Baş ağrısı : 30
Boğaz ağrısı : 6,47
Böbrek taşları : 13, 20
Burun kanaması : 50
Ezikler : 31, 35, 49
Kadın hastalıkları : 3, 11, 36, 45
Kanser : 23,42
Karaciğer hastalıkları : 2, 14
Kıl kurtları : 22
Kırıklar : 27
Mayasıl : 24, 38
Mide hastalıkları : 5, 29, 41
Nefes darlığı : 4, 8, 43
Öksürük : 19, 44
Romatizma : 1, 17
Sancı : 15, 29
Siroz : 18
Şeker hastalığı : 39, 45, 46
Şişkinlikler / şişler : 2, 21, 26, 28, 49
Verem : 1
Yara : 7, 10, 16, 25, 32, 33, 34, 40, 48, 49
Zehirli hayvan sokmaları : 9, 12.
Çeşitli kaynaklardan şifalı – tıbbî bitkileri derlerken bir de atasözüne rastladık: “Tok iken yemek yiyen, mezarını dişi ile kazar…”
Kudret narı: Küçük bir acüre benzer, çekirdeklerinin çevresi kırmızı, saksıda yetişir, sarmaşık gibi uzayan bir bitki olup mide yarasına (ülser) iyi gelir. Zeytinyağı içinde bırakılır.
Kasap merhemi: Siyah zift, kolofon reçinası, sarı balmumu ve zeytinyağından yapılan merhem.
Fatüle: Eflâtun renkli çiçekleri tütüne karıştırılarak içilen ve basur hastalığına iyi gelen bir çeşit bitki (Kn).
Laden (Yunanca; ladania’dan Farisî lâden) bütün Akdeniz ülkelerinde ve Anadolu’nun Kuzey, Batı ve Güney bölgelerinde makilerde bol olarak yetişen, birkaç çeşit bitki olup zamkı, eskiden, bu bitkilerin bol olduğu yerlerde otlayan keçilerin kılları taranarak toplanırdı. Sonraları bir sırığa bağlı kayış şeritler ladenler arasında dolaştırılarak yapraklarından bu şeritlere yapışan laden bıçakla kazınıp toplanmaya başlandı. Bu şekilde çok saf laden elde ediliyor. Bu sonuncusu esmer renkte, hoş kokulu, acımsı lezzetli ve kolay ezilebilen bir maddedir. Reçine ve uçucu yağ taşır. Eskiden çok kullanılan bir ecza idi. Dâhilen yatıştırıcı, balgam söktürücü ve peklik verici olarak kullanılırdı. Günümüzde daha çok tütsü olarak yakılmakta ve parfümeri sanayisinde koku verici olarak kullanılıyor.
Eskiden, yüzün uygun bir yerindeki benin, kadına güzellik kattığı düşüncesiyle beni olmayanlar, laden denilen macun kıvamındaki zamktan bir parça koparıp yüzerinin uygun bir yerine yapıştırırlardı. XIX. yy.ın ortalarına değin süren bir İstanbul geleneğine göre, gelinlere mutlaka bir laden ben yapıştırılır, bazen de bunun üzeri yaldızlanırdı. Yaldızlanmış laden benler hâli zer denirdi (BL).
Çöreotu ya da çörekotu (migella), Akdeniz bölgesi ve Anadolu’da yetişen, mavi çiçekli bir bitkidir. “Çöreotu yağı”, çöreotu tohumlarının sıkılmasıyla elde edilen, kırmızımsı kestane renginde yağ oluyor. Bu yağ, kepeklenmeye ve saç dökülmesine karşı kullanılıyor.
Ülkemizde on kadar çöreotu türü yetişiyor. Adi çöreotu (nigella sativa), tohumu için Burdur, Afyon ve Isparta yörelerinde yetiştiriliyor. Tohumu sabit yağ (%30-45), uçucu yağ, acı madde ve saponin içeriyor. İdrar ve süt artırıcı, iştah açıcı ve âdet söktürücü etkileri bulunuyor.
Sırası gelmişken bir iki kişisel gözlemimizi nakledelim. Saç dökülmesine karşı, bir kahve fincanı su içinde bir kinin tableti eritilir, sağ elin orta parmağı fincana daldırılarak saç diplerine sürülürdü. Etkin olduğunu görmüştük. Kepeklenmelere karşı da, baş yıkandığında, son tas su içine bir kahve fincanı dolusu sirke atılıp bu su dökülürdü. Bu da çok etkili oluyordu.
Aspir – aspur (Arabî asfer, sarı’dan), yağlı tohumları için yetiştirilirdi. Eski Mısırlılarca bilinen carthamus tinctorius’dan sarı ve kırmızı boya elde edilirdi. Eskilerin “zaferan-ı kâzip (yalancı safran)” dedikleri de bu oluyor. Aspir, ülkemizde yağ bitkisi olarak özellikle Balıkesir, Bursa, Eskişehir yörelerinde yetiştiriliyor. “Aspur yağı” ve tohumu, müshil olarak kullanılıyor. Ancak tadı çok acı olduğundan güçlükle içiliyor. Bu yağ, aynı zamanda, romatizma ağrılarına karşı ağrıyan yerlere sürülüyor. Aspir’in “yünlü aspir” denen ve Anadolu’da yabani olarak yetişen türünün tohumları da, halk hekimliğinde kurt düşürücü ve âdet getirici olarak kullanılıyor (BL).
Sığla ya da sığala, Çin’de, Kuzey Amerika’da ve Anadolu’da yetişen ve yaralama sonucu gövdesinden bir balsam (sığla yağı) elde edilen boylu bir ağaç olup Anadolu Sığla’sı (Liquidambar orientalis) 20 m kadar boylanabilen, çınar görünüşünde bir ağaçtır. Muğla’nın korunaklı ve sulak bölgelerinde (Köyceğiz, Marmaris, Fethiye, Milas) küçük topluluklar halinde yetişir.
Sığlaların gövdesi ilkbaharda yaralanarak “sığla yağı”nın sızması sağlanır. Yazın gövde özel bıçaklarla kazınarak balsam ve kabuklar alınır; bunlar 10-30 dakika kaynar suda tutulur; sıkılarak balsam kabuklardan ayrılır. Balsamı alınmış kabuklara günlük denir. Sığla yağı esmer renkte, bal kıvamında, hoş kokulu ve acı lezzetli bir maddedir. Antiseptik, asalak öldürücü (özellikle uyuz böceğine karış) ve balgam söktürücü etkileri dolayısıyla halk hekimliğinde, koku tutucu olarak da parfümeride kullanılır. Sığla yağı eski devirlerden beri bilinen bir balsam olup Finikeliler bunun ticaretini yaparlar, eski Mısırlılar bunu mumya hazırlamakta kullanırlardı. Eskiden sünnetten sonra yaranın iyileşmesi için balla karıştırılıp sünnet yaralarına bağlanırdı (BL).
Kav; meşe, dışbudak, söğüt, kavak gibi ağaçların kabuğunda yetişen bu mantardan (kav mantarı) elde edilen süngerimsi madde olup kav çıkarılacak taze mantar mahzende uzunca bir süre bekletilir. Yumuşadıktan sonra çekiçle dövülerek “kav” haline getirilir; kav, pekiştirici olmamakla birlikte kan dindirici olduğu için çok eskiden cerrahîde kullanılırdı (ML).
Beğ börkü, bostan güzeli, kadife, horoz ibiği de denen çiçek olup bunun hakkında ünlü hekim Hacı Paşa (Celâleddin Hızız), “Müntehabü’s-şifa” (XIV. yy.) adlı eserinde “Beğ börkünü ki sahtere derler, çiğneseler diş diplerin ve etini berkite”…
***
Aslında, tam olarak halledemediğimiz bir soru, kafamızı kurcalamaya devam ediyor: İnsanoğlu, hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiğini nasıl öğrenmişti? Bu bapta, efsaneye başvurulacaktı.
Sasânîler döneminde, kralların ihdas ettikleri protokolde kendileri ile tebaa arasında çeşitli mesafeler konmuş. Kral aksırdığında hayır duasında bulunmak, kral dua ederken “âmin” demek yasaktı: “Dindar kralın, dindar tebaası için dua etme ayrıcalık ve görevi vardı, ama dindar tebaa, dindar kral için dua etmeyecekti, zira dindar kralın duası Tanrıya en yakın olanıydı”. Kralın vantuz (boynuz) çektirdiği ve kan aldırdığı ya da ilâç aldığı günler, kamuya tellâlla duyurulurdu ve saray adamlarıyla başkent halkının o günü aynı şeyi yapmaları yasaklanmıştı; bunun, kralın sağlığı üzerinde bu tedavilerin etkisini azaltacağına inanılırdı[1].
Avesta kitabının “Huspâram-nask” tesmiye edilen metin ve yorumu tıp ve tabipler üzerinde ayrıntılar içeriyordu. (Tanrı) Ohrmazd, her hastalığı “uyutmak” üzere en az bir bitki yaratmıştı. Tabibe verilecek ücretler ve armağanlar, hastanın hal ü vaktine göre, tanzim edilmişti. Tabipler için beceri beratı mevcut idiyse de her zaman böyle bir beratı haiz tabip bulunmazdı. Boş yere bir İranlı tabip arandığında, bazı koşullar altında, yabancı tabibe başvurmaya müsaade edilirdi; ama İranlı tabip varken bunu yapan, günah işlemiş olurdu. Bununla birlikte Sasânî kralları çoğu kez Grek ya da Suriyeli Hristiyan hekimleri tercih etmişlerdi[2].
Tıbbî amaçlı sihrî ezgilerde ilâçların kökeni mitosu daima kozmogonik mitos’un içinde toplanmıştır. İlkel kavimlerin tedavi sistemlerinde bir devanın etkin olması, ancak hastanın önünde, ritüel olarak onun kökeninin hatırlatılmasıyla mümkündü. Kozmogonik mitosun törenle ezberden söylenmesinin bazı hastalık ya da zâfiyetleri sağaltmaya yaradığı vaki oluyor: Kökene dönüş sayesinde, yeniden doğma ümit ediliyor. Arkaik toplumlar için hayat tamir edilemez, sadece kaynaklara geri dönüşle yeniden yaratılır. Ve “kaynak”da, özellikle, Dünyanın Yaratılışı sırasında vaki olağanüstü enerji, hayat ve velûdiyet fışkırması oluyor[3].
Bu aynı bağlamda yine Eliade’i dinlemeyi sürdürelim. Bazı otların sihrî ve ispençiyarî değeri babında bu, bitkinin bir semavî ilk örneği oluşu ya da bunun ilk kez bir Tanrı tarafından kazanılmış olması sayesindedir.
Hristiyan halk sihir düsturları, eski bir geleneği devam ettiriyorlar. Örneğin, daha önce sözünü etmiş olduğumuz Kapitthaka bitkisi, cinsî iktidarsızlığı sağaltıyor, zira ab origine (başlangıçta) Gendharva onu, Varuna’ya erkekliğini iade etmekte kullanmıştı. Hristiyanlara göre tıbbî bitkilerin etkinliği, bunların ilk kez Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği tepede bulunmuş olmalarından ileri geliyor. Eskiler için, otların sağaltıcı nitelikleri, ilk kez Tanrılar tarafından keşfedilmiş olmalarından ötürüdür[4].
***
Yine, “tıbbî bitki pot-pourri”mizden değişik “hava”lara geçelim. Çoğu, Türkçeden başka dil bilmeyen Anadolu Bey’leri, yazılan eserlerin daha Türkçe olmasına itina etmek suretiyle hem kendilerinin, hem de tebaalarının istifadesini göz önünde bulundurmuşlar. XIV. yy.da, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde tıp, hey’et, riyaziye… dair eserler yazan kişilere rastlanıyor. Bu cümleden olarak 1389’da Gerede kalesi civarında Argıt – Anıt dağını gezerek o dağda bulunan otların hassasına dair “Hülâsatü-t tıp”, daha doğrusu “Mürtehab-ı şifa-i tıp” adındaki çok önemli tıbbî eserini yazan İshak B. Murad adındaki bilgini zikretmek gerekir. Bu risale iki kısım olup ilki otların niteliklerinden, öbürü de kısaca bu otların uygulanmasından söz ediyor[5].
***
İçinde dolandığımız “pot-pourri” bizi şimdi de, Bursa aktarlarına getirdi.
Bursa’nın dün olduğu gibi bugün de aktarlık sanatının beşiği olmaya devam etmesi, onun oldum olası bir ticaret merkezi olmasından ileri geliyor.
Orhan zamanında (1281-1362) o gün bugün Uzunçarşı, Attarlar Çarşısı, Sandıkçılar Çarşısı, Tuzpazarı Çarşısı olarak bilinen çarşı yapıldı. Bursa pazarına getirilen Hint baharatları, bazı droglar, Balkanlar’a, Karadeniz ve Tuna limanlarından Kuzey ülkelerine sevk olunuyordu. Bursa aktarlarının o devirde sattıkları baharat çeşitleri arasında biber, karanfil, zencefil, tarçın, sinameki, havlıcan, zerdeçal vs. vardı.
Görüldüğü üzere, yüzyıllar boyu tıpkı İstanbul’da olduğu gibi Bursa’da da aktarlık mesleği revaçtaydı. Aktarların sattıkları çeşitli droglar arasında özellikle şap, sakız, tarçın, tiryak, karanfil, biber, havlıcan, afyon, sinameki, kahve, ketentohumu ve benzerleri bulunuyordu[6].
***
Yine “otacı”lığa dönüyoruz, kopamıyoruz ondan. Nasıl olmasın ki Âdemoğlu şifayı hep otlarda aramış, hastalandığında onlara sığınmış.
Bu kez Asya Türkünün “hekimlik”ini irdeleyeceğiz.
Eski Türk tıbbî bilimi üzerine tarihî, ikonografik ve arkeolojik belgeler üç başlıca geleneğin üst üste binmesi ve karışmasını meydana çıkarıyor. Bu gelenekler, sırasıyla şöyle oluyor: 1) Eski Kuzey Evrasia geçmişinden türemiş başlangıç Türk uygulamaları; buna Doğu’da Çin ile müşterek veçheler dahil oluyor. 2) Hint bağlantısı ile birlikte Buddhist tıbbî bilimi. 3) İslâm’ın etkisi.
Eski bir Türk tıbbî geleneğinin varlığı ve canlılığı, R. Rahmeti Arat tarafından, filoloji alanında gösterilmiş. Arat, dilimizin birçok aşamadan geçtiği bin yıl içerisinde, aynı terminolojinin sürekli kullanımına önemle işaret etmiş. Bu bapta otacı, odacı, otcı ve bunların türevleri olan otamak (tedavi etmek) zikrediliyor. Erken Türk otacı, bilgisini, görünürde şaman (kam)lardan tevarüs etmiş gibidir. Kuzey Evrasia göçebeleri tarafından kullanılmış yöntemler masaj, kırık-çıkıkçılık, ateşe tutma, dağlama (tögün), yaralara artemisia (pelin otu türünden bir bitki) tatbiki ve belki de Çin’den öğrenilmiş gibi olan akupunkturu içeriyor. Eski çağlardan beri bunlar, exorcism (habis ruhları dua ile def etme) ile birlikte Kuzey Çin’de saptanıyor. Çin’de olduğu gibi ateşe tutmalar, tütsü yakmaları, çevrede tavaf etme hareketleri yapmalar, büyü, afsun ve musiki ile muzir cinlerin kovulması işini Kam’lar üstleniyor. Tıbbî otların (ot-em) kullanımı babında bir Tibet kaynağı, Türklerin kendi devalarını düşünüp bulduklarını beyan ediyor. Bu, Türk tiryak ve mumyalarını zikreden Bîrûnî tarafından da teyit ediliyor. Mandragora- mandrake (ademotu, kankurutan) Türkçe sığım-otu (geyik bitkisi), belki de simseng’in (Çin’de ilâç olarak kullanılan bir tür kök – panax quinqui folia) benzer efsanesiyle bağlantılı idi. Şöyle ki bu sonuncusu Taoist Çin’de söylendiğine göre onu yiyen geyiğe ölümsüzlük bahşedermiş.
Otacı, Türkler nezdinde yüksek mertebede sayılan bir kişi olup, Oğuz’lar onun huzurunda secde ederlermiş; onun bir emriyle tüm mal ve canını vermeye hazır olurlarmış. Türkistan’da saygıdeğer tabip Ata Sagun’un anısını, Kaşgarlı Divanü Lügati’t Türk’te yaşatmış (XI. yy.). “Sagun” bir unvan oluyordu. VI. İlâ VIII. yy.lar arasında yaşamış bir Türk otacısı olan Ak-kün’ün Altaylar’daki mezarı açılmış. Otacı, ipekli ve nice yünlü kumaşlar giymiş halde, kulağında altın küpeler, üzeri gümüş plakalarla donatılmış onursal kemeri belinde olarak, silâhları ve üç atı ile birlikte gömülmüş (Resim12).
Çoğunlukla Doğu Türkistan’da bulunan Uygur hanlıklarında tabipler, genellikle üst dereceli Buddhist rahiplerdi (otacı bakşı). Bunlar çoğu kez Türkçeye de çevrilmiş olan Çin ve Sanskrit Buddhist risalelerini uyguluyorlardı[7]. Kozmos gibi insanoğlunun mikro kozmosunun iki prensipten, ezcümle sıcaklıklar ve parlak semavî ruh (yaruk-yaşuk töz) ile ruhun aydınlattığı (et-öz) karanlık ve soğuk bedenden oluştuğu düşünülüyordu. Bu iki prensip de, sırasıyla, beş unsur doğuruyor ve bunların dengesi sağlıkla sonuçlanıyor. Ama unsur rüzgârlarından (yil) birinin gereksiz artması, bu unsurla ilişkili kendinden geçme ve hastalığa neden oldu. Dengesiz koşul, kendini rüyada ifşa eder.
Ruh ve bedenin sağaltıcısı olarak tıbbî bilimin ücretsiz tatbiki, rahibe Buddhalığa yükselme yolunu açıyordu. Bu itibarla hastahaneler (igli yatgu ev), manastırlarda konumlanmışlar gibi görünüyor. Bu başlıca ruhanî bağlamda, en yüksek sağaltıcının (üzeliksiz odacılar iliği), tarihî Buddha Şakyamuni olduğu söyleniyor; bu sonuncusu daha önceki doğuşlarında tabip olmuşmuş…
Buddha ve Bodhisattwa tabibine tapınma, sunak ve suretlerle birlikte, tılsımlar gibi, hastalıklardan kurtulma ve habis cinlerin etkilerine karşı bir yol olarak görülmüş.
Hâkânî – Karahanî Türkleri, 926’da İslâm dairesine girerek Türk tıbbî bilim tarihinin üçüncü safhasında yer almışlar. Komşuları ve ırkdaşları Uygurlar, hâlâ da beş asır boyunca Buddhist kalmışlar. Hâkânîler nezdinde eski kültürler, özellikle Buddhismin etkisinin altında bulunuyorlardı[8].
***
Yine bir iki perakende deva hikâye.
Kimyon (cuminum cyminum)un, Doğu İran kökenli olduğu sanılıyor. Erken bir çağda Yakın – Doğuda (Suriye, Filistin, Nil’in üst vadii) görülüyor; buralardan da Akdeniz havzasına yayılıyor. Yabanisi de, yetiştirilmiş olanı da çok aranır hale gelmiş, hekimler bunda birçok meziyet bulmuşlar: Şurup ve ilâçlı şeker halinde, yel çıkarıcı, aybaşı âdetlerini kolaylaştırıcı, terletici vs. Diebetikçiler (beslenme uzmanları) onda hazma yardımcılık hassasını görmüşler[9].
Meyan kökü (daha kesin olarak bunun hülâsası) Güney Avrupa ve Batı Asya’da yetişen dayanıklı bir bitki olup Arabîde “süs” olarak biliniyor. Yunancası ise γλυκόρριζα (gykorriza), “tatlı kök” manasındadır.
Kurutulmuş kökünden elde edilen tozun müleyyin (müshil) hassasını haiz olduğu sanılmış ve içeceklerle lâpalara eklenmiş. Kökü kaynatılarak haiz olduğu sanılmış ve içeceklerde lâpalara eklenmiş. Kökü kaynatılarak elde edilen hülâsa (succus liquiritiae), şuruplar ya da pastiller şeklinde balgam söktürücü olarak kullanılmakla birlikte mide, böbrekler ve mesane ağrılarına faydalı telâkki edilmiş; bunların yanı sıra acı ilâçların tatlandırılmasında kullanılmış[10].
Marsama – varsama. Yaprakları nane gibi güzel kokulu olup bazı yemeklere konan bir bitki, barsama. “En-nemman (Ar.): Bir hoş-bu (kokulu) nebat adıdır. Türkîde marsama derler. Rayâhim (kokular) envâındandır. Bevl (idrar) ve hayzı (âdeti) muhriç (idare eder) ve zahimden ölmüş ecnini ve soğulcanları mühriç (ihraç eden ve kehleyi biti) mühlik (helâk eden – öldüren)… bir müskalini şürp (içmek) bilhassa arı sokmuş kimseye nâfidir” (Kamus Tercemesi), XIV –XV yy.lar bilginlerinden Mecdüddin Firuzâbâdî’nin telif ettiği Arapça Kamus’un Antepli Ahmet Asım (Mütercim) tarafından yapılan Türkçe çevirisi – XVIII – XIX. yy. (TS).
Sisenber (Fa.): “Marsama ta’bir olunan nebattır… Bazı diyarda… âşık yaprağı dahi derler. Akrep soktuğu menzia (yere), tılâ (sürmek) nâfidir”. (Burhan-ı Kati Tercümesi. Tebrizli Hüseyin bin Halef’in Farsçadan Farsçaya yazdığı Burhan-ı Katı adlı sözlüğün mütercim Asım tarafından yapılan Türkçe çevirisi XVIII-XIX. yy.) (TS).
Meryem ana eli: Buhuru Meryem.
“Buhur-ı Meryem (Fa.): Def’ı teflih (geyirme) ve idrara gayretle nafi’ olup Türkçede Meryem ana eli denilen bir nevi nebattır” (Kamus-ı Osmanî XIX. yy. Mehmet Selâhi’nin 1895 (1313)’te basılan Arapça, Farsça ve başka dillerden Türkçeye sözlüğü) (TS).
Oğlan aşı: Kudret helvasına benzer bir zamk. “Oğlan aşı, ana kunduz taşağı derler. Farisîde çûvşirdir, ıssıdır, kurudur.” (Hacı Peşa’nın “Müntehabü-üs-şifa”sından).
“Gâvşir (Fa)… Maruf zamktır… tabiatı hâr (ıssı) ve yâbis (kuru) ve muhallil (çözcücü) ve müfettih (geyirerek rahatlama) ve bevl ve hayzı müdir ve a’sal-ı zaifeyi makavvîdir” (Burhan-ı Katı Tercemesi) (TS).
***
Önsözde açıkça ifade ettiğimiz gibi bu kitap, bir tıp ya da eczacılık tarihi değil. Ancak onun başlıca konusu olan halk hekimliği ve ispençiyarisinin kökenlerini eninde sonunda mezkûr tarihlerde aramaktan başka çare bulamadık. Bu nedenle de bunları, amacımıza yarayacak kısımlarını olabildiğince özetleyerek, veriyoruz. Bunu yaparken de, geçmişin karanlıklarından itibaren bir “uluslararası”, ya da “kozmopolit” mahiyet almış sağaltma tekniklerinin halka mal ediliş şekillerini belirtmeye özen gösterdik. Bu yolda ilk rehberimiz ünlü G. Sarton oldu.
[1] Arthur Christensen. – L’Iran sous les Sassanides, Osnabrück 1971, s. 401- 402.
[2] ibd., s.418-419.
[3] Mircea Eliade, -Aspects du mythe, Gallimard, Paris 1963, s.43-44.
[4] Mircea Eliade. – Le mythe de l’eternel retour, Gallimard, Paris 1969, s.44-45.
[5] İ. Hakkı Uzunçarşılı. Anadolu beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu devletleri, Ank. 1969, s.212.
[6] –Ayşegül Demircan – Bursa aktarları ve bunların tıp tarihi bakımından önemi, in I. Uluslararası Türk – İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, İst. 1981, C.II.
[7] Fatih’in Uzun Hasan’ı bertaraf etmesinden sonra, sefer hakkında 3 Ağustos 1473’de, Karahisar’da yazdırdığı bir yarlıktan bir sahife, Burhan Oğuz. Kültür Kökenleri, CII/2 Müesseseler, İst. 1988’de verilmiştir (Reşit Rahmeti Arat. – Fatih Sultan Mehmed’in yazdığı, in Türkiyat Mecmuası C.VI, İst.1939). Bunda ayrıca önemli olan, asıl metnin Uygur alfabesiyle yazılmış olmasıdır ki bu alfabenin Osmanlı teşkilâtında, bazen resmî vesikaların yazılmasında da kullanılmış olduğu görülüyor. Bu dahi, Fatih döneminin sonuna kadar Uygur unsurunun Türk Osmanlı kültürüne Çin’den, Hind’den… neler taşımış olabileceğine dair fikir verir. Kaldı ki Arap alfabenin bu dönemde bir ölçüde, ikinci plâna atılmış olması da ayrıca düşündürücüdür.
[8] Emel Esin – Notes on archeology and iconography related to the early history of Turkish medical science, in I. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi, İst. 1981.
[9] G.S. Colin. – Kammûn, in EI.
[10] O. Kahl. – Sûs, in EI.