Ortaçağların başlarında tarihin büyük kültür odaklarından biri olan Hindistan, eski tedris prensiplerinden vazgeçiyordu. Tabiatı itibariyle kollektivist bir anlayışta olan Buddhism, ilk olarak herkese açık, kast ve hattâ dinî inanç sınırlaması tanımayan halk eğitimini tesis etmiş gibi görünüyor. Böylece de orta eğitim tesmiye edilebilecek örgüt kurulmuş olup ilkokul tedrisatı geniş ölçüde küçük rahiplerin tekelinde kalmıştı. Bu sonuncusunda temel eğitim okuma, yazma ve esasî (elementer) matematik ve bunlarla birlikte kozmogonik ve dinî bilgilerden oluşup işbu eğitim, köy düzeyine kadar çok yaygın bulunuyordu. Bundan kızlar uzak tutulmazdı. Buddhism, birçok büyük kadın bilginin yetişmesinde aracı olmuştu.
Hindistan’ın münevver zümresi ilk olarak yine Buddhisiler ve sonra, bunları takliden Hindularca kurulmuş çeşitli kolej ve üniversitelerde eğitiliyordu. Çok sayıda hükümdar, öğrencilerin kabul edildikleri kolej (madhas) ve ev tesis etmişti.
Hindular ve hattâ daha çok Buddhistler, bir eğitim yöntemi olarak grup tartışmasını büyük ölçüde kullanıyorlardı. Aydınlar arasında toplantılar çok itibar görüyor, çeşitli dinî gruplar arasında deliller şiddetle ama terbiye dairesinde ileri sürülür, bu tür tartışmalar bilginler için adeta bir spor mahiyetinde olurdu.[1]
Hindistan’ı bir Hvarzemli bilginden, Birunî’den okumak, bu ülke hususunda olduğu kadar yukarıdaki Nil-Ceyhun arası yarımkürenin entelektüel yaşamı hakkında da kapsamlı fikir edinme açısından elverişli olacaktır. Özellikle yaşadığı çağ (973-1051), bu alanın geçirdiği yukarda anlattığımız istihalelerin en hızlı dönemine rastlamış olması, genel konumuz açısından ayrıca önem taşır.
Birunî, Saydana mukaddimesinde kendi ana dilinin bilim dili olmadığından bununla kitap yazamadığını, Arap ve Fars dillerinin ise kendisine yabancı olup onları sonradan öğrendiğini, yine Fars dilinin de bilim dili olmadığını söylüyor. Ayrıca bitişik harflerden oluşan Arap yazısının da, ayrı harf kullanılmaması nedeniyle ve özellikle itinalı şekilde harekelendirilmedikçe bu dilin de ciddî işlerde kullanılmasının birçok güçlük arz ettiğini ifade ediyor.
Ama yine de eserlerini lingua franca ile kaleme alıyor; kendisine göre Arap yazısının bu sakıncaları yüzünden Oreibasius, Paulus, Galenos ve Dioskorides’in eserlerindeki Yunanca isimler Arapçaya doğru olarak aktarılamamaktadır.
Birunî’nin bâtıl itikatlarla daima mücadele etmiş olması ve onları deneye çekerek boşluklarını ispata çalışması, dinî ve içtimaî sorunlara tam bir müspet bilim kafasıyla bakması, Kur’an’ın kimi ayetlerini bir sosyolog sıfatıyla, kimini de bir Helen hakiminin sözleriyle izah etmesi,[2] onun ne denli Helen kültürüyle mülemma olduğunu gösterir ki nedense bu hususu belirtmeye Zeki Velidi’nin dili varmamış. Nitekim yine bu tarihçinin ifadesine göre Birunî uygarlık âlemini Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra Çinlilerle Türk ve Hintlileri Doğu uygarlığının temsilcileri olarak göstermiş; İslâm medeniyetini ise aslı Yunan’dan gelen Batı medeniyetinin bir devamı saymış.[3]
Birunî’nin rasyonalizmi başka uzmanlarca da tasdik ediliyor. C. Sachau’ya göre o, önceki çağların geleneklerini körü körüne kabul etmeye yanaşmaz, onları anlayıp eleştirmek isterdi. Buğdayı çöpünden ayırır, doğa yasaları ve akla muhalif her şeyi iterdi.[4]
Birunî’nin eseri üzerinde Gandahar gibi uzak bir diyarda Yunan yazınının rolü, uygarlık tarihinde bambaşka bir vakıadır: Eflâtun Hindistan kapısında, belki de içinde! O çağlarda yaygın Helen yazını büyük ölçüde Birunî’nin kitaplığında mevcut olup o bunları en doğru ve takdirkâr şekilde kullanıp Helen düşüncesini Hindularınkiyle kıyaslamak üzere bunlardan seçme bölümler alıyor. Dahası da var: Peşinen okuyucularını bu eserlere aşina kılmakla kalmayıp bunları birinci derecede otorite kabul etmiş gibi telâkki etmektedir. Yunanca ya da Süryanîce bilmediğinden Helen eserlerini Arapça çevirilerinden okuyor. Zikrettiği kitaplar şunlar oluyor:
Eflâtun: Phoedo, Timoeus, Leges
Proclus: Timoeus üzerine yorum
Aristo: Sadece Physica ve Metaphysica’dan kısa referanslar, İskender’e mektup
Johannes Grammaticus: Contra Proclum
Aphrodisias’lı Alexander: Aristo’nun Physica akroasis’i üzerine yorum Tyana’lı Apollonius
Porphyry: Liber historiarum philosophorum (?)
Ammonius
Aratus: Phoenomena
Galenus: altı eser
Ptolemaeus: Almagest, Coğrafya, Kitâb el-menşûrât
Pseudo-Kallisthenes
…
Bütün bunların dışında onun Mani’ye gösterdiği olumlu ilgi de dikkate şayandır.[5]
Birunî’nin yakınları arasında, kendisinden yedi yaş küçük İbn-i Sina, matematikçi Abu Nasr Cilanî, fizikçi Abu’l Hayr el-Bağdadî, Hristiyan fizikçi Ebu Sahl el-Curcanî… zikredilir[6] ki bu adlar Nil-Ceyhun arası alanın o çağlardaki bilim havası hakkında yeterince fikir vermiş olur.
Birunî ile az çok çağdaşı sayılan Firdevsî, Gazneli Mahmud’un bir Maecenas olmadığında müttefiktirler. Bu padişahla Hint seferine sürüklenmiş olan Birûnî bu ülkeye karşı büyük ilgi duyar, oturup Sanskritçe ve bu dilin edebiyatını öğrenir, ülkenin tarih, sosyo-ekonomik ve kültürel durumunu derinlemesine inceler ve bu çalışmasını, Batı’nın Indica olarak bildiği Tahkik mâ li’l Hind adıyla kâğıda döker. Hinduların kendini beğenmişliklerini şöyle hikâye ediyor Birûnî: “Bilim adamlarından biri, Varâhamihira, halkı Brahmanları tazime davet eden bir bendinde “Grekler, her ne kadar murdar iseler de yüceltilmelidirler zira bunlar bilimlerle eğitilmişlerdir ve bu yönde başkalarından üstündürler. O halde saffet ve bilimin yüceliğini birleştiren bir Brahmana ne demeli?” diyor. Daha önceleri Hindular Grekler sayesinde bilimin terakkisinin kendilerininkinden çok daha önemli olduğunu kabul ediyorlardı. O ise ki Varâhamihira’nın sadece bu bendinden, onun ne kadar başkalarına hak tanırlık havaları içinde kendine alkış tutan adam olduğu görülür…”[7]
Bundan sonra Birûnî, bu üstünlük kompleksi kusurlarına rağmen Hinduların mükemmel feylosof, iyi matematikçi ve heyetşinas olduklarını anlatıp Grek kuramlarını, bunlara yakından benzeyen Hindularınkiyle kıyaslıyor, sonuncularda Greklerde bulunan kesinlikle bilimsel karakteri öbürlerinde göremeyişine rağmen.[8]
Hinduların kutsal yıkanma muhallerindeki havuzlardan söz ederken de şunları anlatıyor: “Bir özel kutsallığın atfedildiği her yerde Hindular, abdest almak için havuzlar inşa ediyorlar. Bunda çok üstün bir sanat düzeyine ulaşmışlardır, o kadar ki bizimkiler (Müslümanlar) bunları gördüklerinde şaşırıyorlar, bunları tasvirden ve bunlara az çok benzer bir şey inşa etmekten aciz kalıyorlar…”[9]
Görünürde Birûnî, Greklerle aynı paralelde bulduğu putperest Hint felsefesine karşı kuvvetli bir eğilim duymuştur. Ama buna rağmen o Müslüman olarak kalmıştır. Sünni ya da Şiî olduğu Indica’dan anlaşılmaz. Bazen bir fırsattan faydalanarak okuyucuya İslâm’ın Brahman Hindistan’a üstünlüğünü belirtir, insanların demokratik eşitliğini Hindistan’daki kastlarla mukabele eder, İslâm’ın evlenmeye ait yasasıyla bunun Hindistan’daki bozulmuş şeklini karşılaştırır. Bununla birlikte onun İslâm’ın üstünlüğünü teslimi bir zımnî ihtiyat içinde olur. İslâm’a çatmaya cesaret edemez ama Araplara çatar. Kronoloji üzerindeki çalışmasında eski Müslümanları İran uygarlığını tahrip etmiş olmakla itham eder ve bize muhakkak olarak eski Arapların Zerdüştî İranlılardan daha iyi olmadıklarını ima eder. Yine Indica’da, nerede Hindu yaşamının bir karanlık veçhesinden söz etse birden geri dönüp eski Arapların tavırlarını kıyaslar ve bunların en azından öbürlerininkiler kadar kötü olduğunu ifade eder. Bunlar ancak okuyucuya, Gazneli Mahmud’un vahşi güruhunca çiğnenmiş zavallı şaşkın Hinduları küçük görmemek ve İslâm’ın kurucularının dahi muhakkak olarak birer melek olmadıkları hususunda bir ima olabilir.[10]
* *
“Abbasî’lerin tarihi daha başından beri bağlanmış gibiydi. İran’dan gelen İranlı Araplar tarafından kurulmuş, birkaç saltanat süresince onlar tarafından savunulmuş, Mamûn zamanında İranlılarca pekiştirilmiş, zayıflamış, sonra kendi öz zaafına karşı Türk-İranlı emirlerce korunmuş Abbasî sülâlesi, saltanatlarının ayrıntılarının karışıklığı içinde tamamen Orta Asya etkilerine boyun eğmiş olarak kalıyor.”
“Abbasî hilâfeti Akdeniz’den elbette koptu. X. yy.ın başından itibaren halife, iki nehrin Batı’sında kendini artık evinde hissetmiyor: Suriye dış il, bir yarı yabancı sınırdır. Gözler Doğu’ya dönmüştür. İran’da doğan, yaşayan ve ölen genç devletlerin şefleri, buna karşılık, Bağdat tarafından cezp edilmekte ve bunların, efendinin hamisi olmaktan daha yüksek bir hırsları yoktur. İslâm cemaatine bu saf sadakat onun hâlâ vahdetini koruyor ve bir türlü de uygarlığa hizmet ediyor. Yüzlerini Bağdat’a ve aynı zamanda da Mekke’ye çeviren İran, Orta Asya ve Hint Müslümanları, bir uygarlık vahdetini idame ve iki nehrin kadim vadisine, eski uygarlıkların vârisleri olan Hindistan ve Çin’in büyük kitlelerinin yararlı ve sürekli ilişkiler sürdürdüğü bir kültür merkezi rolünü muhafaza ettiriyorlar. Bu yolla Akdeniz toplumlarının gelişmesinde payı olan fikirler, sınaî ve artistik teknikler giriyor…”
“Eğer hilâfetin kendisi, perişan koşuluna rağmen mukavemet edip bir örgütlü hükümet görünümünü korumuşsa işbu hayatî mukavemeti şüphesiz biraz temsil ettiği fikrin yüceliğine borçludur; ama bunu ayrıca daha değersiz bir sebebe, bürokrasisinin devamına da borçludur. İhtilâl ve felâketler bir ülkeye tüm geçmişin izlerini silecek şekilde çöküyor ve fırtına geçtikten sonra eski idarenin iskeletinin aynen baki kaldığının farkına varılıyor; iş kalıyor üstünü etle kaplamaya. Toplum, geçirdiği karanlık günlerde yaşamını sürdürmüş ve varlığını teminat altına almak için kullanma alışkanlığında olduğu kurumlara yaslanmış. Hilâfet, parlak devrinde, kendisi için Bizans ve Sasanî rutinini devam ettirmiş bürolara sahipti; imparatorluğun muhafazakâr unsuru bunlar olmuştu…”
“Bağdat’ta ve Yakın Doğu’da Selçuklular ve sonra Eyyubî’ler, Fatımî’lerin liberalizmine ve tahrip etmeyi amaçladıkları bir entelektüel faaliyete karşı tepkinin araçları olmuşlardı. Van Berchem, sanat tarihinin bir somut olgusuyla dâral-ilm’in medrese’ye dönüşmesini, çabalarını usul-ü muhakeme ve fıkıh kitaplarının tetkikiyle sınırlayarak Eyyubî’lerin dar Orthodox görüşünün İslâm’ın entelektüel hayatına nasıl bir kesin darbe indirdiğini çok güzel göstermiştir…”[11] Gazneli Mahmud Rey kitaplığını yağma ettiğinde ilm-i nücum, felsefe kitaplarıyla Şiî koleksiyonlarını toplayıp bunlarla şenlik ateşi yaktırmış, gerisini başkentine taşımıştı. Bu, Abbasî halifelerine örnek olmuştu, halife Mustancud kadı’lar kitaplıklarındaki, özellikle İbn-i Sina’nınkindeki bütün felsefe kitaplarının yakılmasını emredecekti.[12]
[1] ibd., s. 435-9.
[2] Zeki Vehdi Togan. – Birûnî, in İA.
[3] ibd.
[4] Edward C. Sachau. – Alberuni’s India, London 1910, C.I, s. XXV. Sachau’nun önsözünden.
[5] ibd., s. XLI-XLII.
[6] D.J. Boilot. – Al-Bîrûnî, in EI.
[7] Alberuni’s India, C.I, s. 23.
[8] ibd., C.I, s. 24-5.
[9] ibd. C.II, s. 144.
[10] ibd., C.I, s. XIX, Sachau’nun önsözünden.
[11] Gaudefroy-Demombynes et Platonov. – Le monde musulman et byzantin jusqu’aux Croisades. Histoire du Monde Tome VII, Paris 1931,
[12] Gaston Wiet ve ark. – op. cit., s. 455.