“Kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden”
Evren, “kâinat-kozmos”tur; evren, “düzenli ve uyumlu bir bütün olarak düşünülen tüm varlıklar”dır; evren, “zaman”dır; evren, “ulu”dur; evren, “felek”tir ve nihayet o, koca bir “ejderha”dır[1].
“Bu dünya bir evrendir âdemleri yutucu
Bize dahi gelüben yuta doyuna bir gün” (Yunus)
“Zaman verici olma düşmanına
Zaman ile yılanlar evren olur” (Kelile ve Dimne)[2]
Kâinatın zaman, ululuk, felek (asuman, gök, devran) ve ejderha gibi kavramlarla aynı anlamda kullanılmış olmasına neden olan inançlardan önce kısaca söz etmiştik.[3] Bu kez insanın yaşayış veya daha özgül (specific) olarak, üretimini doğruca etkileyen semavî olayların halk tarafından tarih boyunca taklit ediliş şekline eğileceğiz. Ejderha yine yolumuza çıkacak.
Semavî olayların ve “evren”nin anlamları arasında bulunan “zaman”ın tasnifi ve “ölçülmesi” (kronoloji) Küçük Asya ve hemen civarında tarih yüzüne çıkmış ilk uygarlıkların esas meşgalelerinin başında gelmiş şöyle ki hayatın idamesinin toprağın verimine, bunun dahi gökyüzü olaylarına bağlı bulunması, Anadolu ve civarının ilk uygarlıklarını kuranları meteoroloji ile ilgili tanrıları mabetlerinin (Pantheon’larının) başköşesine oturtmaya götürmüş.
Anadolu’ya daldıktan sonra Hititler Babilonya etkisine girmişler ve daha sonra, özellikle imparatorluk döneminde, Mezopotamya ile Suriye’nin kuzey bölgelerinde oturan ve Hint-Avrupalı olmayan Hurrilerin kültürünün aslını temessül etmişler. Böylece de Hitit pantheonunda Sümer- Akkad kökenli tanrılar Anadolu ve Hurrî tanrılarıyla dirsek dirseğe durmuşlar.
Her önemli kent, çevresi başka tanrısal varlıklarla çevrili bir tanrının esas makarrı olmuş. Pantheon, başında Hitit ülkesinin koruyucuları olan Fırtına Tanrısı ile bir Büyük Tanrıca çiftinin bulunduğu büyük bir aile gibi telakki edilmiş.
Gerçekten Hititler Anadolu’sunun simgesel tanrısı Hava- “meteoroloji” (weather) tanrısı olmuş.
Anadolu, Mezopotamya’nın yakıcı ovalarına karşılık bulutu ve fırtınası olan bir ülkedir. Bu tanrı, Anadolu’da, insan şekline sokulmuş dağ başlarının üstünde, boğalarla çekilen bir tür ilkel arabayı idare eder. Boğa, kutsal sayılıp kült sembolü olarak tek başına bir sunak (altar) üzerinde durabilir. Şek. 1’de, Alaca-Hüyük’ten bir kabartmada Hava-Tanrı’nın simgesi olarak boğaya tapan bir kral görülür.
Şekil I (O. R. Gurney’den)
Doğruca Hava-Tanrı da, Şek. 2’de, Zincirli kabartmasında, elinde üç adet yıldırımıyla, ayakta durmaktadır.
Boğa üzerinde duran Hava-Tanrı, Roma İmparatorluğu’nda Jupiter Dolichenus (yani Dülük’lü- Antep ovası- Jüpiter) namı ile çok yaygın bir tanrı olmuş. Fırtına Tanrısı daha çok Teshup Hurrî adıyla anılırdı. Güneş Tanrıçası olan eşinin de adı Hepat olup sonuncusunun kutsal hayvanı aslan ya da dişi parstı. Bu büyük tanrısal çift yaşamı simgeleyip izdivaçları yeryüzünde bolluk, verimlilik ve doğurganlığı sağlardı. Asianik (Samî ve muhtemelen de Hint-Avrupalı olmayan Batı Asya halkları) nüfusunun zevalinden sonra yine Anadolu’da bunun kültü Büyük Ana, Büyük Tanrıça kültünde devam edecektir.
Pantheon’un başında, özellikle Suppiluliamu’nun saltanatından itibaren Güneş’in bulunmasında Mısır etkisini de görenler var. Ama ne olursa olsun ilk tanrısal varlıklar, mümbitlik ve doğurganlık tanrıları büyük çifti olmuşlardır[4].
Şimdi, günümüz Anadolu’sunun mitoloji ve masallarında geçen bir temayı, ejderha temasını işleyeceğiz.
Hitit mitolojisinde Hava-Tanrı, İlluyanka (lügat manasıyla doğruca “ejderha”, yılan” demek olup ayrıca bir özel addır) ejderini öldürür. Burada tekrarlamadığımız mücadele öyküsü[5] ritüel olarak, yıllık ilkbahar festivali purrulli de ezberden söylenirdi. Yukarda söylediğimiz gibi Teshub, zirvelerin, yıldırım ve kasırganın, tali olarak da faydalı yağmurun ve dolayısıyla mümbitliğin tanrısıdır. Kendisinden daha az önemli olmayan eşi Hepat, tam olarak mümbitlik ve bolluk ve tali olarak da doğurganlık tanrıçası olup bu birlik, dünya üstünde yenileşmeyi, tarlaların verimliliğini, üzüm için faydalı yağmuru, sürülerin çoğalmasını sağlardı. Şek. 3’deki kabartma ya bu ejderha ile mücadele mitosunu, ya da buna benzer bir başkasını tersim eder; daha küçük bir kişinin takip ettiği tanrı, mızrağını kaldırmış olarak kıvrılmış bir yılana karşı yürütmekte olup yılanın bedeninden alevler çıkmakta gibidir[6].
Ermeni paganizminin Masis (Ağrı) dağı, Vişapazunk ejderinin oğulları tarafından iskân ediliyordu[7]. Yine Ermeni efsanesinde, Parth kökenli olan Vişap-Uşap ejderine rastlıyoruz[8].
Dönelim yine daha eskiye. İlluyanka mitosu bir temel rol oynardı: Yeni Yıl bayramı çerçevesinde ritüel olarak bu mitos okunurdu. Bazı metinler iki muhalif takım arasında Babilonya’nın akitu ayininde müşabih bir ritüel cenkten söz ederler.
Bunlar günümüzde çeşitli köy oyunları halinde aramızda hâlâ yaşamaktadırlar.
Ejderha ile mücadelede tanrının nihaî zaferi, ülkenin istikrar ve refahını sağlar. Folklorlaştırılmasından önce “ejderhanın saltanatı”nın mitos içinde, hayat kaynaklarını bile tehlikeye sokan bir kaos dönemi olarak kabul edildiği söylenebilir. Ejderha, karanlığı olduğu kadar kuraklığı, yaşam normlarının ilgası ve ölümü simgeleştirir.
Babilonya kralı Hammurabi (M.Ö. XVIII. yy.) zamanında Bel, yani “Efendi” (Lord) unvanlarını almış olan Marduk, bütün pantheonun başlıca tanrısı haline gelmiş olup Hilkat Destanı’nın baş aktörü durumundadır. İnsanoğlu üzerinde salt egemenliğe sahip olmuş, kaos’un dişi ejderhası Tiamat’ı bertaraf ederek intizamlı beşerî dünyayı ve kozmosu tesis etmiş. Bu hilkat işini yıldız ve gezegenler dünyasının tanzimi takip etmiş. Bu itibarla yılın ilk ayı olan Nisan ayının ikinci günüyle on ikinci günü arasında kutlanan Yeni Yıl Festivali ritüelinde tanrı Bel ve Babilonya’nın sair bütün tanrıları, kral ve rahiplerle birlikte başrolü oynarlardı. Bu, yaz gündönümü (tahavvül-ü seyfî) idi.
Kosmokrator olarak Bel, ancak kaosu temsil eden ejderhanın hakkından gelerek nizamı tesis edebilmişti.
O ise daha sonraki Çin kültüründe bu konuda değişik bir manzara ile karşılaşıyoruz. Burada yang ve yin’in işlevlerini kutuplaştırıp bunları uzlaştıran diyalektik semboller arasında, gök ile yer ve bunların ortasında duran insan vardır. Bu düşünce muhtemelen Çin kültürünün en önemli çekirdek kavramı olmalıdır. Zira âdemoğlunun bilcümle siyasî, içtimaî ve dinî sorunları Gök ve Yer’in iddia ve taleplerini telif etme açısından görülmektedir. Çin imparatorlarının başlıca görevi, Gök’le Yer’in arasında aracı olup Gök’ün zorlamalarını tanzim ve telif etmekti. Gök, âtıl toprak arasından kendini gösteren müteaddit enerjilerin uzak membaının simgesiydi; toprağı da insanoğlu, kendine faydalı şeyler sağlaması için sürerdi ve sonunda da onun içine gömülürdü. Sanat eserlerinde çok şık rastlanan ejderha, bu enerjileri tecessüm ettirirdi ve böylece de imparatorluğun simgesi olmuştu.[9]
Günümüz Anadolu insanının Orta Asyalı öğelerinin Çin’le yüzyıllar boyunca çeşitli ilişkiler içinde bulunmuş olup Çin kültüründen etkilenmiş oldukları bilinir. Bunun dışında, çok eskilerden beri vaki ticarî ilişkiler de Çin’i, çok sık yakın Doğu’ya taşımıştı…
Yukarda mezkûr tanrısal Çift, asianik dinde egemen gibi görünüyor. Bunun ilk çizgilerine bazı ilkel Sümer sitelerinde rastlanıyor; bunlarda bir mümbitlik ve verimlilik ilkesine, hububat tanrıçası Nidaba, bitkilerin tanrısı Tammuz, Umma kentinin Tanrı-Yeşillik’i Shara’ya tapılırdı. İnşaların semavî olaylara karşı yakın ilgi ve bunlarla ilişkilerini ay, güneş tanrı ve tanrıçaları tanzim ederlerdi.
Hitit tabletlerinde çok sayı ve çeşitte devrî (periyodik) dinî bayram şenliğine rastlanıyor. Sadece birinde, bazıları mevsimlerin adını almış, diğerleri de anlaşılamamış manalar taşıyacak şekilde tesmiye edilmiş on sekiz şenlikten söz ediliyor. Rahipler, “bayramları zamanında tes’id etmek; ilkbahar şenliğini güzde, güz şenliğini ilkbaharda kutlamamak; bir şenliği hasat, seyahat ya da başka bir meşgale bahanesiyle geri bırakmamak”la iftihar ederlerdi[10].
Bel (Marduk) ve dişi ejderha Tiamat mücadelesi ve Bel’in nihaî galebesi öyküsüne inancın, zamanında aynen Edessa’da (Şanlıurfa) da cari olduğuna işaret ederek bunun birçok nedenle ilginç, küçük bir ayrıntısını görelim.
Yay, kubur, gürz ve bir ağ ile mücehhez Bel “Tiamat’tan hiçbir şey kaçamayacak şekilde dört rüzgârı durduruyor”. Önde getirdiği rüzgârları ileri sürüyor… kudretli silâhı tufan kasırgasını kaldırıyor; karşı konulmaz (ve) korkunç kasırga arabasına biniyor. Buna dörtlü takımı, ezcümle Öldürücü, Amansız, Ezen, Sür’atlı’yı koşuyor. Bu bağlamda Bel, bütün unsurların tabi oldukları bir kozmik idareci olarak beliriyor. Kaos canavarı Tiamat’ı mağlup ettikten sonra “onu bir kabuklu deniz hayvanı gibi ikiye yarıyor: Bunun yarısını gök olarak tavana tertip ediyor, çubuğu aşağı çekip nöbetçileri koyuyor. Onlara, (Tiamat’ın) sularının kaçmasına müsaade etmeme emrini veriyor. Gökleri kat edip bölgeleri gözetliyor. İşbu hilkat işini, yıldız ve gezegenler dünyasının tanzimi takip ediyor: Büyük tanrılar için duraklar inşa ediyor, bunların necmî (astral) benzerliklerini burc olarak tespit ediyor. Mıntıkaları tayin ederek seneyi saptıyor: On iki ayın her biri için üç burç dikiyor. (Semavî) şahsiyetler (aracılığıyla) yılın günlerini tayin ettikten sonra bunların (semavî) kuşaklarını saptamak üzere, Nebiru durağını (yani Jüpiter-Müşteri gezegeni) tesis ediyor, şöyle ki hiçbiri bunları ihlâl etmesin ve eksik kalmasın”…
Bu hayli uzun ifadeler Bel’in kişiliği hakkında kesin fikir veriyor. O, kuvvede “yasa ve nizam”ı tecessüt ettiriyor ve bu yanı Babilonya krallığını ve krallık fikri ile kuvvetli bağları tazammun ediyor. Bu itibarla tanrı Bel ve Babilon’un bütün öbür tanrıların, kral ve rahiplerle birlikte, yılın ilk ayı Nisan’ın ikinci gününden on ikinci gününe kadar sürdürülen ritüel Yeni yıl Festivali’nde başrolleri oynamaları şaşırtıcı olmuyor. Bu, ilkbahar gündönümü bayramı oluyordu. Saray törenine çok benzeyen bütün bu ritüel, onu tekrar tesis ederek kozmosta nizamı pekiştirmek amacını güdüyordu. Hilkat Destanı inşat ediliyor ve bütün tanrılar, sitenin dışında bulunan akitu ziyafet- bayram evinde toplanıyorlardı.
Aslında sıradan yurttaşın yaşamı, kült koordinatlarından çok sosyo-ekonomik koşullar tarafından tayin ediliyordu ki işbu kentsel toplumların tüm sosyo-ekonomik düzeni, mabetlerde kralî ve tanrısal ritüelin doğru işlemesiyle teminat altına alınmış oluyordu; bu ritüeller ayrıca tüm kentsel sosyal düzen içinde önemli ekonomik unsur oluyorlardı[11].
Hilkat Destanı ve sair öyküler hep bir mücadele-muhasamat ile başlıyor ve bunda taraflardan biri ejderha oluyor.
* * *
Ethnoloji, kültür arkaik dönemlerinin yaşamının genellikle topluluğun kendisinin de ne denli karşıtlıklarla dolu ve uyuşmaz bir yapıya dayandığını ve benzer bir topluluğun zihnî dünyasının bu yapının ikiciliğine göre nasıl düzenlendiğini gün ışığına çıkarmış. Her yerde bu ilkel ikiciliğin (düalizmin) izlerine rastlanıyor. Çinlilerde münavebe ve işbirliği yaşamın ahengini idame ettiren Yin ve Yang’ın, dişil ve eril prensiplerin karşıtlığı tamamen genel bir kozmik düalizm içinde ifade edilebilir. Keza, cinsiyete göre toplanma açısından, münavebeli şarkılar ve oyun kullanılarak ritüel şekiller altında, mevsimler bayramları münasebetiyle birbirlerini karşılıklı cezbeden genç erkek ve genç kızlar grupları halinde fiilî ayrımda da bu düşünceler sistemi yatar.
Yılın bayramlarında, kabilenin ya da cinsiyetlerin hasım gruplarının olumlu yarışmaları tezahür eder. Mevsim değişmelerinde tertiplenen her tür törenli yarışmanın kültür yaratıcı değeri Çin gibi büyük uygarlıklarda kabul edilmiştir. Bu çeşitli yarışmalar gelişme ve doğurganlığı teşvik etmeye matuf oluyor: oyun kavramı, kültürünkiyle bütünleşiyor. Oyun, bir biyolojik işlev olarak değil, bir kültürel olay olarak telakki ediliyor. Oyun, birey veya grubun yaşam düzeyini artırabildiği ölçüde gerçek olarak kültüre dönüşür.
Bütün yarışma türleri daima kültle bağlantılarını gerçekler; şöyle ki kendi elzem faydalılıklarıyla mevsimlerin hayırlı süreci içinde ürünlerin olgunlaşmasını, yılın refahını sağlar. İş böyle olunca da mücadelenin türünün önemi kalmıyor. Her zafer, muzaffer olan için iyilik güçlerinin kötülüklerinkiler üzerinde utkusunu, onu elde eden grubun selâmetini temsil eder, yani bunları gerçekleştirir[12], Tiamat işinde olduğu gibi.
* * *
Şek 4’de yılan gövdeli ve kuyruğu bir başka ejderha başında biten, bir zamanlar Konya surlarını süslemiş bir ejderha kabartması görülüyor ki 1221 tarihi civarında yapılmış olduğu tahmin ediliyor. Bu kabartma, aynı tarihlere ait ve o zamanlar Bağdat’ta Tılsım Kapısı’nı süsleyen müşabih hayvanlar gibi olup bu sonuncular, düşmanları olan Harzem Şah’ı ve Moğol müstevlileri temsil ettiklerinden Halife Nasır tarafından boğulmakta olarak gösterilmişler. Her ne kadar sanatta ejderha örgesi Selçuklulara Çin’den olduğu kadar Hristiyan dünyasından da ulaşmış olabileceği gibi, mahallî de olabilir; şöyle ki Firdevsî onu Türk kökenli Orta Asya Göçebeleri’nin simgesi olarak kullanmış[13].
Şek: 4 Konya Selçuklu surlarından çıkma bir ejderha kabartması (Tamara. T. Rice’den)
Ama bu simge, yine de Çin’den geçme olamazı mı?… Ya şek. 3’deki? Olabileceği görülüyor: Çin’de ve Türklerde, göğün kutbu sayılan Kutup Yıldızı, Türkçe adı ile “Altun (veya Temür) kazguk”, Çin astrolojisinde gök hükümdarı denen semavî tanrının sarayı sanılırdı. Gök kubbenin Temur Kazguk çevresinde yıllık devranının yanı sıra, bir de, yıldızları taşıyan gök çarkının döndüğü sanılıyordu ki bu kavram hayli eskiye dayanıyor (VIII- IX. yy.). Kaşgarlı bu gök çarkına “kök çığrısı” diyor ve bunu felek olarak Arapçaya çeviriyor: “çığrı= çıkrık, felek, çark. Kök çığrısı= felek” (I/421). Bunun dışında şu beytle de “çığrı”nın yıldızları taşıyarak döndüğü ve gece ile gündüzün böylece birbirini takip ettiğini anlatıyor. Ona göre gök çarkının seyri, günlük bir devran idi:
“Tenğri ajun türütti çığrı udhu tezginür
Yulduzları çergeşip tün kün üze yörgenür”
“Tanrı açını, âlemi yarattı, felek durmadan döner, yıldızlar sıra sıra dizilip gece, gündüz üzerine sarılır” (II/ 303)
“Gök kubbenin en alttaki ‘çığırı’sını (‘felek’ini’) bir çift semavî ejderin çevirdiği hakkında ibaraler, bir Uygur kağanına ithaf edilmiş, Mani dinine ait metinde yer almakla beraber, bu tasavvurun Mani dininden ziyade belki Orta Asya kosmolojisine bağlı bulunduğu…. tahmin edilmektedir. Aynı tasavvuru Yusuf Hâss Hâcib de tekrar ile, gök ‘çığrı’sını bir evrenin (ejderin) ‘evirdiğini’ söylemektedir:”
“Yarattı, kör, Evren, Tuçı evrilür
Anıng birle tezginç yine tezginür”[14].
“Bak, feleği yarattı durmadan döner; onunla birlikte hayat da durmadan devreder” (Beyit 126)[15].
“Çin astrolojisinin, Türkler tarafından da kabul edilerek,[16] Kök-luu (semavî ejder). Kızıl- sağızgan (Kızıl saksağan), Ak bars (ak veya ak alacalı pars) ile Karayılan (Çin’de kaplumbağaya sarılmış yılan adını alan, her biri yedişer yıldız manzumesinden müteşekkil, dört büyük yıldız manzumesinin de böyle karşılıklı seyrettiği düşünülmekte idi…”[17]
Milâttan önce ve ilk Milâdî yıllarda Türk uluslarının Orta Asya’nın Batı kısmındaki faaliyetine dair ortaya atılan faraziyeler çok inandırıcı olmamışlardır. Gerçi Grekler, Hint-Avrupalılar dışında farklı bir gruba mensup ulusları da bilmişlerse de bunların arasında Türklerin bulunduğu açık değil. Chavannes (Fransız Türkolog, Çinbilimci ve arkeolog, 1865-1918), Oniki Hayvan’lı devrin Türk kökenli olduğuna dair kuramı ile ilişkili olarak Orta Asya’da M.Ö. II. yy.da, birkaç asır sürecek ve Hindistan’ın birçok bölgesini de içine almış olan bir imparatorluğu kuran fatihleri Türk olarak görme eğiliminde idi. Bu fatihler Greklerce Hindo- İskit olarak biliniyordu. Örneğin maymun gibi, Oniki Hayvan devrine ithal edilmiş hayvanların Türklerin ülkesinde bulunmadığı hususunda Chavannes’ın dikkati çekildiğinde, maymunu M.Ö. I. yy.da Hindistan’ın fethinden sonra öğrenmiş olabilecekleri yanıtını vermiş. Her ne kadar Chavannes’dan sonra bir büyük sinolog, Friedrich Hirth, bu aynı kuramın yanında yer almışsa da günümüzde, görünüşe göre Oniki Hayvan devri ile Hindo-İskitlerin Türk kökenli oldukları tezi yandaş bulamamaktadır. Bahis konusu devir Hindistan’dan gelmiş gibi olup Çinliler tarafından benimsenmiş; sonra Çinliler aracılığıyla, çok eski bir çağda Türklere geçmiş[18].
Aşağıda ayrıntılarıyla irdeleyeceğimiz “12 hayvanlı Türk Takvimi”nin V.yılının Lu, yani “ejder” yılı olduğunu da şimdiden zikrederek gelelim yüzyılımızın Anadolu’suna.
Diyarbakır ilinin çeşitli kökenli ve din sahibi halkı arasında müşterek olarak bilinip inanılan bir efsaneye göre, ilkbaharda şehrin Batı Güney’indeki meşhur Karacadağ (1919 m) üzerinde toplanan bulutlar arasındaki ‘Ejderha’nın aslı ve görünüşü şöyledir:
“Gazâl da denilen ceylân/ceyran sonbarda ‘ülker yıldızı’nı görünce gebe kalır. Baharda doğurduğu sırada bunlardan binde biri bazan torba şeklinde kapalı tulum gibi bir şey doğurur ve gerisine dönüp göz ucuyla yavrusuna bakarken bu hali gören ana ceylan, birden bire ürkerek arka ayaklarıyla bu tuluma bir çifte savurur. Anasından çifte yiyen bu torbadaki yavru birdenbire büyüyerek Ejderha kesilir. Sonunda gökten gelen melekler hayvanı alıp bulutlar arasına götürürler. Gökteki ejderhalar güzün yere inerek derin ve büyük mağara/kuyularda kışı geçirirler. Bu arada gökten günde bir defa inen kuyrukla beslenirler. İlkbahar olunca, meleklerin gökten sarkıttığı zincerlere tutunan bu ejderhalar… göğe ağıp bulutlar arasında yerleşip kalırlar.”
“Köylüler, en çok Mayıs aylarında Karacadağ üzerinde bulutlardan kuyruğunu yere doğru uzatan ‘Bulut-Ejderhası’nın görünüşüne, kıvrımlarına ve tek veya çift sarkışına göre o yılın bolluk mu, kıtlık mı, muharebeli mi, barışlı mı geçeceğini kestirirler…”
“Bugün bile halk arasındaki yaygın bir inanış ve efsaneye göre, Van Gölü’nün dibinde ‘Yedibaşlı Ejderha’ yatmaktadır. Ara sıra bu gölün sularının kabararak kıyılardaki köyleri ve araziyi basması, bu ‘göldeki ejderha’nın yüzünden imiş.”[19]
“Trabzon’un Çaykara ilçesindeki ejder efsanesi de şöyle: “Şahinkaya köyünün şahin kayalarında uyur bir ejder; bazen gece ve bazen de gündüz mağarasından çıkar ve uçmaya başlar. Ejder, uçuşunda gündüz siyah gece ise kırmızı renk alır. Boynunda on arşın kadar uzunlukta bir zincirle çekiliyormuş gibi evvelâ kıbleye doğru uçar. Varten ormanı üzerinde Harheş ırmağını geçmeyerek Yukarı Kumlu köyü üzerindeki büyük kayalara kuyruğunu çarparak büyük bir taş kütlesi kopardıktan sonra Maraşlı köyü camisinin üzerinden Batı’ya doğru giderek daireyi tamamlayıp eski yerine girer. Bu seyir esnasında ejdere bakan erkeklerin karıları (eşleri) yaşayamaz ölür. Karısından/eşinden aciz olan erkekler ejderi görmeye çalışırlar. Ejder yuvasından gece çıkarsa ateş rengindedir. Kuyruğunun üstünde ateş alevleri yükselir. Zincirin gergin ön ucunun daha yüksek oluşunun sebebi, mağarasında aç kalan ve her kırk yılda bir defa karnını doyurmak için insanlara saldırmak isteyen ejder, Allah’ın emri ile bu insanları kurtarmak için bir melek tarafından çekilerek uçuşa geçirilip aynı yolu takip ederek tekrar yerine getirilir. Bu gelişle kırk yıl sürecek derin bir uykuya dalar.”[20]
Eski Çin mitolojisine göre “bulutlar arasında ejderhanın bulunduğu zannedilirdi. Lung (sonradan Türkçede Lu) denilen bulut-ejderi kışın toprağın içinde uyur ve ilkbaharda göğe çıkar ve ilkbahar yağmuru yağdırır. Gökyüzüne çıkışı bayram olarak kutlanır. Sonbaharda yine toprağa girer. Onun göğe çıkması ve yere inmesi gök gürlemesiyle olur” (Dr. Wolfram Eberhard – Çin tarihi, Ank 1947, s. 62. Nakleden Kirzioğlu)
“On iki hayvanlı… Türk takvimini, Diyarbakır ilindeki yerli ve yarı göçebe halkımız bilip kullanmakta ve o yıla adını veren hayvanın hükmünün ne yolda olacağını önceden kestirip inanmaktadır.”[21]
Kirzioğlu bu aynı ejderha temasını bu kez Kars halk inanışları arasında işliyor: “Gökte, bulutlar arasında barınan ejderhalar vardır. Yazın (İlkbahlarda) melekler, gökteki ejderhadan birisini, zincirle bağlanmış olarak bulutlardan aşağı ve dağlara doğru sallarlar (sarkıtırlar). Koca bir tilki kuyruğu gibi salınan bu ejderhanın kuyruğu, eğer Kıble (Güney)den sallanırsa, bolluk olur. Eğer çift ejderha sallanırsa, pek çok bolluk olur. Gündoğan (Doğu)dan sallanırsa, iyi değildir; dolu düşer, kıtlık olur. Günbatandan sallanırsa, o yıl savaş olacağına işarettir…”
Şek.5. – Leonardo da Vinci’nin kaleminden ejderha – dragon temsili
(Royal Library, Windsor Castle – Jean Chevalier et Alain Gheerbrant’dan)
Büyük kasırga ve önünden her şeyi süpürüp yukarı çeken hortum da bu ejderhanın işidir. Kars ilinde Eski Ermeni krallığı başkenti Ani’de bir adamın bütün kış bir kuyuda bir ejderha ile birlikte nasıl yaşadığı da efsaneler arasında[22].
Ejderha- dragon sembolizmi üzerinde yayılmayacağız. Sadece konumuzla ilgili bazı ayrıntılar zikretmekle yetineceğiz.
Hindu doktrinine göre dragon, Agni, Prensip ile özdeşleşir. Dragon Öldürücüsü tanrısal kudreti yatıştırıp onunla özdeşleşen kurbancıdır.
Semavî güç, yaratıcı, tanzim edici olarak dragon-ejderha doğal olarak imparatorun simgesi olmaktadır. Bu sembolizm’in sadece Çin’de değil, Keltlerde de uygulandığı ve bir İbranî metninin semâvi Ejderha’dan tahtına oturmuş kral diye bahsetmesi dikkate değer. Gerçekten o, yıldırımla (ateş tükürür) ve mümbitlikle (yağmur getirir) müzdeviçtir. Keza nizam ve refahı teminat altına alan kraliyet işlevlerini simgeler.
Hiç şüphesiz suya değgin sembolizmi başatsa, ejderhalar suda yaşıyorlarsa, pınarları fışkırtıyorlarsa da onlar özellikle semavî faaliyetin tezahürü olan yağmur ve gök gürlemesinin oluşması ile ilgilidirler. Toprakla suyu birleştirerek toprağı döllendiren semavî yağmurun simgesidirler. Bu itibarla ejderha hayra alâmet olup görünmesi mutlu günlerin kutsaması olmaktadır. Açılmış ağızdan yaprakların çıktığı da vakidir ki bu, filizlenme’nin simgesidir. Gök gürültüsü yağmurdan ayrılmaz. Yaşamın, bitkilerin, devrî yenilenmenin yükselişi olan gökgürültüsü, ilkbaharda, doğuda, yeşil renge tekabül eden ejderhanın görünmesiyle temsil edilir: O, ilkbahar tesaviinde göke yükselir ve güz tesaviinde de uçuruma gömülür.
Doğu’da kapıların, surların bezemesinde ejder örgesinin kullanılması ona, daha çok gündönümü tabiatlı bir devrî sembolizmi de ekler. Astronomik olarak, Ejderha’nın baş ve kuyruğu ayın düğümleri, ay tutulmalarının vaki oldukları noktalar olmaktadırlar[23].
Evet, bütün bu veriler, Kars, Diyarbakır… halk inanışlarının kökenini oluşturuyor.
* * *
Türk takvimlerinin kökenlerini ileride ayrıntılarıyla irdeleyeceğiz. Şimdi mezkûr “düğüm”lerle ilgili bazı hususları zikredeceğiz.
Thomsen’in yayınladığı IX. yy.a ait bir Toyok (Turfan yöresinde, Khoço’nun on km. kadar Doğu’sunda) metni, Türklerde takvim tarihini, astroloji (ilm-i nücûm) unsurları içermesi (gezegenlerin listesi, bunlara tekabül eden taşlarınki ve bu sonuncuları üstlerinde taşıyanlara etkileri) itibariyle dolaylı olarak ilgilendirmektedir.
Bunda önce “7 gezegen”, yetti pagarla’dan yani “gezegensi 7 cisimden” söz ediliyor. Bunlar klasik beş gezegen (Merih, Uttarid, Müşteri, Zühre ve Zuhal ) dışında Güneş ve Ay’ı içeriyorlar.
Bu “7 Gezegen” ifadesi, her ne kadar doğruca dinî herhangi bir şey yoksa da, hiç şüphesiz Manihaist kültür bağlamında bir İran-Sogd kökenli metninki oluyor. Metin Hint-Buddhik kökenli değil, şöyle ki Hindistan “9 Gezegen”, klasik 7’si ve de ay tutulmalarından sorumlu “karanlık Gezegenler”, Râhu’yu (Ejderha’nın Başı=Ay’ın yukarı çıkan düğümü) ile Ketu (Ejderha’nın Kuyruğu= Aşağıya inen Düğüm) hesaba alıyor[24].
Hint-Buddhik 9 Semavî Saray sistemi, kürenin ideal taksimatına tekabül etmektedir. (Çin’de bu sayı 5’dir). Bunların her biri 9 Gezegen’den, yani gezegensel haftamızın 7’si ve Râhu ile Ketu’dan biri tarafından “idare edilmekte”dir. Bunlara dair Uygurca tasvirler bulunuyor. “Saray” deyimi Türkçeye ordu olarak çevrilmiş. Bunlara hükmeden Gezegenler’in adları Sanskritçeden istiare edilmiş; bunlara cins adı gräx “gezegen” (sanskrit graha) da dâhildir[25].
Asya Türklerini kolaylıkla Çin’le temas halinde tutabilen, astrolojik saygınlığa da sahip basit ve mücerret On iki hayvan devri idi. Bu bapta günümüzün Avrupa halk kitleleri beynindeki Kalde-Grek Zodiak’ının oynadığına çok benzer bir role sahipti. Kronoloji için kullanımında On iki Hayvan Devri, Çinli olmayanlar için, Çinlilerin bunun bilgin muadili 12 Tehe ile kıyaslanamayacak kadar rahattı; bu sonuncular soyutlukları içinde çeviriye imkân vermiyorlardı. O ise ki bu, On iki Hayvan’ın adları, hiç değilse bunların büyük çoğunluğu için bahis konusu değildi. Sıçan, öküz, kaplan, tavşan, yılan, at, koyun ve köpek, Çin’e komşu uluslar ve Orta Asya göçebelerince biliniyordu. (Evcil) horoz, öbürleri kadar bunlara yakın değildi ve çoğu kez tavukla karıştırılıyordu: kümes hayvancılığı Türk ve Moğol göçebelerinde geç başlamış olmalıydı.
Tibet ve Çin’de mevcut maymun eski Türkler için ancak yabancıl bir hayvan olmalıydı; ama onu bilmeliydiler zira I.Orhon Kitabe’sinde (733) görülen biçin/bıçın adı, temessül edilmiş gibidir. Çin halk devrinin Türkçeye tercümede ciddi güçlük çıkarmış olan tek iki hayvanı, antik Çin geleneğinin efsanevî Ejderha’sı ile yine Çin hayvancılığının başlıca unsurlarından biri olan (ehli) Domuz’da; bunu Orta Asya göçebeleri ancak yabani haliyle (toğuz) biliyorlardı.
Bu son ikisi hususunda, bilinen ilk Türk metinleri de (VIII. yy. Moğolistan kitabeleri), phonolojik olarak eski Türkçede bulunmayan başlangıç l’leri dolayısıyla kesinlikle istiareler olan, Ejderha için lû, Domuz için de lakzın/lagzın sözcükleri bulunuyor. Sadece bu keyfiyet, ayrıca müspet olarak ispat edilmiş vakıaların kronolojik tetkikiyle de aksi sabit olan On iki Hayvanlı Takvim’in “Türk” kökeni faraziyesini reddetmeye yeterli olmaktadır.
Lû sözcüğü, epigrafik metinlerde görülmeyip bunun kökeni Uygurcanın en yetkin uzmanlarınca Çince olarak kabul edilmektedir.
VIII. yy. Türk epigrafisinde saptanmış ve Uygurcada “yaban domuzu” toğuz ile değiştirilmiş lakzın/lagzın “domuz”un etimolojisi henüz aydınlanmamıştır.
Vakıaların kronolojisinin dikkatli ve eleştirisel tetkikinden sonra, VI. yy.ın ikinci yarısından itibaren bizce açık olan tarihî koşullar altında eski Türklerce kesin olarak Çin’den istiare edilmiş On iki Hayvanlı Devir’in Orta Asya veya “Türk” kökenleri faraziyesinden geriye bir şey kalmıyor, Chavannes ve Friedrich Hirth’e rağmen… Mamafih, bilimselden çok duygusal nedenlerle, Osman Turan gibi bundan, Türk “totemciliği” üzerinde hayli karışık kuramlar türetmiş olan Türk tarihçilerini muhafaza etmiştir[26].
* * *
Mevsimleri başlangıcının saptanması, bütün bir dinî tören silsilesinin icrası için elzem olduğuna göre (bu “ritüel” aslında mevsimler değiştiğinden ortaya çıkmıştır) Güneş ve Ay’ın hareketleri çok evvelden beri büyük bir dikkatle tarassut edilmiş. Kâinatın yeniden ihyası (cennet haline dönüş) zamanının saptanmasına değgin bütün kavramlar birbirlerine mutlak şekilde bağlıdırlar. İlkel insanın görüş açısından beşerin felâketlerinin ana nedeni mevsimlerin eşitsizliği, bunun ise başlıca sorumluları, buzlu havası bitkileri “söndüren” kış ile kızgın gökyüzünün hararetiyle her şeyi kurutan yaz olup hâlâ canlılığını koruyan inançlara uygun olarak “Altın Devir”in, sürekli bir ilkbaharda sürüp gideceğini ifade etmek, yıldızların rasadı bahsini açmak demektir.
Sürekli ilkbahar, güneşin ekseni arzınki ile uygunsuz düşmemiş olsaydı, bir gerçek olabilirdi. İlk insan için işbu yıldız (güneş), gün ve gecenin eşit olacağı şekilde gökyüzüne yerleştirilmişti, tıpkı ekinoslarda (itidal-i leyi ü nehar) olduğu gibi. Bu takdirde ışık ile ısının dağıtımında faydalı bir denge hüküm sürecekti. Sadece gün ve gecenin birbirlerini takip etmesi, yaşamın olaylarından sayılacaktı.
Bunun dışında, muhayyilelerini tatmin eden benzer denge nedenleriyle “râsıdlar”, arzı aydınlatmakla yükümlü ay ile güneşin azami derecede faydalı olabilecekleri şeklinde, yani ay için “on dördü” halinde yaratıldıklarını kabul etmekte tereddüt göstermezlerdi. Bu hal, her üç “yıldız”ın aynı eksen üzerinde bulunması gerektiğini istilzam eder.
“Altın Devir”, yıldızların, yaratıldıkları “zaman”da haiz oldukları konuma yeniden gelmeleriyle tekrar başlayacaktır. O “gün”, bir bedir – dolunay “gün”ü olacaktır. Bu yüzden tüm dolunaylara bir nevi kutsallık atfedilir. Ancak bunlardan bir tanesi özellikle kutlu olarak kabul edilir ki o da, ilkbahar ekinoksu’na (itidal-i rebia) tekabül eden dolunaydır.
Roma yılının tertibine amil olan kuram da aslında budur. Bilindiği gibi Latinler zamanı “kamerî” aya göre hesap edip dolunaylara ides adı vererek onu özellikle belirtirlerdi. Plutarkus bu sözcüğün, ışık anlamına gelen δı’oϛ’tan[27] müştak olup ides’lerin ayın haletine bağlandığını iddia ediyor. Buna karşılık, ayın ilk gününü ifade eden calendae de “gizlemek” karşılığı celare’den (Latince celatio, saklama fiili, gizleme manalarındadır) gelir ve ayın görünmez hale geldiğini ifade eder. Etimolojilerin sıhhatini bir yana bırakırsak ides ve calendae’lerin başlangıçta, ayın iki esas safhasını anlattıkları görülür.
Bu itibarla, içine ilkbahar ekinoksunu alan Mart ayı, yılın ilk ayı olmuştu. Bu ayın 15’i ides günü olmakla kalmayıp “Altın Gün”ün belirgin niteliğini ortaya koyan ayinlerle takviye edilirdi. Konsül’ler o günü göreve başlar, o gün bütçe yılının başlangıcı sayılırdı. Moğol takviminin Je-lü Ts’ay tarafından ıslahı, sırf pratik nedenlere dayanıyordu. Gazan Takvimi’nde malî sene başlangıcının 1 Receb 701 (2 Mart 1302) tarihinden itibaren kabulü, iktisadî nedenlerden ileri gelmişti[28].
Roma’nın kamerî hesabına yakın olmakla birlikte daha az hassas olan Musevîlerin hesabında, işbu kamerî ay kavramı o denli kökleşmişti ki aynı yareah sözcüğü hem takvim ayını, hem de gökteki dünya peykini ifade ediyordu. Ayrıca Yahve, femm-i muhsininden, Musa’ya, ilkbahar ekinoksuna yakın bir zamanda başlayan Nisan ayının, yılın ilk ayı olacağını telkin etmişti[29].
“Tarih” sözcüğü, Samî v-r-h köküne dayanmakta olup mezkûr yareah da buna iyi bir örnek oluşturur. Buna göre “tarih”in manası, gerçekte “ay”ın tarifi demek olur ki bir taraftan ‘‘bir hâdisenin, bir tarihî vakanın vadesinin tayin ve tespiti”, öbür taraftan da “bunun vukuu ânını, zaman devresini, kronolojisini” ifade etmek üzere gelişmiştir. Arap ay adlarının taşıdığı manalar (Safer=sarılık; rabî,’= ilkbahar vs.) eski Arap yılının kamerî-şemsî mahiyet arz ettiğine ve Yahudi (Tışrı) yılına az çok benzerlik gösterdiğince delâlet eder[30].
Kamerin devrine intibak eden 29 ilâ 30 günlük aylar aynen muhafaza edildiği sürece işler yolunda gidiyordu. Yıl, muntazaman ekinoksa mücavir yeni tulûda başlayıp kamerî aylar güneş mevsimlerine göre fazlaca ileri gittiğinde bir on üçüncü ayın (“embolismic” sene ) kendiliğinden araya sıkıştırılması, farkı kapatıyordu.
Zamanla, güneş senesini ayın devrine tekabül ettirerek tanzim etme fikri doğup da yukarıdaki sistem terk edilince “Altın Gün”e ait bütün gelenekler karıştı. Kolaylık sağlayan ay birimi muhafaza edilip bu ay, güneş senesi (sene-i şemsiyye) tamamen 12 kamerî ay ile doldurulacak şekilde uzatıldı. Güneşin yıllık devri ile bu 12 kamerî ay arasındaki farkı eskiden telâfi eden 12 ek (“épagomènes”[31]) günden her birini bir kamerî aya ilâve etmek suretiyle bu sonuca ulaşıldı. Böylece kamerî safha ile ay arasındaki temas kaybolmuştu. “Altın Gün”ün saptanması için birkaç yol ortaya çıkıyordu. Bunlardan en muhafazakârı sene başını ekinoks gününe oturtmaktan ibaretti. Altın Gün ise bundan 14 gün sonra, yani 6 Nisan’da, onun dolunaya tekabül edip etmediğine bakılmadan, yer alıyordu. Bu hesaba göre Altın Gün’ün sembolizmi iki yönden bozuluyordu. Önce kamerle bütün ilişkisini kaybediyor, sonra da ekinokstan kesin olarak ayrılıyordu. Bu sakıncalara çare bulmak üzere Altın Gün, seneyi açması gereken 14 gün nazar-ı itibara alınmadan, basitçe ekinoksa oturtuluyordu. Bu sâfiyane usul Orta Doğu’da hayli revaç bulmuştu. Suriye’de Atys azabı ayini ilkbahar ekinoksunda kutlanır, Manihaistler de Mani’yi Bema bayramında anarlardı. İranlılarda çifte bayram Nevruz (Farsça “yeni gün” anlamında) veya yılbaşı, dünyanın yaradılışını, insanoğlunun zuhurunu ve Yima’nın zaferini, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ilkbahar ekinoksunda tespit ediyordu. Ahriman bir güneş tutulması gününde dünyayı altüst etmemiş miydi…?[32] Böylece, Altın Gün’ün tarihinin saptanması sorununun çözüldüğünü farz edelim. Gökyüzünün aynı noktasına avdet etmekle güneş, bir bütün yılın bitip verimliliğinin temin edilmesi gereken bir yenisinin başladığı anı göstermiş oluyor. Bu anı hatasız olarak bilmek, hiç vakit geçirmeden yeni senenin girişini idrak etmek esastır. Onu unutmak, bütün kâinatı korkunç tehlikelere maruz bırakmak, ağır darbe indirmek için fırsat kollayan kötü ruhlara onu terk etmek demektir. Bu takdirde hayatî mesele nazariyat alanından müşahede (gözlem) alanına kayıyor.
Kolay bir rasat insanoğluna güneşin gökyüzündeki irtifaının, doğuşlarının doğu ufukları boyunca yer değiştirmesiyle özellikle belirdiğini öğretmiş. Şöyle ki güneş yılda ancak iki kez, ekinoks günlerinde, mutlak olarak doğudan doğar, buna karşılık her gün, kış asgarisi ile yaz azamisine tekabül eden iki had arasında değişen yeni bir noktadan tulû eder. Bu itibarla zaman ölçüsü (kronoloji), ilk insanın beyninde, güneşin doğuşlarının ve mezkûr iki sınır arasında bunların değişmelerinin gözlemine dayanıyor. Yılın bittiği ve yenisinin doğuşunun kutlanması gerektiği anı önceden görme olanağını veren basit rasathanenin şekli hakkında bir fikir edinebiliriz. Mesele, gözlemcinin bulunduğu noktaya dikilmiş bir çubuktan (şahit) itibaren doğu ufkunda güneşin doğuş noktasının sınırlarının saptanmasına irca oluyor. Bu sınırları tespit eden iki çubuğun dikilmesi, sorunu maddî olarak çözmüş oluyor (Şek. 6).
Şek.6
Bu kabil sınırlamanın en eski örneği megalithe’ler olup her iki Bretanya’da menhir’lerin yönleri üzerinde yapılan tetkikler, bunların kronografik değerini ortaya koymuştur. Bunlar, içinde gündönümü bayramlarının kutlandığı gerçek güneş mabetlerini oluşturmuşlardır.
Böyle bir “rasathane”nin zodyak’ın (mıntaka-i bürûç) keşfinde başlı başına rol oynamış olması gerektiğini belirtmekte fayda vardır.
Gerçekten, bu iki gündönümü sütununun arasında doğan yıldızlara mahsusî bir dikkat sarf etmek, güneşin kat ettiği bu yıldızlı bölgeye seçkin bir yer vermek, onu, güneşin çeşitli merhalelerine tekabül eden kısımlara bölüp bunların her birine özel bir mahiyet atfetmek doğal olarak akla gelecekti. Böylece, yılın on iki ayına iyi kötü intibak etmiş on iki (aylık) şekilli Zodyak doğmuştur. Bu gözlemlerin amacının güneşin gökyüzündeki mevkiinin tam olarak bilinmesi ve ayinlerle “temizlenmesi” gereken yeni yılın giriş anının kaçırılmaması olduğu yeter derecede izah edilmektedir.
Mısır’ın tarihî dönem abidelerindeki işaretlerin tetkikinden bu ülkede müş’ir menhir’lerin bilindiği anlaşılmaktadır. Evvelce makul bir gözlemin semeresi olan işbu sütunların dikilmesi keyfiyeti, gayri ihtiyarî ve geleneksel bir hareket haline gelme istidadını arz ediyor. Mısır mabedi, esas itibariyle içinde ilâhın suretinin bulunduğu bir cemaat çadırı (taberncle), bir ibadethane, bir sandukadan ibaretti. İlk dönemlerde dal ve yapraklardan yapılmış basit bir baraka bu işi görüyordu. Barakanın çevresi, kutsal mahalli sınırlayan kazıklarla çevrili olup kapısının ilerisinde, bir şahin şeklindeki güneş tanrı’yı ifade eden neter işaretini temsilen iki alâmet bulunurdu. Bu alâmetlerin mezkûr müş’ir menhir’lerin vârisi olduklarına inanmak için çok neden vardır. Gerçekten bunların doğan güneşe teveccüh ettirilmeleri âdeti yerleşmişti; şöyle ki rahip, fecirde, kutsal taş veya mihraptan, ufuktan tulû eden güneşe tapardı[33]. Mısırlıların bütün mabet kavramı, işbu ilkel davranıştan doğmuş olmalı.
Büyük Firavunlar döneminde tapınaklar, güneşin iki giriş sütunu arasında doğmasını sağlayacak şekilde bina edilmeliydi.
Sahn (naos) önünde sütun ve obelisklerin tevalisi bir mimarî fazlalık, temel unsurunun tekerrüründen başka bir şey değildi. Obelisklere gelince, müellifler bunların amaçları hakkında yeterli açıklık getirmişlerdir. Plinus’a göre “obelisklerin ismi, bunların güneşe vakfedildiklerini ifade eder; obelisk, güneş şualarını resmeder”. Appianus ise bu konuda daha kesin bir görüşle bu “dikili taş”ların bir nevi gnomon (gölgesiyle güneşin irtifaını gösteren sütun) olduklarını bildiriyor. Gerçekten menhirler de gördüğümüz gibi, güneşin doğuş mevkilerini gösterirlerdi.
Günümüzün arkeoloji bilginleri de bu “dikili taş”ların mistik vasfını taşlaşmış güneş ışınları olarak tanımlıyorlar.
Suriye-Filistin dünyasında achérim’ler, müş’ir – sütunlar geleneğini sürdürürler. Bunlara dair Herodotus ile Strabon, tafsilât veriyorlar. Ahd-i Atik’te khammanim adı altında benzer anıtlardan tekrar tekrar bahis geçer. Adları güneşle ilişkilerini gösteren bu sütunlar, mihrapların karşısında bulunup bunlara hâkim durumda olurlardı.
Dinî bakımdan Kıbrıs, Samî dünyaya bağlı bulunurdu. Tapınakları, bugün elde bulunan meskûkâttan bilinir. Bunlarda temel öğe olan konik kutsal taşın içinde bulunduğu üç katlı ve üst kısmı, muhtemelen tanrıçanın kuşlarına mahsus bir güvercinliğe ait üç deliği haiz bir nevi ibadethane görülür. Bunun önünde de yarı sütun, yarı obelisk, iki yüksek direk bulunur.
Helen dünyasında da heliotropon adı verilen yapının varlığını biliyoruz. Bu yapı, gündönümlerini saptamaya matuftu. Meton bunlardan bir tane Atina’da, Syros’lu Pherecydes de Samos’da tesis etmiş.
Pausanias, Arkadya’da Zeus’a ithaf edilmiş bir mihraptan söz ediyor. Bu mihrapların Şark[34] (Doğu) tarafında, Suriye usulü iki altın kartalı haiz iki sütün ona takaddüm eder. Kronometrik heyeti teşkil eden unsurlar bundan daha iyi tarif edilemezdi. Bunu dışında omphalos[35] tabir edilen kutsal taş cihanın merkezini temsil ediyordu. Bu merkez, coğrafî olmaktan çok siyasî ve dinî olup Zeus tarafından dünyanın iki ucundan uçurulmuş iki kartalın buluşma noktası idi. Böylece kutsal taş, sütunlar ve kartalların kronometrik binanın tarifine kifayet ettikleri kesinlikle kabul edilebilir[36].
“Evren… felektir” demiştik en başta. Arabî kökenli olan “felek”, gök, zaman, talih, baht, dünya, her gezegenin gökyüzündeki katı. Felek-ül-âlâ, felek-ül- eflâk, eski astronominin dokuz göğünden öteki felekleri içine almış olan dokuzuncu felek; sekizincisi on iki burcun bulunduğu felek-i sâmin, yedincisi, felek-i Zuhal (Satürn); altıncısı felek-i Müşteri (Jüpiter); beşincisi felek-i Merih (Mars); dördüncüsü felek-i Şems (Güneş); üçüncüsü felek-i Zühre (Venüs, Çobanyıldızı); İkincisi felek-i Utarit (Merkür); birincisi felek-i Kamer (Ay) (Mustafa Nihat Özün).
“Kudemaya (eskilere) göre, hareket-i müstedire (dairesel) ile müteharrik olan küre-i âlem ve bunun mıntıkası… Kudema feleği kürsiuşşekil (taht şeklinde), kevn ü fezada (yaratıkların var olup yok olmalarına) gayri kabil ve âlem- i kevn ü fesatta olan her şeyi muhat (çevreleyen) olmak üzere tasavvur ederlerdi…” (BTL).
“Falak (çoğ. aflâk)” Kur’an’da özgül “semavî küre” manasında geçmektedir. (XXI/33 ve XXXVI/40). Etimoloji ve anlambilim açısından uzun bir öyküsü vardır: onu Sümer kökenlerine kadar geriye takip etmek mümkündür şöyle ki bala pilak “yuvarlak olma” veya “çevresinde dönme” manasını haiz: Akadça, iğ’in helezonî devrimi ve de çift ağızlı baltayı ifade eden pilakku şeklinde karşımıza çıkıyor.
Falak, Grek σφαῐρα Latin sphaera veya orbis (küre)’ye tekabül ederken da’ire, κ’υκλοϛ ve Latin circulus ile eşit tutulabilir. Bîrûnî’ye göre da’ire ve falak aynı şey ifade eden iki terim olup birbirlerinin yerini tutabilirler. Ama bazen falak, küre’yi, özellikle müteharrik olduğu zaman, ima eder; bu itibarla falak, hareketsiz küreyi ifade etmez.
Kâinatın, müttehid-ül-merkez (eş merkezli) kürelerden oluşmuş olduğu, bunların içinde semavî cisimlerin Dünya’dan değişik mesafelerde döndüğü düşüncesi çok eskilere, muhtemelen I. Babilonya Sülâlesi’ne dayanıyor. Bu düşüncenin tarih içinde, Selefkî ve Helen dünyasındaki gelişmesi üzerine yayılmayacağız[37].
* * *
Yunanistan’la Girit arasında, Antikythera adası açıklarında batmış bir eski Helen hazine gemisi 1901’de keşfedildiğinde içinden garip bir âlet çıkıyor. Bunda çok sayıda dişli çark tertibi görülüyor. Bunlar disk ve bantlarla irtibatlı olup içlerinden bazıları da derece taksimatıyla Zodyak işaretlerine haizdir. Üzerinde bulunan ve denizin iki bin yıllık tahribatından arta kalmış yazıdan bu âletin güneş, yıldızlar ve gezegenlerin durumlarının saptanmasıyla ilgili olduğu anlaşılıyor. Arkeologlar bunun Milâdî II. yy.dan sonrasına ait olamayacağı fikrinde müttefiktirler. İşbu Antikythera âletinin elde mevcut en eski astronomi cihazı olduğu kabul edilmektedir. Arşimed’in sair çalışmaları arasında, yıldız ve gezegenlerin hareket halinde bir modelini yaptığı yazılı rivayetlerde ısrarla ifade edilir. Mezkûr âletin ünlü bilgine ait olabileceği düşünülmektedir[38].
Gök cisimlerinin yüksekliklerini ölçen usturlaplar (Astrolabe-Grek astron= yıldız ve lambanein= almak’tan) da yine Küçük Asya civarının icadı olarak biliniyor. İlk olarak İznik’te doğmuş Bithynialı Hipparkus (M.Ö. 190 – 125) bunu meydana getirmiş. Usturlabın bir başka mucidi olarak da Antalya civarında Perge’de doğup İskenderiye’de yaşamış Apollonius (M.Ö. 260-200) zikredilir. Yine İskenderiyeli ünlü Claudius Ptolemaeus (M.Ö. II. yy.), kitaplarında, yeryüzünün iki yarım küresini gösteren haritası için “Usturlap” adını kullanıyordu. Ptolemaeus’tan sonra aynı sözcük Ortaçağ ve XVI- XVII. yy.lar boyunca da aynı anlamda kullanılmış.
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde (Sultanahmet) birçokları arasında, XIII. yy. Selçuklu dönemine ait usturlaplar olduğu gibi Kopt (Kiptî) takvimine göre Mısır’da yine aynı yy.da yapılmış olanlar teşhirdedir. Bilindiği gibi Mısır’da Kıptî zümresi, Milâdî V-VII. yy.ları arasında Helenistik dönemin bilim ve tekniklerinin Araplara intikaline ve bunlar tarafından işbu bilimin yayılmasına yardımcı olmuştur[39].
Fot. 108 a (ön yüz) ve 108 b (arka yüz), Türk- İslâm Eserleri Müzesinde 2952 envanter No.su ile kayıtlı XIII. yy. Selçuklu usturlâbını gösterir. (Bunun ayrıntıları için bkz. Can Kerametli, op. cit.)
* * *
Zodyak olarak da bilinen burçlar kuşağı, astronomi ve astroloji’de (ilm-i nücum), Yer’in yörüngesinin ve Güneş’in yıl boyunca çizdiği yolun düzlemi olan tutulum dairesinin her iki yanında 9°’lik bölgelerde yer alan gökcisimlerini çevreleyen kuşaktır.
Tutulum Dairesi’nde (bir yıl boyunca Güneş’in gökküresi üzerinde çizdiği çemberin sınırladığı daire) yer alan takımyıldızların çoğu hayvanları simgelediğinden eski Yunanlılar bu bölgeye zôdiakus kyklos (hayvanlar çemberi ) ya da ta zôdia (küçük hayvanlar) adını vermişlerdi.
Burçlar kuşağı kavramı, M.Ö. III. yy.da Mısır’a girdiğinde, Doğu’dan Batı’ya doğru eşit aralıklarla sıralanan 36 parlak yıldızdan ya da yıldız sisteminden oluşan dekan sistemiyle kaynaştı. Yılın belirli on gününü etkileyen bir tanrı olarak kabul edilen dekanların her biri bir burcun üçte birine karşılık gelmekte idi[40].
Zodyak’ın 12 burcu, sırasıyla Arapça ve Türkçe olmak üzere şöyle sıralanır. 1- el Hamil (koç); 2- el Sevr (boğa); 3- el Cevza (ikizler); 4- el Seretan (yengeç); 5- el Esed (aslan); 6- el Sümbüle (başak); 7- el Mizan (terazi); 8- el Akrep (akrep); 9- el Kavs (yay); 10- el Cedî (oğlak); 11- el Delv (kova); 12- el Hût (balık).
* * *
“İklim” sözcüğü, meyil (arzın istiva hattından kutba doğru meyli) manasına gelen κλι’μα’nin muarrebidir[41]. Eratosthenes (ölm. M.Ö. 195) ve Hipparchus’u (ölm. M.Ö. 150’ye doğru) takiben Araplar küre-i arzın eşit genişlikte yedi iklime ayrılması esasını kabul etmişlerdi. Bir iklimin sınırlarını saptamada esas, oradaki en uzun günün süresiydi[42]. Halen “yedi iklim” ifadesi Anadolu’da “dünya” anlamına gelmektedir. Bir er “yedi iklimi” dolaştığında dünyayı dolaşmış sayılmaktadır.
* * *
Yukarda adı geçen Nev-ruz (Yeni Gün) yani yılbaşını ilkbahar ekinoksunda kutlama geleneği Anadolu’nun Şii mezhebine mensup sakinleri arasında bu gün dahi yaşamaktadır. Meşhur “Marifetname” müellifi Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703- 1780), müntesibi (baş halifesi) bulunduğu Şeyh İsmail Fakirullah’ın Siirt’in merkez köyü Tillu’daki türbesinde bununla (Nevruz’la) ilgili olarak “ibraz-ı marifet”te bulunduğu 1951 yılı kışında tarafımıza mahallinde anlatılmıştı. Şöyle ki Fot. 111’de görülen türbenin kulesine ve ufuk hattındaki bir kayaya yerleştirdiği menşur (prizma) ve adeseler (mercekler) sayesinde Nev-ruz günü güneşin şuası, tulûdan zevale kadar Şeyh Efendi’nin sandukasını baştanbaşa yalarmış. Rivayetin sıhhatini tahkik edememiştik.
Nevruz’a El’da belerze (Mart’ın 22’sine rastlayan gün ), Bt’de de bilbüze deniyor. Önemine binaen bu Nevruz üzerinde biraz eğleneceğiz.
Nevrûz, İran şemsî senesinin birinci günü olup Müslümanların kamerî yılında gösterilmemiştir. Ahmenîler zamanında resmî sene, güneş koç burcu mıntıkasına (itidâl- i rebiî) girdiği zaman, nevrûz ile başlamaktaydı; fakat halk arasında daha eski ve daha yaygın bir âdete göre, güneşin yaz inkılâbı navrûz sayılmış olmalıdır. Bu zaman hasat zamanına rastlanmakta ve bu münasebetle halk şenlikler yapmaktaydı; bu, aynı zamanda haraç (vergi) toplama zamanıydı.
Bunun tarihinde bazı karışıklıklar olmuş. Astronomik nedenlerin dışında insafsız vergi memurları, daha erken haraç toplayabilmek için, tarihte saptırmalara yönelmişlerdi. Daha sonraları, Sultan Melikşah tarafından takvimde değişiklikler yaptırıldığı zaman astronomi bilginleri nevrûzu itidal-i rebiî noktasına tekabül ettirdiler ve takvimin ilk günü de 10 Ramazan 471 (15 Mart 1079)’e rastlamış oldu.
Nevrûz ile birlikte halk her yerde şenlikler yapmaktadır. Sâsânîler zamanında İran’da hükümdarlar büyük şenlikler tertip ettirir ve hâkim olan geleneğe göre, onlara hediyeler verilirdi; onları eğlendirmek için halk sokaklara dökülür, ateşler yakar ve birbirlerine su serperlerdi.
Nevrûz Osmanlı döneminde sayılı günlerden biri olarak kutlanmış, güneşin Koç burcuna girdiği anda Nevrûziye denilen bir macun veya tatlı yemek âdet olmuştur. Saray’da hekimbaşı misk, amber, türlü baharat ve kokulu otlar ilâvesiyle hazırladığı macunu kapaklı porselen kâseler içinde padişaha akşamdan takdim eder ve kendisine hil’at giydirilirdi. Bundan kadın – efendilere, mevki sahiplerine de gönderildi[43].
Gölpınarlı da bu hususta ilginç ayrıntılar veriyor: “İran ve Türk şairleri Nevrûziyye denilen kasidelerle bu günü kutlamışlar, baharı övmüşlerdir. Halk şairleri de bu günü kutlamışlardır. Eski takvimlerde bu günü, ‘Evvel-i behâr ve tesâvî-i Leyi ü nehâr’, yani baharın ilk günü, geceyle gündüzün aynı derecede denk oluşunu yahut ‘Nevrûz-ı Sultan, Siyâhat-ı dervişan’, yani ‘Sultan Nevruz, yoksulların yolculuğu’ tarzında kaydedilirdi”.
“Zerdüşt dininde kâinat, Nevrûz’da yaratılmıştır. İslâm’daysa, Hz. Peygamberin son haclarının, Mart ayının başlarına rastlaması, hele, bu hacdan dönerken Hz. Ali hakkındaki buyrukları, bilhassa Ehlibeyt tarafını güden Müslümanların, Nevrûz’a özel bir önem vermelerine sebep olmuştur. Alevî ve Bektaşîlere göreyse Nevrûz, Hz. Ali’nin doğum günüdür…”
“Nevrûz’da birçok törenler yapılmış, eskiden beri bu töreler gelenekleşip sürmüştür. Bunların başında, yılın son Çarşambası gelir. Çarşamba, yıldız bilgisine göre pek kutlu sayılmaz. Bu inanç, Türkiye’mizdeki ‘Ayın son Çarşambası’ ve ‘Dokuz ayın Çarşambası’ deyimlerinde de belirir. Yılın son salı günü akşamı, gün battıktan sonra bir ateşin alevi üstünden üç kez atlamak, yılın kötülüğünü yakıp eritmek, yeni yıla arınarak girmenin sembolize edilişidir. Bundan sonra da yüz yıkanır. Çarşamba günü de kırlarda, su başlarında neşeyle geçirilir.”
“Nevrûz’da, güneşin Koç burcuna girmesinden en az bir saat önce hazırlanmış olan sofra başına oturulur. Nevrûz sofrasında, esenlik anlamına gelen ‘selâmet’e işaret olarak ‘S’ harfiyle başlayan yedi şey vardır: Sümbül, sumak, sirke, sebzi yani yeşillik, sir yani sarımsak, senced yani iğde, senemnu yani un helvası, aynı zamanda inanç nişanevi Kur’an, aydınlık belirtisi ayna, genişlik belirtisi altın vardır, bunlara Yedi Sin anlamına Farsça ‘Heft Sin’ denir.”
“Mevlevîlerde, Nevrûz sofrasında süt de bulunur. Bu süt kabına, Kur’an-ı Kerim’de, esenlik anlamına gelen ‘Selâm’ sözüyle başlayan yedi ayet, bir kağıda yazılarak atılmış, yahut önceden süt kabına yazılmıştır. Sütün rengi de loğusa şekeriyle pembeleştirilmiştir. Güneşin Koç burcuna girdiği anda herkes, besmele ve salâvatla, önündeki fincana konmuş sütü içer. Bu süt içiş töreni, Bektaşîlerle, Alevî bir neşeye sahip olan Rıfâîler’de de vardır”[44].
Daha önce[45] kendilerinden uzunca söz ettiğimiz Yezidîlerde yeni yılın birinci günü Sersâlie, yani “yıl (sâl)’ın başı” adını alıyor. Bu gün, Nisan’ın ilk haftasının Çarşamba’sına rastlıyor. Varlıklı olan o gün bir kuzu ya da öküz; fakir de bir tavuk ya da benzeri bir hayvan kurban edecektir. Et, Çarşamba’nın Yeni Yıl gününün arifesi gecesi pişirilecek. Gün doğunca da takdis edilecek. Yılın ilk gününde, ölülerin ruhlarının yattığı mezarlarda sadakalar verilecektir.
Harran’da Yeni Yıl Nisan’ın ilk gününe düşer ve altıncı gününde bir öküz kesip yenilir. Buna benzer bir uygulama da Hindistan Parsîleri arasında görülür; bunlar her Yeni Yıl’ın başlangıcında evlerinin girişine yaprak dizileri asarlar.
Babilonya mitolojisine göre insanoğlunun kaderi Yeni Yıl gününde irade edilip onuncu gününde tasdik edilir. Talmud’a göre Yeni Yıl günü en önemli muhakeme günü olup o günü bütün mahlûkat muhakeme için Hâlik’in önünden geçer. O gün, içinde günahkâr, müstakim ve aradaki sınıfın insanlarının kaderinin kaydedilmiş bulunduğu üç kitap açılır. Dolayısıyla da herhangi bir ters kararın bertaraf edilmesi için birinci günden onuncusuna kadar dualar edilip pişmanlık işlemleri uygulanır; irade de Kefaret Günü’nde tasdik edilir.[46]
* * *
“Resmî” takvimler tarihçesine kısaca değinmeden önce, dilimizin sadeleşmeye başlamasından önce kullanılan ayların adlarının kökenlerine bir göz atalım. Bunu Avram Galanti’nin kaleminden okuyacağız.
“Elyevm kullandığımız Türk aylarının isimlerinin menşe’i yabancıdır. Bu aylardan altısı Akadça (yani Asur- Bâbil lisanı), üçü Latince ve üçü Süryanîceden alınmıştır…”
“H. 397’de vefat eden Ebu Nasr İsmail bin Hamad el- Cevherî, telif ettiği ‘Tacü’l Lüga ve Sıhahü’l Arabiye’ nam kamusta, elyevm kullandığımız Haziran ayını zikrederken ‘Haziran bil- Rûmiye isim ve şehr (ay) kablel Temmuz’ diyor.”
“…Bîrûnî… eserinde, akvam-ı muhtelifenin o zamana kadar ve zamanında istimal eyledikleri ayların cetvelleri derç olunmuştur.”
“Mevzuumuzu ispata medar olabilecek bu cetvellerden üçünü biliktibas buraya aynen derç ediyoruz.”
“Cetvel şühurü’l etrâk (Türk ayları)…” Burada aşağıda mütalaa edeceğimiz 12 Hayvanlı Türk Takvimi’ndeki yılların adları sayılıyor ki Bîrûnî bunları ay adları sanmış. Göreceğimiz gibi hatasını sonradan düzeltmiş.
“Cetvel sehrü’l etrâk alâ kavl-el Uluğ Bey: Aram ay, ikinci ay, üçüncü ay, dördüncü ay, beşinci ay, altıncı ay, yedinci ay, sekizinci ay, dokuzuncu ay, onuncu ay, on birinci ay, hakşabat ay.”
“Cetvel-i şühurü’l Suryanîn.-Teşrin evvel, Teşrin âhır, Kânun evvel, Kânun âhır, Şubat, Azar, Nisan, İyar, Haziran, Temmuz, Ab, Eylül.”
“Ebû Reyhan (Bîrûnî), ‘Cetvel-i şühurü’l etrik’ namı altında topladığı ayların, hangi Türkler tarafından istimal edildiklerini yazmıyor ise de, bunların Türkistan-ı Şarkî’den madud olan ‘Hıtay’ ve Hıtay’ın Şimal’inde bulunan ‘Uygur’ Türkleri oldukları ve bu ayların Uygur Türkleri tarafından istimal edildikleri kolay anlaşılır. ‘Hıtay’ Türklerine gelince, bunlar dahi, Uluğ Bey zeycinin[47] mukaddimesinden anlaşılacağı veçhile, birinci ayın ismi başka olmak üzere, Uygur Türklerinin ay isimlerini istimal ederlerdi. Bu suretle Hıtayların ay isimleri bervechi zîrdir: Keskû[48]…”
“Kitab-ı Divanü Lûgat-it Türk’ün müellifi, eserini (H.) 466 senesinde itmam etmiştir. O zamana kadar Türk aylarının isimleri hakkında yazanlar, elyevm kullandığımız Türkçe ayların, Türkler tarafından istimal olunduğuna dair hiçbir şey zikretmediler. Buradan istidlâl olunabilir ki 466 senesinde, şimdiki Türkçe ayların isimleri gayrı müstameldi.”
“Yukarıda ismi geçen Ebül-Cevherî, ‘Haziran’dan bahsettiği vakit, bu ayın bir ‘Rûm’ ayı olduğunu zikrediyor. Şayet bu ay, Türkler tarafından istimal edilmiş olsaydı, Ebül-Cevherî’nin lügatında böyle bir kaydın bulunacağı tabii idi. Ebu Reyhan’ın (Bîrûnî), Türk aylarına tahsis ettiği cetvelde ‘Haziran’a tesadüf olunmuyor, halbuki ayni ‘Haziran’ ismi Süryanî aylarının cetvelinde mezkûr.”
“Kitâb-ı Divanü Lügat-it-Türk’ün müellifi, şehirlerde mukim Türklerin, Arabî ayları istimal ettiklerini ve köylerde bulunanların da seneyi dört kısma ayırarak her bir kısma ayrı bir nam verdiklerini yazıyor.”
“Hicret’in 806’da vefat eden “El- Kamûs el-muhit” müellifi, El-Şeyh Mecduddin Muhammed bin Yakub el Firûzâbâdî, Haziran ayından bahsettiği vakit ‘ism-i şehr- i bil-Rûmiye’ yazmıştır. Acaba el-Firûzâbâdî, bu cümleyi Tacü’l-lûga ve Sıhahü’l Arabiye’den mi nakletmiş, yoksa zamanında bu ayın yine bir Rûm ayı olduğu ve henüz Türkler tarafından istimal olunmağa başlanmadığı için başka bir kayıt ilâve etmeye lüzum görmemiş? Eğer faraziyenin ikinci şekli doğru ise, şimdiki Türk aylarının istimali mebdei bilnisbe yeni demektir.”
“Her ne kadar Türkçe yazılmış kitabeler ile eserlere vazolunan tarihlerin kâffesi Arabî ise ve bunların ianesiyle bu faraziyeyi hal etmek mümkün değil ise de, biz ikinci şıkın hakikate mukarin (yakın) olduğunu zannetmek istiyoruz. Bu baptaki hüccetimiz (delilimiz) budur: İbranî tarihinin 5283 senesinde (Milâdın 1524 senesine muadildir) Girit’te yaşamış Yahudi ulemasından Rabbi İlyahu bin Rabbi Elkane Kapsali’nin ‘Debiilyahu’ namıyla yazdığı ve bilâhare İtalya’nın Padova şehrinde tabettirdiği bir eserde, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından hekimbaşısı olan Yakub’a verilen ve mürur-u zamanla zayi olan bir fermandan bahsedildiği vakit, bu fermanın 583 senesinin Mukarrem’inde zayi olduğu zikr ve bu tarihin yanı başına da İbranî tarihi muadili olan 5213 senesinin Adar ayı da ilâve edilmiştir.”
“Şimdi burada bir sual varit oluyor. Bu İbranî muharrir niçin Arabî tarihini kullanmıştır? Acaba zamanında, şimdiki Türk ayları halk arasında müstamel değil miydi?
“Türkiye’nin umur-u maliyesinde müstamel olan ‘seni-i maliye’nin Sultan Mehmet Han-ı rabi (IV. Mehmet) zamanında kabul ve tatbik edildiği malûmdur. O zamana kadar maliye işlerinde de Arabî aylar kullanılırdı. Fakat Arabî aylar kamerî olduklarından, 1087 sene-i hicrîsinde, kamerî ve şemsî ayların gün farkından dolayı, Mart ayı vaki olmamıştır. Binaenaleyh bu mahzuru def etmek için ‘sene-i maliye’ namıyla bir sene kabul olunmuş ve bu bapta sadır olan ferman, 29 Mart 1088’de defatir-i resmîyeye kaydedilmiştir. Demek ki o zamanda, şimdiki kullandığımız Türkçe aylar, halk arasında kullanılırdı. Bu böyle olmakla, şimdiki Türkçe ayların istimali mebdeine dair varit olan sual yine cevapsız kalıyor. Şimdiye kadar vaki olan taharriyatımız (araştırmalarımız), bu son sualin cevabını temin edecek derecede semeredar olmamıştır. Fakat mesele henüz kapanmamıştır. Bundan başka, makalenin başında söylendiği veçhile, kullandığımız ayların menşei üç muhtelif membadan alınmıştır. Niçin? Bu suale, vesaikin fıkdanından (azlığından) dolayı, şimdilik katiyetle cevap verilmez.”
“Mütalâat-ı anifeden (biraz önceki) sonra, mevzu- u bahis ayların menşeini birer birer tadat edelim:”
“Mart-Eski Romalıların birinci ayı olup Latincesi Martius’dır. Bu aya, hasadı takdis veya mahveden ve tabiat ve güneş ilâhı olan mars ismini vermişlerdir. Bu ilâh, bir Mart’ta tevellüt ettiği için Roma ruhbanı, yevm-i velâdetini tesit ederlerdi. (Bizde Mart’ın birinci gününde gümrük devairinde yapılan merasimin menşei, eski Roma zamanında kalma bir âdet olsa gerektir).”
“Nisan-Akadlıların birinci ayı olup ismi Nissanu’dur. (W. Muss-Arnolt.- Assyrisch- english deutsches Handwörterbuch, s. 698). Manası henüz muayyen değildir.” (Bu Nisan ayını Ahd-i Atik’ten görelim: “Kral Ahaşveroş’un on ikinci yılında, birinci ayda, Nisan ayında, her gün ve on ikinci ayda, Adar ayına kadar her ay…” -Ester III/7-. “Ve vaki oldu ki, kral Artahşaşta’nın yirminci yılında, Nisan ayında, şarap onun önündeyken…” -Nehemya II/l).
“Mayıs-Eski Romalıların üçüncü ayı olup Latincesi Maius’dür. Bu ay, ilkbahar ilâhesi olan Maia ismine nispeten Mayıs yâd edilmiştir.”
“Haziran-Bu kelimenin menşei Süryanîce olup isim Heziron’dır. Manası henüz taayyün etmemiştir.”
“Temmuz-Akadlıların dördüncü ayı olup ismi Du’uz ve eskisi Tammuz’dur. Temmuz, Babilistan’da ilâhın ismiydi. Bu kelimenin manası hakkında müteaddit fikirler dermeyan edilmiştir. Bir İngiliz âlimi bu kelimenin, elyevm hemen gayri mütebeddil (değişmez) bir halde olarak Türkçede müstamel ve hınzir demek olan domuz kelimesinin ayni olduğunu söylüyor. (Proceedings of the Society of Biblical Archeology- London, s.198-200). Meşhur Asurculardan Halevy, Asurcada du’uzo kuvvet sahibi demek olduğundan tamm-uz’un da aynı mana ifade ettiğini beyan ediyor. Edward König, Temmuz’un Sümerce kelime olan Dummuzi- zuab’tan Akadcaya geçtiğini ve bu Sümerce kelimenin manası, ‘su derinliğinin hakiki çocuğu’ olduğunu da kaydediyor. (E. Koenig.- Hebraisches und aramaisches Wörterbuch zum Alten Testament, s. 546). Ahd-i Atik’te Tammuz kelimesi mezkûrdur (Hezekiel VIII/14). Nebi Hezikiel Tammuz hakkındaki fıkrası berveçhi zirdedir (aşağıdadır): ‘Ve beni Beytü’l Rabb’ın Şimal tarafında kâin kapunun medhaline götürdü ve işte orada kadınlar oturup Tammuz için ağlıyorlardı’.”
“Gerek bu fıkra gerek Hezekiel kitabının sekizinci babı, Yahudilerin ibadet-i hakikiye-i ilâhîyeyi terk ile bir takım mabutlara taptıklarını ve bunlar meyanında ‘Tammuz’ denilen ilâhın mevcut olduğunu ve kadınların bu ilâh için ağladıklarını hakidir (hikâye ediliyor). Eski zamanlarda Tammuz, ‘İlkbaharın kuvve-i inbatiyesi’ (E. Kautsch.- Die Heilige Schrift des alten Testament, C- I, s. 834) ilâhı olarak addedilmiş ve yaz mevsimine tesadüf eden ayda (ki Temmuz ayıdır) vefat etmiş olmakla, Yahudi kadınları, nebi Hezekiel’in tembihlerine rağmen, vefatından müteessir olarak ağlıyorlardı.’…”
“Yukarıdaki mütalâata ilaveten biz de bu baptaki fikrimizi beyan edelim: sevgili ve tetebbua gayet müsait zeminler teşkil eden Anadolu evlâdından olduğumuz için, vaktiyle tetebbuat-ı lisaniye ile iştigal ettik. Anadolu’nun bazı yerlerinde, hınzir demek olan domuz kelimesi, domuz, donguz, do’uz tarzlarında telaffuz olunur. Bâlâda (yukarda) Akadlıların bu aya verdikleri isim du’uzo… olduğuna ve bir İngiliz âliminin, bu kelimenin Türkçede müstamel olduğunu söylemesine ve Edward Koenig’in yine bu kelimenin menşei Sümerce olduğunu beyan etmesine bakılırsa, elyevm beynelulema (bugün, bilginler arasında) münazaünfih (tartışmalı) bir meseleye temas etmiş oluyoruz. Bu mesele de, Ural- Altay lisanlarının Sümerceye mukareneti (yakınlığı) meselesidir ki taraftarlarından biri Dr. Frity Hommel’dir (Geschichte des alten Morgenlandes., s. 35).”
“Bâlâda, Türk aylarının cetvelindeki son ay, ‘Tonguz’, ‘Tunguz’ ve ‘Tengiz’ şekillerinde gösterilmiştir. Üç muhtelif imlâ ile gösterilmiş bu ay ‘Temmuz’ ayıdır ki manası ‘hınzir’ demektir. Tonguz imlâsıyla gösterilen ay, Anadolu’da donguz telâffuziyle ifade olunan hınzir kelimesinin aynı değil midir? Bu böyle olduktan sonra eski Türklerin, Temmuz ayını Sümerceden veya Akadcadan aldıklarını dersek, iddia garip görünmemeli.”
Devam etmeden önce Galanti’nin “Türk aylarının cetvelindeki son ay Tonguz…” ifadesinden onun da Birûnî ve aşağıda göreceğimiz Deguignes gibi aylarla yılları bir an için karıştırdığı anlaşılıyor. Ama bu, çıkardığı genel sonucu bozmuyor. Onu dinlemeyi sürdürelim.
“Agustos- Eski Romalıların altıncı ayı olup Latincesi Augustus’tur. Roma’da, eski altıncı ayın ismi Sextilis idi ki manası altıncı demektir. Fakat Roma senatosu, imparator Augustus’un hıdematını (hizmetlerini) takdiren Sextilis’i Augustus’a tebdil etmiştir.”
“Eylül- Akadlıların altıncı ayı olup isim ululu’dur. Sevinçten haykırmak manasını ifade eden (W.Muss- Arnold, s. 46-7) bu kelime, ihtimal ki alalû’dan me’huz ve Ahdi-i Atik’te mezkûrdur (Nehemya VI/15).”[49]
“Bu kelimeyi yazarken hatırımıza bir şey geldi. İlân-ı Meşrutiyet’ten evvel Mısır’da bulunduğumuz zamanda, Mısır’ın âdatını (âdetlerini) tetkik ve tetebbü etmek maksadıyla halk eğlencelerini seyretmeye giderdik. Mısır düğünlerinde, huzzarın (orada bulunanların) şevkini artırmak için Arap muganniyeleri ara sıra ulu lu lu… diye haykırarak huzzarı sevince davet ederlerdi. Acaba, aynı hecenin tekrarından husule gelen bu kelime, aynı manayı ifade eden Akadcadan mı alınmıştır?”[50]
“Teşrin evvel- Akadlıların yedinci ayı olup ismi Tischritu’dur. ‘Başlamak’ manasını ifade eden (W.Muss- Arnold, s. 1201) bu ay, senenin kısm-ı sanisi’nin mebdeini teşkil ettiği için böyle tevsim edilmiştir (adlandırılmıştır).”
“Dozi, ‘Teşrin’ Arapçada sonbahar ve cem’i ‘teşarin’ ve teşarin ise, sonbaharda hayvanlara yedirilen dut ağacı yapraklan olduğunu (R. Dozi. -Supplément aux dictionnaires arabes I, s. 147), 1871’de Leiden’de de Goeje tarafından neşrolunan esere (Fragmenta historicorum Arabicorum) atfen yazıyor.
“Teşrin sani- Teşrin evvel hakkında varit olan mütalâatın aynı Teşrin sani için de varittir.”
“Kânun evvel- Süryanîlerin eski üçüncü ismi Konun’dur. R. Dozi, Kânun, Arapçada topraktan yapılmış ‘mangal’ veya ‘fırın’ demek olduğunu Burckhart tarafından yazılan esere (Travels in Arabia) atfen yazıyor. İspanya’da Escuriale kütüphanesinde bulunan ve İbni Behküval tarafından kaleme alınan bir yazma kitapta, Kânun evvel ve sani ve Şubat’ta, Ahmet ibn Said ibn Kûser el- Talituli’nin derslerine devam eden telamizinden (tilmiz çoğ.) birinin sözleri münderiçtir ki Burckhard’ın sözlerini tasdik ediyor. Tilmiz, berveçh-i zir ifade-i meram ediyor:”
“…” (Arapça).
Anlaşıldığı kadarıyla Kânunlar ve de Şubat, “mangal” ya da “fırın- tandır” ile ısınılan aylar oluyorlar…
“Kânun sani- Kânun evvel hakkında varit olan mütalâatın aynı; Kânun sani hakkında da varittir. ‘Kânun’un cem’i ‘kevanîn’dir.”
“Şubat – Akadlıların on birinci ayı olup ismi Schabatu’dur. Manası bir nevi buğdaydır (W. Muss. Arnold, s. 1003).”
“Bu malûmatı verdikten sonra başka bir sual soralım. Elyevm kullandığımız aylar, ne suretle şimdiki Türk takvimine dâhil oldu? Bu suale cevap vermezden evvel, Türk aylarının ekseriyetini teşkil eden ayların hangi kavimler tarafından istimal edildiğini söyleyelim:”
“Samî olan Yahudiler, Akad aylarının kâffesini, keza Samî olan Süryanîler, Akad aylarının dokuzunu ve gayri Samî olan Acemler, Babilistan’ı istilâ ettikleri vakit, Akad aylarını kabul ettiler (Keyhüsrev, Keykavus ve Dara zamanlarına ait olan ve Berlin müzehanesinde D harfiyle gösterilmiş masada teşhir edilen vesaikin kâffesi, İbranî telâffuzuna yaklaşan Akadca ayların isimleriyle müverrahtir -tarihlendirilmiş-. Bu vesaik, Milâttan 538- 486 sene evvel yazılmıştır…)”
“Türklerin, gerek Süryanîler, gerekse Acemlerle münasebette bulunmuş olmalarına nazaran, mevzu-u bahis ayların bir iki kavmin birinden alınmış olması varid-i hâtırdır. Fikrimize göre, şimdiki Türk takviminde görülen aylardan bazılarının Süryanîceden alınmış olduklarına bakılırsa, Latinceden gayri olan ayları Süryanîceden ve Latin ayları da ihtimal ki Bizans’tan Türkçeye geçmiştir. Türkçede müstamel Latin ayları Yunancada da müstamel olduklarından, bunların aslı Yunanca olduğu iddia edilemez. Çünkü eski Yunan aylarında, Mart, Mayıs, Ağustos bulunmadığı gibi Ağustos ayı da, yukarda söylendiği veçhile, Roma senatosu tarafından ‘masnu’ bir ay idi ki yeni Yunanlılarla asla alâkası yoktu.”
“Yukarda, Türklerin Süryanîlerle münasebatta bulunduklarını söyledik. Bu, muhtac-ı izahtır. Mevzu-u bahis Türklerden maksat, Selçuk Türkleridir. Selçukîler, Küçük Asya’da müteaddit hükümetler teşkil ettikleri gibi, Suriye’de de Milâdın 1075-1150 tarihine kadar devam eden bir hükümet de teşkil ettiler. Suriye ahalisiyle temasta bulunmuş Selçukîlerin, Süryanî aylarını kabul ettiklerini ve bilâhare bu ayların Osmanlı Türklere geçtiğini farz etmek doğru olabilir.”
“İşte, fikrimizi tekrar ederek deriz ki: Elyevm kullandığımız Türk ayları, Suriye cihetinden alınarak Selçukî Türkler marifetiyle Osmanlı Türklere intikal etmiştir.”[51]
Şimdi Galanti’nin ifadelerini itmam edici bazı bilgileri ekleyelim.
BTL, “ay (kamer)”ı Garp, Azerî ve Kazan Türkçelerine ait bir sözcük olarak gösteriyor. DELT’de Keresteciyan da şu yakınlaşmalara işaret ediyor: Asur dilinde ea ve Sümerce adu = ay tanrısı: yine Sumerce aku = ay; Sanskrit dilinde agni=ateş; Çince Yuei = ay; M.Ö. 1600’lara dayanan Argos eyaleti (Yunanistan’ın Kuzeyi) sakinleri aya Iw adını vermiş olup ilk kralları İnachus İopolis adlı bir kent kurmuş.
Osmanlıcada kullanılagelen ay adlarının kökenleri de şöyle biliniyor:
Suriye’de Palmyra (M.Ö. III. binden başlar) yazıtlarında adı geçen aylardan kânun, daha sonraları Süryanîlerin ay adları arasında kânûn kedem yahut kadmaya ve kânûn hray yahut hraya şeklinde görülüyor. Arapça Kânûn avval’a bir hadîste rastlanır: “İçecek vs.yi içeren çömleklerin ağzını kapalı tutun” demekle eski bir inanç dile getiriliyor. Güya yılda bir gece (Kânûn avval’ın bir gecesinde) veba, ağzı açık çömleklerden geçermiş. Bir başka hadîs de ilkini tamamlıyor: “Aramızdaki yabancılar bunun kânûn al-avval olmasından korkarlar”. Kânûn kelimesi Arapçada “ateş ocağı” anlamına gelmektedir[52] ki resmî takvimin “Ocak” sözcüğü bunun bir çevirisi olmalıdır.
Sultantepe tabletlerinde de tıbbî sihre dair “…’nın sağ tarafı sıcak, sol tarafı soğuk ise; gözleri titrer, burnu kanar ise; bu adama Şebat ayında, dördüncü günde, Entanabarguz yıldızı altında büyü uygulanmıştır. Bu, ölüm demektir” diye okunuyor[53]. Şubat, Süryanî yılının 5.ayı olup bu ad, aşağı yukarı tekabül ettiği ikinci İbranî ayı olan Şebat’tan alınmadır[54].
İran’da, etrafında efsanelerin billûrlaştığı “ilk insan”lar arasında Gaya Marta Gayômart zikredilir[55]. “Mart”, Ermenice “adam” demektir. Martius da Romalılarda Mart ayına tekabül eder. İlk Roma takviminde, yani M.Ö. 46’da Julian takviminin kabulüne kadar birinci ayı temsil etmiştir. Savaş tanrısı Mars’tan müştak olup Gregorien takvimin üçüncü ayını temsil eder.
Babilonya’da sihirbazlar esaslı bir eğitime tâbi tutulurlardı. Sargon döneminde bunlar saray erkânı arasında bulunup Assurbanipal’a yazılmış bir mektupta “kâtipler, kâhinler, sihirbazlar, tabipler, falcılar ve sarayın bütün adamları Nisan ayının 16’sında yemin etmelidirler” deniliyor[56]. Mezopotamya metinlerinde bu ayın adına sık sık aynen rastlanıyor[57]. Sözcüğün Samî kökenli olduğundan şüphe yok. Nitekim kaos ejderiyle döğüşüp onu sonunda öldürerek yeryüzünde nizamı sağlayan tanrı Bel’in Palmyra’daki mabet hücresi, M. S. 32’de Nisan’ın altısında kutsanmış olup işbu tarih bizi bu ayda kutlanan Yeni Yıl Festivali bağlamına getiriyor [58].
Nisân, Süryanî takviminde yılın 7. ayının adıdır. Bu ayın adı Yahudi dinî yılının birinci ayından (âdî senenin 7. ayı) alınmıştır ve zaman bakımından aşağı yukarı ona uymaktadır. Nisân, Roma yılının Aprilis ayına tekabül etmektedir[59].
Gregoryan takviminin 5. ayı olan Mayıs, Romulus yılının 3. ayı idi. Adı, Mercure- Hermes’in anası mümbitlik tanrıçası Maia’dan müştak Latince Maius’tan galattır. Greko- Romen dünyasının insanları bu ayın birinci gününde yeniden denize açılırlardı (Hermes, ticarete, belâgate riyaset edip Jupiter’in mesajlarını insanlara ulaştırırdı)[60].
Süryanî takviminde yılın dokuzuncu ayının adı olan Hazîrân sözcüğü ile tarif edilen aya, Romulus tarafından tertip edilen Roma takvimindeki yılın 4. ayı Junius tekabül eder. İran takviminde Hardad ayının 21’inden Tir ayının 21’ine kadar süren dönemdir[61]. Eski Roma takviminde 29 gün olan Junius’un 30. gününü Sezar ekletmiştir[62].
Süryanî Mar – Yeşua, 494- 507 yıllarına ait Urfa, Amid ve Güney- Doğu Anadolu vakalarını, Bizans- Sâsanî savaşlarını anlatan “Vakayi’nâme”sinde (VI. yy.), 500’de vaki olan bir çekirge afetini şöyle zikrediyor: “… Bu yılın (500) Âdâr (Mart) ayında, topraktan üzerimize çekirgeler hücum etti… Bunun arkasınca Nîsân (Nisan)’da mahsul ve öteki şeylerde pahalılık baş gösterdi. Buğdayın dört modii[63] bir dînâr (altın)’a satılıyordu. Khazîrân (Haziran) ve Tammûz (Temmuz) aylarında bu bölgenin ahalisi, yaşamanın bütün çarelerinden aciz kalmışlardı…”‘
Yine eski Teodusiupolis (Erzurum) muhafızının İran’dan kaçmasını anlatırken de “İranlılar tarafına geçmiş bulunan Teodusiupolis vâlisi Konstantin, onlarla anlaşamayacağını kestirince Khazîrân (504 yılı Haziran) ayında öteden kaçtı… (504 yılı) Tammûz ayında yine Romalılar, Âmid’deki İranlılarla çarpıştılar…”[64]
Tarihler Asurlu Sargon’un M.Ö 713’de Tamuz ayında Urartu’ya karşı sefere çıktığını yazıyor[65]. Halen Temmuz veya Tammuz, Süryanî takviminin onuncu ayı, Yahudi dördüncü ayından alınmış olarak bilinir[66]. Mar-Yeşua’nın bunu nasıl yazdığını yukarıda gördük.
Aşağıda Aksaraylı Kerimüddin Mahmud’dan naklen verdiğimiz Rûmî ay adları arasındaki Âb (Ağustos) ifadesine yine Vakayi’nâme’de rastlıyoruz: “… yeniden Âb (Ağustos) ayında bütün Pers ordusu, Hunlar, Kadişâyâ ve Armenyalılar ile birleşerek Opadnâ’ya karşı geldiler…” (op.cit., s.35). Küçük Asya’nın Güney- Doğu bölgelerinde o dönemlerde Rûmî ay adlarının revaçta olduğu buradan anlaşılıyor. Gerek Julius, gerekse daha önceki Roma takviminde bu aya Sextilis (altıncı ay) adı verilirdi. İmparator Augustus’un bu aya rastlayan çeşitli başarıları nedeniyle bu aya onun adı verilmiş. Türkiye böylece Roma İmparatorluğu’nun bir anısını daha yaşatmaktadır.
M.Ö 609’da Asuruballit Harran’ı muhasara eder. Tammuz ayından beri sarılmış şehir Elul ayında hâlâ zapt edilmemiştir. Nabopalasan yardımına koşar… Böyle anlatıyor, dönemin tarih belgeleri[67]. Eylül- Aylül (ÈLÙL), Süryanî ve Geldanî Suriye takviminde yılın 12. ayının adı oluyor.
Caracalla ve Macrinus’un Harran’da darp edilmiş tetradrahmilerin üzerinde, Harran’ın ünlü ay tanrısı Sin’in işareti olan bir hilâl bulunuyor. Wa’el’de bulunan bronz sikkelerde de üçgen alınlı mabet yapısı ile birlikte bunun adı olması muhtemel bir yazı bulunuyor ki bu, büyük tereddütle ‘lh ‘lwl, Eylül’ün tanrısı şeklinde okunuyor. Elul, Babilonya aylarından birinin adı olmalıdır.
Bu arada Palmyra ve Dura- Europos’ta Venüs (Zühre) yıldızı olarak Dea Syria’nın özellikleri olarak sekiz uçlu yıldızları görüyoruz. Keza bunların katlanmış şekli olan on altı uçlu yıldız da, sabah ve akşam yıldızı olarak Atargatis- Venüs’ü ifade etmiş olmalıdır[68].
Aşağıda bir Sekiz Yulduz Ahkâmı’nı göreceğiz.
BTL- “Teşrin”in Süryanî kökenli olduğunu yazıyor.
Roma- Bizans tarihinde hippodromlar, renklerle belirlenmiş fırkaların mücadelelerine sahne olurlardı. İşlemekte olduğumuz konuyla ilgisi dolayısıyla bunlara dair kısa bir olaya yer vereceğiz.
II ve III. yy. hahamlarına (Jose, Jochanan, Zera) ait bazı Midrasch (“şerh”)ler, hippodromların düzenlenmesini Hz. Süleyman’a çıkartan bir Yahudi geleneğinden söz ediyorlar. Bunlara ait bir metni veriyoruz:
“Rabbi Jose’ye göre bunlar (fırkalar) dört şubeye bölünmüşlerdi. Kral ve hizmetkârları, akiller ve tilmizleri (âlimler), rahipler ve Levit’ler mavi giyinmişlerdi, bütün İsrailliler beyaz giyinmişlerdi, kasaba ve köylerden ve geri kalan yerlerden olanlar kırmızı giyinmişlerdi ve Kral’a armağan sunmak üzere uzaklardan gelen cihanın halkları yarı sarı, yarı yeşil giyinmişlerdi.”
“Tilmizi ona (Rabbi Jochanan’a) bu dört tür elbise ne için?
O, ona cevap verdi. Dört devreye (Tekuphoth) tekabül ediyor; Tischri Tekupha’sından Tebeth (güz) Tekupha’sına günler mavi gibi olur; Tebeth’ten Nisan’a (kış) kadar kar düşer, bu nedenle giysiler beyazdır; Nisan’dan Tammuz’a (ilkbahar) kadar deniz, üzerinde seyahate uygun olur bu nedenle giysiler açık renk’tir (sarımtırak yeşil); Tammuz’dan Tischri’ye, (yaz) kadar meyveler iyi ve kırmızı olur, bu nedenle de giysiler kırmızıdır.”[69]
* * *
‘Tarih” sözcüğü, müşterek Samî v-r-h köküne dayanmaktadır (mesela İbranîcede Yârêah ‘ay, kamer’, Yerah ‘ay’ sözcüklerinde görüldüğü gibi). Buna göre “tarih”in manası, gerçekte ‘ay’ın tanımlaması demek olur ki bu mana bir taraftan “bir olayın, bir tarihî olgunun vadesinin saptanması”, öbür taraftan da “bunun vukuu ânını, zaman devresini, kronolojisini” ifade etmek üzere gelişmiştir. Bîrûnî’nin şüphe ile bakılan bir ifadesine göre “tarih” sözcüğü Farsça mâhrûz’un muarrebi olmalıdır şöyle ki mâhrûz’da (yani ay-gün’de), ay başlangıçlarının saptanmasının bahis konusu olduğu görülmektedir. Bu varsayım, çeşitli tarihçiler tarafından hicrî yılının İslâm takviminin başlangıcı olarak kabul edilmesinin al-Hurmuzân tarafından Ömer’e yapılan öneri üzerine vuku bulduğuna dair hikâyeye bağlanabilir.
Eski Arap takviminde özellikle ay adlarının taşıdığı manalar (Safer I, II, rabî I, II, cumâdâ I, II, Ramazan) eski Arap yılının kamerî- şemsî mahiyet arz ettiğine ve Yahudi tişri yılına az çok benzerlik gösterdiğine delâlet eder. Ancak, Arap bedevi kabileleri ile öbür yerleşik uluslarda başlarda sadece ayın safhalarına bağlanan zaman taksimatı (yani sırf kamerî yıl) mevcut idi. Şemsî yıla intibak ise daha sonraki bir dönemde vaki olmuştur. Bîrûnî, daha başka bilginlerle mutabık olarak Yahudi takvim yılına dayanarak sırf kamerî yıldan kamerî- şemsî yıla geçişin hicretten iki yüz yıl önce vuku bulduğunu söylüyor. Hicrî tarihten hemen önce Mekke’de sadece kamerî yılın varlığını kabul eden Mahmud Efendi tarafından iktibas edilen daha sonraki varsayım, 571 Mart’ında vuku bulan, Müşteri- Zühal (Mars- Satürn) kıranının (Kirân al-Dîn)[70] Peygamber’in doğumuna doğrudan doğruya takaddüm eden bir zaman içinde gerçekten vuku bulduğu hususları şüpheli görülmektedir. Yılın başlangıcı, Arapların kamerî- şemsî takviminde ve keza Yahudilerde sonbahara isabet eder.
Yedi günlük hafta sisteminin Araplara Babillilerden veya eskiden beri yedi günlük haftanın var olduğu Yahudi kültür dairesinden alınmış olduğuna delalet eden bir hayli husus mevcuttur. Yirmi dört saatlik müddete yewm, bunun gündüze tekabül eden kısmına ise nahâr denir. “Gündüz ve gece” tabirinde yawm, layla sözcüğünden önce, nahâr ise layl’ın arkasından gelir[71]. Fischer bunun nedenini şöyle gösteriyor: birincisi ilk Samî hesabına göre, güneşin doğuşundan öteki doğuşuna kadar olan zamanı, ikincisi ise, kamerî yıl ile ilgili olarak akşamdan akşama olan zamanı aksettirir.
Müslümanlar hicrî tarihle Eski Türk Takvimi dışında Zuhal ile Müşterî’nin ilk kıranına dayanarak saptanmış Tufan tarihini (bu kuram Tufan’dan 229 yıl 108 gün önce vaki olmuş); Tufan’dan 2604 yıl sonra tahta çıkmış Buhtunnasr takvimini (eski Kıptî takvimi de denir); İskender’in babası Filip takvimi; İskender takvimi (yeni Kıptî takvimi); Selefkîler takvimini; İran takvimini de kullanmışlar[72].
Orta Asya Türkleri, İslâm’ı kabullenmeden önceki dönemlerde benimseyip de Ortaçağın son zamanlarına kadar kullanmaya devam ettikleri Oniki Hayvanlı Takvim’i, konunun gelişme tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır. Moğol istilâsı Maveraünnehir, Altın Ordu ve İran alanlarına Türk-Moğol ve Ural- Doğu kültürüne bağlı Uygur geleneklerini yaymış, bu arada bu takvim de birçok Türk devletinin resmî uygulamasında yer almıştır. Hülâgü zamanında Meraga rasathanesinin kurucusu ünlü Nasırüddin Tûsî’nin (XIII. yy.ın ilk yarısı) döneminde İran’da Oniki Hayvanlı Türk Devresi kullanılıyordu.
On iki yıllık daimî bir devir teşkil eden bu takvimin her yılı muayyen bir hayvana nispet edilir ve her yıl, mensup olduğu hayvanın adını alır. Devreyi teşkil eden hayvanlardan her biri, devrederken mensup oldukları yılların kaderi üzerine, belirli bazı hükümlere göre, etkin olur. İslâm- Türk bilginlerince işbu takvim, “Tarih-i Türkî, Tarih-i Türkistan, Tarih-ı Khıta ve Uygur, Sâl-i Türkân” tesmiye edilmiştir[73].
Şimdi bu takvimin öyküsünü, doğruca Kaşgarlı’nın ağzından dinleyelim (I/344- 348):
“Pars: Türklerin on iki yılından biri. Bu, şöyle olmuştur: Türkler on iki çeşit hayvanın adını alarak on iki yıla ad olarak vermişler; çocukların yaşlarını, savaş tarihlerini ve daha başka şeyleri hep bu yılların dönmesi ile hesap ederler. Bunun kökü şöyle olmuştur:”
“Türk Hakanlarından birisi kendisinden bir kaç yıl önce geçmiş olan bir savaşı öğrenmek istemiş, o savaşın yapıldığı yılda yanılmışlar; onun üzerine bu iş için Hakan ulusıyle geneş (müşavere) yapar ve kurultayda ‘biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla birer ad koyalım; sağışlarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım; bu, aramızda unutulmaz bir andaç olarak kalsın’ dedi. Ulus, Hakanın bu önergesini onayladı.”
“Bunun üzerine Hakan ava çıkar; yaban hayvanlarını ‘Ilısu’ya doğru sürsünler diye emreder. Bu, büyük bir ırmaktır. Halk bu hayvanları sıkıştırarak suya doğru sürer. Bu hayvanlardan avlarlar; bir takım hayvanlar suya atılırlar; on ikisi suyu geçer; her geçen hayvanın adı bir yıla ad olarak takılır. Bu hayvanlardan birincisi ‘siçgan= sıçan’ imiş. İlk önce geçen bu hayvan olduğu için senenin başı bu adla anılmış ve ‘sıçgan yılı’ denilmiş; bundan sonra sırasıyla geçen hayvanların adları yıllara verilmiş:”
“ud yılı : Öküz yılı
pars yılı : Pars yılı
tawışgan yılı : Tavşan yılı
nek yılı : Timsah yılı
yılan yılı : Yılan yılı
yund yılı : At yılı
koy yılı : Koyun yılı
biçin yılı : Maymun yılı
takagu yılı : Tavuk yılı
ıt yılı : Köpek yılı
tonğuz yılı : Domuz yılı”
“Sayı ‘tonğuz’ yılına varınca dönülerek yine ‘sıçgan yılı’ndan başlar”
“Kaşgarlı Mahmud der ki: Biz, şu kitabı yazdığımızda dört yüz altmış altı (466) senesinin Muharrem ayı idi, yılan yılı girmişti. Bu yıl geçip de 467 yılı olunca ‘yund yılı’ girecekti. Hesap, sana gösterdiğim üzere olacaktır.”
“Türkler, bu yılların her birinde bir hikmet var sanarak onunla fal tutarlar, uğur sayarlar; söz gelimi: Ud yılı girdiğinde savaş çoğalırmış; çünkü öküzler birbirleriyle vuruşurlar, tos yaparlar. Takagu yılında yiyecek çok olur, ancak insanlar arasında karışıklık çıkarmış; çünkü tavuğun yemi danedir; daneyi bulabilmek için çöpleri, kırıntıları birbirine karıştırır. Timsah yılı girdiğinde yağmur çok yağar, bolluk olurmuş; çünkü timsah suda yaşar. Domuz yılı girince kar ve soğuk çok olur, kargaşalık çıkarmış. Böylece Türkler, her yıl bir şey olacağına inanırlar. Türklerde haftanın yedi gününün adı yoktur; çünkü hafta denilen şey İslâmlıktan sonra bilinmiştir.”
“Ayların adlarına gelince: Şehirlerde Arapça ad kullanılır. Göçebe olan ve Müslüman bulunmayan Türkler, yılı dört ayrıma bölerek ad verirler. Her üç ayın bir adı vardır. Yılın geçmesi bununla bilinir: Yenigün’den (Nevruz) sonra ilkbahara ‘oglak ay’, sonra ‘uluğ oglak ay’ derler; çünkü bu ikinci parçada oğlak büyür. Bundan sonra ‘uluğ ay’ denir; çünkü bu parça yaz ortasıdır; yeryüzünde nimet bolarır, hayvanlar büyür, süt çoğalır; başkası da böyledir. Az kullanıldığı için öbür adı söylemiyorum, sen anla”
Osman Turan, adları yıllara alem olan hayvanların Moğolca adlarını da veriyor:
I (Sıçgan) Khuluguna VII (Yund) Morin
II (Ud) Uker VIII (Koy) Khoin
III (Bars) Bars IX (Biçin) Meçin
IV (Tavışgan) Toolai X (Taguk) Takıya
V (Lu) Loo XI (İt) Mokkai
VI (Yılan) Makkoi XII (Tonguz) Khokai
Bazı kaynaklar, bu arada mezkûr Bîrûnî (X. yy.)[74], bu hayvan adlarını ay adları sanmışlardır. Keza Deguignes (Joseph de Guignes, 1721-1800, Fransız Çin dili ve kültürü uzmanı), Şu-King’den çevirdiği ve Hüseyin Cahit (Yalçın)ın Malta sürgünlüğü sırasında dilimize kazandırdığı “Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların tarih-i umumîsi” adlı kitabında M.S. 840 yıllarında “…Tataristan’da zuhur etmiş bir kaç Türk prensliği… (arasında) Kie- kia- su yahut Kie- kou namında bir Türk milleti vardı ki… uzun boylu, kumral saçlı idiler. Seneleri on iki kısma tefrik ederlerdi. Her ay bir hayvan ismi taşırdı. Üçüncüsüne kaplan senesi namını verirlerdi. Bu da elyevm Tataristan’da müstamel olan usule mutabıktır” diyerek.[75] Çinli tarihçinin bu aynı hatasını aktarıyor. Öbür yandan R. Giraud, Bazin’den istiare ederek bu takvimin Çin resmî takvimi ile ayni olduğunu ifade ediyor[76]. Khıtay ya da Kıtaylar X. yy.da Kuzey Çin’e egemen olmuşlar, adları sonradan bütün Çin’e alem olmuş. Keza Divanü Lûgati’t-Türk’te Khıtay, Sin, yani Kuzey Çin’i (Güney Çini de Masin olmak üzere) ifade ediyor[77] (Günümüzde Türkçede Çin ü Maçin deniyor).
Çok daha eskilere bir göz atalım.
Kapadokya tabletlerinde bir “incirler ayı” (sa ti’inatim) ile bunun yerine kullanılan Sîn ayının varlığı okunuyor. Yine Tebetu ayı bazı hallerde Kanunu ayının yerini alır. Kral Samsi- Adad I, na-ab ri-i yerine Dagan ayı tabirini kullanır, muhtemelen ailesinin tanrı Dagan’a olan özgül sadakatinden ötürü[78].
Bunlarda yine bir hamustum tabirine rastlanıyor ki etimoloji itibariyle beş günlük bir süreyi kapsaması gerekirse de (hamis= beş) burada bu bahis kesinlikle ifade edilememektedir. Herhalde bir aydan küçük bir süreyi ifade ediyor[79]. Aşağıda “elli günlük kış”, hamsin’i- mütalâa edeceğiz.
Dönelim Asya’ya. 1026 yılında iki Gayrimüslim Türk hakanı, Kıtâ Han ile Bugra Han’dan Gazneli Mahmud’a elçiler geliyor. Muhtemelen Karahanî sülâlesine mensup olan bu Han’lar Mahmud’a inkıyatlarını ve evlenmeler yoluyla Gaznevîlerle ittifak arzularını bildiriyorlar. Mahmud bunları büyük onurla karşılıyor ama şu yanıtı veriyor: “Biz Müslüman’ız ve siz kâfirsiniz, bu itibarla sizlere kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi veremeyiz; ama İslâm’ı kabul edecek olursanız, mesele halledilebilir”.
Bu Türk sefaret heyeti, P. Melioransky tarafından yayınlanmış bir anonim filolojik eserde de zikrediliyor. Yazar bunda tabip Şeref ü Zaman el- Marwazî’nin Tabai- i hayavân’ından söz ediyor. Bu kitap Çinlilerin ve Türklerin nahiyelerinin (nawahi) adlarını veriyormuş. Mahmud’a gelen mektuplar, Çin’in sahib’i ve Türklerin hakanı tarafından 418/1027’de gönderilmişmiş; yazar buna, mektupların 1024’e tekabül eden sıçan yılının beşinci ay tarihini taşıdıklarını ekliyor. Şeref üs-Zaman bu kaynaklardan Türk takvim devrinin on iki hayvanının adlarını almış. Bu cetvelde balık yılı lu (ejder)inkinin yerini almış ve bars yılı keza aslan yılı tesmiye edilmiş[80].
İslâmî tarihlerle On iki Hayvanlı Takvim’inkiler arasında birçok uyuşmazlığa Kaşgarlı’da rastlanır. Bu eserde mutabakatlar sadece örnek olarak verilmiş olup akılda tutulacak olanlar şunlar oluyor:
Hicrî 469 (5 Ağustos 1076 – 24 Temmuz 1077) 1076 Lu (Ejder) Yılı’nda başlayıp 1077 Yılan Yılı’nda bitiyor;
Hicrî 470 (25 Temmuz 1077-13 Temmuz 1078), dönemi içinde 1078 Yund (At) Yılı’nın başlangıcını içerecektir.
Kaşgarlı’da bunlardan başka tetabuk görülmüyor. Bunlar doğru olmakla birlikte On iki Hayvan Yıllarının başları için saptanmış kesin tarihler hakkında bilgi vermiyor; o ise ki, “orthodoxe” Çin tanımlamalarına uygun Çin-Türk takvimi bunlar için aşağıdakileri veriyor:
Lu – Nek (Timsah-Ejder) Yılı’nın başı: 8 Şubat 1076;
Yılan Yılı’nın başı : 27 Ocak 1077;
Yund (At) Yılı’nın başı : 17 Ocak 1077;
Kaşgarlı bunların hiç aksini söylememekle birlikte bunları kesinleştirecek bilgi de vermiyor. Belki de daha fazlasını o da bilmiyordu. Gerçek olan, onun aşina olduğu ve bütün kesin tarihlerini verdiği tek takvimin İslâmî takvim olduğudur.
Bu saptamalardan sonra, Kaşgarlı’nın verilerine dönelim. Onun çağında (XI. yy.), bildiği (kısmen İslâmlaşmış) Türklerin yıllar itibariyle mutat olarak kullandıkları takvim, On iki Hayvanlı Takvim’di: Türkler bunu özellikle çocuklarının yaşını saymakta ve muharebelerin tarihlerini tespitte kullanıyorlar.
Ama iş aylara ve günlere gelince, durum hayli karışıyor: Kentlerin İslâmlaşmış Türkleri, Arap aylık takvimini takip ediyorlar; ama Gayrimüslim göçebelerin, yılı dört mevsim ve aylara bölen kendi öz tertipleri vardı ve gezegensel haftayı kullanmıyorlardı. Kaşgarlı’nın bu sonuncu ayrıntısı hayli ilginç oluyor şöyle ki bir yandan, VIII. yy.ın ortasından itibaren, Sogdian ülkesinin yerleşik uygarlıklarına tekabül eden ve Çinlilerin “Batı” tesmiye ettikleri yerlerle öbür yandan, IX. yy.dan itibaren Khoço yerleşik Uygurları veya hiç değilse bunların Manihaist ve Buddhist takvimcilerinde gözlenenlerle önemli bir farka işaret ediyor.
Yani, özetle, ne Manihaist, ne Hristiyan, ne Buddhist, ne Müslüman olan ve az çok “Şamanist” kalmış göçebe Türkler, XI. yy.da gezegensel haftayı kullanmıyorlardı. Buna sadece nispeten “Batı” da Kaşgarlı’nın tanıdığı, esas itibariyle Karahanî devletinin İslâmlaşmış kentlileri aşina idiler. Bunlar Arap aylarını da kullanıyorlardı.
Kaşgarlı’nın zikrettiği, özellikle Oğuzlar olan göçebe Türkler, çoğunlukla büyük göçler, sonunda, VIII. yy.a kadar Türk soy adını aldıkları T’ou-kiue egemenliğindeki topraklardan geldiklerine göre, gezegensel hafta T’ou-kiue’ların da meçhulü olmuş olmalıydı. Bu sonuncular, On iki Hayvan Devri içinde yılların, “Çin usulü” terkim edilmiş (rakamlanmış) Ay’ların ve Ay’ların terkim edilmiş bölümlerinin ifadesiyle sınırlı Çin -Türk takviminin bir eski şeklini uyguluyorlardı.
Türklerde olduğu gibi başka uluslarda da gezegensel haftanın benimsenmesi, ya litürjilerinde (Judaizm, Hristiyanlık, Manihaizm, İslâm), ya da astrolojilerinde (Buddhism) bunu hesaba katan dinlerin benimsenmesine bağlı olmuştur.
Kentli ve İslâmlaşmış Türklerin XI. yy.da, Arap takvimindekinin dışında (On iki Hayvan yılları’nı folklorlarında kullansalar bile) başka ay takip etmedikleri keyfiyetine gelince bu, genel bir vakıa olarak kabul edilmiyor. Şöyle ki, aynı çağ civarında Bîrûnî’nin, biraz daha Doğu’daki bir bölgeye ait tanıklığı bunun aksini gösteriyor. O, bilimsel kişiliğiyle (bilimsel) takvimlerin astronomiye ait tanımlamalarıyla esastan ilgili olup Çin’den tevarüs edilmiş bilimsel ve yarı-bilimsel geleneğe ait Çin-Türk aylarının bir çift listesini, bunların menşeini bildirmeden bize intikal ettiriyor. Bütün bunlar ise, Kaşgarlı’nın bilgi dağarcığının dışında kalıyor. Kendisi de bunun farkında olduğundan bir takvimi nitelendirmek için elzem olan bu kabil ayrıntılardan geri duruyor. En çok yaptığı, İran astronomi yılının ve İran dilli ve kültürlü ulusların sivil takvimlerinin başı ve İlkbahar tesavii olan Nevrûz’u zikretmek oluyor. Bunu, sıraladığı üç “Türk” ayı adlarının hareket noktası olarak gösteriyor. Gerisi ve özellikle On iki Hayvan Yılları’nın hareket noktası hususunu meskût geçiyor.
Mamafih, yılın, her biri üçer aylık olup göçebe ve İslâmlaşmamış Türklerin halk hesabının temelinde olan “dört kısmı”ndan söz etmeden hemen sonra Nevrûz’dan söz etmesi, işbu Dört Mevsim’in İlkbahar Tesavii’nden hiç değilse yaklaşık olarak hareket ettiğini açıkça telkin ediyor ki Türkçe konuşulan dünyada ezelî gelenek olan Dört Mevsim derhal fark ediliyor. Bu “dünya” ise, onun bildiği Türklerle meskûn bölge oluyor: Hazer Denizi’ne kadar (Oğuz’ların oturdukları yerleri içeren), Kaşgar bölgesi ile Batı Türkistan ile birlikte Karahanlılar Devleti.
Bu Dört Mevsim, yâz “ilkbahar”, yây “yaz”, küz, kış, çok eski tarihlere çıkan bir sistem oluşturuyor. Bunların her biri, mutat olarak üç (kamerî) aydan oluşup doğruca Türk (Çin- Türk değil) geleneksel senesinde yer almak için, Çin takviminin müdahalesi dışında, “ilkbahar yeşillenmesi- filizlenmesi” ile başlıyor şöyle ki sıradan ilkinin yâz’ın, ilk Ay’ı, işbu yeşillenmenin belirdiği Ay olacaktır. Bu da, Türkçe konuşan ve özellikle Kaşgarlı’nın iyi tanıdığı ulusların çoğunun oturduğu vasat enlemli bölgelerde Türk Dört Mevsimi’nin ilkini, ilkbahar başlangıç Ay’ını, İlkbahar tesavii (ekinoksu) civarına yerleştiriyor. O halde, Kaşgarlı’nın sözünü ettiği XI. yy. göçebe Türklerinde İlkbahar’ın Birinci Ay’ı, Tesavi civarında başlamalıydı ve bundan istidlâl edileceği üzere Dört Mevsim, Tesavi ve Gündönümleri’ne doğru başlayacaktı.
Yine çok eski bir takvim geleneği olarak Ay’lar, “Başlangıç Ay’ı”, “Orta Ay” ve “Nihaî Ay” olmak üzere Dört Mevsim’e nispet edilerek tesmiye ediliyor. Türkiye Türkçesinde: ilk güz (ayı) “Eylül”, orta güz “Ekim”, son güz “Kasım”…
Yine Kaşgarlı’nın zikrettiği, Nevrûz’dan itibaren üç ilkbahar ayı, ezcümle oğlak ay (Mart-Nisan), ulug oğlak ay (Nisan-Mayıs), ulug ay (Mayıs- Haziran), tamamen değişik bir sisteme, göçebe hayvancıların halk takvimi’ne bağlanır. Bunun günümüzde yaşayan örneklerini, tarımcılarınki ile birlikte aşağıda göreceğiz.
İşbu “meslekî” takvim unsurlarının daima mahallî kaldığını, bölgeden bölgeye bazen çok büyük farklar arz ettikleri hep gözlenmiştir. Kaşgarlı bunu hangisinden almıştı?…
Nitekim Bîrûnî, Kaşgarlı’nınkinden tamamen farklı tanımlama ve mahalle ait bir ulug ay’ı zikretmesi, bunun sınırlı bir yayılmaya sahip olduğunu göstermeye yeter.
Burada, daha az ilginç olmayan husus, Divan’da okuduğumuz Türk folklor unsurları oluyor.
On iki hayvan efsanesinin dikkate değer yanı bunun çerçevesinin Karahanlılar Devletinin beşiklerinden biri olan, daha doğru olarak ili bölgesinde bir Türk hanlığı oluşudur. Böylece Oniki Hayvan Devri, XI. yy.da, Çin’den uzaktaki bölgelerin Türkleri tarafından “millîleştirilmiş” oluyor, Çin kökenini, Kaşgarlı’nın kendisi gibi, bilmeden. Ve Türkler, bütün samimiyetleriyle bu Devri kendi icatları sanıp buna, en az üç asırdan beri temessül etmiş olarak, bir ata mirası gözüyle bakıyorlar. İslâm bilginleri de, Kaşgarlı ve Bîrûnî’ye dayanarak, bu görüşü paylaşıyor. O ise ki sonuncuların öğretileri, bazı küçük farklarla Çin ve Çin-Türk halk astrolojik geleneğine sadık kalıyor. Bu hususlardaki ayrıntılara[81] girmiyoruz. Ama yine bazı Asya Türk-Moğol devlet takvimleri hakkında kısaca bilgi vermekte fayda mülâhaza ederiz.
XI.yy. ile XII.nin başında Karahanlılarla Orta Asya’nın Türkçe konuşan bölgelerinin Batı kesiminde İslâm’ın egemenliği kesinlikle yerleşmiş görünürken yaklaşık 1130’dan itibaren Kara-Kıtay’ların istilâsıyla bu egemenlik anîden sarsılacaktı.
Bu Buddhist ve Çinlileşmiş Moğollar, ethnik grupları Kıtay’ların X.yy.ın ortasında 1122’ye kadar, başkenti Pekin olmak üzere inkıyat altına aldıkları Kuzey Çin’den Tunguz Çurcat’ların istilâsıyla kovulmuşlardı. 1130 ile 1142 arasında, Kaşgar, Buhara ve Semerkand’la birlikte Karahanlıların topraklarını fethetmeyi başarmış ve hükümranlıklarını İslâmî Hwarezm Sultanlığı ve özellikle Buddhik kültürlü Khoco’nun Uygur Devleti’ne yaymayı başarmışlardı.
Bunlar, ne İslâm’ı söküp atmaya ne de zorla Buddhismi icbar etmeye kalkışmamış gibiydiler. Ama politik alanda bunlar hiç şüphesiz İslâm’ın hasımları idiler ve İmparatorluklarının dâhilindeki faaliyetleri Çin-Buddhist geleneği doğrultusunda olmuştu. Bunların ilk hakanı iyi bir Çin aydını olarak biliniyordu ve Devletinin içinde Khoço’nun Uygur Hanlığı Çin kültürünün, hiç değilse Türk- Moğol dünyasınca temessül edilmiş haliyle, ağırlığını artırıyordu.
Böyle bir imparatorlukta resmî takvimin o çağda iyice tespit edilmiş Çin astronomi kanunlarınca saptanmış olduğundan emin olunabilir. Gerçekten, bunun doğru uygulanması XII. yy. ve XIII. yy.ın başında, K’i-tan Liao, sonra da Kin çurcat’lar ve Güney’in “ulusal” Çin “kısmî” sülâlelerinin takvimleriyle tüm bir mutabakat sağlıyordu. Nitekim 1202 yılında, o zamanlar Kara-Kitay’ların egemenliği altında bulunan Khoço Uygurlarınca takip edilen takvim, Türk varyantı içinde, en çapraşık astrolojik ayrıntılarına kadar, tam bir Çin-Buddhik resmiyeti içindeydi. Kara- Kitay’ların ethnik olarak Moğol doğrultusundaki bu İmparatorluğun Doğu’sunda, XIII. yy.ın ilk yıllarında, başka bir güç, doğruca Moğollarınki, Cengiz Han’ın idaresinde gelişip pekişiyordu. Bildiğimiz gibi bunlara Pasifik’ten Akdeniz’e kadar olan coğrafî alanda, boyun eğmeyen kalmayacaktı.
Böylece de, İslâmlaşmış veya İslâmlaşmamış Türk âleminin tümü, XII. yy.ın ikinci yarısında ve XIII. yy.ın başında Moğol İmparatorluğuna, her ne kadar İslâm’ın Doğu kesimini kapsıyor ve tedricen bu dinî ve sosyal ideolojinin etkisine açıksa da, idareci gruplarının Çin ve Çin-Buddhik kültürü ile mülemma bir Orta Asya Türk-Moğol geleneklerini muhafaza edip değerlendirdiği bir uygarlık alanına, dâhil olmuş bulunuyordu. 1280’den sonra Song’ların kesin ifnası ile Orta’nın İmparatorluğu’nun tümüne egemen olan Cengiz Moğolları Sülâleleri Yuan’ların (1215-1368) Çin’e yerleşmesi ve bazen gergin olmakla birlikte her zaman var olan Çin Moğolları ile Orta Asya ve Ön Asya’nınkiler arasındaki bağlar, Çin’den Avrupa’ya insanların, tekniklerin, fikir ve emtianın tedavülüne olanak sağlayacaktı.
Takvim her şeyden önce bir Devlet işi olduğundan Moğollar, eski Çin-Türk Oniki Hayvan Takviminden başkası olmayan kendilerininkini İmparatorluğun tümüne icbar edeceklerdi. Bu takvim, göçebeler arasında olduğu kadar yerleşik halklar arasında da, astrolojik uygulamalarıyla, görülmemiş bir itibar kazanacaktı ve bu, Türk ve Moğol dünyasının az çok tümünde (Osmanlılar hariç) XX. yy.ın başlarına kadar sürüp gidecekti (günümüzde Anadolu’da bunun yaşayan örneğini aşağıda göreceğiz).
Çin astronomisinin kurallarına göre mükemmel hesabı sağlanmış olan bu takvim, ayrıca, Batı ve İslâmî bilimsel katkılarla da daha kesinleşmişti. Bu katkılar, sadece Çinli değil, aynı zamanda, muhakkak olarak, Moğol İmparatorluğu bürokrasisinde çok önemli bir role sahip olup ona yazılarını vermiş olan Uygur Türkleri uzmanlarınınkiydi. Böylece de takvim, Doğu Türkleri arasında en azından VIII. yy.dan itibaren başlamış olarak eski T’ou- Kiue ve sonra Uygur geleneğini en sadıkane şekilde devam ettiriyordu.
Olabildiği kadar “Türk” olan bu takvim, XIII. yy.da Moğol hükümranlığı ile yayılacaktı.
“Moğolların Gizli Tarihi” (Manghol-un Niuça Tobça’an), müstakbel Cengiz Han, Timuçin’in (doğumu – yaklaşık – 1168) gençliği ve 1185’Iere kadarki gençlik yıllarına ait dönem için hiçbir sabit kronoloji türüne dayanmıyor. Çok sayıda soya değgin ve somut ayrıntı içermesine rağmen ancak aşağıdakiler gibi müphem bağlantılar veriyor: “(Anneleri Alan- ho’a) bir ilkbahar günü, kıştan kalmış[82] bir koyunu pişirerek…” (s. 17, par. 19); “bahar yaklaşıp ördekler gelmeye başlayınca…” (s. 10, par. 27); ilkbahar günü Ambahai- hakan’ın kadınları…” (s.23, par. 70)…
Ancak bir yerde “Temuçin dokuz yaşında iken Yeşugai -ba’atur onun için annesi Ho’elun’un (akrabaları olan) Torgut kabilesine mensup Olhuno ‘ut’lardan, (yani) kendi dayılarından kız istemek maksadıyla[83], Timuçin’i alarak yola çıktı…” (s. 19. par. 61) deniyor. Bu ifade, sabit bir takvime dayanma olanağının yokluğunda XII. yy. Moğollarının, eski Türkçe konuşan uluslar gibi, yaş yılları olarak bireysel kronolojilere başvurduklarını gösteriyor.
Bütün bunların içinde kesin bir tarihe bağlanan tek ifade de şöyle: “(Temucin) köylerde sıra ile (her evde) birer gece bırakılıyordu. Yazın ilk ayın on altısında ayın bedir gününde, Taiçi’ut’lar Onan sahili boyunca toplantı (ziyafet)[84] yapmışlar, güneş batınca da dağılmışlardı…” (s. 31. par. 81).
Bu olaylar 1186-1188 civarında vaki olmuş olmalıydı. Böylece de Moğollarda, XII. yy.ın sonuna doğru ilk kez bir kamerî ay tarihi zikredilmiş oluyor. Bunun metindeki şekli “Yaz’ın Başlangıç Ay’ı”dır.
Yüzyılların Çin etkisine rağmen mevsimlerin Türk tanımlaması genelde, İranlıların ve Avrupalılarınkine benzer bir yerli geleneğe uygun olarak kalmışken, yani bölgelerin çoğunda mevsim taksimatını Tesavi ve Gündönümleri’nden başlatırken Cengiz Han’dan itibaren tarih yüzüne çıkmış Moğollar ve aynı bölgelerde oturan ahfatları Dört Mevsim’i Çin usulü tanımlıyorlar, yani Tesaviler ve Gündönümleri bunların ortasında bulunuyor: kaburin kugus “İlkbaharın ortası= İlkbahar Tesavii”; namurin kugus “Güzün ortası= Güz Tesavii”. İş böyle olunca da Gizli Tarih’te mezkûr yazın ilk ayın on altısında, ayın bedir gününde tarihinin, mevsimlerin ve mevsimler içinde Ay’ların, Çin takviminin 4. Ay’ına tekabül eden Yaz’ın İlk Ay’ının Çin usulü tanımlamasına dayandığı muhakkak gibidir.
Derken aniden, Timuçin’in büyük zaferler kazanıp Cengiz Han olduğu olaylar zincirinin 1201’den itibaren anlatımında Oniki Hayvanlı Takvim, “Gizli Tarih”te beliriyor: “Bundan sonra, tavuk yılında (1201) Hadagin ve Salci’ut (kabileleri) anlaştılar…” (s.69, par. 141). Sanki Çin takviminin Türk (ve sonra Türk- Moğol) varyantı, Cengiz Han ailesinin mutat kullanımına ancak onun reisinin önemli bir hükümdar olmasından itibaren girmişti. Herhalde, artık iyice genişlemiş bir göçebe Devlet’in kesin örgütlenme zahmetine bağlı olarak kullanımı belki de manidar bir politik olayla da bağlantılıydı: Kuzey – Doğu Moğolistan’ın Tatar’larına karşı Cengiz Han ve Käräyit’lerin Pekin Kin’lerinin Kuzey Çin imparatorluğu ile 1198 civarındaki ittifakı.
VIII. yy.da Moğolistan’da Türk (T’ou-kiue) ve Uygur’ların çok açık evveliyatı, Oniki Hayvanlı Takvim şeklinde yaygınlaştırılmış Çin takviminin benimsenmesi ile Çin Sarayı arasında politik ilişkilerin kurulmasının bağlı olduklarını göstermiştir ki bu Kin’lerle geçici ittifak dahi, Cengiz Han ile çevresindeki Moğollarca bu aynı takvimin kabulünün XII. yy.ın bitiminde vaki olması sonucuna götürmüş olabilir.
“Gizli Tarih”, bundan böyle (1201’den itibaren) olayları Oniki Hayvan Yılları’na bağlamış oluyor[85].
“Asya uluslarının çoğu gibi Moğollar geleneksel olarak bir kamerî takvim uygularlardı ve ancak yakın zamanlarda bunu şemsî takvime tahvil ettiler. Moğol İmparatorluğu’nun resmî takvim sistemi çok çapraşıktı. İmparatorluk döneminin ilk bölümü sırasında Arap ve Müslüman kaynaklardan Batı etkisi büyük olup Çinlilerin kayıtlarında Hui-hui-li tabiriyle geçen İslâmî takvim de, Çin’de Moğollar tarafından kullanılıyordu. Mamafih, Moğolların Çin’i fethetmelerinden sonra, Han’ların Çinli danışmanları tarafından dâhil edilen Çin takvimi kronolojiyi hesap etmede başat olmuş…”
“1930’larda, İç Moğolistan’da özerk hareketin yükselmesiyle Cengiz Han’ın saltanatından itibaren hesaplanan bir takvim bir süre kullanılmış. Bu sisteme göre yıllar ve kayda değer olaylar 1206’yı yıl 1 olarak kabul etmek suretiyle saptanıyordu. Böylece Hohehot’a yerleşmiş (sonradan Kalgan’a taşınan) Moğol hükümeti Cengiz Han 731 (1937)’de kurulmuştu.”[86]
Bütün hayvancı kavimler gibi Moğolların da, aşağıda göreceğimiz gibi günümüz Anadolu’sunda yaşayan bir “doğasal” takvimi vardı: koç katımı vs… Bunun dışında bir de Astrolojik Takvim’leri vardı ki çağımıza kadar kullanılmıştır. Bunda Ay’ların adları Oniki Hayvan Devri’ninkiler olup Sıçgan’dan başlıyordu. (kulugana sana “Sıçgan Ay’ı” 11.; hükär sara “Öküz Ay’ı”. 12; bars sara 1.; vs…) Bu ay, kış gündönümünü içeriyordu (Çin, Çin-Türk ve Çin-Moğol takviminin 11.si). Bîrûnî ve Deguignes’i şaşırtan bu keyfiyet olmalıydı.
Khoço Uygurları gibi Moğollar da, çağımızda olduğu gibi “klasik” çağda, “saatleri (Çin usulü)”, Sıçgan Saati’nden başlamak üzere (kulagana çak, l.saat, yakl. saat 23 ilâ 01) Oniki Hayvan’la gösteriyorlardı[87].
Osman Turan, Moğol çağından itibaren çeşitli Müslüman yazarlarda, İslâmî takvimle birlikte kullanılmış Oniki Hayvanlı Takvim’den bahisleri toplamış[88]. Sadece birini, örnek olarak veriyoruz: Şerefüddin’in verdiği Timurleng’in doğum tarihi 25 Şa’bân 736, Sıçgan yılı, 8 Nisan 1336’ya tekabül ediyor…
* * *
Rusya’nın Çu bölgesini (Balkaş gölünün Güney- Batı’sında) ilhakından yirmi yıl kadar sonra, 1885’de, Rus kolonları burada birbirinden yaklaşık 55 km aralıklı iki Ortaçağ Nasturî Hristiyan mezarlığı keşfediyorlar: pek önemli olmayan ilkinin yanı sıra, Pişpek’in (Şimdiki Frunze- SSCB’nin Kırgızistan başkenti) 11 km Güney’inde çok daha büyük ve 3000 kadar mezar içeren bir diğeri var.
Bunlardan 550 kadarı okunmuş. Dilleri Süryanîce ve Türkçe ve % 80’i tarihli. En eskisi Milâdî 1201, en yenisi de 1345 tarihli (bu tarihler tahville elde edilmiş olup Milâdî tarih hiç geçmiyor!). Şahidelerde kullanılan tek alfabe, Türkçe metinler ya da bölümler için bile Süryanî alfabesi olup dil, Nasturî Kilise’nin dinî dili olan Süryanîce (%97’den fazlası). Sadece 14 şahide tamamen Türkçe; bunların tarihleri 1278 ile 1337 arasında sıralanıyor. Süryanî “Hristiyan ad”ların çoğunlukta olmasına rağmen Türk adları geniş ölçüde bulunuyor, aynı aile içinde, hattâ aynı kişide Süryanî ve Türk adları okunuyor.
Şüphesiz XIII. ve XIV. yy.larda bölgenin başat dili Türkçe idi ama bu keyfiyet İranî, hattâ Moğol unsurların varlığına engel değildi. Her halükârda, Kilise dili olan Süryanîce, kesin olarak halkın konuşma dili değildi.
Mezar taşları üzerinde okunan tarihlere tekabül eden çağlarda bu bölge 1130 ile 1211 arasında, Çinlileşmiş Moğol Kara- Kıtayların hükmü altında bulunmuş, bir istikrarsızlık döneminden sonra, 1218’de Cengiz Han Moğollarınca fethedilmiş. 1227’den sonra Çağatay ulusu’nun bir parçası olmuş. Bu tarihî koşulların sonucu olarak Karahanlıların XI. yy.da tuttukları İslâm zevale uğramış ve buna karşılık olarak Nasturî Hristiyanlık önemli bir gelişme arz etmiş ve hattâ, XIV. yy.da Roma Katolikliği de köklenmiş. Çağatay Hanlığının Moğol hükümdarları genelde (syncretisme kuvvetli bir eğilimle) Buddhist olup Hristiyanları, çoğu kez şiddetli olan Müslüman girişimlerine karşı uzun süre korumuşlar. Ancak XIV. yy.ın ikinci yarısında Moğol hükümdarlarının İslâm’ı kabulleriyle kuvvet dengesi değişmiş ve Orta Asya tamamen Türkçe konuşan yerleşik halkla meskûn bu bölgelerinde Hristiyan cemaatleri tedricen yok olmuş.
Şimdi Çu mezar şahidelerinin yazılarını inceleyelim.
Nasturî Kilisesi’nin Süryanî takvimi (şemsî) aylar ve istisnasız her dört yılda bir artık gün (kebise-29 Şebât) bakımından Julian tipindendir. Ancak takvim başı Selefkîlerin İskender İmparatorluğununkidir: 1. Yıl, 1 Ekim M.Ö. 312’de başlar. Ay adları şöyle oluyor:
Teşrîn kedîm Ekim Nisân Nisan
Teşrîn hrâi Kasım İyyar Mayıs
Kânûn kedîm Aralık Hezîrân Haziran
Kânûn hrâi Ocak Tâmmûz Temmuz
Şebât Şubat Âb Ağustos
Adâr Mart İlul Eylül
Ayrıntılarına girmediğimiz Nasturî Kilisesi’nin Süryanî takvimi sadece dinî kullanıma münhasır olup Hristiyan veya değil, mahallî halkın sivil takvimi, işbu XIII. ve XIV. yy.larda hiç şüphesiz Oniki Hayvan Takvimi’dir.
Gerçekten, (ölüm) tarihi konulmuş 430 şahideden sadece 37’si, yani % 10’dan biraz azı yalnız Selefkî tarihi haizken %90’dan çoğu yılın Hayvan’ına rücû eder. Hatta 35 yazıt münhasıran böyledir. En geniş kullanımda (tarihlendirilmiş yazıtların %82’den fazlası) aynı zamanda Selefkî yılbaşı ile Oniki Hayvan Takvimi’ninki okunuyor: bir yandan dinî yıl, öbür yandan mutat sivil yıl.
Bu yazıtlarda Oniki Hayvan adları iki dilde, Süryanîce ve Türkçe olarak görülüyor. 1218’den beri bölge Moğol hâkimiyeti altında bulunmasına rağmen Moğolcaya rastlanmıyor.
Süryanî terimler basitçe Türk terimlerinin çevirisi oluyor ve bu sonuncular doğruca Uygur geleneğini devem ettiriyorlar. Aralarında çok küçük farklar bulunan bu terimleri tekrarlamıyoruz. Sadece Süryanîcenin Takagu’yu eril “horoz” olarak çevirdiğini belirtelim. Türkolojik çevirilerde, Oniki Hayvan Takvimi’ndeki takıgu veya takagu, “tavuk” değil de “horoz” olarak veriliyor. İşbu takıgu, Çin ki (“gallus”) gibi cins adı olup hem dişiye, hem de erkeğe uygulanabilir: XI. yy. Karahanlı Türkçesinde erkek takagu “horoz”, tışı takagu “tavuk” Oniki Hayvan’a dair Çin astrolojik kavramlarında, bahis konusu olan “horoz” (“gallus”)dir. “Tavuk” olarak yorum, Türklerin Farsçadan münhasıran erkeği ifade eden horoz’u istiare ettikten sonra vaki olmuş ve bundan böyle de takıgu ve varyantları (Osmanlı tavuk, vs.) sadece “tavuk”a alem olmuş[89].
* * *
XI.yy.ın ortalarından büyük Moğol İmparatorluğu’nun ilk asırlarına kadar Komanlar, Anadolu Türkleriyle, Türkçe konuşan halklar arasında Hristiyan (Slav, Bizanslı ve hattâ Latin) Avrupa ile en doğruca ilişkileri olanlardan biri olmuşlardı. İslâm ve Türk kaynaklarda bunların aşiret konfederasyonları Kıfçak veya Kıpçak adıyla anılmakta olup bunlar, komşuları eski Kırgızlar gibi, beyaz tenli, sarışın veya kızıl saçlı insanlardı.
XIII. yy.ın sonuna doğru bunlar Kırım’da Venedikli ve Cenevizli kolon ve tacirlerle ve Alman Fransiskenlerle temasta idiler ve Hristiyanlığa davet edilip duruyorlardı. Kuzey’de Hristiyan Ruslarla temasları, bazı şeflerinin, XIII. yy.ın başından itibaren, tanassur etmeleriyle sonuçlanmıştı. Ve XIV.yy.da da Roma Katolik’i Komanlar görüyoruz ki Fransiskenler bunlar için Latin dua ve mezmurları Komancaya çeviriyorlardı.
Venedik Saint-Marc kitaplığında bulunan Codex Comanicus önemli bir Latin Fars- Koman sözlüğünü de içeriyor. Bu Codex 1294- 95 yıllarında Kırım İtalyan kolonları tarafından kaleme alınmıştı. Bunda, XIII. yy.ın sonunda, Türkçe konuşan ve birçok yönden atalar geleneklerine çok yakın kalmış bir ulusun takvim sistemini ilk elden buluyoruz.
Codex’in Latin-Koman sözlüğünde, zamanın temel bölümlerinin bütün eski Türk adları yazılmış:
kün < sol >, <dies > = “güneş”, ‘gün’
tün < nox >= “gece”.
ây < luna >, ‘mensis’= “ay (gezegen)”, “ ay (zaman)”
yâz < vev >= “ilkbahar”.
yây < estas >= “yaz”.
küz < autumnus > = “sonbahar, güz”.
kış < hiems > = “kış”.
yâş <etas >, <vita > = “(kaçıncı) yaş yılı”
yıl <annus >= “yıl, sene” (varyant: ıl).
“Dört mevsim” sisteminin muhafaza edilmiş olması dikkati çekiyor. Bunda, yâz’ın “güzel mevsim” = “ilkbahar+yaz”ın tümünün kapsandığı Osmanlı ve Çağatay yâz ve yây’ın karıştırılması olmuyor.
Moğol egemenliğinin tam ortasında ve Türk- Moğol ortamında Çin-Uygur Oniki Hayvan Takvimi’nin o denli geniş ölçüde halka inmiş bulunduğu bir dönemde bu sözlükte, işbu hayvancı Devir’den, ne de Uygur tipi kamerî ay adlarından hiç söz bulunmuyor.
Bununla birlikte Türk (T’ou-Kiue) ve Uygurlarda Devir’e dâhil hayvanlardan bazılarının adına rastlanıyor: sıçkan, yılan ve ılan, koy, tavuk < gallus >, “horoz”, it, toğuz. Ve de “oniki hayvan” arasında, Komancada Uygurcadan farklı adı olanlar: sığır, palağ (Farisî “pars”- Codex’te bars bulunmuyor), koyan “Tavşan”, sazagan (“yılan”, “büyük yılan- ejder”), at, maymun. Bu hayvanların hiçbiri, bu denli zengin ve ayrıntılı bu lügatçede, herhangi bir kronolojik tabirle, hattâ yıl-ıl (sene) ile bile, ilişkili değil.
Kumanların kronolojik sistemine dair Codex Cumanicus’un esas bahsi, birkaç satırdan ibaret: ây başlığı altında, < luna >, < mensis > açıklamaları ve ây başı < kalendar >= “Aygez.’ın ilk günü”, “(kamerî) ayın başı” ifadesinden hemen sonra kamerî ayların adları, Latince açıklamalarıyla, sıralanıyor:
1) safar ây <januarius>.
2) sövünç ây <februarius>.
3) il – yâz ây <marcius>.
4) tôb – ây <aprilis>.
5) soğu yâz ây <madius>.
6) küz ây <junius>.
7) orta küz ây <julius>.
8) soğ küz ây <augustus>.
9) kış ây <setember>.
10) orta kış ây <octuber>.
Üçüncü el bir müstensih tarafından muntazaman sıralanmış işbu on iki satır, Julian yılının on iki ayı için 12 Koman ayının adlarını veriyor, ancak ortaya sorunlar da çıkıyor; şöyle ki: kamerî olan aylarla Julian takviminin şemsî ayları arasındaki tekabül ancak takribî olabilir. Ve özellikle, Koman ifadelerinin anlamı Julian aylarının adları ile birleştirildiğinde cetvelin 6 ve 10 No.lularına inanmak güç olmaktadır: “Haziran” için küz ây (“güzayı”); “Temmuz” için orta küz ây; “Ağustos” için son küz ây; “Eylül” için kış ay; “Ekim” için orta kış ây… Bütün bunlar Türk mevsimleri hakkında bilinenlere ters düşüyor. Buna karşılık No. 3 ile 5, tamamen uygun oluyor.
İstinsahta bir maddî hata olmuş olmalı. Gerçekten cetvel, 3 yaz ayını atlayarak doğruca 3. ve ilkbaharın sonuncu (5.) ayından doğruca “güz ayı’na (6.) geçiyor. O ise ki işin doğrusu bunların 6., 7. ve 8. sırada olmalarıydı. Bunda yay ve yaz’daki son harfler, müstensih tarafından karıştırılmış gibidir[90].
Burada İslâmî karşılıklarını vermediğimiz lügatçenin Koman ay adları şöyle olabilirdi:
1) kurbân bayrâm ây “november”
2) âşûr ây “decenber”
3) safar ây “januarius”
4) sövünç ây “februarius”
5) il – yâz ây “marcius”, “rabiolgher”
6) tob-ây “aprilis”
7) soğu yâz ây “madius”
8) yây ây “junius”
9) orta yây ây “Julius”
10) soğu yây ây “augustus”
11) küz ây “setember”
12) orta küz ây “octuber”
13) sonğ küz ây (“movember”)
14) kış ây (“decenber”)
15) orta kış ây (“januarius”)
16) soğu kış ây (“februarius”)
Hiç şüphesiz Codex’in Koman ay adlarının karşılaştırılmaları iki farklı (Türk ve İslâmî) takvimin kazara karışması’nın sonucudur: No. 1 ilâ 4 ve 6, klasik İslâmî, tamamen kamerî (12 ay görünümü, ara aysız) takvime bağlantılıdır ki bu takvim yaklaşık 33 yılda mevsimlerin dolanımını yapıyor ve dolayısıyla bir mevsimsel aylar sistemine ithal edilemez.
Buna karşılık No.5 ve 7 ilâ 16 bir Türk mevsimler takvimi’ne (kamerî-şemsî, dolayısıyla da arada bir, bir 13. ayın sıkıştırılmasını içeren) bağlanıyor. Bu takvim tümüyle, örneksemeyle 6 No. için orta yâz ay’ı yeniden tesis ederek baştan teşkil edilebilir ki bu ay ortalama olarak bizim Nisan ayına tekabül eder.
İslâmî ay adları iki yönden ilginç olmaktadır: Bir yandan, bunların varlıkları XIII. yy.ın sonunda Komanların bir bölümünün İslâmlaşmış olduğunu gösteriyor; öbür yanda da, kaydedilen ifadeler Arap ay (gezegen) adlarının bir Türk halk varyantının tanıkları olmaktadır.
Böylece İslâmi Türkmen halk takvimi aşağıdaki kamerî ay adlarını almaktadır:
I – âşır (ayı) “Âşûra Ay’ı = Muharrem
II- sapar-Safar
III ilâ VI- dört tirkeşik “birbiri ardından gelen Dört (Ay-gez.)”= Rabî’I ve II, Jumâdâ I ve II. (Rebiülevvel, ahır, cemaziut evvel, ahır).
VII- recep
VIII- meret veya barat Berat Ay’ı (Tanrı’nın Muhammed’e Peygamberlik misyonunu vahyettiği 15 Şa’ban gecesi)= Şa’bân
IX- Orâza = Ramazan
X- Bayram (Osmanlıların Şeker bayramı, 1 ilâ 3 Şawwal)= Şawwal
XI- Boş ay ( ne dinî bayram, ne de özel kutsal günleri olmayan Ay)=Zulkaide.
XII- gurban = Zilhicce
Böylece de Codex’te, hiç şüphesiz Müslüman Komanlarca kullanılan beş İslâmî tanımlamalı ay adını bulmuş oluyoruz. Bunda aynı şekilde gezegensel hafta günleri’nin adlarına rastlanıyor ki bunların ilk altısı Farsçadan istiare edilmiştir:
1) yäşanbä “Pazar” (Farisî yek –şanbä “gün 1”);
2) tûşanbä “pazarertesi” (Farisî dû-şanbä “gün 2”);
3) säşanbä “salı” (Farisi sä-şanbä “gün 3”);
4) çaharşanbä “çarşamba” (Farisî çähâr-şanbä “gün 4”);
5) panşanbä “perşembe” (Farisî pänj-şanbä “gün 5”);
6) ayna veya äynä “cuma”, Farisi âzînä “cuma”dan.
7) şabat “cumartesi”, sebt günü (Codex’te ‘sabato’ karşılığı verilmiş.) Bu sonuncu adda bir İbranî etkisi görülmüyor mu?…
Bunlar mahallî Türk kullanımında olan sözcükler olmayıp Koman lügatçesine yeni girmiş olmalıdır.
XIII. yy.da Komanların takvim öğelerinin Codex Comanicus tarafından yapılmış derlemesinde dikkate değer husus, her türlü Çin etkisi izlerinin bulunmayışıdır: Oniki Hayvan Devir’i bahis konusu değildir[91].
Şimdi de Codex’de geçen yay – yaz mevsim adlarının Anadolu’da kullanılışını geriye doğru takip edelim(TS).
Yay: yaz, sıcak mevsim
“ Senin boyun budahtan ağdı geçti
Cihan imdi yüzünden yaz ü yaydır”
(Sultan Velet Divanı, XIII-XIV. yy. Mevlânâ Celâlüddin Rumî’nin oğlu olup Anadolu Türkçesinin yazılı şiir dilindeki ilk örneklerini veren Sultan Velet’in eseri).
“Cemalini gördüm düşte, çok aradım yayda, kışta
Bulamadım dağda taşta, denizleri süzer oldum” (Yunus Emre Divanı, XIII-XIV. yy.)
“Söyle kim yay yağmurları dereler içinde tükenir gider. Ne deniz suyuna irişibilir, ne ırmaklara ulaşabilir” (Kelile ve Dimne, XIV. yy. Aslı Hint feylosofu Bidpay tarafından Sanskritçe yazılmış olan bu eser, ibret verici hikâye ve maceralardan ibarettir. Olaylar hayvanlar arasında geçmektedir. “Kelile” ve “Dimne”, birinci bölümdeki hikâyelerin kahramanlarından iki çakalın adıdır. Bu kitap önce İran hükümdarı Nuşirevan’ın buyruğuyla Pehlevîceye, daha sonra Arapçaya, Arapçasından da birçok dillere çevrilmiştir. XIV. yy.ın değerli bilgin ve şairlerinden Kul Mesut da Aydınoğlu Umur Bey (1309-1347) adına bu eseri Türkçeye çevirmiştir).
“Sayf-Ar.-: tâbistan-Fa.-: yay günü “ (Aks-el-İreb, XVII-XVIII. yy. XII. yy.da yaşamış olan büyük Türk bilgini Zemahşerî’nin Mukaddimet-ül-Edeb adıyla yazdığı Arapçadan Farsçaya sözlüğün Aydınlı İshak Hocası Ahmet Efendi tarafından Türkçe çevirisidir. Çevirmen ilk tahsilini memleketinde yapmış ve Şirvan’da tahsilini bitirdikten sonra Bursa’ya yerleşerek müderrislikle meşgul olmuş ve 1708/1120’ de orada ölmüştür).
Görüldüğü gibi, “yaz” karşılığı yay, XVIII. yy.ın başına kadar yazılı metinlerde kullanılır olmuş.
Yaz: Bahar mevsimi, ilkbahar.
(Sultan Velet’in beytini tekrarlamıyoruz).
“Yeni avrat al yaz biticek çiçek
Ki takvim işe gelmez eskiyicek” (Ferhengname-i Sa’di Tercümesi. XIV. yy. bilginlerinden Hoca Mesut’un Şirazlı Şeyh Sa’di’nin Bûstan’ından seçerek dilimize çevirdiği manzum eser).
“Zire biryıl üçer ay dört fasl olunur
Yaz u yay ü güz ü kış hem vasl olur” (Melhame-i Şemsiyye, XIV-XV. yy. XV. yy.ın bilgin ve sofilerinden Yazıcıoğlu Mehmet ve Ahmet Bîcan’ın babaları Yazıcı Salâhüddin Ef.’nin 1408(811) yılında Farsçadan çevirdiği manzum eser olup yıldızlardan ve havanın günlük olaylarından bahseder).
“Güye: yayık, kâz: makas, gûre: koruk, yaz: bahar (Fa.)” (Genc-i Leâl, XVII. yy. Gencî Pîr Mehmet adlı bir zat tarafından 1631 (1041)’de yazılan manzum sözlüktür. Eser iki bölümdür. Birinci bölüm Arapçadan Türkçeye, ikinci bölüm Farsçadan Türkçeyedir).
Yeni yaz (yeni bahar): ilkbahar
“Bu dem yüzüm süreduram her dem ayın yeni doğar
Her dem bayramdurur bana yayım, kışım, yeni bahar” (Yunus Emre Divanı).
“Saadet bülbülü saz ider idi
Zimistanı yeni yaz ider idi” (Işkname, XIV. yy.da yaşayan Mehmet adlı bir şairin 1398(800) yılında kaleme alarak Yıldırım Bayezid’in oğlu Süleyman Çelebi’ye sunduğu manzum hikâye. 8702 beyti bulan bu güzel mesnevi, Hüma ile Ferruh arasında geçen sevişme olaylarını anlatır).
Halk dilinde de yazağzı – yazbaşı – yaz, ilkbahardır Isp, Kü, Es, Sv, Ant, Or, Tr, Gm, Rz, Ar, Kr, Ezm’da, yani az çok Batı’da da, Doğu’da da. Tn’de de amnon, yaz mevsimini ifade ediyor.
* * *
Aksaraylı Kerimeddin Mahmut, “Müsameret-al-alyar= İyilik sevenlerin müsamereleri” adlı Farsça tarih kitabında[92] Hz. Muhammed’in hayatı, hicreti… Emevî, Abbasî halifeleri… Büyük Selçuklular, Kirman, Irak, Suriye ve özellikle Anadolu Selçukluları, İlhanlılardan, Hülâgü’dan başlayarak H. 723 (1323) yılına kadar Anadolu’da olup bitenleri anlatıyor ve bu arada “Rumi, Arabî, Farisî, Melikî tarihler”i veriyor[93]:
“Bilmek gerektir ki; tarihin esası, vakıaların zamanlarını tespit etmek, faydası da gelen her zamanı geçen zamanlara nispet ederek vakıaların cereyanındaki sıra ve tertibi anlamak maksadına dayanır.”
“Dünya milletleri arasında kullanılan zaman ölçüleri dört türlüdür. Bunların ilki Rumî tarihtir. Ondan sonra sırasıyla Arabî, Farisî ve Melikî tarihler gelir.”
“Rumî tarihin başlangıcı Pazartesi gününe tesadüf eder. (Filip oğlu İskender)in ölümünden on iki güneş yılı geçtikten sonra bu tarihe (Güneş yılı) adı verilmiştir.”
“Rumlara göre bir sene 365 gün ile bir günün dörtte biri yani altı saattir. Bazı ayların 31 gün bazılarının 30 gün çekmesinden ve yalnız bir ayın da 28 olmasından hakikatte Güneş yılı bu miktardan biraz fazladır.”
“Rumî ayların adları şunlardır: I.Teşrin, II. Teşrin, I. Kânun, II. Kânun, Şubat, İzar, Nisan, İyar, Haziran, Temmuz, Ab, Eylul.”
“31 gün çeken aylar yedidir. I.Teşrin, I.Kânun, II. Kânun, İzar, İyar, Temmuz, Ab.” “30 gün çeken aylar dörttür: II. Teşrin, Nisan, Haziran, Eylül. 28 gün devam eden ay Şubat’tır. Her dört senede bir Şubat 29 gün olur. Yukarıda söylediğimizi altışar saatin birleşmesinden dolayı artan bu güne (kebise) ve bu günün ilâve edildiği seneye de (Senei kebise) derler. Arabî tarih: Buna (Hicrî tarih) de denir. Başlangıcı (Rebiül’evvel) ayının sekizinci Pazar gününe rastlamıştır. Hazreti Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçtüğü gün işte bu pazar günüdür. Bu yılın ilk Muharrem ayının başlangıcı da Salı günüdür. Bahsettiğimiz bu tarih ve yıllarla aylar, semada ayın hareketine göredir. Çünkü (Kamerî) ayların başı her yeni ayın hilâli göründüğü günlerdir. Sene 12 Kamerî aydan ibarettir. Bu müddet de 354 gün ile tahminen sekiz saattir. Bir ay bazen tam 30 gün, bazen de 29 gün sürer, 30 gün süren ayların son günlerine (selh) derler. Zaman olur ki birkaç ay arka arkaya 30 gün sürer. Bu suretle devam eden aylar, çok defa dört aydan ibarettir. Bazı vakit de yine birkaç ay arka arakaya 29 gün olur. Bu müddet de çok kere dört aydır.”
“Şu hesaba göre ay yılı güneş yılından tahminen 10 gün 22 saat eksiktir. Muharrem ayı iptidasının her dört mevsime de rastlaması bu sebeptendir.”
“Farisî tarih: Bu tarihin başlangıcı (İran) şahlarının sonuncusu olan (Şehriyar oğlu Yezd Cürd)ün saltanat tahtına oturduğu salı gününe rastlamıştır. Bu tarihe de her ayın 30 gün devam etmesi ve geride kalan beş günün çalınmış olması dolayısıyla (Şemsî tarih) adını vermişler ve sözü geçen beş güne de (Müstereka= çalınmış günler) demişlerdir.”
“Rumların her dört senede bir ilâve ettikleri dörtte bir günü acemler, her yüz senede bir katıştırırlar. Acemlerin ayları şunlardır: Ferverdin = Mart, Ürdibihişt = Nisan, Hardad = Mayıs, Tir = Haziran, Merdad = Temmuz, Şehriyar = Ağustos, Mihr = Eylül, Eban = Teşrinievvel, Azer = Teşrinisani, Dey = Birincikânun, Behmen = İkincikânun, İsfendarimüz = Şubat.”
“Çalınmış günlerden her birine de ayrıca birer ad verilmiş ise de sözü uzatmamak için yazmadık.”
“Melikî tarih – Alparslan oğlu Celâlettin Melikşahı Selçukî’nin tarihidir. Bu tarihin ilk yılı güneşin (Hamel= kuzu) burcuna geçtiği günden başlaması dolayısıyla hakikî Güneş yılı esasına dayanmaktadır. Sene başlarına (Nevruzi Sultanî) derler. Bu tarihin her ayı, güneşin bir burçtan ötekine geçtiği müddetçe devam eder. Bu takdirde (Celâlî) ayları da hakikî güneş ayıdır. Senelerinde çalınmış günler vardır. Bazen ayları otuzar gün devam ederek çalınmış olan beş gün senenin sonuna eklenir ve takvimlerin nihayetine getirilir. Aylarının isimleri Farisî aylar gibidir. Yalnız aradaki fark sene başlarının acemlerde daha önce başlamış olmasındadır. Bundan dolayı meselâ: Mart ayına (Ferverdin Celâlî) derler.”
“Şunu da bilmek gerektir ki, Rumî tarih Arabî tarihe nazaran 340,700 gün evveldir. Arabî tarihi de Farisî tarihten 3624 gün daha evvel başlamıştır. Meşhur tarihler bu suretle kısaca anlatıldı. Üst tarafını en bilgin ve hâkim olan, doğru yolu gösteren Allah bilir.”
* * *
Takvimlerin inançlar sistemiyle de yakın ilişkileri olduğu bir gerçektir. “Yeşillenme” ile başlayan bir “yıl”, bunu sağlayan güçlerden nizamını tesis etmektedir. İndo-İranlılar, daha birçok ulus gibi, “öbür dünya” hakkında karmaşık, sâfiyâne mütezat bir düşünceye sahiptiler. Fravarti’ler bir nevi cinlerdi: bunlar yaşamı sağlayıcı ve bunun koruyucusuydular. Tevlide, hamileliğe, doğuma ve bitkilere su yürümesine riyaset ederlerdi, insanın, hayvan ve bitkilerin artması onların sayesindeydi.
Bunun yanı sıra artâvan, “doğru, âdil, Nizâm yandaşı” idi, doğanın görmüş olduğumuz Nizâm’ının. Bu, fravarti’nin bir mütemmimi oluyordu. Zerdüştî takviminde, aynı bir ay, ruhların ayı, bazı geleneklere göre artavnâm (Kappadokya takvimi), bazılarına göre de fravartinâm idi (Bîrûni, Parsî gelenek, vs)[94].
Şimdi bu aynı bağlamda, Asya’da takvimler-mevsimlerle inançlar arasındaki ilişkiye de kısaca göz atalım.
“Chou ayinlerini Çin’e ithal eden, sülâle kurucusu, Çin’in Batı’sından gelen fatih Wu idi (M.Ö. 1100). Ayinler kozmolojik kanunlara göre, her mabuda veya ruha atfedilen cihette ve timsallerle, icra ediliyordu. Merasim günleri, ölüm, savaş, kıtlık gibi istisnaî haller dışında, Türkçe ‘yangı kün’ denen, yılın sekiz ayrı tarihinde yer alıyordu. Bu devreler, kış tahavvülünde (gündönümünde) başlayan Chou takvimi sırasına göre kış tahavvülü (22 Aralık), ilkbahar başı (5 Şubat), ilkbahar itidali (ekinoksu- 22 Mart), yaz başı (6 Mayıs sıraları), yaz tahavvülü (22 Haziran), sonbahar başı (8 Ağustos sıraları), sonbahar itidali (24 Eylül) ve kış başı (8 Kasım sıraları) idi.”
“…Chou’1ar gök ve yer mabutlarına yılda birer kere, kış ve yaz tahavvüllerinde; İnsanî ruhlara (eski hükümdarlar, alpler, atalar) ve yer-su ruhlarına ise dört mevsim başında, ayin yaparlardı…”[95]
“Hsiung-nu ayinleri de Chou’larınki gibi, devlet merasimi veçhesinde idi… Hsiungnu ayinleri yılda üç kere, o devir Çin takvimine göre, birinci (bahar itidali), beşinci (yaz tahavvülü) ve dokuzuncu (güz itidali) aylar sırasında yapılırdı…”[96]
“Kök-Türklerin ayinleri hakkında Çin metinleri şu umumî mahiyette bilgileri vermektedir: …Büyük ayin Beşinci ay’ın ikinci yarısında (yaz tahavvülü)[97] gök tanrısı ve kara-tanrıya kurban (Türkçesi tapıg veya yagışlık tapıg) sunmakla başlar…”[98]
“… Chou takvimi kış tahavvülünde başlamakta ve aylara 1-12 sayıları ile işaret edilmekte idi. Kök-Türk takviminin de kış tahavvülünde başlayıp baharda başlayan sonraki Çin takvimine göre iki ay önce başladığı ve böylece ay sayılarında iki adet ilerde oldu… tespit edilmiştir. Bu devirde hem Kök-Türkler, hem Çinliler, yılları Oniki Hayvan sırası ile adlandırıyordu…”
“Buddist Uygurlarda, yıl resmen birinci Çin ayının 14. gününde… muhtemelen Türk geleneğine uygun olarak, ‘Çeçeklig’ aylarda başlıyordu. Belki de bu husus Burkan’ın dördüncü Çin ayının sekizinci gününde doğmuş sayılması ile alâkalı idi. Uygurlar oniki ayı altı ‘kesin’e ayırıyordu: Çeçeklig (çiçekli), İsig (sıcak), yagmurlıg (yağmurlu); Küz (güz); Tumlıg (soğuk), karlıg (buzluk).”[99]
Buna göre yukarıdaki yagışlık, “yağmurluk” anlamında mı? Devam edelim.
“Hsiung-nu devletinin azamet devrinde, yaz tahavvülünde, gök, yer, atalar ve bütün ruhlara kurban verildiği Lung-ch’êng kalesi veya şehrinin, Ötüken bölgesinde, Ongın veya Temir ırmaklarının göllendiği bir yerde bulunmuş olduğu sanılır. Çinlilerde Hsiung-nu ayinlerine ejder ayini denmesi keyfiyeti, belki yalnız ayin yerinin adındaki lung kelimesinin ejder demek olmasından değil, şu sebepten de olabilirdi: Hsiung-nu’lar ejderi gök ve yer timsali sayıyordu. Ayrıca, yaz tahavvülü, ateş unsurunun zirveye vardığı ve su unsurunun başlangıcı sayılan devir olarak, ateş ile su saçan ve gök timsali de olan bir hayvan şeklinde tasavvur edilen ejderi hatırlatıyordu.”[100]
Bu “ejder” geleneği üzerine yorum yapmıyoruz.
* * *
İnelim İran’a.
Başta “evren”, “zaman”dır, felek’tir demiştik, “koca bir ejderha” olmasının yanı sıra.
Zervan-Zurvan, daha doğru olarak Zruuan, Mazdeizm’in kutsal kitabı Avesta’da, Zaman’ın adı oluyor. Zaman, ya öbür tarafa götüren yolların amili, ya da “Mekân” ve “Halâ-Boşluk”la birlikte, sonsuz zaman olarak teşahhus (şahıslanma) ettirilip zikredilmektedir. Pehlevî kitapları, bu arada Denkart (“Dinin Belgitleri”), zamanın üretilmesinin belli bir kuramına değiniyorlar: “uzun süre özerk zaman”, sonsuz zamandan kaynaklanıyor, oniki bin yıl sürüp ona geri dönüyor.
Zurvan, Sâsânî İran’da en yüce tanrı olmuştu: (Yüceliğin Babası). Tarih bin yıllarda, özellikle 12 bin yıllarda cereyan ediyor ki bu rakam, yılın ayları veya Zodiak’ın işaretlerininkine karşıt oluyor[101]. Mazdakî İran’da, Sâsâni çağında az çok belirgin bir Kader inancına şahit oluyoruz. İslâm fethi işbu kaderci eğilimi azaltmaya yatkın değildi ve İran yazını, harcıâlem şeyleri arasında, çoğu kez gök kubbenin hareketi, Sipihr (Arapça falak ) veya zamân ile temsil edilen Kader’e telmihte bulunuyor[102]: Zaman’ın saati çalıyor…
İran takvimi daha başka birçok uluslarınki gibi, hayli tenevvü arz edip bunların her biri farklı bir tarihî dönem veya farklı bir coğrafî bölgeye ait olmuştur. Komşu kültürlerin etkisi, akraba ırkların âdetleri veya İranlıların ana yurtlarından Güney’e ve Batı’ya doğru göçleri dolayısıyla iklim değişmesi, bütün sistemin ya da bunun bazı ayrıntılarının değişmesine amil olmuştu. Böylece de İran’da, İslâm dönemi sırasında, malûm Muhammedî ve geniş ölçüde kullanılan Yazgerdî zaman ölçüsü sistemlerinin yanı sıra aşağı yukarı farklı en az altı takvim kayda geçmiştir. Bu sonuncu Yazgerdî ölçü, hiç değilse Milâdî XI. yy.a kadar İran’da, Arap takviminden sonra, mutat olarak en çok kullanılan takvim olup XX. yy.a kadar, daha az kullanılmakla birlikte, varlığını sürdürmüştür. Bu takvim, Sâsânî dönemi İran imparatorluğunun resmî takvimi ile aynı idi. M.S. I. yy.ın tarihçisi ve Büyük İskender’in biyografı Quintus Curtius Rufus’ın bir kısa notunda İran yılına eski bir ima bulunuyor ki bundan onun kendi zamanında İran yılının daha sonraki asırların Zerdüştî yılından farklı olmadığı anlaşılıyor. Şöyle yazmış Rufus: “Mecusîler (ateşe tapanlar) bir memleket şarkısı söyleme itiyadında idiler. Mecusîleri mor (fesrengi) harmani giymiş 365 delikanlı takip ederdi ki bunlar yılın gün sayısına eşit olurdu. Şöyle ki İranlılarda da yıl aynı gün sayısına bölünmüştür”. İslâmî dönemde bildiğimiz gibi İran yılı, fiilen, her biri otuzar günlük on iki aylı 365 günlük bir müphem yıl oluyordu. Bu aylardan sekizincisi müstesna olup bunda otuz beş gün, daha doğrusu otuz gün ile ona eklenmiş beş tamamlayıcı gün vardı.
Bunun dışında İran’ın Batı’sında Ermeni ve Kappadokyalılar ve Doğu’sunda Sogd, Harzemî ve Sisistanlıların takvimleri, ay adları her birinde farklı olmakla birlikte, tamamlayıcı günlerin yeri dışında, tamamen İranlılarınki ile aynı idi. Büyük ihtimalle bütün bu altı takvim aynı bir kökene sahiptiler. Biz bunların fazla ayrıntılarına girmeyip konumuzla bağlantılı bazı hususları nakletmekle yetineceğiz.
Pehlevi Awrâmân tirşesi (parşömeni)’nde bulunan Yeni Avesta ay adı, bu adların ve muhtemelen de bu ayların ait oldukları takvimin, M.Ö. I. yy.a kadar geri gittiğini gösteriyor. Öbür yandan, Makedonya ve Parthlar dönemlerinde İran’da Suriye – Makedonya takvimlerinin kullanıldığı da kesindir. Yeni Avesta takviminin İran’a ithali tarihi, bilginlere göre, M.Ö. 510-505 ile 493-486 yılları arasında olmalıdır. Bilginler bu reformu I. Dara’ya atfediyorlar.
İran’ın Mısır’ı fethinden sonra ülkeye ithal edilen Mısır takvimi, aylar için İranî adlar dışında, aynen kabul edilmişti. Buna göre iki tür yıl bahis konusu oluyordu: genel kullanımda olan sivil yıl ile sadece dinî amaçlar için kullanılan yıl. Bunlardan ilki bir müphem yıl olup araya gün sokuşturma işi dinî yıla münhasırdı. Mısır müphem yılını kabul ederken İranlılar yılın başlangıcını tarihte Mısır Yılbaşı’sına (Aralık) tekabül eden mevsimden ilkbahar tesaviine (ekinoksuna) tahvil etmişlerdi. Mısır takvimi M.Ö. V. yy.da ithal edilmişti ve İran Farvardîn ayı, birinci Mısır ayı Toth’a mukabil oluyordu. Suriye-Makedonya takvimi ise İskender’in fethinden Sâsânî sülâlesinin yükselişine kadar sürmüştü. Dolayısıyla da Yeni Avesta ya da Mazdayasna takvimi ancak Sâsânî döneminde zaman ölçümü olarak resmiyet kazanmış olmalıydı. Keza Yeni Avesta yılına gün sıkıştırma keyfiyeti de yine bu çağda vaki olmuş olmalıydı. Bundan sonra yıl Sâsânî dönemi boyunca az çok sabit kalacak ve Yılbaşı, yaz gündönümü civarında olacaktı.
Ahmenî kralların, sülâlelerinin hükümranlığının ilk bölümünde, büyük ihtimalle Babilonya’nınkine dayanan bir takvim uygulamış oldukları şüphesizdir. Bunu belki Elam veya Asur takvimi aracılığıyla dolaylı olarak yapmışlardı. İran ve Babilonya takvimleri arasındaki fark sadece ay adlarında ve belki de, Babilonya yılı ilkbahar ekinoksuna yakın günlerde başlarken İran yılı başlangıcının muhtemelen güz ekinoksuna yakın olmasındaydı. Bu takvimi Eski İranî takvim tesmiye edeceğiz.
Eski İranî yıl düşüncesi Batı’da bir komşu ulustan, muhtemelen Elamlılardan istiare edilmiş olup bu sonuncular dahi daha eski zamanlarda bunu, güz Yılbaşı’sına sahip Sümer-Babilonya sitelerinden birinin takvim sisteminden almış olmalıydılar. Gerçekten işbu Geldanî takvimler, yani Ur, Girso vs. gibi sitelerde kullanılanlarda yıl başlangıcı güzde idi. Yine uzmanlardan S. A. Pallis, “Agade’li Sargon’un zamanında, Gudea ve keza kısmen Hammurabi zamanında Yılbaşı, bu zamandan sonrasına kadar Nisan’da değil, Tishrîtu’da başlıyordu” diye beyan edip Hammurabi döneminde belki de sivil yılın başlangıcı Tishrîta’dan Nisan’a değiştirilmişti ve bununla birlikte, astronomik hesapta güz ekinoksu yine de hareket noktası olarak kullanılmıştı” diye ekliyor.
Zerdüşt’ün aralarında yeni dinini vaaz ettiği ve ilk Mazdayasna cemaatini tesis ettiği “Avesta ulusu”, öbür yandan, tamamen farklı bir zaman ölçüm sistemine sahipti; bu sistem büyük ihtimalle erken Aryen (muhtemelen Kuzey-Doğu) menşeli İran takviminin bir eski şekli olup, yaz gündönümü civarında başlayıp bir kırsal tabiatı haizdi. Bu Eski Avesta takvimi tesmiye ettiğimiz sistem, birçok bakımdan en eski Hint (Vedik) takvimi ve bazı yanlarıyla da Vedik sonrası takvimle büyük müşabehet arz ediyor ve her ikisi (Hint ve Avesta sistemleri) bir müşterek kökene sahip olmalıydılar. Eski Avesta yılı, yaz gündönümüyle başlıyor ve her biri 180 günlük iki bölümlü 360 günden, Hint ayanas’ı gibi oluşuyor. İkinci bölüm, kış gündönümüne yakın başlıyor. Yıl, yazla başlıyor. Her şey doğanın sıkı gözlemine bağlı: Tishtrya, yani Sirius yıldızı (Suaray-i yemanî), güneş ışığından ne zaman sıyrılıp görünür hale gelecek. Mezkûr yıldız bunu ilk olarak M.Ö. I. binin ilk yarısında Temmuz’da yapmış. Kuzey -Doğu İran’da Temmuz’un yaklaşık 26-27’sinde, yani gündönümünden dört hafta sonra yükseliyor. Bütün insanlar işbu yazın ilk günlerinde yağmur getirici yıldızın peşine düşmüş olmalıydılar.
Tarımsal ve bunlara kesinlikle bağlı dinî festivallerle mevsimleri yerli yerlerinde tespit etmek üzere Eski Avesta takviminde, araya sıkıştırmalar olmuş olmalıydı.
Mısır ve Zerdüştî cemaatleri arasında, yılın teorik başlangıcı veya Sirius’un görünür hale gelmesi hususunda prensip müşabeheti, bu konuda yakınlaşma zemini hazırlamıştı. İlk Mısır Yeni Yıl’ı, köpek-yıldız Sirius’un ilk görünür hale gelmesi üzerine dayanıyordu; bu dahi eski zamanlarda Nil’in yükselmesinin başlangıcına rastlıyordu ki bunun Mısırlıların en büyük festivali olması keyfiyetini izah ediyor: Nil’in yükselmesi, bu insanların başlıca mutluluk ve refah kaynağı değil mi idi? Aynı şekilde Tishtrya’nın (Sirius’un Avesta’daki adı) güneş ışığından sıyrılıp görünür hale gelmesi, aşırı ısı mevsiminde İran rençperinin en hayatî ihtiyacı olan yağmuru getirici olarak, Mısırlının Nil’in yükselmesinde olduğu gibi, bir büyük kutsama olmuş olmalıydı. Bu itibarla bu ân, ya da mezkûr yıldızın yükseldiği ayın ilk günü, Zerdüştî öncesinde ve ilk Zerdüştî dönemlerinde Avesta’nın ilk insanlarının Yeni Yıl’ı olarak saptanmış olmalıydı.
Tîrakân bayramı gününde (Tîr-Tishtryehe ayının 13. günü) birbirinin üzerine su serpme âdeti, çok sonraki çağlara kadar devam etmiş olup seher vakti ufukta Sirius’un belirmesinin yağmurun iyi bir habercisi olması itibariyle işbu yıldızın ortaya çıkışını merakla beklemenin ve bunu tahrik etmenin bir ifadesi olmalıydı. Bu âdetin İran’da ve Ermeniler arasında, az çok aynı bağlamda nasıl sürdüğünü daha önce anlatmıştık.[103]
Eski Avesta yılının ilk ayı olduğunu sandığımız Tîr ayı, muhtemelen başlarda Julian takviminin Temmuz’unun son günlerinde, Kuzey İran’da Sirius’un güneş ışığından sıyrılıp belirgin olması zamanında başlıyordu; bundan sonra, VI. yy.ın son bölümünde üç ilâ dört hafta erkene alınana kadar geri gidecekti (yani başlarda kabaca 28 Temmuz -26 Ağustos’tan M.Ö. 510’da 2-31 Temmuz’a gerileyecekti). Üç birbiri ardında on günlük dönemlerden söz eden Yasht 8 kitabının 13, 16 ve 18. ayetleri, bu dönemler sırasında Tishtrya’nın, ortaya çıktıktan sonra kuraklık zebanisi Apaoska ile dövüştüğünü anlatıyor ki böylece ayın üç on gününe telmihte bulunuyor; bu da Tishtrya’nın aynı adlı ayın ilk gününde ortaya çıkışına tekabül ediyor. Gerçekten ısının azalması ve yağmurun başlaması İran’ın Kuzey bölgesinde Sirius’un görünmesinden doğal olarak otuz üç gün sonra vaki olur.
Böylece de reform, Eski Avesta takvimini terk edip Mısır’ın müphem yılını, Yeni Yıl’ın yeri dâhil, her şeyi ile tam olarak taklit etmekten ibaret olmuş. Zerdüştî cemaati, her biri otuzar günlük on iki ay ve yıl sonunda bir beş gün sıkıştırmasıyla sistemi kabullenmişti. Ancak kendi eski takvimlerinin aslî ve en önemli kısımlarını, ezcümle doğal ve dinî festivalleri ya da gahambar’ları muhafaza etmiş ve bittabi Mısır ay adlarını Eski Avesta adları ya da, çoğunlukla kendi en yüksek tanrı ve meleklerininki ile değiştirmişti.
Bazı ayların Zerdüştî adları zaten kullanılmakta olup, o zamana kadar yılın yedinci ayı, yani ikinci yarı yılın başında bulunan en yüksek tanrı Ahura Mazdâ ayı idi ve bu, o zamanlar Mısır’ın birinci Toth ayına rastlıyordu ve her ikisi de, kabaca, kışın ilk ayına tekabül ediyordu. Bu itibarla bu ay yeni takvimin ilk ayı olacaktı.
Yeni Avesta takvimi başlarda, yani resmî kabullenme ve araya sıkıştırma sisteminin tesisi zamanında Farvardîn ayı ve ilkbahar ekinoksu ile başlıyordu. İlk zamanlarda, yıl sadece iki kısma, ezcümle yedi aylık yaz ile beş aylık kışa bölünmüş halde iken dört gâhânbâr, mezkûr Avesta yazı (hama) ve kışı (zayana)nın ortası ve sonu bayramları olarak ihdas edilmişti. Bunlardan ilki, doğanın ve bitkilerin yeniden canlanması mevsiminde, (Gregorian) 24 Nisan’da kutlanıyordu.
Yasht 7.4’de blir zaremaêm paiti, “ay, ışığıyla ısıyı getirdiğinde, taze yeşil bitkiler yeryüzünde hep ilkbahara doğru fışkırırlar” ibaresi okunuyor. Pehlevi Dâtistân-i Dênîg, 31,14 kitabı, Ardıbihişt ayından söz ederken bu ayın dinde adının Zaremiya olduğunu ve bu ayda mêdhiôk-zarem tereyağının yapıldığını yazıyo[104].
Her ne kadar Eski Avesta mevsim festivallerinin yörünge yılında sabit yerleri varsa da bunların genel kullanımdaki malûm astronomik dört mevsimle hiçbir ilişkileri yoktur. Bunların hiç biri yörünge yılının dört nirengi noktasına (ekinokslar ve gündönümleri) dayanmıyordu. Bunlardan sadece biri, maid hyoishema, yılın başlangıcı olarak prensip itibariyle yaz gündönümüne tekabül edip yılın temel noktası ve bütün öbür mevsimlerin hesabı için esas oluyordu.
Mithra bayramı ya da baga, hiç şüphesiz eski İran’ın en büyük değilse bile en rağbette festivallerinden biri olup büyük özenle kutlanıyordu. Bu, başlarda bir Zerdüşt öncesi ve güneş tanrısına tahsis edilmiş eski bir Aryen (Arî) bayramı idi ve Eski İran takvimindeki yeri, bu tanrıya ait ayın içinde olmalıydı. Bu ayın adı Bâgayâdi olup az çok muhakkak olarak yedinci Babilonya ayı Tishrîtu’ya tekabül ediyordu. Bu sonuncusunun hamisi keza Shamash[105], Babilonya’nın güneş tanrısıydı. Yeni Avesta’da yedinci ayın adı Mihr olup bu sözcük halen Farsça “güneş”i ifade etmektedir.
Eski İran takviminin bagayâda bayramı büyük ihtimalle M.Ö. V. yy.da Yeni Avesta yılına alınmış ve yeniden Mithrakân tesmiye edilmişti.
Keza mithra-baga bayramını içeren Mazdayasnian ayı, tanrılarına nispetle İran takviminde Mithrahe-Mihr olmuş ve bu aynı nedenle de buna tekabül eden Ermeni ayı Mehekân, Kappadokya ayı da Mithri adını almış. Mezkûr mithrakana ve günümüzün mihrakân ya da mihrcan aynı şey olup güz ekinoksu günüydü. Mihrakân, Tîrakân… artık tekabül etmemekle birlikte başlarda yılın aslî mevsim noktalarını vurgulamak için sürdürülen sembolik festivaller oluyor. Mihrakân’da krallar kışlık elbise dağıtıyor, Tîrakân’da halk derelerde yıkanıyor, Sada bayramında açık alanlarda ateşler yakılıyordu. Harzemîler, X. yy.da bile bu sivil bayramları kendi tarımsal faaliyetleri için hareket noktaları olarak telâkki ediyorlardı.
Dara’nın İran’ı nefret edilen gâsip Gaumatâ’nın boyunduruğundan kurtarması olayı İran geleneğinde, demirci Kâve ile asil prens Feridûn’un Mihrakân gününde canavar gâsip Azhi-dahâka’dan kurtarması efsanesi şeklinde yaşamaktadır. Mümasil öyküler de, yine aylarla ilgili olarak dillerde dolaşmaktadır.
Az çok bütün İran ve Arap yazınında Mihrakân bayramı, daima güzün ilk günü olarak telâkki edilmiş. Farvardîgân (Pehlevi Fravartîgân ) ya da ölülerin anısına Avesta ve Zerdüştî yazınına göre diyanetkâr kişilerin (fravashi’ler) ruhları eski evlerini ziyaret ettiği zamanda kutlanan ruhlar bayramı olup gâhânbâr ile tamamen aynı olarak ilkbahar ekinoksu civarında vaki olurdu[106].
Zerdüştî takvimi üzerinde biraz daha eğleneceğiz. Bu takvim son Ahmenî döneminde gelişme göstermişti. İlk Zerdüştîler muhtemelen geleneksel 360 günlük Eski İranî takviminin varyantlarını kullanmayı sürdürmüşlerdi; bunda on iki ay, kırsal yılın çeşitli festival ve sair faaliyetleri için adlandırılmıştı ve her ayın günleri basitçe birden otuza sıralanmıştı. Eski İranî yapıt ve tabletlerinden ilk Ahmenî kâtiplerinin Babilonya takvimini kullandıkları, ancak bunun ay adlarını bunların Eski İranî muadilleriyle “çevirmek” suretiyle tadil ettikleri anlaşılıyor. Babilonya takvimi de, bildiğimiz gibi 360 günlüktü ve Herodotus’un anlattığına göre (III. 90) Darâ Kilikyalılardan yıllık haraç olarak “yılın her günü için bir olmak üzere 360 beyaz at” alıyordu.
İran’ın bu girişimi, yeni takvimin değil sadece on iki ayının, ayların otuz günlerinin de diyanetkârane şekilde bir yazata[107]ya ithaf edilmesiyle belirgin oluyor. Bunun ilhamı, Cambyses’in zamanından beri İranlıların çok iyi aşina oldukları Mısır’dan gelmiş olmalı… Ayrıca, her ne kadar geleneksel olarak İranlılar ayı ayın safhalarına göre iki ya da üç kısma ayırıyor idiyseler de, yeni takvimde dört bölüm vardır ki bu keyfiyet, özellikle Batı İran’ın açık olduğu Samî haftanın etkisini telkin ediyor[108].
İran’da Selefkîlerin getirdikleri bir yenilik, çağ itibariyle tarihleme uygulaması olmuştu. Onlardan önce genel olarak olayların tarihlenmesi, bireysel kralların saltanatına göre yapılıyordu ve dolayısıyla yerleşmiş bir kronolojik hesap çok zor oluyordu; ancak cesurane şekilde kendi sülâlelerinin kuruluş (M.Ö. 312-311) yılından itibaren sürekli tarihleme uygulamasına geçmişlerdi. İskender’in de vârisleri olduklarını iddia ettiklerine göre bu çağ, İskender’inki olarak yayılmıştı[109].
Sâsânî reformunu tekrarlamıyoruz.
Türklerde tarih zaptı sorununun “… esası halk takvimi ile yakından alâkadardır… bir halkın, gündelik hayat ihtiyaçlarını tanzim edebilmek için, tarihin en eski devirlerinden itibaren, gün, ay, mevsim ve yıl taksimatı için muayyen bir usul’e baş vurmuş olduğunda şüphe yoktur…”
“Gün ve mevsimlerin daima birbirinin aynı olmadığı, iklimin tabiattaki tezahürleri daima aynı manzarayı vermediği ve muhtelif coğrafî şartlar içinde yaşamakta olan kavimlerin meşguliyetleri her yerde tamamıyla birbirine uymadığı için, ilk devirde ve ayrı sahalarda yapılmış olan basit taksimat, sonradan değişmiş ve daha sağlam esaslara bağlanmasına lüzum görülmüş olabilir…”
Bu verilerden hareket ederek Reşit Rahmeti Arat, bu usul(sistem)lerin gelişme yollarını özellikle “…bugün muhtelif Türk kavimleri içinde yaşamakta olan halk takvimleri ve diğer taraftan da Türk edebiyatının muhtelif devirlerinden kalma eserler…”in yardımıyla araştırmış ve Türkçe metinlerde rastladığı tarih zaptı formüllerini, içlerindeki unsurların tertibine göre, şu gruplara ayırmış:
I: Özellikle Uygur hukuk belgelerinde görülen 12’lik devre. Burada yıl, ay ve gün’ler gösterilmektedir. Devre sadece 12 yılı içermekte ve gündelik yaşamda kullanılmaya özgü oluyor:
“Koyn yıl, onunç ay, biş ugrmige – Koyun yıl, onuncu ay, on beşe”. Bu aynı tarih zaptı formülüne Moğolca belgelerde de rastlanıyor.
II: 60’lık devre. 12’lik devre Çinlilerin 10’luk devresindeki kısımlarından birisinin (şipkan) ilâvesiyle genişletilmiştir ki, bu tarih zaptını 60 yıla kadar çıkartmaya imkân vermektedir. Ş p k sırası, 10’luk devre tabirinin bazen tasrih edilip bazen edilmemesiyle, o yılın hayvan adının önüne konur. Öbür tarih zaptı unsurları 12’lik devreninki gibidir:
“kuy şipkanlıg takigu yıl, bişinc ay, biş ygrmige – Kuei şipkanlı tavuk yıl, beşinci ay, on beşe”.
Sair ayrıntılarını vermiyoruz.
III: 180’lik devre. Burada üç tane 60’lık devre birleştirilmiş. Bunların her biri baş, orta ve son tabirleriyle daha belirgin olarak gösteriliyor. Formüldeki gezegenler, yıldızlar gibi öbür ifadeler sadece kontrolünü kolaylaştırmaya yarıyorlar: (Türkçe çev.):
“Şögün denilen baş başlangıç içindeki dördüncü bağdaki sıçana ait (mensup), keng şipkanlı, dağdaki toprak kutlu (unsurlu), Utarit (Buddha, ‘Merkur’) seyyare hükmeden sadabiş (s’atahkişaj) yıldızı, beşinci sarı saraylı maymun yıl”= 1368
Aşağıda yıllık Dokuz Saray, her birinin Eşik’i ve aynı renklerinden söz edeceğiz.
VI: Bir de yılların Selefkî tarihine göre hesap edildiği formül var. Ayrıntılarına girmiyoruz.
VII: Bir Mani metninde yıl Mani’nin ölüm yılına göre hesap edilmekte ve 12’lik devrenin unsurları buna eklenmektedir (Türkçe çev.):
‘‘Tanrı (ilâhî) Mani burkan tanrı yerine doğru gittiğinden (gittikten) sonra beş yüz fazlası iki otuzuncu (= yirmi ikinci) lagzin (domuz) yıla”= 798
VIII: İslâmiyet’ten sonra Hicrî tarih, 12’lik devre ile birleştirilerek kullanılmış: “Tarih sekiz yüz kırk üç yılta, koy yıl, muharrem aynıng törti- Tarih sekiz yüz kırk üç yılda, koyun yıl. Muharrem ayın dördü= 18.VI.1439
IX: Nihayet bir de yılın bir Türk sülâlesine, hükümdar Kül Bilge Tn gri’nin tahta çıkmasına göre hesaplanan bir tarih zaptı formülü var: (çev):
“Takdis edilmiş kutlu toprak kutlu (unsurlu) maymun yıla, seçilmiş iyi saate, mesut âna, dokuzuncu ay, dört otuza (=yirmi dörde), Pûrvaphalgunî yıldıza, güneş ve ay Tanrı gibi arzu edilen güzel ışık tanrı (ilâhî) hâkim hükümdarımız Kül Bilge tanrı hanın tahta oturmuş ikinci yılına”=..768[110]
2.Tañ: “Tan ağarması, sabah, sabah vakti”.
3.Sabah, “sabah, sabah vakti”.
5.Sünnet vakti: “Sünnet vakti, sabah namazının sünneti vakti”.
6.Farz vakti: “Farz vakti, sabah namazının farzı vakti.”
7.Farz vaktıdın namâz-ı pîşîngeçe: “sabahtan öğleye kadar, sabah namazının farzı vaktinden öğle namazına kadar”.
8.Tüş: “Öğle, öğleyin, öğle üstü, öğle vakti (kuşluk vakti)”
9.Çaşt: “Kuşluk vakti, öğle vakti.”
11.Zevâl: “zeval vakti”.
12.Namâz-ı pîşîn: “Öğle namazı vakti”.
13.Namâz-ı cum’a vakti: “Cuma namazı vakti”
14.İki namâz arası: “İki namaz arası (öğle namazı ile ikindi namazı vakti arası)”
15.Namâz-ı diğer: “İkindi namazı vakti”.
16.Namâz-ı diğer bile namaz-ı şam arasıda: “İkindi namazı vakti ile akşam namazı vakti arasında”
17.Namâz-ı şam: “Akşam namazı vakti.”
18.Namâz-ı huftan: “Yatsı namazı vakti.”
19.Ahşam: “akşam, gece”
20.Kiç: “Geç, gece, akşam”.
21.Kiçe: “Gece, geceleyin”
22.Yarım kiçe: “gece yarısı”.
23.Tün yarımı: “gece yarısı”.
24.Sehar: “Seher vakti.”
* * *
Zaman, ister binlerce yıllık bir devrî seyir takip etsin, isterse Kader’i temsil etsin, eninde sonunda gece-gündüz sayısıyla hesaplanıyor.
Bütün eski ya da günümüz Türk diyalektleri, ne denli coğrafî olarak dağılmış ve farklılaşmış olsalar da, “gün”ü ifade etmek için, açıkça bir prototipe bağlanan tek bir KÜN kelimesini kullanıyorlar.
Eski ve orta Türkçe ile güncel Türkçede, Kuzey-Doğu, Güney-Doğu ve Merkez(Volga-Ural bölgesi dilleri müstesna): Kün “gündüz” ve “güneş”tir. Hafif fonetik gelişmeler ve “gündüz-gün ışığı” manasına bir sınırlama ile Kazan Tatarcası ve Başkır: kön; Güney-Batı grubu; gün, Volga Bulgarları: Kwän; Çuvaş: kun.
Görüldüğü gibi en eski belgelerde ve güncel dillerin çoğunluğunda “güneş” ve “gündüz, gün ışığı” manaları hem zaman olarak bulunuyor. Hattâ kün’un mutat olarak “güneş”i ifade etmek üzere kullanılmadığı dillerde bile bu anlamda bazı ifadelerde devam ediyor: gün dogdı, gün dönümü.
Kazan Tatarcası: kön kızdıra “güneş ısıtıyor”; kön tuu “güneş doğması”. Başkır: kön kızzıra “güneş ısıtıyor”. Çuvaş: kun tavranni “güneşin geridönüşü”= gündönümü.
Özetle, eski Türkler “gündüz-gün ışığı”nı “güneş”le aynı adla anıyorlardı. İşbu anlamsal yöntem, “kamerî ay” (zaman)ı ‘“ay”ın adıyla anılmasına benzemekte olup bunlar, sabah meydana çıkıp akşam kaybolan bir “güneş”le özdeşleşen “gündüz”ün bir ilkel astronomi kavramını ifade ediyor. Örneğin eski bir üç kün sözü, gerçekte “üç güneş” demek oluyordu. Bu, bizim “24 saatlik gün”ümüze tamamen yabancıydı ve “gece”leri ayrı saymaya götürüyordu.
“Gece”yi ifade etmek için yine bir TÜN prototipine bağlanan bir ad var. Güney- Batı grubunun güncel dillerinde, bir anlamsal evrim geçirdiğinden tün artık “gece” manasına kullanılıyor: dün; (önceki gün); Azerî dünän; Türkmen: düyn. Ancak eski Osmanlıcada dün ü gün “gece ve gündüz” ifadesinde dün “gece”yi ifade edip bu anlamın Güney-Batı Oğuz lehçelerinde aynı olduğunu gösterir[112].
Clauson da (s.513) tün’ü “gece” olarak veriyor: Tün ortusı, “gece yarısı.” Keza tünlük’ü de “bir çadırın duman deliği…” ve genişletilmiş olarak “pencere” ve benzerleri olarak gösteriyor (s.520). Divanü Lûgat-it -Türk’te tünğlük= baca, pencere (III/383). Kaşgarlı aynı tünlük’ü, aynı sav içinde, değişik yerlerde kâh baca, kâh pencere olarak tanımlıyor: “küç eldim kirse törü tünlükten çıkar= zor kapıdan girince görenek bacadan çıkar / zulüm evin aralığından girerse, görenek ve insaf bacadan çıkar” (II/18). “Küç: zulüm. Küç eldin kirse tözü tünğlükten çıkar= zor vilayetten girerse, görenek bacadan çıkar (zulüm kapıdan girerse, görenek- merhamet- bacadan çıkar” (III/120). “Tuğ: herhangi bir nesnenin tıkacı, kapacı. Buradan alınarak ‘tünglük tuğı’ denir, ‘pencere, ocak gibi evdeki deliklerin kapağı’ demektir” (III/127). Burada “el”deki kapı ve vilâyet (il) oluyor.
Eski Osmanlıca “güneş “ olarak gün’e XVI. yy.a kadar rastlıyoruz: Baki, Süleyman (sultan)’ın ölümü üzerine kaleme aldığı 2. Terkibi bendinde:
“Gün doğdu şah-ı âlem uyanmaz mı hâbdan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdun tınaptan
Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber
Hâk-i cenab-ı südde-i devlet maabdan
…”
diyor.
“Gündüz” ve “gece” ayrı ayrı adlandırılıp sayıldıklarından “24 saatlik gün” kavramı Türkçe konuşan uluslara yabancı kalmıştır. Bunun muadili “bir gündüz ve bir gece” veya “bir gece ve bir gündüz” olarak ifade edilir: Altay: Pir kün pir tün. Örnekler çoğaltılabilir.
Bu arada “gece” anlamındaki tün’den Anadolu Türkçesinde tünemek sözcüğü (kuş ve kümes hayvanlarının uyumak için bir dala ya da sırığa konması) türemiş olup “24 saatlik süre”yi ifade eden konak, “menzil” dahi konmak fiilinden iştikak ettirilmiş.
Gecenin adı olarak dün’ü geriye doğru XIII. yy.a kadar izleyebiliyoruz. Şeyyat Hamza, “Yusuf ve Zeliha”sında:
“Eyde sırat böyle ince hem yüce
Karanlık dün gibi sanasın gece” diyor.
Yine Kısas-ı Enbiya’da (XIV. yy.) “… Ve anın içinde bir kandil astı altundan ve anın zincirleri gümüşten idi. Her dün ol kandiller içinde görklü yiyli yağlar yakarlar idi” cümlelerini okuyoruz. Bu sözcük, XVIII. yy.a kadar bu anlamda kullanılmış: Darendeli Kâtipzade Bakayi 1769 (1183)’de bitirip Sadrıazam Silâhdar Mehmet Paşa’ya sunduğu, 815(200) yılında Malatya’da doğduğu söylenen Battal Gazi’nin (Ca’fer) Bizanslılara karşı yaptığı savaşları anlatan eserinde:
“Gitti ol dün geldi subh, oldu sabah
Gitti zulmet geldi nur doldu sabah”
diyor (TS). Bunların dışında eserlerde “dün baskını = gece baskını” (XV.-XVII. yy.); “dün buçuğu (dün yarısı) =gece yarısı “(XIV.-XVIII. yy.); “dün dulpu = geceleyin, gece vakti, bütün gece” (XV.-XVI. yy.); “düne gün = dünkü gün” (XV. XVI. yy.); “dün içi = gece ortası, gece vakti, geceleyin” (XIV.-XVI. yy.)… terkiplerini de buluyoruz. Çin’de Toueng-houang yazmalar mağarasında bulunmuş ve M.S. 925 yılına aidiyeti saptanmış bir Çin yazma mektubunun yanı sıra X. yy.ın ortası veya ikinci yarısı olarak tarihlendirilebilen Türkçe, runik yazı ile kaleme alınmış bir yazmada “tütünçs (üz ot yok, tü) ni küni ökü (nç yok), dumansız ateş yok, gece gündüz üzülme yok” (bu dünyanın kusurlarına katlanmak gerek: sonsuz üzüntü boşunadır) deniyor[113]. Böylece de Divanû Lûgati’t-Türk ile Kutadgu Bilig’in en az bir asır gerisine gidilmiş olunuyor.
DLT’de kün, ‘‘gün, güneş, gündüz” manalarının üçünü de kapsıyor.
“Örük: bir yerde bir müddet kalmak. Sü on kün örük boldı= asker, ayrılmayarak, harp etmeyecek on gün eğlendi…” (I/69).
“Irük: duvar ve duvara benzer şeylerdeki gedik. Şu savda da gelmiştir: künde irük yok, Beyde caymak yok (güneşte çatlaklık olmadığı gibi Beyin verdiği sözde de cayma yok)…”(I/70).
“İsig: İsig nenğ=sıcak şey. İsig kün = sıcak gün”(I/72)
“Ay: Ay (30 günden ibaret olan ay). Şu beyitte dahi gelmiştir:
Kışka etin kelse kalı kutluğ yay
Tün kün keçe alkınur ödhlek bile ay
Kutlu yaz geldiğinde kış için hazırlan; gece gündüz geçerek ay ile zaman tükenir…”
“Senenin on iki parçasından her birine ‘ay’ denmesinin sebebi, bu müddetin ayın geçmesiyle bittiği içindir. Nitekim şu savda gelmiştir: Ay tolun bolsa eliğin imlemes= ay, tolun- on dördü- oldukta elle gösterilmez. Çünkü onu her gözü olan görebilir. Bu sav, meşhur olan her şey için söylenir” (I/82-83).
Günümüzde dolunayı parmakla göstermenin “fena” olduğuna, elde siğil çıkacağına inanıldığını belirterek devam edelim Kaşgarlı’yı dinlemeye.
“Çeş: Perüze (firuze). Şu parçada dahi gelmiştir:
Yarattı yaşıl çeş
Sawurdı üzünğ kaş
Tizıldi karakuş
Tün kün üze yürkenür
Perüze gibi yeşil göğü yarattı, üzerine beyaz yüzük kaşları saçtı, karakuş yıldızı dizildi, gece, gündüz üzerine örtülür (Şöyle ki, baharı anlatarak, Ulu Tanrı yeşillikte perüze gibi olan göğü yarattı ve üzerine yeşim gibi yıldızlar saçtı -yeşim, beyaz bir taştır ki ondan yüzük kaşı yapılır- Mizan yıldızı dizildi -bu yıldızın adına Türkler Karakuş derler- gece ile gündüz birbiri üzerine örtülüyor)” (I/330-331).
“Yeşil”e “yaşıl” dendiğine işaret edelim: konu aşağıda irdelenecek.
“Kün: Gün, güneş. Kün togdı = güneş doğdu. Şu ‘künge baksa köz kamar’ savında dahi gelmiştir: güneşe bakanın gözü kamaşır” (I/340)
“Sızdı: Yağ sızdı = yağ eridi. Başkası da böyledir. Kün sızdı= güneşin ucu göründü…” (II/9-10).
“Togdı: Kün togdı = güneş doğdu, oğul togdı= çocuk doğdu…” (II/14).
Ve şimdi “gece” anlamında tün.
“İrteldi: İrteldi nenğ= o şey arandı, araştırıldı. Şu parçada dahi gelmiştir:
Könğlüm içün örtedi
Yetmiş yaşığ kartadı
Keçmiş üdhük irtedi
Tün kün keçüp irtelür
“Gönlüm içten yandı, onulmuş yarayı tırmaladı, geçmiş günleri aradı, gece gündüz geçerek aranır…” (I/245).
Çok sayıdaki sair örnekleri vermiyoruz.
Tarihî olarak kabullenilmiş saat taksimatı ne olursa olsun (Çin, Arap, Batı), eski Türk dilinde özgül olarak “saat” anlamında sözcük mevcut değildir. Ancak İslâm kültür dairesine girmiş Türk dilleri, XI. yy.dan itibaren Arabî “saat”i benimsemişler.
Türk dillerinin mukayeseli tetkiki ve eski metinlerin taranması, Türkçe konuşan ulusların başlangıçta “gündüz”ü çok somut şekilde kavradıklarını açıkça gösteriyor: o, bir “güneş”, yani güneşin çıkmasıyla batması arasında geçen zamandır. Güneş, yaşayan bir varlığa teşbih edilmiş ve onun çıkması, onun “doğma”sı olmaktadır.
Güneşin “yatması” da bir ölüm değil, bir nevi “batma” (gemi) gibi telakki edilmiş: Eski Türkçede kün batdı…
Bundan öncekiler gibi “zaman-ay”, tek bir prototipe, ÂY’a bağlanıyor. Eski Türkler “zaman-ay” olarak ancak kamerî ay’ı anladıklarından bunu da gezegeninin adıyla anmışlar.
“Zaman-ay”, Türk dillerinde kadının aybaşı’nı ifade etmede sürekli olarak ortaya çıkması, eski Türklerin ayın safhalarıyla kadının aybaşısına değgin devresi arasında bir kronolojik gökcismi-biyolojik bağ kurmuş olduklarını tahmin ettirir.
Özgül olarak Türk geleneklerinde şemsî ay hiçbir yerde bahis konusu olmuyor: Bu, İslâmlaşmış Türk topluluklarında kalıntı halkların tarımsal aylarının uyarlaması (kırsal Anadolu’nun Suriye – Bizans takvimi) ya da o dahi helenik astrolojiye bağımlı İslâm astrolojisinin Zodyak aylarının yaygınlaştırılması gibi görünmektedir.
Gökcismi ayın çıkması ve kaybolması da, güneşinkiler gibi ifade edilmektedir: ay togdı, ay batdı.
Ancak, ayın safhalarının varlığı, özel bir lügatçenin yaratılmasına götürmüş. Bunda en büyük yeknesaklık, dolunayın adlandırılmasında görülüyor. Halk geleneklerinin ayın azamî safhasını 14. ya da 15. gününe oturtmaları, bunun, Batı dillerinde olduğu gibi “dolu” lafzı ile ifade edilmesini intaç etmiştir[114].
Yusuf Has Hâcib, bir tür “Siyasetname” olan Kutadgu Bilig’de (XI. yy.) hükümdarın adını Kün-toğdı, nedimininkini de Ay-Toldı (sırasıyla “gündoğdu” ve “ay doldu-dolunay”) koymuş ve izah ediyor:
“Önce Kün-Toğdı hükümdardan bahsettim; ey iyi insan, bunu izah edeyim.
Sonra Ay-Toldı’dan söz açtım; mübarek saadet güneşi onunla parlar.
Bu Kün-Toğdı dediğim doğrudan doğruya kanundur; Ay-Toldı ise saadettir.” (dize 353-355).
Evet, güneş ve aya bir nevi saygı oluyor, bunlar…
“Anan atan varsa mihr ile mâhtır cânâ.
Ki bir bakışta mihre, bir bakışta mâha benzersin”
dediğinde Nedim beş bin yıllık güneş ve ay kültünü devam ettirdiğinin farkında mıydı?
Bu aynı bağlamda DLT’e göz atalım: “Yalwı: Büyü, sihir. Büyücüye ‘yalwıçı’ denir. Nitekim şu parçada gelmiştir:
Yalwın anınğ közi
Yelkin anınğ özi
Tolun ayın yüzi
Yardı meninğ yürek.”
“Onun gözü büyülüdür. Onun özü konuktur. Yüzü ayın on dördüdür. Benim yüreğimi parçaladı”
“(Sevgilisini anlatarak diyor ki: Onun gözünde büyü vardır, onunla ağlar. Kendisi, içerimde konuktur. Yüzü ayın on dördü gibidir; beni bakışlarıyla vurdu, kalbim bundan yarıldı)” (III/33).
Halk masallarında da “kız o kadar güzel, o kadar güzelmiş ki dolunay ona ‘ya sen doğ, ya ben doğayım’ dermiş”…
Ay kültünün insanoğlu kadar eski olduğu ve günümüzde dahi bütün canlılığı ile kendini devam ettirdiği bir vakıadır. Moğollar “bir şeye teşebbüs edecekleri zaman ay iptidasını yahut ayın on dördünü beklerler, ay’a ‘büyük melike’ namını verirler”di.[115]
Eski Mısır’da ayın fizikî tabiatı rutubetli ve soğuk, ruhî (psychic) tabiatı müphem ve değişkendir (değişik safhalarıyla). O, “dişi”dir. Güneş ise kuru ve sıcak olup tarafsız adaleti temsil eder[116]. O, “erkek”tir[117].
Yine DLT’de (I/353).
“Türk: vakit anlamına gelen bir kelimedir. Bütün meyvelerin olgunlaştığı zamanın ortasıdır. ‘Türk, üzüm ödi= üzümün olgunluk vakti.’, ‘türk kuyaş ödi= gün ortası’, ‘türk yiğit = gençlik çağının ortası’, tanımlamasını okuyoruz, ‘zaman’la ilgili olarak.”
* * *
Yaşanan yıl sayısı ile takvim yılı ayrı ayrı, sırasıyla, “yaş” ve “yıl” olarak ifade ediliyor.
Yeşil sözcüğü sair Türk lehçelerinde yaşıl, yäşil, (= yeşil) şeklinde telaffuz edilir. Bundan -il, -ıl eki atıldığında (daha doğrusu-şıl eki atıldığında) yaş- kalır ki hem “az ıslak”, hem de “yaşanılan yıl-sin” karşılığı olmaktadır (şu halde yeşil sözcüğü = şu aşamalardan geçerek meydana gelmiş oluyor: yaş-sıl>yaş-şıl>yaş-ıl ve sonra da bazı lehçelerde yäş-il). Bu yaş sözcüğü asıl kök olmayıp bir düşüm sonucunda yaγ-ış’tan meydana gelmiş olup, kökü yaγ-mastarı olmalıdır. Arap sin kelimesinin ilk manası “diş” olup göçebe Araplar hayvanların yaşını dişlere bakarak saptayıp bunu sonradan insanlara da teşmil etmişlerdir. Türkler ise yaş’ı yağışlara, bağlamışlardır. Hattâ Uygurcada yaş sözcüğü “taze, yaş, yeşil” anlamlarının dışında “hayat, canlı ot”unkilere de gelmektedir.
Bir de Uygurca, “kurban” demek olan yaγış veya yaqış var ki Orta Türkçede bunun “putlara kesilen kurban” manasına gelen yaγış şeklini görüyoruz. Bunun her ikisi de yaγ-kök mastarından gelmektedir: Kurban her zaman ilkbahar veya güz aylarında yani, yağışlarla birlikte kesilirdi. Uygurca ve Orta Türkçede “yaprak”a yaγ mastarından gelen bir yaγaq sözcüğünün tahsis edilmesi de yine “yeşilliğin ve canlılığın” göz önünde bulundurulmuş olmasından ileri gelmelidir. Hattâ yaş ve yıl dahi bir tek ve aynı kelime olmalıdır. Türkçe yeşil kelimesine “ota müteallik” manasını vermek herhalde doğru olacaktır. Kaldı ki yaşar (gözler yaşarmak)ta ve bundan değişerek gelen yeşer-sözcüğünde yine yay kökünün bulunduğu aşikâr olmaktadır. Görüldüğü gibi yaş (kurunun zıddı, sin, canlı, taze) sözcüğü, en belirgin niteliği olan “yağışlı, ıslak olmaklık” göz önünde bulundurularak meydana gelmiş ve bundan yine en açık nitelik nazar-ı itibarı alınarak “yaş ile ilgili olan” anlamında yaşıl veya yäşil kelimesi üremiştir[118].
Gerçekten, Türklere müteallik işleri çok iyi bilen VI. yy. Çinli müverrihler, “bitkilerin yeşilliği…” ve “kaçıncı yaşanmış yıl”, yaş sözcüğünün etimolojik izahını yapmışlar: Eski Türkler, önceleri, geçen yılları otların yeşillenme sayısına, yani gezginci hayvancı olarak yaşamlarının baş olgusuna göre sayarlarmış. Sürekli yer değiştirme nedeni ile bir konum astronomisinin bir yıllık halk takviminin teşkilinde esası oluşturamadığından bitkilerin gelişmesininki ya da mevsimlik meteoroloji gibi çok belirgin doğal olguların gözlemi, az çok yanıltmaz işaret noktaları olmaktadır. Otların ilkbahar yeşermesi, bahis konusu coğrafî bölgelerde, en kesin işaretlerden birisi olmaktadır.
İlk tarihî çağların Moğollarında da durum aynı idi; bir Çinli yazar, Meng-Houng 1221’de, Moğolların yeni ota göre yılları (ayları da Türk’ler gibi aya göre) saydıklarını yazıyor. Moğol “(takvim) yıl”ının eski (XIII. yy.) adı hon, çoğulu hot, klasik Moğolca on, çoğulu ot, etimolojik olarak Türk “ot” ile aynı sözcük olmalıdır[119]. Bu bapta Tuva Lügatçcsi çok özgün olmaktadır. Bunda yaş sözcüğü “yaşanan yıl” değil de “gençlik, tazelik” anlamında bulunuyor. Bunun yerine, “(kaçıncı) yaşanan yıl” olarak kar sözcüğü var ki keyfiyet, yüksek dağda Yeniseyin kaynaklarında bulunan ülkenin coğrafî bağlamı içinde izah ediliyor: “kaç yaşındasın” sorusu Tuvaca’da “kaş xarlıg sän (= kaç karlıg sän) yani “kaç kar gördün?” oluyor…[120]
Yıl’ın anlambilimsel değeri, Türkçe konuşan eski ulusların takvim düzenlemesinin temelinde bulunan kün “güneş ve gündüz”, ay “kamer-zaman”, yaş “yeşillenme-yaşanan yıl”ınkinden çok farklı bir düzeyde olması itibarı ile şayan-ı dikkattir. Astronomik veya biyolojik somut saptamaları anlatmak yerine yıl, bir sosyal uzlaşımı ifade ediyor: Doğanın yeniden yeşillenmesi ile sayılan bireysel “yaşanan yıl” kavramına karşın, yıl, bir toplu, kısmen de soyut düşünceyi “toplumun yılı”nı gösteriyor. Şöyle ki; bu, (ilkel dahi olsa ) belli bir takvime, bütün sosyal grupta müşterek kaideye göre sayılıyor. Yıl kavramı, buraya kadar irdelediklerimiz arasında, bireylerin yıllık yaşlanmaları değil, içinde bütün bir toplum için geçerli bir nesnel kronolojinin artık gelişmiş kavramının belirgin olduğu tek sistem oluyor.
Eski Türkçede yıl sözcüğünün sözcük dağarcığındaki yalnızlığı, bir alıntı etimoloji ihtimalini güçlendiriyor. Buna bağlanabilen tek yaygın kelime -ki “…içinde olan” son takısı ilâvesi ile türetilmiş, tıpkı ay-kı” (kamerî) ay içinde olan” gibi, yıl-kı olup bu türev, etimolojik olarak “yılın – senenin” anlamında olup, önceleri “yıl içinde doğmuş sürü hayvanı”, sonra da genel olarak “mal, yılkı”yı ve özel olarak da “at sürüsü”nü ifade etmiş.
Yılkı’nın en eski epigrafik kullanımı genelde “sürü hayvanı” olup, DLT’de “hayvan, yılkı-tek tırnaklı hayvan sürüsü, başıboş bırakılmış at ya da eşek, dört ayaklı hayvanlara verilen genel ad” olarak anlatılıyor.
“Yıl içinde doğmuş (sürü hayvanı)” yılkı’nın etimolojik anlamı, hâlâ yaşayan tamamen koşut bir Moğol sözcüğünün aynı oluyor.: Eski Moğol nılqa klasik Moğol nilqa “yıl içinde doğmuş (çocuk ya da hayvan)” ve “genç sürü hayvanı”dır.
Bu keyfiyet bir rastlantı olamaz: Bu iki sözcük etimolojik olarak birbirlerine yaklaştırılabilir. Böylece de yıl “takvim senesi” için yaş “yaşanan sene” ile aynı “Altaik” etimolojiye, yani bir nâş (Moğol ve Tonguz alanında nâl ) prototipine gelmiş olunuyor ki Moğol nıl’ın ilk anlamı “rutubet, yeşillik” olup sene, “bitkilerin yeniden yeşillenme”si ile tanımlanıyor. (Türk y-, Moğol n’nin mutat mukabilidir)[121].
H.850 yılında kaleme alınmış ve II. Murad’a takdim edilmiş Selçuklu, Osmanlı, Karamanlı ve öbür beyliklere ait vakaların bir kronolojisinde konumuzla ilgili dikkate değer bazı hususlar bulunmaktadır. Ezcümle Sultan Murad hakkında “Pâdişahumuz Sultan Murat Han…tahta geçüp serir-i memlekette (ülkenin tahtında) karar itdüği vakitda Sünbüle burcunun yigirmi sekiz derecesi idi…Sünbüle burcunun ıssı Utârid’dür…’’ diye kaydediyor. Kronolojik listelerden sonra astronomik ve astrolojik bazı hesap ve hükümleri içermekte, yılın ay ve günlerine dair alâmetlerden vuku bulacak olaylardan, rüya tabirlerinden, mevsimlere, aylara göre yenilmesi, içilmesi veya kaçınılması gereken yemeklerden, içkilerden söz edilmektedir[122]. Öbür yandan Osmanlı kaynaklarında ilk kez rastlanan ve Nasirûddin Tûsî aracılığıyla bize intikal ettiği rivayet edilen Sekiz Yulduz ahkâmı da nakledilmiş ki müellif ahkâmın Türk, Uygur, Moğol ve Hotan bilginlerinden intikal ettiğini ekliyor.
Yazar, olaylara doğruca tarih koymayıp, kronolojiyi kaleme aldığı H.850 yılından geriye doğru bu tarihleri hesaplıyor ve bunda hep yıl sözcüğünü kullanıyor:
“Hazret-i Sultan ul- ârifîn ve kutb ul- muhakkıkîn ve ma’şûk ul-mudakkıkîn Mevlânâ Celâlüddin Belhî, kaddes Allah’u sırrehu’l – azîz, vefatından berü iki yüz kırk yıldur;”
…
“Ve Çelebi Ârif vefatından ve Çoban bek Konya’yı Hisar idelden berü (yüz) yığirmi sekiz yıldur;”
…
“Ve Timur Han Hıtay yolında vefat idelden, oğlı Şâhrûh Herâ(t) tahtına cülus idelden berü kırk bir yıldur;”
..
“Ve Brûsâ Ulubât vilayetleri ile Orhan beg elinde feth oladan berü yüz yigirmi dört yıldur;”
…[123].
Devam etmeden mezkûr Sekiz Yulduz hakkında Osman Turan’ın söylediklerine bakalım.
Türklerin Sekiz Yulduz Ahkâmı diye adlandırılan bir inançtan olduğu anlaşılıyor. Bunu bize ilk anlatan Tûsî oluyor.
Bu Sekiz Yulduz, deve suretinde, uğursuz sayılan bir yıldızmış. Derya-i muhitin (?) gemicileri onu iyi tanıyıp etkisini denemişlermiş. Yıldız hangi tarafta bulunursa o taraftan kaçınırlar, bulunduğu tarafa doğru herhangi bir sefer yapmazlar, askerlerini o tarafa doğru sevk etmezlermiş. Bu yıldız Türk aylarının günlerine göre bir tarafa yönelirmiş. Naşir üd Dîn Tûsî, bunun her gün hangi cihette olduğunu gösteren, buraya derç etmediğimiz bir cetvel tanzim etmiş[124].
Daha önce sekiz uçlu yıldızdan söz etmiştik. Bu “sekiz” rakamı hep rastlantı olarak mı değişik “yıldız”larda karşımıza çıkıyor?…
Döneceğiz konuya
Küçük Asya’da Lydia’nın başkenti, Sardis idi. Sardis, Joannes Lydus’un da dediği gibi Lydia lisanında sene manasına gelen bir kelimedir, diye anlatıyor bize Ramsay[125]. Neden başkente bu ad konmuş? Bunun bir kuruluş efsanesi olmalı.
* * *
Göçebe hayatının ayrılmaz bir kılavuzu olan yıldızlar ve bunların takımları, “burçlar” kavramına yol açmış ve bunlara çeşitli hayalî nitelikler atfedilip sembollerle gösterildiğinden söz ettik. Ancak güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngesinin içlerinden geçtiği oniki takım yıldızdan her birini ifade eden “burç” hakkındaki ayrıntılar konumuz açısından ilginç olmaktadır Bunu doğruca kısaltarak YİA’den aktarıyoruz.
Ama daha önce bazı açıklamalarda bulunacağız.
Arapçada mıntakal al-burûc ile mıntakat falak al-burûc, hem Zodyak’ı, hem de ekliptiki, yani medar-ı şemsî, daire-i inkılâbı (içinde yer küre ve güneşin merkezlerini içeren düzlemin gök kubbeyi kestiği büyük daire; dolayısıyla güneşin sabit yıldızlar arasında yıllık hareketinin görünür yörüngesi) ifade etmek için kullanılmaktadır. Tam olarak Zodyak, gezegenlerin yörüngelerinin ekliptike meyli nedeniyle bunun Kuzey ve Güney’ine 7°’ye kadar uzanan bir “kuşak” ya da “mıntaka” olmaktadır; o ise ki ekliptik gökyüzünde Zodyak kuşağının ortasından geçen ve güneşin, görünürdeki yıllık devri içinde yörüngesini temsil eden bir büyük dairedir. Hem Zodyak’ın, hem de ekliptikin bilgisi Arap-İslâm kültürüne, klasik Antikçağdan, bilimsel yazıların çevirisiyle geçmiştir.
Antikçağda Zodyak kuşağı, ayırımsız olarak bir daire (κύκλοϛ) tesmiye edilmişken İslâmî dönemde mıntaka (harfiyyen “kuşak”) da, ekliptik ve de hatt-ı üstüva gibi bir (büyük ) daire için kullanılmış. “(Büyük) daire” anlamında mıntaka’nın kullanımı, belki de Süryanî aracılığıyla, Antikçağdan türemiş olmalı. Hem “kuşak”, hem de “daire” anlamlarında mıntıka, hiç şüphesiz Grek ξωνη’den gelmektedir.
Büyük ihtimalle Babilonya, Zodyak dairesinin ilk kökeni olmalı. Bunun başlangıcı kesin olarak saptanamıyor; mamafih takımyıldızların güneş ve gezegenlerin güzergâhı üzerinde gruplandırma girişimlerinin ilki Hammurabi döneminden öncesine ve her halükârda M.Ö. III. bine aittir. Bizce bilinen az çok tüm adlar Sümer yazıtlarında bulunuyor. Yaklaşık M.Ö. 1300’lere ait bir Boğazköy çizelgesi Leo (Aslan) ve Libra (Terazi) dışında bütün Zodyak işaretlerini veriyor.
Şimdi de aşağıda göreceğimiz burçların bazıları hakkında ilginç olabilecek ayrıntıları özetleyelim.
Aries, al -hamel (harfiyyen “kuzu”) adı yerli Arap geleneğinin malı gibidir şöyle ki ayın l., 2., ve 3. merhaleleri (al-şaratan, al -butayn ve al-sureyya) genellikle hayvanın sırasıyla boynuzları, karnı ve yağlı kuyruğuyla özdeşleştirilmiş.
Gemini. Yerli Arap geleneğinde buna tekabül eden takımyıldız al-cavza (bilinmeyen manada) olup şiir ve eski metinlerde sık geçmektedir. Mamafih bir takımyıldız olarak eski Arap al-cayza, Greklerin Orion tesmiye ettikleri yıldız kümesi içinde yer alıyor. 5 no.lu ay merhalesi (al-hak’a), al-cavza’nın başı telâkki edilmektedir. Grekçeden bilimsel çeviriler, Grek Δι’δυμοι’den al-taw’ aman (“ikizler”) adını da eklemişler (çeviriciler Orion için al-cabbar’ı da ithal etmişler)…[126]
Burç (çoğulu burûc ve ebrâc) sözlükte “güzel olmak, örtülerinden sıyrılmak, yükselerek görünür olmak” manalarına gelen berec kökünden Arapça bir isimdir. Gökteki burçlar yükselmeleri, görünür olmaları veya açığa çıkmalarından ötürü bu adı aldıkları gibi surlarla çevrili bir şehrin veya sarayın kuleleriyle bir kalenin yüksek ve stratejik mevzileri de aynı sebeplerden burç olarak adlandırılmıştır.
İslam Öncesi. Burçla ilgili en erken tarihî bilgilere, Sümerlere ait çivi yazılı metinlerde muğlak bir şekilde rastlanmaktadır. Bununla birlikte Ön Asya’da buna ait sistemli bilgiler, milâttan önce II. binyıldan itibaren yazılan Akkadca, Elamca ve Hititçe metinlerde göze çarpmaktadır. Ninova’da (Ninive) Asurlulara ait kral kütüphanesinde ele geçirilen metinler, Tanrı Marduk’un yörüngeyi nasıl on iki burca böldüğünü anlatır. Ancak milâttan önce I. binyıldan itibaren tam olarak ele geçen Asur-Bâbil burç isimleri şöyledir (Brown, s. 180): Kusarikku (Koç), Alpu (Boğa), Tuâmu rabûti (İkizler), Pulukku (Yengeç olmalı), Arû (Aslan), Siru (Başak), Zibânitu (Pençe, tam bilinmiyor), Akrabu (Akrep), Qastu (Ok), Saha (Keçi, tam bilinmiyor), Kâ (Kova olmalı), Nunu (Balık). Daha erken devirlere ait metinlerde adları tam olarak tespit edilemeyen bu burçların yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılırdı. Mezopotamya geleneğinde gök cisimlerinin tanrı olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun tanrısının etkisi ve himayesinde olurlardı. Meselâ Akrep döneminde doğanlar en kızgın ilâhların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardı. Boğa döneminde doğanlar ise savaş tanrılarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği taşırlardı. Mısır’da Helenistik döneme kadar burçlarla ilgili herhangi bir kayda rastlanmamış, orta krallık döneminde ise “dekan” adı verilen değişik bir burç sistemi ortaya çıkmıştır.
Burçların insan üzerine yaptığı etki hakkında en ayrıntılı bilgiler Mezopotamya ve özellikle Asur geleneğini takip eden Yahudi-İbranî literatüründe görülür, İbranîcede burç mezzolot adını alır. Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde burçlara atıflar vardır[127]. İbranî literatüründe Kitâb-ı Mukaddes dışında burçlara ait en erken bilgiler, Lut gölü civarında bulunan Kumran’daki dördüncü mağarada ele geçirilen metinlerde tespit edilmiştir. Bu fragmanlarda Mandeenler’inkine benzer şekilde Zodyak burçlarının simgeleri sıralanmıştır (JNES, XLVIII. 201). Yörüngenin burçlara bölünmesine ait ilk net bilgilerse Ortaçağlara ait Sefer Yesirah adlı bir kitapta ortaya çıkmıştır. Buna göre İbranî literatüründeki on iki burcun adı şöyledir: Taleh (Koç), Shor (Boğa), Te’omim (İkizler), Sartaz (yengeç), Aryeh (Aslan), Betullah (Başak), Moznayim (Terazi), Akrav (Akrep), Keshet (Yay), Gedi (Oğlak), Deli (Kova), Dagım (Balık). Bu burçların tekabül ettiği zaman dilimleri bugün kabul edilen sıranın aynıdır (Ejd., XVI. 1191).
Talmud’da burçlara ait açık seçik bir bilgi bulunmamakla birlikte Yahudi bilginleri insanın belli bir burç altında doğduğuna ve herkesin bir semavî bedeninin (mazzal) bulunduğuna inanırlardı. Herkesin kendisini etkileyen bir yıldızı vardı: aynı burç altında doğanlar manevî açıdan akraba sayılırlardı. Yine bu telakkiye göre her burç belli bir olayı sembolize ediyordu. Meselâ yaratılış sırasındaki aydınlığı Koç, karanlığı Boğa, seksi İkizler, evliliği Başak, insanı ise Yengeç burcu sembolize etmekteydi. Burçlar oluşturdukları dört elemana (hava, su, ateş, toprak) göre de üçerli gruplara ayrılırdı. Meselâ Balık, Akrep ve Yengeç su elemanını oluşturmaktaydı. Burçlar insanları etkilemek üzere kehanetlerde de kullanılabiliyordu, fakat bütün Yahudilerin burçların kötü etkisinden uzak olduğu kabul edilirdi (EJd., ııı.789).
Grek dünyasında burçlara ilk defa temas eden Homeros’tur. Milâttan önce IV. yüzyılda yaşayan Grek matematikçisi Eudoxus kırk dört burç adı sayar. Ptolemy (m.s. 100-178) ise kırk sekiz burç sıralar. Greklerde kullanılan ve çoğu hayvanlara ait olan burç adları geleneksel olarak Hipparchus’a (m.s. I.yüzyıl) atfedilir. Bugün kullanıldığı şekliyle on iki burç adı ise Latin literatüründe ortaya çıkmıştır. Greko-Romen astrolojisine göre on iki burç on iki “hane” oluşturmakta ve her hane insanın belli bir yönünü etkilemektedir. Buna göre Koç burcu beden ve kişiliği, Boğa zenginliği, İkizler bilgi ve ifade gücünü, Yengeç sadakati, dehayı ve merak güdüsünü, Aslan soy, zevk ve hayalciliği, Başak sağlığı ve görev bilincini, Terazi evlilik ve ortaklık duygusunu, Akrep yeniden doğum ve ölümü, Yay ideolojiyi ve başka ülkelere merakı, Oğlak meslek ve statüyü, Kova umut ve dostluğu, Balık sınırlama ve kuşatma güdüsünü etkiliyordu.
Hinduizm’de nakşatra denilen yirmi sekiz burç vardır. Burçlar Hindu literatürüne göre ayın karıları ve ‘Daksa’nın kızlarıdır. Budizm’de Hinduizm’in etkisi altında gelişen yirmi sekiz burç mevcuttur ve bunlar aynı şekilde nakşatra adını alır. Budist telakkiye göre tanrı niteliği taşıyan burçlar insan üzerine doğrudan etkilidir.
Sâsânî dönemine ait İran metinlerinde on iki, Çin geleneğinde de siu adını alan yirmi sekiz burç vardır.
İslâm öncesi telakkilerde burçların astronomik detaylardan ziyade insan üzerine olan etkilerinin işlenişi, bu telakkinin dinle olan yakın temasından ileri gelmektedir. Buna göre ilâh olan gök cisimleri insan eylemlerini yönetmektedir. İlâhlarla ve dolayısıyla gök cimleriyle ilişki kurma çabasından da özel kehanet formülleri geliştirilmiştir. Böylece burçlarla kehanet yahut da fal arasında çok yakın bir ilişkinin bulunduğuna inanılmaktadır[128].
İslam literatüründe Burç. Kur’ân-ı Kerim’de dört defa çoğul şeklinde geçip bir surenin de adını (el-Burüc) oluşturan kelime, bir yerde “kale burcu” (en-Nisâ 4/78), diğerlerinde “gökteki burç” (el-Hicr 15/16; el-Furkân 25/61; el-Burûc 85/1) anlamında kullanılmıştır. Müfessirler bu iki anlamı bazen “semavî surların kuleleri” şeklindeki bir benzetmeye yol açacak şekilde birleştirmişlerdir.
Mezopotamya medeniyetlerinden bu yana genelde hayvanlarla temsil edilen burçlar sembolizmi kültürden kültüre az çok farklılık göstermektedir. Grekçede “zôdiakos kyklos” (hayvanlar dairesi) veya “to zôdia” (küçük hayvanlar) olarak anılan takımyıldızlar dizisi, İslâm felekiyyâtında “felekü’l-burûc” veya “dâiretü’l-burûc” adını almıştır. Esas itibariyle Batlamyus’un el-Mecistî’sindeki şekliyle benimsenen burçlar kuşağı, İslâm astronomi literatüründe güneş ve diğer gezegenlerin hareketini açıklamada daima başvurulan bir merhaleler düzeni olarak aynı geleneği sürdürmüştür. Güneşin gökyüzündeki hareketi sırasında belli tarihlerde girdiği burçların isim ve sıraları Latin kültüründe de benzer şekillerde benimsenmiştir. 360 derecelik dairevî kuşağın 30’ar derecelik on iki bölüme ayrılması sonucu oluşan burçlar, Arapça ve Latince karşılıkları ve güneşin burca girdiği tarih itibariyle şu şekilde sıralanmaktadır: Koç (Hamel, Aries: 21 Mart), Boğa (Sevr, Taurus: 20 Nisan), İkizler (Cevzâ, Gemini: 21 Mayıs), Yengeç (Seretan, Cancer: 22 Haziran), Aslan (Esed. Leo: 23 Temmuz), Başak (Sünbüle, Virgo: 23 Ağustos), Terazi (Mîzan, Libra: 23 Eylül), Akrep (Akrep, Scorpius: 22 Ekim), Yay (Kavs, Sagittarius: 22 Kasım), Oğlak (Cedî, Capricornus: 22 Aralık), Kova (Delv, aquarius: 20 Ocak), Balık (Hût, Pisces: 19 Şubat). Güneşin burçlar kuşağı üzerindeki bu hareketi mevsimlerin başlangıç ve bitiş noktaları gibi gündüz ve gecenin uzayıp kısalmasını da takvime bağlar.
İslâm düşünce ve bilim tarihinde XI. yüzyıla kadar astronomi ve astroloji arasındaki, ayırım pek belirgin değildi. Müslüman filozof ve bilginlerin bir kısmı, astronominin yanı sıra “yıldızların mevkilerinden belirli anlamlar çıkarma sanatı” şeklinde nitelendirilen astrolojiyi (ilm-i ahkâm-i nücûm veya tencîm) bir matematik veya tabiat bilimi olarak kabul etmiş, bir kısmı ise reddetmiştir. Ancak astroloji, birçok ilim adamı tarafından reddedilmesine ve bir hurafe olduğunun iddia edilmesine rağmen (Fârâbî, s.87-88) gerek gizli bilim gerekse sembolizm temelinde önemini daima korumuştur.
Burçlar kuşağı ise astronomi ve astrolojinin açıklama tarzlarında gezegen-yıldızların hareketlerini tayin eden veya anlamlı kılan bir sabit referans sistemi olarak iş görmüştür. Abdurrahman es-Sûfî’nin Batlamyus’un el-Mecistî’sine dayanarak hazırladığı ve burçlar kuşağını da incelediği (bk. Suverü’l-kevâkib, s. 177-311) resimli gök atlası türünden eseriyle Birûni’nin astrolojinin ilkelerini tartıştığı Kitabü’t- Tefhîm’i gibi eserlerin etkili olduğu İslâm felekiyyat literatürü, burçlar feleğini merkezî bir kavram olarak kullanmıştır (Nasr, İslâm ve İlim, s.95-134). Özellikle âlemin ve âlem-insan münasebetlerinin bir bütünlük içinde ele alındığı kozmolojik izahlarda burçlar feleği adeta metafizik âlemle fizik âlemi birleştiren bir kuşak ve metafizik varlık nurunun içinden geçip farklılaştığı ve kutuplaştığı bir prizma gibi düşünülmüştür.
Burçların veya halk tabiriyle yıldızların insan üzerindeki etkisine inanmak, İslâm’ın ilâhî iradeye atfettiği mutlak hâkimiyet prensibiyle çatışmaktadır. Konunun İslâm inancı bakımından önemli görülen diğer bir yönü de geçmiş devir ve kavimlerde görüldüğü üzere, burç ve yıldızlar gibi semavî cisimlere müstakil bir kudret nispet eden ve onlara tapmaya varan inanışların tevhit akidesiyle bağdaşmayışıdır. Buna yıldızlara bakarak geleceği bilme iddiasıyla ortaya çıkanların söz ve davranışlarını da eklemek gerekir. Ayrıca eski astrolojik telakkilerin bu şekilde bir falcılık ve kehanet sanatına dönüştürüldüğü, geçmişte olduğu gibi günümüz insanını da yaygın şekilde etkisi altına aldığı bilinmektedir. Bu sebeplerle tarih boyunca İslâm âlimleri gereken hassasiyeti göstererek Müslümanları konunun akideye yönelen tehlikelerinden korumak için sert uyarılarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte bazı mutasavvıflar, bir kısım İslâm düşünürleri ve sanatkârlar astrolojik sistemle buna bağlı sembolleri, kâinatı bütünüyle kavramaya imkân veren bir cazibeye sahip olmalarının da tesiri altında ilgiyle karşılamışlardır. Böylece burçlarla ilgili semboller geniş bir şekilde İslâm sanat ve edebiyatına da yansımıştır[129].
Edebiyatta Burç: Gök cisimleri, kozmik âlem ve bu âlemdeki unsurlar genel olarak bütün edebiyatlarda yer almaktadır. Yıldızlar İlkçağlardan beri insanoğlunu hayret içinde bırakmış, bu sebeple astronomi hemen her devir ve kültürde üzerinde ilgiyle durulan bir konu olmuş, bazen din ile kaynaşmış, bazen de dinî duygu ve fikirler doğurup beslemiştir. İslâm milletlerini edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatının manzum ve mensur eserlerinde de gök cisimleriyle ilgili çeşitli bilgiler yanında birtakım remiz ve mazmunlara, bunların özellikleri üzerine kurulmuş teşbih, tevriye, cinas vb. edebî sanatlara sık sık rastlanmaktadır.
Konuyla ilgili eserleri iki grupta toplamak mümkündür. İslâm dünyasında ilm-i nücûm, ilm-i tencîm, ilm-i ahkâm-ı nücûm ve ilm-i zîc adlarıyla bilinen ilimlere dair yazılan eserlerle ansiklopedik mahiyetteki çalışmalar ve umumi tarihe ait eserlerin giriş bölümlerindeki bilgiler birinci grubu teşkil eder. Bunun dışında kalanlar ise doğrudan edebiyatla ilgili olan, kaside ve gazel gibi divan şiirinin çeşitli formlarında yazılmış şiirlerle bilhassa tevhid, münâcât türündeki manzumeler ve mi’racnâme gibi dinî, Hüsn-ü Aşk, Deh -mürg vb. aşk ve maceraya dayalı mesneviler konuya dolaylı şekilde temas eden, ifadeyi zenginleştirmek için kozmik unsurlara bir malzeme olarak yer veren eserlerdir. Birinci gruba Kasımpaşalı Osman b. Mehmet’in mensur Câmiu l-ahkâm fî mesâili’l-hâs ve’l-âm adlı eseriyle manzum Muradnâme, Alî’nin Künhü’l-ahbâr’ı ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mârifetnâme’si örnek gösterilebilir. Tarihî eserler arasında da Aynî’nin İkdü’l-cümân’ı örnek gösterilebilir. Eserin baş tarafında kâinatın yaratılışı hakkında bilgi verilirken burçlar da geniş olarak ele alınır. Hattâ bu eserin bazı yazmalarında burçlarla ilgili minyatürler yer almıştır. (bk. İÜ Ktp., TY, nr.5953). Nev’î de Netâicü’l-fünûn ve mehâsinü’l-mütûn adlı eserinin “ilm-i nücûm” faslında konuyu objektif bir şekilde ele almış, bu arada ilm-i ahkâm-ı nücûm (astroloji) aleyhindeki ayet ve hadiseleri de zikretmiştir.
Yıldızların ait oldukları burçta bulundukları vakte “şeref’ veya “vakt-i şeref’ denir. Buradan eşref-i sâat mefhumu doğmuştur ki çeşitli beyit ve mısralarda değişik vesilelerle çok tekrar edilen bir unsurdur. Genel olarak da şairin sevgilisini gördüğü, ona kavuştuğu, ondan haber aldığı anı belirtmek için kullanılır.
İbrahim Hakkı Mârifetnâme’de geçen, “Hamel ü Sevr ile Cevzâ da gelir fasl-ı bâhar / Seretân u Esed ü Sünbüle’dir yaza medâr / Tuttu güz faslını Mîzân ile Akreb dahi Kavs / Cedy ü Delv ile Hût kıldı zemistânda karâr” kıtasında burçlarla mevsimler arasındaki ilgiyi açıklar. Ayrıca “burc-ı isnâ aşer” terkibiyle de bazen on iki imam kastedilir. Nitekim Nev’î’nin bir terkibibendinde yer alan, “Bunlar -durur nücûm-ı saâdet çerâğ-ı din / Bunlar-durur olan on iki burca pâsbân” beytinde on iki imam burçların bekçisi olarak zikredilmektedir.
Burçların her biri divan edebiyatında değişik özellikleriyle ayrıca birer remiz olarak da ele alınmıştır: Hamel (Koç) burcu “Burc-ı bere” adıyla da anılan bu burçtan genel olarak güneşle birlikte bahsedilir. Eski takvime göre ilkbaharın birinci ve altıncı gününe Nevruz denir. Nevruz’un başlangıcı güneşin Hamel burcuna girdiği zamandır. Bahardan bahseden beyit ve mısralarla bahariyye’lerde Güneş-hamel- nevruz üçlüsüne ve bunların birbirleriyle yakın ilgisini aksettiren çeşitli ifadelere rastlanır. Sevr (Boğa) burcu. “Burc-ı süreyya” ve “burc-ı gâv” olarak da adlandırılan Sevr ayın burcudur. Sabah olunca görülmemesi ayın kurban edilmesine bağlanır ve güneşin doğuşu esnasında gökyüzünde beliren kırmızı renk de kurban edilen ayın kanı şeklinde yorumlanır. Sevr-kurban ilişkisi sebebiyle ıydiyye’lerde rastlanan bu motif, ayrıca boğanın ağır işlere dayanıklı olması ve yük taşıyabilmesi dolayısıyla da söz konusu edilir. Felek onu ağır şeyleri taşımada kullanır. Ancak Sevr eflâkin yükünü taşıdığı halde şairin gönül yükünü, gam yükünü taşıyamaz, boynu kırılır. Cevzâ (İkizler) burcu. “Burc-ı dü-peyker” adıyla da anılan bu burç, diğer gök cisimleri gibi yükseklik ve yücelik bildiren ifadeler içinde zikredilir. Şairin övdüğü kimsenin eşiğini süpürmekte ve sevgilinin ayağının tozu Cevzâ’ya baş tacı olmaktadır. Seretân (Yengeç) burcu. “Burc-ı harçeng” adıyla da anılır. Ayın hânesi oluşundan kinaye “burc-ı hilâl” de denilir. Esed (Arslan) burcu. Güneşin en tesirli olduğu zaman, “burc-ı şir” olarak anılan bu burçta bulunduğu zamandır. Genellikle övülen kişi aslanın çeşitli özellikleriyle anlatılır. Ayrıca “esed” lakabıyla anılan Hz.Ali ile Aslan burcu arasında bağ kurulduğu da görülmektedir. Sünbüle (Başak) burcu. “Burc-ı hûşe” olarak anılan bu burca beyitlerde “hûşe-i çarh” ve “hûşe-i sipihr” şeklinde rastlanır. Cedy (Oğlak) burcu. “Burc-ı buzgâle” diye de adlandırılan bu burç, “nahs-ı ekber” olan Zühal’in hânesi olduğundan çoğunlukla bu gezegenle birlikte anılır. Yedinci felekte ve gezegenlerin en üstünde bulunduğu için “pâsbân” (gözcü) olarak vasıflandırılır ve bekçilerin yüksek kulelerde (burç) bulunmasına dayanan çeşitli hayaller içinde yer alır. Delv (Kova) burcu. “Delv-i sipihr” olarak da anılan bu burcun kelime manasından hareketle su ve kuyu ile ilgisini ön plana çıkaran özelliklerinden bahsedilir. Hût (Balık) burcu. “Burc-ı mâhî” denilen bu burç “hût-i felek” şeklinde de geçer. Kejdüm (Akrep) burcu. Ay Akrep burcunda iken sefere çıkılmaması gerektiğine inanıldığından yanak ve saç ay ve akrebe benzetilerek sevgilinin kapısından ayrılmama bahanesi olarak ileri sürülür. Kavs (yay) burcu. “Burc-ı keman” veya “hâne-i keman” da denilen ve kaş için müşebbehün bih olarak zikredilen bu burç, çoğunlukla divan edebiyatında Zühre’den sonra en çok adı geçen bir gezegen olan müşteri ve ok kelimeleriyle birlikte anılır. Mîzan (Terazi) burcu. Zühre gezegeninin hânesi olduğundan onunla birlikte anılır. Hamel, Esed, Kavs burçlarına “burc-ı âteşî” (ateş); Cevzâ, Mîzan ve Delv’e “burc-ı bâdî” (hava); Sevr, Sünbüle ve Cedy’e “burc-ı hâkî (toprak); Seretan, Akreb ve Hût’a “burc-ı âbî” (su) denilir. Bu şekildeki adlandırmalarla dört unsurun (anasır-ı erbaa) burçlarla münasebeti belirtilmiş ve tabiatlarına işaret edilmiş olur. “Burç-ı çihil-sâle” Hz. Âdem’i, burç- ı Mesîh ise sekizinci feleği sembolize eder. Yerleri belli ve sabit olduğu için burçlar felekte şehirleri de temsil ederler. Mesela “burc-ı evliyâ” terkibi Bağdat şehrini anlatır [130].
Kâinatı tasvir eden burçlar kuşağı.
“Zübdetü’l tevarih’in kapağı.
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, No. 1973
Dr. Nazan Ölçer’e teşekkürlerimizle
Yukarıdaki beyanların ışığında Kutadgu Bilig’te söylenenlere bakalım.
[1] Türkçe sözlük, 1967 ve 1983
[2] TS
[3] Bkz. Burhan Oğuz – op. cit.. II/l, s. 501 ve dev.
[4] G. Contenau..- La civilisation des Hittites et des Hurrites du Mitanni, Paris 1948, s. 120
[5] B. Oğuz – op.cit.
[6] O. R. Gurney. – op.cit., s.183
[7] René Grousset – Historie de I’Arménie, Paris 1973, s. 18
[8] ibd. s.120
[9] Ph.Rawson and L. Legeza.- The Chinese philosophy of time and change. TAO, London 1973, s.13
[10] O. R. Gurney.- op. cit., s. 151 ve Sabatino Moscati.- L’Orient avant les Grecs, Paris 1963, s. 192.
[11] H. J. W. Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, Leiden 1980, s. 57-9
[12] J. Huizinga.- Homo ludens, Essai sur la fonction sociale du jeu, Gallimard 1951, s. 12 – 3, 95-101
[13] Tamara Talbot Rice.- The Seljuks, London 1961, s. 266
[14] Emel Esin.- Türk kozmolojisi (ilk devir üzerine araştırmalar) İst 1979. s.14-15,
[15] Kutadgu Bilig II, çev. Reşit Rahmeti Arat Ank. 1974
[16] Tarafımızdan belirtildi
[17] Emel Esin.- op.cit, s. 16
[18] W. Barthold- Histoire des Turcs d’Asie Centrale, Paris 1945, s. 24.
[19] Kirzioğlu M. Fahrettin.-Gökten inen ejderha efsanesi ve tarihteki yeri, in TFA 44, Mart,1953 s.697-8
[20] M. Volkan Canalioğlu.- Trabzon gelenekleri ve görenekleri, Trabzon (t.y). s. 56
[21] Kirizoğlu.- op.cit.
[22] Kirzioğlu M. Fahrettin – Kars’ta halk inanışları, efsaneler. Gök-Bulut-Ejderha in TFA 181, Ağustos 1964, s. 3486-8.
[23] Jean Chevalier et Alain Gheerbrant.- Dictionnarie des symboles, Paris. 1973, s. 211-5
[24] Louis Bazin.- Les systémes chronologiques dans le monde Turc ancien, Paris. 1991 (Ed. du CNRS), s. 249-50
[25] ibd., s. 266
[26] ibd. s. 126-8
[27] δι’oϛ “Zeus’la ilgili, tanrısal” anlamındadır. (TYS)
[28] Berthold Spuler.- İran Mogolları, s. 479
[29] Amable Audin.- Les fêtes solaines, PUF, Paris 1945, s.29-43
[30] T.H.- Tarih, in İA.
[31] Bunu Şemseddin Samî “Eski Mısrîlerin 360 günden ibaret olan senelerine ilâve olunan beş gün, eyyam-ı hamse-i munzama” olarak ifade ediyor.
[32] Amable Audin.- op. cit.
[33] Günümüze kadar gelen ‘‘Güneş Kültü” hususunda bkz. B.Oğuz.-op .cit. II/l , s. 911-9
[34] “Şark, aslında Arapça güneşin doğduğu taraf, gündoğusu; ‘işrak’, güneş tulû etmek, güneş doğup etrafı aydınlatmak; ‘şeri işrak’, güneşin tulûundan fevkalûfuk bir veya iki mızrak boyu yükselmesi arasındaki müddet, ki ehl-i hey’ete göre bir mızrak boyu beş dereceye muadildir. İmameyn kavlince bayram namazının vaktidir; ‘işrak’, ayrıca, ilmin insanlarda vahy ü ilham suretiyle husulü de oluyor. ‘Sarik’, parlayıcı, parlayan, füruzan, rahşan, dirahşan, tulû eden manalarındadır. ‘Maşrık-meşrik’, ‘mahall-i işrak ve suruk’, güneşin doğduğu semt, ‘şark’tır.”
“Maşrık ve magrib kelimeleri müfret halinde oldukları zaman şark ve garp cihetleri manasına gelir. Tesniye halinde, yani ‘maşrıkeyn’ ve ‘mağribeyn’ tarzında sayf ü şitanım ‘inkılabeyn noktaları’ matali ve magribini ve cem’i halinde yani ‘meşarık’ ve ‘megarip’ şeklinde her günün veya her faslın derece-i matla’ü mağribi manasını verir”. (BTL, madde “şark”).
“Bunların zıddı ‘garp’ oluyor ki bu dahi Arapça, ‘güneşin battığı taraf, günbatı’dır. ‘Mağrip’ de bununla eşanlamlıdır. ‘Salât-ı mağrip= güneşin gurubunu müteakip kılınan namaz, akşam namazı’; ‘gurubî= guruba mensup ve müteallik’; ‘gurubî saat= ân-ı gurubun mebde itibarı suretiyle zamanın takdiri ve buna göre ayar edilen saat, zıddı= zevalî’; ‘gurbet= memleketinden başka bir yerde bulunmak’; ‘garip= başka diyardan olan, yabancı, kimsesiz, bîkes’. ‘Darbımesel: garip yiğit Çingene’nin dostu haraççı ile karayeldir’…” (BTL).
[35] ομφαλο’ϛ .”göbek” manasındadır.
[36] Amable Audin.- op.-cit, s.29-62
[37] W. Hartner.- Falak, in EI
[38] D. J. Price.- The prehistory of the clock, in Discovery, Vol. XVII, 1956. No 4
[39] Can Kerametli.- Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde İslâm üstürlapları, in TED XII, 1969
[40] Ana Britannica, mad. “burçlar kuşağı”
[41] YTS
[42] İA, mad. “İklim”.
[43] R. Levy.- Nevrûz , in İA ve EI
[44] Abdülbâki Gölpınarlı.- Nevrûz’la uyanan dünya, in Milliyet, 21.03.1977
[45] Bkz. C. II/l, s.923-53
[46] Isya Josephe.- Devil worship. The sacred books and traditions of the Yezidiz, Boston 1919, s.46, 84, 174-5
[47] Yıldızların yerlerini ve dolaşmalarını göstermek için düzenlenmiş cetvel
[48] Sıçgan yerine
[49] “Ve duvar elli iki günde, Eylûl’ün yirmibeşinci gününde, tamam edildi.”
[50] Bu aynı konuda, kişisel gözlemlerimiz için bkz. C. II/1, s. 597-8
[51] Avram Galanti.- Kullandığımız Türkçe ay isimlerinin menşei, in Yeni Mecmua 50, s. 83, 28 Haziran 1918
[52] A. J. Wensinck.- Kânun, in İA
[53] Le monde du sorcier, Col. Sources Orientales, Ed. du Seuil, Paris 1966, s. 92
[54] M. Plessner.- Şubat, in, İA
[55] G. Widengren.- Les religions de l’Iran, Paris 1968, s. 69
[56] Le monde du sorcier, s. 71
[57] Nicholas Adontz.- Histoire d’Arménie, s.144
[58] H.J. W. Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, Leiden 1980, s.65
[59] M.Plessner.- Nîsan, in İA
[60] B.- Dupiney de Vorepierre.- Dictionnaire français illustré et encyclopédie universelle, Paris 1860, mad. “Mai”.
[61] TA ve İA
[62] de Vorepierre , “mad”. ‘Juin”
[63] Halen dilimizde “mud” olarak yaşayan bir kuru madde hacim birimi
[64] Süryâni Mar- Yeşua.- Vakayi’nâme, çev. M. Yanmaz, İst. 1958, s. 22,44
[65] Nicholas Adontz.- op. cit., s. 114
[66] M. Plessner.- Temmuz, in İA
[67] Nicholas Adontz.-op.cit., s.284,296
[68] H. J.W. Drijvers.- Cults and beliefs at Edessa, Leiden 1980, s. 30 ve 31 ve infra 53
[69] Jacgues Jarry.- Hérésies et factions dans l’Empire byzantin du IVe au VIIe siècle, Le Caire (Kahire) 1968, s. 97 ve 177. Aylar tarafımızdan belirtildi.
[70] İki gezegenin bir burçta bulunması. Kıran-ı nahseyn (nahs-i kıran), Mars ile Satürn’ün aynı burçta birbirine yaklaşması, kutsuzluk işareti; kıran-ı saadeyn (sad-i kıran) Venüs ile Jüpiter (Zühre ile Müşteri)’in aynı durumda olması, mutluluk işareti (Mustafa Nihat Özön)
[71] Osmanlıca bu sözcükleri aynen benimsemişti. Yakın zamana kadar gündüz okuyan öğrenciye nehari, yatılısına leyli denirdi. “Şarib-i leyi ü nehar” da “gece gündüz içen” sarhoşa ıtlak olunurdu.
[72] İA, mad. ‘Tarih”
[73] Osman Turan.- Oniki hayvanlı Türk takvimi, İst 1941
[74] Bîrûnî bunu sonradan şöyle düzeltir: “Türklerin seneleri on iki üzerinde devreder, mezkûr yılları, sıra ile hayvanların adlarıyla tesmiye ederler”. O.Turan, op.cit, s.11
[75] Degnignes, op. cit., C.II, İst. 1923, s. 484
[76] René Giraud.- L’Empire des Turcs célestes, Paris 1960, s. 15
[77] Osman Turan.- op. cit. s.24 infra
[78] Paul Garelli.- Les Assyriens en Cappadoce, s. 60
[79] ibd. s. 34. infra
[80] W. Barthold.- Turkestan down to the Mongol invasion, s. 286 ve infra. Aynı bilgiler bu yazarın Histoire des Turcs d’Asie Central kitabında, s.71’de de verilmiş.
[81] Louis Bazin.- Les systèmes chronologiques dans le monde turc ancien, s. 375-384
[82] Kozin’e göre bu, “güneşte kurutulmuş ve tuzlanmış koyun eti” oluyor.
[83] Dayı kızı olma geleneğine bir işaret olabilir mi?…
[84] Önemli yaz göçüne başlama yıllık bayramı (L. Bazin)
[85] L. Bazin.- op. cit., s. 385-391
[86] Seçhin Jagchid and Paul Hyer.- Mongolia’s culture and society. Folkestone 1979, s.115-6
[87] L. Bazin.- op. cit., s.398-399
[88] Osman Turan.- op.cit.,
[89] L. Barin.- op. cit., s. 413-6
[90] ibd., s.430-4
[91] ibd., s.444-450
[92] Aksaraylı Kerimeddin Mahmud.- Müsameret -al- ahyar. Selçuklu Tarihi. Çev. M. Nuri Gencosman, Ank.1944
[93] ibd., s.23-5
[94] Duschesne-Guillemin.- Ormazd et Ahriman. L’aventure dualiste dans l’antiquité, PUF, Paris 1953. s.51-2,58
[95] Emel Esin.- op.cit.,s. 41
[96] ibd., s.43
[97] Burada dikkat edilecek husus, yaz gündönümünün ayın ortasında olmasıdır.
[98] Emel Esin.- op.cit., s.44
[99] ibd.,s.46-7
[100] ibd., s.50,1
[101] Jaques Duchesne-Guillemin-Zurvan, in Dictionnaire des religions, P.U.F. Paris 1984, s.1805-6
[102] Aynı yazar.- Ormazd et Ahriman, s. 129-133
[103] Bkz. C. I., s.229
[104] Bizdeki “sütlerin kaymak tuttuğu” ay gibi…
[105] “Şems” Arapça, yani yine bir Samî dilde, “güneş”tir.
[106] S.H.Taqizadeh. Old İranian calendars, London 1938’den özetlenmiştir.
[107] Yazata sözcüğü en genel anlamıyla bir külte lâyık kişileri ifade ediyor. Çoğul olarak sözcük, Pehlevî yazdan’ı vermiş olup bu tabir sonunda, tek tanrıyı ifade edip Allah’ın karşılığı olmuş; işbu gelişme prehistoryadaki İbranî elohim’inki ile kıyaslanabilir. (Jacques Duchesne-Guillemin.-Yazata, in Dictionnaire des religions)
[108] Mary Boyce-Zoroastrians, s.70-I
[109] ibd.s.92
[110] Reşit Rahmetli Arat-Türklerde tarih zaptı, in II. TTkg. (20-25 Eylül 1937). İst.1943.s.329-337
[111] Reşit Rahmetli Arat. Türklerde zaman ve vakit tespiti, in IV. TTkg. (10-14 Kasım 1948), Ank.1952, s.98-102
[112] Louis Bazin.- Op.cit., s.31-41
[113] James Hamilton et Louis Bazin.- Un manuscrit chinois et Turc runiforme de Touen-Houang, in TURCICA IV, 1972, s.39
[114] ibd, s.42-6
[115] Deguignes, C. V, s. 15
[116] Tarafımızdan belirtildi.
[117] G.Kolpaktchy.- Livre des morts des anciens égyptiens, Paris 1973.s.32
[118] Necip Üçok.- Fonemlerin özellikleri üzerine bir deneme, in AÜDTCF Dergisi IX/4, Aralık 1951, s.363-9
[119] Louis Bazın .- op.cit, s.62-3
[120] ibd., s.56
[121] ibd. ,s. 67-9
[122] Buna “ ihtiyarât kitabı” denir ki takvimlerde gösterilen filân gün filân işi yapmak veya yapmamak gibi hükümleri içerir.
[123] Osman Turan.- İstanbul’un fethinden önce yazılmış tarihî takvimler, Ankara 1984, s.5-7,11-18
[124] Osman Turan.- Oniki hayvanlı Türk takvimi, s.98-9
[125] W.M.Ramsay.-Anadolu’nun tarihî coğrafyası, s. 130
[126] W.Hartner.- Mıntakat al-burûc, in EI
[127] Dübb-i Ekber’i, Orion yıldızı ile Ülker burcunu ve cenubun odalarını yaratan O’dur (Eyub IX / 9) ; Ülker burcunu bağlayabilir misin yahut Orion’un bağlarını çözebilir misin? Mevsimlerinde burçları çıkarabilir misin? Ve oğulları ile beraber Dübb- i Ekber’e yol gösterebilir misin ? (Eyub XXXVIII/31-32). Ülker burcunu ve Orion burcunu yaratanı ve ölüm gölgesini sabaha çevireni ve gündüzü gece ile karartanı… arayın; O’nun ismi Rabb’dır (Amos V / 8). İbranîlerin bu denli dikkatini çekmiş Orion (Arabî Cebbar), gökyüzünün en ilginç takımyıldızlarından biri olan ekvator takımyıldızı olup Antikçağda Yunanlılar bunu, ülkeleri izleyen bir avcıya benzetmişlerdir. Orion, çıplak gözle görülebilen yedi yıldızlık bir grupla öbür takımyıldızlarından ayrılır.
[128] Kürşat Demirci.- Burç İslâm öncesi, in YİA
[129] İlhan Kutluer, Burç, İslâm literatüründe burç, in YİA
[130] Mustafa Uzun.- Burç. Edebiyatta burç, in YİA,