“Veda”, “bilgi” anlamına gelen Sanskritçe bir sözcük olup Hindu dininin kutsal metinlerinden her biri oluyor. M.Ö. 1500–1200 arasında ortaya çıktıkları kabul ediliyor. Âyin ve adak kültü çevresinde gelişen ve bazıları edebî açıdan büyük değere sahip ilâhîleri, tanrıları yüceltici övgüleri içerir.
Vedalar geç bir dönemde kaleme alınmış ve hattâ bazıları Milâdî XI. yy.da yazılmış. O zamana kadar Vedalar, çok sağlam ve ustaca bir bellek eğitimi sistemi sayesinde sözlü olarak aktarılmış.
Vedalardan oluşan en önemli derleme (Sanhita), Rîgveda idi. Trayividya (üç katlı bilgi) olarak anılan üç Veda’ya sonradan Atharvaveda ekleniyor; bu sonuncusu ilâhîler, tılsımlı sözler ve büyülerden oluşuyor. Daha çok halk kültürüne özgü öğeler içeren bu Sanhita, genellikle öbür Veda’lardan ayrı tutuluyor. Bizi aşağıda özellikle ilgilendirecek olan Ayurveda, “Yaşam Veda’sı” olup, mezkûr Atharvaveda’yı tamamlayan Hindu tıp bilimi oluyor[1].
Hint tıbbı Asya’da, Grek tıbbının Batı’da oynadığı rolün aynını oynamıştır. O, Çin Hindi’ne, İndonezya’ya, Tibet’e, Orta Asya’ya[2] ve Japonya’ya yayılmış. Grekler, Araplar, daha sonra da Portekizlilerle Hollandalılar tarafından etüt edilmiş.
Hint tıbbının önemi daha İskender’in Grekleri tarafından idrak edilmişti; bunun birçok metni, Müslümanların Hindistan’la ilk temaslarından itibaren Arapçaya tercüme edilmiş. Ayurveda’nın Pranas teorisi ve psiko-fizyolojik fikirleri her yere yayılmış[3].
İç ve dış kullanım için metalik ve özellikle cıvalı terkipler üzerine kısmen basılmış birçok eser, Geç Ortaçağ dönemine tesadüf ediyor. Cıvanın, bütün hastalıkları tedavi ettiğine inanılıp özellikle ateş, ishal, sarılık, ciğer hastalıkları vs. ve daha sonra da frengiye tavsiye ediliyor. Cıvanın yakılarak toz haline getirilmesi ve bundan elde edilen ispençyari müstahzarlar muhtemelen Araplarla başlamış[4].
Patolojinin dini telâkkii en eski zamanlara dayanıyor; buna göre hastalıklar, daha önceki doğuşlarda işlenmiş günahların sonucu oluyor. Önlem olarak tövbe, kurban, mabetlere armağanlar belirtilmiş[5].
Çin kaynaklarında C(k)araka, ünlü kral Kaniska’nın saray tabibi olarak görülüyor ve kralın zevcesinin zor bir doğumuna müdahale ettiği kaydediliyor. Arap kaynakları da Caraka’yı, tıbbî eserleri önce Hintçeden Farsçaya, sonra da bu dilden Arapçaya çevrilmiş bir tıp yazarı olarak gösteriyorlar[6].
Caraka’nın kendisi, eserinin içeriğini tanıtıyor. Eser, sekiz bölümden (stânas) oluşuyor: 1. Sutrasthâna, farmakoloji, yiyecek, beslenme rejimi, bazı hastalıklar, tedavi yöntemleri, hekimler ve doktor taslakları, keza fizyoloji, felsefe ve en değişik tabiatta sair şeylerden oluşuyor. 2. Nidânasthâna, başlıca sekiz hastalığı irdeliyor. 3. Vimânasthâna, tatlar, beslenme, genel patoloji ve tıbbî etütleri içeriyor. Sarîraşthâna anatomi ve embriolojiyi içeriyor. 5. İndriyasthâne, teşhis ve prognozdan bahsediyor. 6. Cikitsâsthâna, özel tedavi. 7. Kalpasthâna ve 8. Sıdhisthâna, genel tedavi konularını irdeliyor[7].
Hint tıbbında veteriner bilimi Ayurveda’da irdelenmemiş olup özellikle kralın inhisarında olan fillerle atlara taallûk ediyor. Bunların üzerinde durmadık.
Kaşgar’da, bir Buddhist tapınağında bulunan ünlü Bower yazması muhtemelen seyyah Hindular tarafından M.S. 450’de kaleme alınmış. Yazmanın içerdiği Yedi Sanskrit metnin üçü sadece tıbbî mahiyette. İlk tıbbî kitap her şeyden önce sarımsağın bir methiyesini, sonra da özellikle göz hastalıkları için çeşitli reçeteleri içeriyor. İkinci ve daha geniş çalışma, “özetin özeti” demek olan Nâvanitaka, tozları, ergitilmiş tereyağları, bitkisel yağları, karışık reçeteleri, eksirleri, etsularını (çorbaları), afrodiziakları, göz merhemlerini, saç boyalarını, bitüm ve çocuk bakımını ele almış. Üçüncü bölüm ise 72 dizelik 14 tıbbî formül veriyor.
Hindistan tarihinin ünlü Kral Asoka’sı (M.Ö. III. yy.), insan ve hayvanlar için hastaneler tesis etmiş ve eski Mahâvvaga Buddhist tıbbı (M.Ö. IV. yy.?), göz merhemi, burun ilâcı, boynuz çekme, sıcak su tatbiki, gargaralar, baş bitleri ilâçları ve hattâ laparutomi (karın yarma ameliyatı) ve daha nicelerini biliyordu.
Yukarda mezkûr Caraka, Kânhâyana adlı bir Baktrialı (Türkistan’la İran arasında, Afganistan’ın Kuzey’inde) tabipten söz ediyor. Bu ad, Bower yazmasında da geçiyor. İran tıbbî maddeleri, Hindu kitaplarında görülüyor. Ortaçağda cıva ve sair metallerin kavrulup tedavide geniş ölçüde kullanımı, afyon, Bertram (nezkotu – pyrethrum) kökü, muayenede nabzın tutulması, Hindistan’a Arap yarımadası veya İran’dan varmış gibi görünüyor. Öbür yandan Hindu tıbbî eserleri Farsçaya daha Abbasîler, hattâ Sasânîler döneminde tercüme edilmiş. Bundan sonra Arapçaya çeviriler faslı başlıyor. Caraka ve Suşrata dışında, çevirilen eserlerin sahipleri zor teşhis ediliyor. Bu eserler hakkında Arap kaynaklarından Râzî ve başka Arap yazarların, saf Hint ürünlerinin irdeledikleri anlaşılıyor. Ebu Mansur Muvaffak’ın farmakoloji üzerine yazdığı Farsça kitapta çok Hindu malzeme bulunuyor. Yazarın kendisi Hindistan’a bilimsel geziler yapmış olup bugün bilinmeyen birçok Hindu eserden söz ediyor.
Dioscorides’in materia medica’sında Hindu unsurlar kolaylıkla tahkik edilebiliyor.[8] Örneklerinin ayrıntılarına girmiyoruz.
Hint tıbbında genellikle ilaç olarak minerallerin kullanımı gittikçe artmış. Özellikle cıva bir evrensel çare olarak ünlenmiş ve daha geç dönemde bilhassa frengi için dıştan ve içten kullanılmış.
Cıvanın tıbbî etkisinin bilinmesinin Araplardan önce mi, sonra mı sorusu ortada. Hindu tabipler, keza afyonu Araplardan almışlar, önceleri bunu ithal etmişler. Sonra da XVI. yy.dan itibaren ekmeye başlamışlar. Afyona ahiphena, “yılan köpüğü” denmiş. Sözcük daha eski aph(f)ena, afin, afuka’nın galatı oluyor ve bu ifadeler Arabî afyun’un ve Grek Ãpion’a kadar geri gidiyor[9].
***
Ayurveda’nın kökeninin efsanesi, birçok bilimin kökenleri efsanelerinden ayrılmaz. Az çok günümüze kadar, bilimler ve edebiyatın ilk öğretisini büyük tanrılara izafe etmek Hindistan’da mutattı. Yazıyı Brahman, astronomiyi Sürya… icat ve ifşa etmişlerdi. İndra da, daha nadir olmakla birlikte, bir Öğretici Tanrıydı.
Ayurveda’nın kökenleri efsanesinin kaynakları daha çapraşık oluyor. Asvin’lerin daha önceden tanrısal tabip olarak ünleri iyice yerleşmiş olup tıbbın intikalinde rol oynamışlardır. İndra’nın da Asvin’lerle ilişkileri vardı[10].
Büyük samhitâ’lar mensur ve manzum öğretici (didaktik) metinler olup tamamen manzum bahisler özellikle âraz ya da tedavi reçetelerinin sıralanmalarını içeriyorlar, dolayısıyla da bunlar ezber bilinecek uygulamalara en faydalı olanlar oluyor; o ise mensur (düz yazı) halindeki açıklamalar daha çok teorik öğretileri kaydediyor.
Suçruta ile Carakasamhitâ içerik olarak genelde birbirlerine sıkıca tekabül ediyorlar ama suçrutasamhitâ, cerrahî bahsinde öbüründen çok daha zengin olup her ikisi de öğretileri hayli yoğun biçimde veriyor. Bununla birlikte, madde çokluğundan hacimlidirler. Bunlar, içinde sihir ile mistiğin bulunmadığı rasyonel bir sistemi öğretiyorlar. Sadece özel durumlarda, ezcümle cinlenme halinde, sayıklayıp taşkınlık yapma ve çocuk hastalıklarında, cinlere başvuruluyor. Alışıldığı üzere sıhhat ve hastalık hallerini, organizmayı teşkil eden unsurların, beslenme rejimi ve hava ve mevsim etkilerinin çalışmasıyla izah ediyorlar. Sadece bazı tedaviye değgin reçetelerde, ya da doğum törenleri vesilesiyle din ve sihir bahis konusu oluyor[11].
Sind’de, Mohanjo-Daro’da 1922’den beri yapılan kazılar, “İndus uygarlığı” denilen kalıntıları, şimdilik hayli yüzeysel de olsa, ortaya çıkarmış. Bu kalıntılar Penjâp’taki Harappâ kazılarında elde edilenlerin paralelinde oluyor. Bu verilerden İndus uygarlığı tıbbı üzerinde herhangi bir bilgi edinmek, şüphesiz olanaksızdır. Bununla birlikte, Mohanjo – Daro’da toprak üzerine çıkarılan çok geniş kent harabeleri, özellikle muazzam kentsel hıfzıssıhha işleriyle dikkati çekiyor. Evlerin hepsi bir gusülhaneyi içeriyor. Mütevazı meskenlerde bunlar, hafif meyilli döşemesi su geçirmez şekilde işlenmiş taşlardan basit bir hücre olup sular akıtma kanalizasyonuna yöneltiliyor. Daha önemli evlerde gerçek banyo odası bahis konusu oluyor. Evlerin akıtma mecraları sokaklara dallanmış toplayıcı bir lâğım sistemine varıyor. Yapıların en büyüğünde 55x33m.lik bir banyo odası, bunun içinde 2,50m derinlikte ve 13x7m. boyutlarında bir pisin (havuz) ve açıkça kaplıca tedavisine tahsis edilmiş geniş müştemilât bulunuyor. Burasının Romalılarınkiyle kıyaslanabilecek, hıfzıssıhha, hidroterapi ya da spora mahsus bir kaplıca tesisi mi, yoksa ritüel banyolar için bir kuruluş mu olduğu sorusu ortaya atılmışsa da ilk varsayım gerçeğe çok daha yakın görünüyor, şöyle ki özel tesislerin önemi, sakinlerin abdestler (gusüller) ve kaplıca tedavilerine eğilimlerine tanıklık ediyor.
Çok daha geç zamanlarda hıfzıssıhha ile hidroterapiye klasik tabipler büyük eğilim göstermişler ve özel yaşamda olduğu gibi manastırlarda da bunlar çok rağbette imiş gibi görünmüşler. Bunda İndus uygarlığına kadar geri giden bir zevk ve âdetin devamı meydana çıkıyor. Ancak bu tür zevk ve âdetlerin çok doğal olarak tropikal ülkede doğacağı unutulmayacaktır. Ne olursa olsun, İndus binalarının fikir verdikleri çok gelişkin hıfzıssıhha, mutlaka bilimsel veya tıbbî değildi. Bir hıfzıssıhha sadece koruma ve tedavi telâkkii temeline oturması halinde tıbbî ve bilimsel olur. Başka türlü, beylik temizlik ya da lüks düşüncesinden ileri gitmez. Suçruta ve Caraka’da hidroterapi, sveda’lar, yani çok değişik yöntemlerle gerçekleştirilen ve banyo ve duşlardan çok daha çapraşık “terletme”lerle tedavi çerçevesinde bulunuyor. Kullanılan sulara bir takım eczalar katılıyor.
Geçiyoruz Hint – Avrupa verilerine.
Hindistan ve İran’ın en eski metinlerinde, Veda ve Avesta’da tıpla ilgili bölümlerin kıyaslanması, Hint – Avrupa cemaati döneminden beri teşekkül etmiş kavramların bazılarını bize gösterebilir. Bu kavramlar hem İranlılar, hem de Hindistan’a girmiş Ârîlerce muhafaza edilmişler.
Gerçekten Hindistan’la İran’ın ilişkileri Antikçağdan beri daimî olmuştu. Dara, M.Ö. VI. yy.ın sonundan itibaren İndus vadisinde iki satraplık kurmuş ve Batı’daki Hint topraklarının bir kısmının ilhakı, Kuruş’a kadar geri gidebilir. Hint satraplıkları İran imparatorluğunun İskender tarafından tahribi sonunda Hindistan tarafından geri alınmış. Yukarı Asya ve doğruca İran’ın ulusları, Sakalar, Parthlar, kendilerine Hindistan’da krallıklar biçmişler ve bunlar uzun dönem yaşamış. Sasânîler de içeri dalmışlar ya da hükümdarlarıyla sürekli ilişki halinde olmuşlar. İran’la bir daimî ve bu ülke arasından Batı ile ticaret, erkenden yerleşmiş. Entelektüel alanda Baktriana ve Sogdiana’da, Pamir’i Batı’dan çeviren, Orta Asya ve Çin’e götüren yollar üzerinde Buddhizmin varlığı, İranî ülkelere Hint getirilerinin en parlak izi oluyor. Bilmukabele, daha Asoka döneminden (M.Ö. III. yy. ortası) itibaren Hindistan üzerinde İran etkilerine dair kanıtlar eksik olmuyor[12].
İran’da Zerdüştî Tanrılardan Ahura Mazda, mitolojik ağacı çevreleyen sayısız tıbbî bitkileri vermiş. Bu sonuncular sularla ölümsüzlük içkisi haoma ile bağlantılıdır. Bu çizgi ve kavramlardan çoğu Veda Hindistan’ında bulunuyor. Haoma karşılığı olan soma, aynı zamanda kurban içkisi ve bitkilerin kralı oluyor[13].
Veda’da sular, çok büyük kozmik rol oynuyorlar. Evrenin devamı ve varlıkların yaşamının koşulları olarak bunlar “Ana” oluyorlar; ölümsüzlük bunlarda yatıyor. Avesta’da hastalıktan iyileştirici ve arındırıcı (günahlardan…) olup bunlar sadece sıhhatin kaynağı değil, Veda’da olduğu gibi evren ve yaşayan cisimlerin başlıca öğelerinden biri oluyor[14].
Cari inanca göre Hindistan’ın Helen dünyasıyla teması İskender fırtınasıyla başlamıştı. O ise ki bu temas, örneğin Herodotus zamanında, çok daha önce vaki olmuş, Hindistan Batı’da tanınmıştı.
Ancak bu tanıma keyfiyeti, İskender’le büyük terakki kaydetmişse de ilerleme devamlı olmamış, doğruca temas, İskender’in ölümünü müteakip onun Hindistan’da bıraktığı valilerin kovulmaları ve İndus vadisinin Candragupta tarafından yeniden fethedilmesiyle sekteye uğramıştı. Nitekim Hindistan üzerine yazmış olan Grek ve Latin yazarlar, İskender ve Selefkîlerin çağdaşlarına bağlı kalmışlar. Kaldı ki Strabo, İskender’in arkadaşlarının ifadelerine de şüphe ile bakıyor. Onlar, diyor, Hindistan’ın içinden askerce geçip sadece bazı şeyleri görerek daha çok işittiklerini nakletmişlerdi.
Hindistan’ın bu kısmının, İndus vadisinin Ahmenî İranlılar tarafından fethi I. Darâ’ya atfedilirse de bu fetih kısmen Kuruş’a kadar geri gider. Gerçekten Darâ, Behistûn’daki yazıtında Kuruş’un büyük mülküne hükümran olduğunu ifade ediyor ve bu mülkü oluşturan Gandhâra ile Pencâp’ın büyük bölümünde satraplıklar kurduğunu söylüyor. Sindh bölgesini Ahmenî İmparatorluğu’na dâhil eden Darâ olmuşsa da Gandhâra, Hint kültürü ile mülemma bir toprak olduğuna göre bu kültürün Ahmenî uygarlığı ile doğruca ve sıkı temasını Kuruş’un ölüm tarihi olan M.Ö. 528 öncesinden başlatmak gerekiyor.
Bu noktada Herodotus’a kulak verelim (IV / 44): “Asya’nın büyük bölümü Darâ tarafından keşfedilmişti. O, İndus’un denize kavuştuğu yeri bilmek istiyordu – İndus, Nil’den başka timsahların bulunduğu tek nehirdir – ve bu amaçla, sözüne güvendiği adamlarının oraları taharri etmeleri için bir sefer tertip ediyor. İşin başına da Karia’da Karyanda’lı Skylax’ı getiriyor[15]. Bu sonuncusu otuz ayda görevini tamamlıyor…” Fetih bunu hemen takip ediyor (518 ile 515 arası).
Hindistan’da İran işgali, İskender’in 331’de Ahmenî İmparatorluğu’nu fethetmesine kadar, 185 yıl sürmüş. Bu uzun süre içinde Kuzey – Batı Hindistan derin İranî etkilere maruz kalmış. Bu etkilerden en dikkate değeri, Aramî alfabenin mahallen kabulü olmuştu; bu alfabe, bütün imparatorlukta idarenin teslim edildiği Babilonya kültürlü memurların kullandıklarıydı.
Bu vakıa büyük sonuçlar doğuruyor. 525’te, yani Sindh’in Darâ tarafından fethinden az önce, Cambyses Mısır’ı almış ve oraya, Hindistan’dakinin aynı Aramî dilli idareyi yerleştirmişti. Bununla Ahmenîler, Mısır’la Hindistan arasında bir Mezopotamya kültürü köprüsü kurmuş oluyorlardı. İran imparatorluğunun teşkil ettiği vahdet, en uç noktaları arasında çok sayıda mübadeleye olanak verecek kadar tutarlıydı. Gerçekten, mülklerinde İranlılar, özgül ve münhasır bir İran uygarlığını icbar etmemişlerdi; onlar siyasî vahdeti; ırk ve dinlerin üstünde olarak kurmuşlardı. Tebaalarının inançlarına hoşgörüyle bakmak şerefi Kuruş’la Darâ’ya ait olup bunların müsamahaları, düşünce uyanması ve alışverişini teşvik etmişti. Böylece de, bütün tâbi ulusların kendilerininkini getirip başkalarınınkini aldıkları muazzam bir fikir karışımı hâsıl olmuştu.
Grekler buraya, dehalarının hayli ürününü döküp buradan kolaylıkla yeni telkinler ya da değerli öğretiler almışlardı.
Lydia, Ionya, İran egemenliğine girmişlerdi. Ancak çatışmalar, bunların sonunda tutsakların tehciri vesilesiyle bu sonuncular, vatanlarının düşüncelerini uzağa taşıyabiliyorlardı. İsyan etmiş Miletus’un 496’da zaptından sonra bir esir grubu önce Susa’ya götürülmüş, sonra da Kızıldeniz üzerinde Dicle’nin ağzına yerleştirilmiş tutsak ve sürgünler hep insanca muamele görmüşler. Bu savaşların çağı tam tamına İonya feylesoflarınınki oluyor: Thales ile Anaximandres, Kuruş’un İonya’yı itaat altında aldığı dönemde ünlenmişlerdi. Anaximenes 525’te ölmüş, Heraklides 478’den az sonra yazmış, Klazomenai’de[16] doğmuş olan Anaxagoras, daha çok Atina’da yaşamış ama hayatının son günlerini Küçük Asya’da, Lampsakos (Lâpseki)’de geçirmeye gelmiş. (ölm. 428 civ.) İran İmparatorluğu ile hemhudut veya ona katışmış olan İonya, entelektüel faaliyetinin esas döneminde Asya dünyasına dahil olmakla birlikte Helen dünyasına da aitti. Işınlanması ister istemez her ikisine de varacaktı. Dünya düşünürlerinin Doğu yönünden hiçbir etki almadıkları ve buradan gelen her şeye kulakları tıkadıklarına inanmak güçtür. Hindistan, Miletus’un meçhulü değildi. Bu sonuncusunun ünlü yurttaşlarından biri, Hekate, M.Ö. 500’lerde Hindistan coğrafyası ve ulusları hakkında bilgilere sahipti. Özellikle denizden sürekli ilişkiler İonya’ya Akdeniz adaları ve kıyıları sakinleriyle, özellikle Mısır’la, temas halinde tutuyordu. Herodotus’a göre ataları Finike kökenli olan Thales ile Heraklites’in Mısır’dan önemli bilgiler aldıkları biliniyor. Akdeniz Doğu’sunun siyasî durumu, her yönde her türlü alışverişi mümkün kılıyordu. Bu alışveriş keza İtalya, Sicilya ve Libya’daki Grek kolonileriyle de vaki idi. Darâ’nın saltanatının başında, Büyük Kral’ın Skylax’a İndus’un alt vadisini keşfettirdiği dönemde, Sirenaika (Libya)’da Barka kentinin sakinlerinin bir kısmı, orada yeni bir Barka kurmak üzere, Baktriana’ya götürülmüş, onlara orada topraklar verilip daimî olarak yerleştirilmiş. Bunlar hiçbir zaman Batı’ya dönmemişler ama Hindistan’a Batı düşüncelerini taşımışlardı. Bu arada belirtilmesinin önemli olduğu bir husus da Sirena’da, V. yy.da, önemli bir tıp mektebinin bulunduğudur. VI. yy.ın sonunda Hindistan’da Grek, ya da Grek kültürlü adamların varlığı iyice saptanmış haldedir.
Darâ’nın sarayında, İtalya’da Crotone kentinden Demokedes adlı ünlü bir hekim görüyoruz. İşin öyküsüne girmeden bütün bunların kültür alışverişine misafir oluşturduklarını belirtiyoruz.
Bundan başka Ahmenîler iki Grek tabibi istihdam etmişler. Kos (İstanköy)’lü Appolonides, Artaxerxes’in sarayında, kralın hükümranlığının başından itibaren mesleğini icra etmiş. İç kavgalarda yaralanmış Megabyses’i iyi etmiş. Demokedes’den daha fazla İran’da Grek tıbbını yayma zamanını bulmuş, ama ülkesine dönmemiş. 440’lara doğru utanç verici şekilde idam edilmiş: Megabyses’in dul karısı Amytis’i bir histerik hastalıktan tedavi etmek bahanesiyle kadının ırzına geçmişmiş…
Cnide’li (Karia’da) Ctesias, bunları hikâye etmiş olarak uzun süre II. Artaxerxes’in tabibi olmuş. Son günlerini vatanında doldurmuş[17].
***
Türklerin de Hindistan’la alışverişi olmuş.
Orta Asya’daki Türk kavimleri göçebe iken, içlerinde hasta olanları, iyileşene ya da ölene kadar tecrit ederlerdi. Bu keyfiyet, X. yy. başında Türkistan’ı ziyaret eden Arap elçilik heyetine dâhil İbn Fadlan’ın seyahatnamesinde ve daha başkalarınınkinde (Plano Carpini ve Rubruckus) belirtiliyor.
Buddhistliği kabul eden Türklerin Batı ve Çin Türkistanı’nda, Horasan ve Kuzey–Batı Hindistan’da kurdukları Vihara (= Newbahar) denilen Buddhist manastırları, aynı zamanda öbür ilimlerin yanı sıra tababet tahsilinin de yapıldığı tıp okulları ve hastane niteliği de taşımakta idiler. Bu keyfiyet, Almanların 1902 ilâ 1914 yılları arasında Çin Türkistanı’nda yaptıkları ilmî Expedition sonucunda bulunan Uygurca tıbbî el yazması eserlerde geçen “Otaçı bodistv” (hekim boddhisatava) ve otocı bakşî’lar, yani rahip hekimlerden bahseden kısımlardan anlaşılmaktadır. Lady Mary Montagu’nun 1717 yılında Türkiye’de gördüğü çiçek aşısına benzeyen Hint usulü çiçek aşısını, 1022’de Çin’in Tibet’e yakın bölgesinde, bir dağda yaşayan bir münzevi tarafından Çin veziri Wang–Tan’ın küçük oğluna tatbik ettiği, Çin kaynaklarında belirtildiğine göre, bu bölgede yaşayan Uygur Türklerinin Hint usulü çiçek aşısının yayılmasında rol oynadıkları, onların Hint’le Çin arasındaki sık ticaret ilişkilerini yönelttikleri düşünülürse, imkân dâhilinde görülmektedir.
İslâmiyet’i kabul eden Karahanlı Türklerin hakanlarından Tangaç Buğra Han’ın (1051 – 1068) Semerkand’da ayrıca bir hastane tesis ettiği, bulunan vakfiyesinden anlaşılmaktadır. Maalesef ne bu hastane, ne de el-Birûnî’nin “Kitâb as-saydala” adlı eserinin önsözünde bahsettiği Gazneli Mahmud zamanındaki Gazne’de kurulu hastane, günümüze ulaşmamışlardır. Bunların tamamen ortadan yok olmalarına rağmen, bugüne kadar ulaşılabilen Türkiye ve Suriye’deki Selçuklu hastaneleri, Seylan’daki tipik Hint vihara mimarî tarzında inşa edilmiş Buddhist Hastanesi ile karşılaştırıldığında, Türklerin Buddhist oldukları devirde Orta Asya ve Hindistan’da inşa ettikleri hastanelerden mimarî ve organizasyon bakımdan bir sürü tesirlerin, Selçuklu hastanelerinde bile hâlâ yaşadığı görülür.
Seylan’daki Buddhist hastanesine yakın bir yerde, Buddhizmi Hindistan’da koruyan ve ilk Buddhist külliye ve hastaneleri tesis eden kral Asoka’nın oğlu, Thera Mahendra’nın kurduğu manastır bulunuyordu. Harabelerinin tetkikinden, binanın Buddhist hastanesine ait olduğu ve vakıf olarak da buraya pirinç tarlaları bağışlandığı anlaşılmış. Bu Buddhist hastanesi, aynı Kayseri’deki 602/1205 yılında Selçuklu Sultanı Gıyasüddin ve kız kardeşi Gevher Nesibe’nin tesis ettikleri Tıp Mektebi ve hastaneden ibaret külliyelerindeki gibi, iki iç avlu etrafında gruplanan odalardan müteşekkil iki dikdörtgen şeklindeki binadan ibarettir. Selçuklulardaki hastane ve tıp medresesinden oluşan külliye sisteminin Buddhist hastane ve külliyelerinden alındığı tezi kuvvet kazanıyor. Külliye kavramını Türklerin İslâmiyet’e ithal ettikleri şeklindeki tez, böylece İslâm ve özellikle Selçuklu hastaneleri için de geçerli bir mahiyet arz ediyor. Şöyle ki Seylan’daki Buddhist hastanesinde bulunan ilâç kapları, eczacı havanı vs. bu hastanede eczane, ameliyathane ve hasta odalarının varlığını ortaya koyarak bu Buddhist hastanesinin, İbn Ali Usabia tarafından XIII. yy.da ayrıntılı olarak betimlenen, 1154’de Şam’da Türk Atabeg’i Nureddin Zengi’nin tesis ettiği ve bugüne kadar ayakta kalabilen en eski hastanesi olan Nureddin Hastanesi ile teşkilât bakımından, çok büyük benzerlik arz ettiği görülüyor[18].
***
Hindistan alanında kalmayı sürdürüyoruz.
Eski Yunanistan’ın ampirik ve sofist tıp telâkki tarzları arasındaki mücadele, eski âlim ve feylosofların üzerlerinde çalışmış ve görüşlerini dayamış oldukları tezattan telâkkisinin, yani sıcak ve soğuk, ekşi ve tatlı, yaş ve kuru vs. gibi tezatların manâ ve önemi etrafında cereyan etmekteydi. Bir insanı sırf ıslaklıkla iyileştirmek mümkün müydü? Hayır, bu ıslaklık, yaş ve nemli eşya vasıtasıyla, meselâ banyolar, kompresler ve sair yollarla temin edilmek suretiyle elde edilir ve ancak bu vasıtalar insanı iyi edebilirdi. Bu, meselâ ıslak esas fikri ile onun tahakkukunu temin edebilecek olan vasıfları ayırt etmek kabiliyeti, sonraki zamanlar için esaslı bir rol oynamış ve bu suretle sofizm, bir bakımdan faydalı bir iş yapmış oluyordu. Hindistan’da da eski felsefede ve belki de tıpta, aynı kavram vuzuhsuzluğu mevcuttu[19].
Kanishka zamanında tabip Çaraka’nın yaşamış olduğu anlaşılmakta ve ondan bize tıp hakkında sözde ayrıntılı olduğu söylenen bir eserin kalıntıları intikal etmiş. Hint tıbbının Yunanlıların humoral patolojisi ile ilişkili olduğu kabul edilmiş olmakla birlikte, ayrıntılarına kadar ispat edilmiş değildir.
İran hükümdarları zamanında Yunan tabiplerinin Hint meslektaşları ile birlikte bu dünya hâkimlerinin saraylarında sanatlarını icra etmiş oldukları belgeleniyor. Burada Yunan tabipleri herhalde pratik bakımından Hint meslektaşlarına üstün olmuş olsalar gerek; ama nazariyenin de daha çok Hintliler tarafından Yunanlılara intikal etmiş bulunması muhtemeldir [20].
[1] AB ve BL.
[2] Herhalde Orta Asya’nın yerleşik kavimlerine yayılmış olmalı.
[3] Julius Jolly. – Indian medicine, transl. C.G. Kashikar, Kashikar, New Delhi 1977, s.XVII.
[4] ibd., s.4.
[5] ibd., s. 6.
[6] ibd., s.13.
[7] ibd., s.14-15.
[8] ibd., s.18-23.
[9] ibd., s.36.
[10] Jean Filliozat. – La doctrine classique de la médecine indienne. Ses origines et ses paralellès grecs, Paris 1975, s.2-3.
[11] ibd., s.20-21.
[12] ibd., s.27-30.
[13] ibd. s.35. – Bu haoma–soma’nın ayrıntıları için bkz. Kültür kökenleri, C-II / 1, s.524-530.
[14] ibd., s.4 – 6.
[15] Karyanda, Güney – Batı Anadolu’da, Karia bölgesinde Bargylia ile Myndos arasında Eskiçağ kenti olup Strabo, burada aynı adda bir göl ve Karyandalıların oturduğu bir ada – Salih adası – bulunduğunu yazıyor. Gezgin ve coğrafyacı Skylax Karyanda’da doğmuş (BL)
[16] İzmir’e 30 km. mesafede, Urla ilçesinde.
[17] Jean Filliozat. – op. cit. , s.199-208.
[18] Arslan Terzioğlu. – Türklerin Orta Asya ve Hindistan’da tesis ettikleri hastahaneler, in TTKg VI-II / 2, 1981.
[19] Walter Ruben. – Eski Hind tarihi., Çev. Cemil Ziya Şanbey, Ank. 1944, s.200.
[20] ibd., s.215.