Harp Ve İhtilâl, 1914 – 1919

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Harp Ve İhtilâl, 1914 – 1919

Harp Ve İhtilâl, 1914 – 1919

“Bizim askerîliğimizin ahlâkiliğimizle yakın bur ruhanî irtibatı vardır; gerçekten, öbür kültürlerde, kültürel davranışı, hayatın en ince veçhesine, sanata intibak ettirmek eğilimi varken, Alman militarizmi, gerçekte Alman moralitesinin bir ifşaı oluyor” (Thomas Mann .- Harp zamanı düşünceleri, 1914)

 

Muhasara altında birlik

 

4 Ağustos günü “Artık parti filân bilmiyorum. Ben sadece Almanları biliyorum” diye sesleniyordu sarayının balkonundan, “yaşa!” diye bağıran kalabalığa. Savaş için coşku Almanya’ya münhasır değildi; bütün muharip devletlerin kentlerini sarmıştı, sanki savaş artık taşınamaz olmuş, barış zamanının gerilimlerinden kurtulmayı sağlıyordu, sanki şimdi artık sınıf, din ve ideoloji düşmanlıkları, hep birlikte nefret edilen bir yabancıya emniyetle çevrilebilirdi. Alman siyasî gelişmesinin 1914 yıllarından önce vardığı çıkmaz, bu kurtuluşun özellikle iyi karşılanmasının sebebi olmuştu, ve bu hoş karşılanış muhalefette olduğu kadar en çok yıkımdan korkanlar da vâki idi. İşbu görünürdeki paradoksun anahtarı, Primat der Aussen politik  denen Alman dış politikasının kamu yaşamı üzerindeki başat rolü idi.

 

Elbette her devlet öncelikle hükümranlıkları ve emniyetlerinin muhafazası ile meşguldürler; ama her devlet, dış ilişkileri sürekli olarak kamusal tartışmanın merkezinde tutmaz. Alman devlet sanatı kavramı özellikle, bilimsel tarihin babası Leopold von Ranke (1795 – 1886)’nin mirasına borçlu oluyordu; ona göre tarih, güçler arasındaki mücadelenin hikâyesi idi ve “devletin en üst yasası”, kendini göstermekti : “Bu, kendini ispat etmek amacıyla tüm iç ilişkilerin tanzimi gereğini icbar eder”. Bu doktrin, sadece Almanya’da değil, her yerde muhafazakârlarca hoş karşılanır. Otorite, nizam ve disiplini, yani muhafazakârların üst derecede değerlendirdikleri alışkanlıkları tebarüz ettirir; onlara, devletin emniyetini tehlikeye atıyor iddiası ile sivil hürriyetleri inkâr etme imkânını veriyor. Aynı sebepten sol, doktrini hoş karşılamıyor. Emperyalizm, kolonicilik, militarizm, “güç politikaları”, aslında kendileri itibariyle istenmez değil, ama iç baskı âletleri, otoriterlik için örtü olarak görülüyorlar.

 

Almanya’da devletin kutsallığı üzerinde tartışmaları bu denli yana yatmış yapan, dış politikanın üstünlüğüne bağlı Sağ’ın varlığından çok, ona itiraz etme arzusunda bir Sol’un yokluğu idi. Bismarck’ın liberalleri seçmesi, bunların da bir Machtstaat, bir büyük güç olan Almanya istemeleri nedeniyle idi. Sosyal-Demokratlar, yüzyıl ortası liberalları gibi, ulusal savunma prensipini tasdik ediyorlardı; ama bunun bir âleti olarak Prusya-Alman ordusunu istisna diye kabul ediyorlardı. Yarım yüzyıl öncesi Liberalleri gibi, bu konuda seçim olanağına sahip değillerdi. İç politikanın üstünlüğünü iddiaya çabalayarak Liberal ve Sosyalistler, bir elleri arkalarından bağlı olarak mücadele ediyorlardı.

 

İşbu müşterek rızanın (onamanın) bir sebebi, Almanya’nın bir savunma harbi yaptığına dair az çok evrensel inançtı. Bu inanç özellikle SPD’nin savaş çabalarına sadakatını tutma bakımından önemliydi. Şöyle ki, o bu harbin bir genişleme mücadelesi olmadığı savına dayanıyordu.

 

Bu müşterek rıza (muvaffakat), askerî kumandanların ümit ettikleri gibi Alman ordularının hızlı, kesin bir zafer elde etme halinde yaşanabilirdi. Ama Almanya’nın Belçika ve Kuzey Fransa’dan dalışları, Eylül’ün ikinci haftasında Marne nehri boyunca durdurulmuşlardı ve her ne kadar Paris, ağır topların menzili içine girmişse de, burası Alman ordularının son durağı olmuştu. Bundan sonra Batı’da karşılıklı cepheler 1918’de birkaç milden öteye gitmeyen ilerlemeler kaydetmişlerdi. Her iki tarafın, İngilizlerin Somme üzerinden ve Ypres’de, Fransızların Champagne’da, Almanların Verdun ve Artois’da yarma teşebbüsleri sonuçsuz kalacaktı. Üç tam savaş yılında (1915 ilâ 1917) üç ordu sekiz milyon kayıp vermişti ki bunların üç milyonu Almandı.

 

Bunun tersi olarak Almanya’nın Rusya seferi parlak sonuç almış, Rus ordusu Ağustos 1914 sonunda tam Doğu Prusya’nın içinde, Tannenberg’te tam bir hezimete uğratılmıştı; 1915 sonunda Alman orduları Polonya’nın çoğunu işgal etmişti. Daha başka güçlerin harbe girmeleriyle, talih daha da kuvvetle Almanya lehine dönmüştü. Türkiye, Merkezî Güçler’in yanında yer almış, bunu Bulgaristan takibetmişti; Bulgaristan’ın yardımıyla Avusturya – Alman orduları 1915’te Sırbistan’ın çoğunu, 1916’da da Romanya’nın çoğunu işgal etmişlerdi. Böylece harbin yarı yolunda Almanya Baltık’dan Acem Körfezi’ne uzanan bir alanı askerî kontrol altına almıştı. Harbin başında İtalya Üçlü İttifak’a iltihak etmişti. Ama bu, ona pahalıya oturdu ve 1917’de Caparetto’da ağır bir felâkete uğradı.

 

Bütün bu başarılar Almanya’yı ayakta tutmaya, ama nihaî zaferi sağlamaya yetmemişti. Askeri çıkmaz iç politikada tesirlerini gösterecekti ve bunlar, artan bir otoriter idare olmuşlardı. Sadece Liberaller ve Sosyalistlerin değil, Tirpitz gibi bazı sağ kanat mensuplarının bile bir “halk savaşı”nın doğal sonucu olarak bekledikleri demokratikleşme, gelmedi. Ekonomik konularda merkezî idare etkin olarak çalışıyordu. AEG’nin kurucusunun oğlu Walther Rathenau (Resim 12), Kriegsrohstoffabteilung (Askerî Hammadde Bölümü)nün başında olarak Almanya’nın gerçek ekonomik diktatörü haline gelmişti. General Wilhelm Groener (bkz. Alman gerçeği ve Türkler – Resim 13) ve bankacı Helfferich, ve sendikaların işbirliği ile, çalışmanın tam tarifi idhal edilmişti. Bu adımlar, harbin sonunda sanayici Hugo Stinnes ile sendika lideri Carl Legien, “sosyal ortak”ın her iki tarafın meşruiyetini tanıyıp yumuşak terhis için kaynaklarını birleştirmekte anlaşmaları üzerine doruğuna varmışlardı.

 

Politik otoriterlikteki paralel büyüme, bununla birlikte, daha az tutulmuştu. İngiltere ve Fransa’da, harbin gerektirdiği daha önce görülmemiş hükûmet kontrolü, halk tarafından tutulan David Lloyd George ve Georges Clémenceau’nun kişilikleriyle teşahhus ettirilmişti. Bunlar askerler üzerinde ciddî kontrol sahibi idiler. Strateji savaş amaçlarına tâbi idi ve her ikisi, strateji ve savaş amaçları parlamentolarda tartışmaya açıktı; bu sonuncular, isterlerse hükûmetleri düşürebilirlerdi. Almanya’da ise, öbür yandan siyasî güç dengesi mukabil yönde meylediyordu. Ordu, İmparator’un desteğiyle de, sivil kontrolün tamamen dışında idi.

 

Ludendorff, Almanya’nın barış koşullarını icbar edeceği bir zaferle görevlendirilmişti. Bu hususta İmparator, birçok politikacı ve entelektüel ve de Alman genişlemesinde doğruca maddî çıkarı olan, Belçika ve Fransa’nın kaynaklarına göz dikmiş sanayiciler, Doğu’nun buğday alanlarına göz dikmiş toprak sahipleri, İngiliz rekabetinin Afrika ve açık denizlerden çıkarılmasını arzu eden tüccarlar tarafından destekleniyordu. Şimdi Alman hükûmetinin resmen kabul ettiği harp amaçları, Pan-Cermanistler ve sair etkin baskı gruplarının harpten önce düşünü gördükleri şemalara yakından tekabül ediyorlardı.

 

Zaferi sağlamanın bir yolu da, Almanya’yı ciddî şekilde denizden beslenme olanaklarını kesen İngiliz deniz ablukasını kırmaktı. Almanların İngilizlerle denizde karşılaştıkları tek büyük çarpışma, 31 Mayıs – 1 Haziran 1916’da Jutland-Skagerrak’ta vâki oldu. Her ne kadar İngilizler, Almanlara nazaran daha çok gemi kaybettilerse de, ağır yaralı Alman donanması limana çekildi ve harbin sonuna kadar burada demirli kaldı. Açık deniz muharebesinin tek seçeneği, sınırsız denizaltı savaşı idi; Tirpitz’e göre bu strateji, bir İngiliz limanına yönelik geminin, isterse tarafsız bir devlete ait olsun, batırılması dahil, İngilizleri “dize gelmeye zorlayacaktı”. Tarafsız ticaret gemilerinin de (başlıca Amerikan) batırılmasını öngördüğünden Bethmann – Holweg buna politika zemininde muhalefet etti. Ama buna rağmen 1917 baharında Ludendorff üstün çıkıp denizaltı seferini başlattı. Sonunda, Amerika’da Britanya ve Fransa’nın safında, savaşa girecekti. Bu iş İngilizleri dize getiremediği gibi Almanya’da en ciddi politik krize yol açacaktı(230) .

 

.

.     .

 

Muhasara altında parçalanma

 

Burgfrieden (Kutsal İttifak), savaşın savunma amaçlı olup kısa sürede son bulacağı tahminine dayanmıştı. Bu tahminlerin hiçbirinin gerçekleşmediği zaman, Alman devletine güvenenlerle buna yanaşmayanlar arasındaki eski politik ayrılıklar, yeniden su üzerine çıktı. Başta ilk memnuniyetsizlik Sosyal-Demokratlara münhasır kaldı; 1917’de bir savaş karşıtı grup, çoğunluğun çizgisinden ayrılarak kendisi bir müstakil parti haline geldi (USPD). Her ne kadar bunun çekirdeği eski Sol idiyse de, liderliğinde revizyonizmin (Eduard Bernstein)  ile orthodox Solun (Karl Kautsky) ve de ihtilâlin baş havarilerini birleştirdi. 1917 yazında, memnuniyetsizlik çok daha geniş bir kanaat tayfına (spectrumuna) yayılmıştı. 19 Temmuz 1917’de her iki sosyalist parti, Terakkiperverler’le Zentrum, “Reichstag’ın uluslar arasında karşılıklı anlayış ve sürekli uzlaşma barışına çabalama”sı bir takrir verdiler.

 

Bu, Bismarck zamanının eski Reichfeinde (Reich düşmanları) lerinin koalisyonu idi ve 1912 seçimlerinin sol kanadı sayesinde sadece bu zaman Reichstag’ta çoğunluğu ellerinde tutmuşlardı. İlk kez şimdi siyasî amaçlarına varmak için bu çoğunluğu kullanmaya hazırlanmışlardı.

 

 

Kısa vadede bir hükûmet değişikliğini sağlamak ve uzun vadede de Şansölye’yi Parlamento’nun kontrolü altına sokma amaçlarını güden bir hizip yarattılar. Kısa vadedeki hedeflerinde Yüksek Kumanda daha önce davranmıştı ki bu, Almanya’da gerçekten gücün kimin elinde olduğunu gösteriyordu.

 

Harbin uzayıp gitmesi sadece siyasî oybirliğini değil, aynı zamanda sosyal anlaşmayı da kıracaktı. Bozulan besin maddesi ve yakacak sağlanması, huzursuzluğun başlıca sebebi olmuştu ki bu bozulma 1917 ilkbaharında ciddî boyutlara varmıştı;  ama Rusya’da ihtilâller de bunda etkin olmuşlardı. Mart 1917’de çarlık devrilmiş, yerini bir Liberal hükûmet almıştı. Ama Liberaller askerî durumu tersine çevirmeye muktedir olamamışlar ve hasretle beklenen toprak reformunu geciktirmişlerdi. Bardak taşacaktı: Ekim başında, Lenin liderliğindeki Rus Sosyal Demokrat Parti’nin sol kanadı Bolşevikler tarafından devrileceklerdi.

 

Rusya’daki olaylar bir ihtilâl tekniğine örnek olmuştu. Lenin, gayri-memnunların isteklerini üstelemek üzere kendiliğinden fışkıran işçi ve asker meclisleri, Sovyet komitelerinin kontrolunu kazanarak iktidarı ele geçirmişti. Bu meclisler Almanya’da grevlerin patlak verdiği Ocak 1918’de ortaya çıkmışlardı ve birkaç gün içinde bir milyondan fazla kişiyi içlerine almışlardı. Anlamlı olarak, grevcilerin talepleri siyasî olduğu kadar ekonomikti: Bunlara demokratik hükûmet ve barış pazarlıkları dâhildi.

 

Başlıca muhariplerden sadece Almanya’da harp, bir iç politika âmili olmuştu. Harbin İmparatorluk’u demokratikleştireceğini ümit edenlerin önüne artan şekilde etkin Pan-Cermenler ve Ludendorff çevresi çıkıyordu; bu sonuncular, demokrasi doğrultusunda herhangi bir hareketin bunların askerî ve diplomatik plânları ile icbar edecekleri barışı baltalayacağına inanmışlardı.

 

Bu gelişmenin sonucu, 1914 ruhunun örttüğü farzedilen harp öncesi hatâ çizgilerinin yeniden açılıp derinleşmesi olmuştu. Sol, yeniden radikalleşmiş ve orta sınıfın bölümleri, kamu yaşamının artan askerîleştirilmesiyle bir kez daha kopmuşlardı. Reichstag’ın Barış Kararı ve kış grevleri bunlara yeterli delil oluyorlardı. Reichstag çoğunluğunun etkisini karşılamak üzere asker ile onun yandaşları 1917’de yeni bir partiyi, Fatherland Partei (Anavatan Partisi’ni) ortaya çıkarıyorlar, işin başını da Büyük Amiral Tirpitz çekmek üzere. Parti, kısa sürede bir milyonun üstünde, SPD’den fazla üye kaydediyor. İlk defa olarak bir parlamento karşıtı Sağ, bir kitleyi  seferber edebiliyordu. Savaş, besbelli, Alman politikalarını kutuplaştırıyor, hattâ tamamen değiştiriyordu.

 

Bunun Sol’da çatlamaları ve kitle esaslı bir Radikal Sağ’ın ortaya çıkması, Weimar Cumhuriyeti’nde parti dokusunun bölünmelerini ve aşırılığını önceden şekillendiriyordu.

 

Bu arada Rus İhtilâli, muhalefeti teşvik etmekle birlikte Hükûmet’e nefes aldırmıştı. Lenin, oldum olası itiraz etmiş olduğu savaştan Rusya’yı çıkarmaya kararlıydı ve Mart 1918’de Almanya ile Rusya, Brest-Litovsk Barışı’nı imzaladılar. Bu, bir Siegfrieden (zafer barışı) idi ve bir intikam oluyordu: Rusya, Polonya’nın Baltık illerinin ve Ukranya’nın kontrolünü kaybediyordu. Bu, Almanya’nın beslenme sorunlarını çözecek ve Batı için birliklerini serbest bırakacaktı; böylece de, daha Amerikan toparlanması yolda iken bir nihaî taarruz mümkün olacaktı. Buna göre Ludendorff, 21 Mart’ta en büyük saldırısını başlattı. Antant orduları büyük kayıplar verdiler ve Almanlar kırk mil kadar ilerlediler; bu onların 1914’ten beri en büyük başarıları olmuştu.

 

Ama bu bir Pyrrhus zaferi olmuştu. Antant (İtilâf) devletlerinin cephesi yeniden teşekkül etmiş, Temmuz’da bir milyon Amerika’lı Fransa’da bulunuyordu. Ukranya’nın mahsulleri kendiliklerinden kalkamazlardı. Onların hasatı az çok Rusya’yı işgal etmek için gerekli birliklere ihtiyaç gösteriyordu. 8 Ağustos’ta İtilâf kuvvetleri karşı taarruza kalktılar. Ludendorff için oyun kaybedilmişti. O şimdi, Alman ordusunu tamamen tahripten kurtarmak ve Reich’in topraklarının bütünlüğünü mümkün olduğu kadar muhafaza etmek üzere her türlü siyasî taviz vermeye kararlıydı.

 

29 Eylül’de Saray Meclisi’nde generaller şaşkın İmparator’a bir ateşkesin daha fazla geciktiremeyeceğini anlattılar: Bulgaristan savaşı terketmiş, Türkiye ve Avusturya daha fazla dayanabilecek halde değillerdi. İmparatorluk iradesinde ifade edildiği gibi, hükûmetin hak ve vazifelerini “halkın itimadını kazanmış biri” ile paylaşmanın zamanı gelmişti. Yeni halk Şansölye’si, Prens Max von Baden idi: Onun vekil ve bakanları Reichstag çoğunluğunun üç partisinden seçilmişlerdi. Bu bir ihtilâl değil, devrimci bir değişim idi. Parlamenter hükûmet, yukarının bir armağanı olmuştu.

 

Baden hükûmetinin görevi, kabul edilebilir bir ateş-kes aramaktı. Bunun için en iyi ümit, Amerika Başkanı Wilson’a çağrı idi ki bu sonuncusunun On dört Madde içeren 1918 programı “açık barış ahdi, buna açıkça varmak”, “büyük ve küçük devletlere, ayırım yapmadan siyasî istiklâl ve toprak bütünlüğü” esasına dayanıyordu. Birleşik Devletler resmen İtilâf devlerinin müttefiki değildi; İtilâf devletlerinin müttefiki değildi; İtilâf devletlerinin birbirlerine harp sonrası için bol keseden yaptıkları vaadleri tanımak zorunda değildi ve de Amerika’nın bir ayrı barış aramasını engelleyici muahede kaydı yoktu. Ama Amerika, İngiltere ve Fransa’nın muahede ile müttefiki değilse bile, fiilen müttefiki oluyordu. Wilson, tüm ateş-kes müzakerelerine bütün muhariplerin iştirak etmesinde, ateş-kesin bir Alman mukabil taarruzuna bir örtü olmamasında ve otokrat ve militaristlerle değil, halkın temsilcileriyle müzakereye hazır olunmasında ısrar ediyordu.

 

Böylece de Alman demokratlaşması, Potsdam’dan değil, Washington’dan irade ediliyordu. Reich anayasası, Bundesrat’ın icraî (yürütme) işlevlerini ilga ederek, Şansölye ve bakanlarını Reichstag’ın güvenine sahip, ve Reichstag’ı savaş ve barış konularında tek yetkili kılacak şekilde tadil edilmişti. 28 Ekim’de Alman İmparatorluğu bir parlamenter monarşi olup kral, sadece törensel bir kişiliği haiz oldu. Nihayet Ludendorff, geminin battığını idrâk ederek istifa etti.

 

Ancak, Eylül’de olduğu gibi, Reichstag partileri, olayların bir adım gerisinde kalmışlardı. Şöyle ki, eski nizamın muhafazasının mümkün olmadığını ilân eden yukardan devrim, alttan devrimin bir işareti olacaktı. Artık Alman halkının ezici arzusu, harbin sona ermesi idi. Anayasal ıslâhat, bir nihaî amaç olarak değil, bir araç gibi görülüyordu. Bu itibarla, 29 Ekim’de Alman donanması, bir nihaî muharebede şerefini tekrar elde etmek üzere yelken açma emrini aldığında, mürettebat itaat etmeyi reddedecekti. 4 Kasım’da âsi askerler bütün gemilerde idareyi ele almışlar, Kiel’deki deniz üssünü denetim altında tutmuşlar, bir “meclis” seçip tersane çalışanlarının işçi meclisi ile güçlerini birleştirmişlerdi. İhtilâl tüm başlıca kentlere sıçramıştı. İşçi ve asker meclisleri kendiliklerinden baş göstermiş, ihtilâlci sendika temsilcileri yeniden ortaya çıkmışlardı. Her ne kadar SPD ve USPD hareketin kontrolünü ele almaya gayret ettilerse de, buna tevessül etmemişlerdi. Bunların Sol’u Rosa Lüxemburg ile Karl Liebknecht’in Spartakus-Bund’unun bir ihtilâlci programı vardı, ama arkadan yetişilmişti. Berlin’de, 9 Kasım’da, kraliyet sarayı önünde bir dev gösteride SPD’den Philipp Scheidemann, Alman Cumhuriyeti’ni ilân ediyordu. O sabah İmparator tahtından feragat edip Hollanda’ya geçmişti; Scheidemann, bir sosyalist cumhuriyet ilânını bekleyen Liebknecht’in önünü kesecek şekilde davranmıştı.

 

Şimdi, siyasî meşruiyette tam bir boşluk hâsıl olmuştu. İmparator’un istifasıyla Max von Baden, kendi görevinin de son bulduğuna kanaat getirerek bunu Sosyal Demokrat Friedrich Ebert’e devretti. Bunun üzerine Ebert, üç SPD, üç de USPD’li azası olan bir hükûmet kurdu. Ertesi günü toplanan Berlin işçi ve askerler meclisi, şimdi artık Volkbeaftragten  (Halk komiserleri) adını alacak olan bu hükûmete güvenlerini ifade etti. Bu bir Sosyalistler hükûmeti idi, ama Sosyalist hükûmet değildi. Bunda Spartakistler ve sendika temsilcileri bulunmuyorlardı. 11 Kasım mütarekesi, en sıkışık ihtiyaç ile karşılaşmıştı: Kamu nizamı, kanunu kendi ellerine almış milyonlarca askerin silâhtan tecridi, Müttefikleri Bolşevizmin Almanya’da hükümran olmayacağına dair temin etmek kalıyordu. Ludendorff’un halefi General Wilhelm Groener, bir çözüm teklif etti. 10 Kasım’da Ebert’i telefonla arayarak, karşılığında disiplinin idamesini, yani subayların haklarının muhafazasını ve Bolşevizmle mücadele talep ediyordu. Bir Junker değil, bir Güney Almanı olan Groener, harp sırasında İşçi hareketinin temsilcileriyle müzakere etmede tecrübe kazanmıştı ve iki ortak birbirlerine büyük saygı duyar olmuşlardı. Böylece de Almanya, 1912’de seçilmiş Reichstag’a karşı sorumlu bir kabineye sahip oluyordu. Bir şuralar kongresi, siyasî hükümranlığın bir inhisarını istiyor ve yürütücüleri, kabinenin çoban köpeği halinde kendilerini ayarlamışlardı; mağlup olmuş ama subayları Halk Komiserleri’nin başlarıyla gizli birlik halinde bulunan tutarlı bir ordu bahis konusu idi.

 

(230) ibd . , S. 79 – 85 . Atlantik’te, Tirpitz’in emriyle batırılan Amerikan transatlantiği Lusitania, binbeşyüzden fazla can kaybı ile bir ikinci Titanic faciası olmuş, bunun üstüne Amerika Almanya’ya harp ilân etmişti.