja sahiptirler. Bu imajın en belirgin yanı, onu ilki Asklepios, sonuncusu Câlînûs (Galenos) olan sekiz tıp üstadı (Asklepiades) arasına dâhil etmeleridir. İskenderiye tıp geleneğini sürdüren Müslümanlar, orada şekillenen kutsal tıp tarihi anlayışına belli ölçüde bağlı kalmışlar ve Hippokrates’in kişiliğini bu anlayış içinde tasavvur etmişlerdir. İslâm kaynaklarında yer alan çeşitli rivayetlere göre Hippokrates, tıp tahsilini babasından, kendisiyle aynı adı taşıyan dedesinden veya II. Asklepios’tan (Esklîbîvus es-sânî) almış. Bu kaynaklarda, Hippokrates’in doğduğu Kû (Kos) adasının Rodos ve Knidos ile birlikte Asklepioncu tıp geleneğinin en önemli merkezlerinden biri olduğu belirtilmektedir. Yine bu kaynaklara göre biri kız üç çocuğu bulunmakta ve torunlarından ikisi kendi adını taşımaktadır. Dolayısıyla İslâm kaynakları, biri asıl Hippokrates olmak üzere dede, baba ve iki torundan meydana gelen dört Hippokrates’ten (Bukrâtûn, Bukârita) bahseder. İslâm kaynaklarında ortaklaşa kaydedilen bir rivayete göre Hippokrates, İran Kisrâsı I. Erdeşir (Pers imparatoru I. Antaxarxes – M.Ö. 465 – 424) tarafından bir veba salgını münasebetiyle İran’a davet edilmiş, fakat önerilen yüksek ücrete rağmen o dönemde İonya dâhil bütün Anadolu’yu hâkimiyetleri altında tutan Perslere hizmet etmeyi onuruna yediremediği için, önce ülkesinin düşmanlarına değil, kendi yurttaşlarına bakmakla mükellef olduğunu söyleyerek teklifi geri çevirmiştir.
Kos (İstanköy) adasındaki Asklepion’da yetişen Hippokrates’in bütün aklî ve tecrübî eğilimlerine rağmen şifanın tanrısal kaynağını vurgulayan dinî yaklaşımlarla bütünleşmesi kaçınılmazdı. Nitekim Milât’tan sonra yaşayan aynı geleneğe bağlı Câlînûs dahi kendisini Asklepios’un hizmetkârı olarak tanımlamakta ve tıbbın Tanrı vergisi olduğunu söylemektedir. Söz konusu dinî çerçevenin Hippokrates tıbbına, çok yaygın ve hattâ prensipleri günümüze kadar geçerliliğini koruyan bir hekimlik ahlâkı (tıbbî deontoloji) kazandırdığı da belirtilmektedir. Bu ahlâkın en dikkat çekici ilkeleri, Müslümanlarca da “el-Ahd” veya “el-Eymân” adıyla bilinen “Hippokrat Yemini”nde ortaya konulmuştur.
Hippokrates’in klinik gözlemci yanının İslâm dünyasındaki en önemli temsilcisi Ebû Bekir er – Râzî oluyor. Onun “el-Hâvî”si, Hippokratik külliyata atıflarla doludur. Ayrıca Yakub bin İshak el-Kindî’nin “Tıbbü’l Bûkrâtî”si ile Ebü’l-Hasan et-Taberî’nin “el-Mualecâtü’l – Bukrâtiyye”si bu külliyattan derlenmiş müstakil çalışmalardır. Eğer Câbir el Hayyâm’ın eserlerinin II / VIII. yy. gibi erken bir döneme ait olduğu tezi doğru ise onun “Kitâbü’s –Sümûm” adlı eserinde Hippokrates hakkında yer alan bilgiler, bu külliyatın İslâm dünyasına sanıldığından önce girdiğini gösterir[33].
Evet, hiçbir bilgi, doğduğu yerde hapis kalmayacaktı.
[1] Makale yazarının, beklendiği gibi, hekim olduğu kanıtlanıyor.
[2] Mustafa Şerif Onaran. – Bir yemini düşünürken, in (Cumhuriyet) DERGİ 677.; 14.03.1999.
[3] B L.
[4] AB.
[5] BL.
[6] Hippocrates, I. Transl. W.H.S. Jones, Loeb Classical Library, London 1972, s. IX.
[7] ibd., s.X-XI.
[8] ibd., s.XII.
[9] Hılt, canlıların vücudunda bulunan her türlü sıvı madde olup eski hekimliğin insan bedeninde dem – kan, balgam, safra, sevda olarak varsaydığı dört unsurdan her biridir.
[10] Hippocrates I, s.XIV – XVI.
[11] ibd., s.XIV-XX.
[12] Vereme “ophthalmia”da ekleniyordu ki bu tabir tüm bulaşıcı göz iltihaplarını kapsıyor. Trahom da bunlardan biri oluyor, herhâlde cerahatlanması dolayısıyla tehlikeli bir hastalık oluyor.
[13] Hippocrate I., s.LV-LVII.
[14] ibd., s. LVIII –LIX.
[15] Bkz. ibd., s.13-69.
[16] ibd., s.71-79.
[17] ibd., s.313.
[18] ibd., C.2, s.IX – X.
[19] ibd., C.2, s.129-133.
[20] Hippokrates’in bu ifadelerinin, günümüzde yaşadığımız bazı gerçeklerin tam tasviri olduğu akılda tutulacaktır.
[21] Hippocrate C.2, s.139-145.
[22] ibd., s.59-60.
[23] ibd., C. 4, s.XXXI.
[24] ibd. s. XL – XLI.
[25] ibd., s.3.
[26] Devam etmeden önce Doğu’da insanı oluşturduğuna inanılan “çar anasu – dört unsur” ezcümle hava, su, ateş, toprak’tan ilerde söz edeceğimizi ifade edelim.
[27] Söylediklerinin günümüzün hıfzıssıhha kaidelerine ne denli uyduğunun tartışmasına girmeden bazı bölümleri özetlemekle yetiniyoruz.
[28] Hippocrate. – op. cit. , C.4, s.45-47.
[29] ibd., s.49.
[30] Çörtük otu, maydanozgiller familyasından echinophora olup yara iyileştirici niteliğinden dolayı çiçek ve yaprakları haşlanarak suyu halk hekimliğinde mide ülserine karşı kullanılır (BL).
[31] Hippocrates. – op. cit. , s.51-53.
[32] Hippocrates. – Hippocratic writings, ed. G.E. R. Lloyd, transl. J. Chadwick and all., Middlesex 1983, s.252-259.
[33] Esin Kahya. – Hipokrat, in YİA.