UNESCO’nun yayınlamakta olduğu “Le Courrier de UNESCO – UNESCO Postası” dergisinin Aralık 94 sayısı bu konuların tartışmasına tahsis edilmiş. Buradaki makalelerden, bazı önemli bulduğumuz kısımları aktararak “Lâiklik” çalışmamıza son vereceğiz. Bunlardaki düşünceler, yazarlarına aittir.
Bu ifadelerden birçok ders alınabileceğine de şüphe yok.
İlk makalenin yazarı Flora Lewis[1] birkaç yıl önce bağımsızlıktan sonra Mozambik’te kalmayı tercih etmiş Portekiz’li bir çiftçi ile birlikte Luanda’yı ziyaret ediyormuş. Yeni restore edilmiş güzel bir kilisenin önünden geçerken rehberi, Marksist hükümetin, halk nazarında yeniden itimadı sağlama çabasıyla sert dini kötüleme kampanyasına nihayet son verdiğini anlatmış, ve “biz de halka cenneti, ama yeryüzü cennetini vaat etmiştik ve bu, bizi mahvetti” diye eklemiş.
İmanın beşerî ilişkilerin bütün yanlarını kavrayabilecek bir lâik muadilinin vaz edilebileceği ve insanla Tanrı arasındaki ilişkinin içi boş, hattâ gerici bir düşünce olarak gösterilebileceğine inanılmış. Girişim başarısızlığa uğramış ve çoğu kez de baskı altındaki dinlerin eski gücünü yeniden iktisap etmesine yol açmış.
Ama din nadiren tek başına ebedî iktidar ve değişmeye gerekli intibak sorununa yanıt verebiliyor. Bu nedenle de, hattâ teokratik rejimlerde bile, kişi “kültü”nün şatafatı altında gizlendiği totaliter diktatörlerde bile, daima politika izleri görülür. İnsanların çok aşağılık karşıt çıkarları vardır ve sosyal ahengi bozmadan iş bu ihtilâfları çözme yoluna basitçe politika denir. Mutat olarak dinin ruhanî dünyası, politikanın maddî ve hattâ materyalist dünyasına karşı tutuluyor. Ancak sosyal gerçeğin bu iki görünümü, yaşayan varlıkta bedenle ruh kadar birbirinden ayrılmazlar.
Şimdi politikanın nasıl din üzerinde tesir ya da aksi tesir icra ettiği ve bunların nasıl bağdaştırılabileceği sorununun çözümü kalıyor. Kilise ile Devlet’in (mutlaka bunların karşıtlıklarını tazammun etmeyen) ayrılması, Rönesans ve Reform’dan doğmuş bir Batı düşüncesi olup daha önce sadece din ve imanın ışığında aydınlanmış esrarengiz bölgelerde bilimin olağanüstü ilerlemelerinden beslenmiştir. Günümüzde astronomi, fizik veya biokimyanın terakkilerinin alışılmış meydan okumalarına biyolojinin daha kafa karıştırıcı yepyeni, eskiyi altüst eden teknikleri eklendi ve bunlar “biyoteknik” yeni sözcüğü altında özetleniyorlar. Genetik uygulamalar, in vitro (cam arkasında) döllendirme ve sair sorunlar yeni sualleri ortaya çıkarıyor. Bunlara kim yanıt verecek? Kanun yaparak politika mı, dogmaya uyan dinî yetke mi? Ya da ruh ve vicdanından her birey mi? Tartışma, Batı ülkelerinde açık olup bu konu üzerinde Fransa’da bir kanun bile kabul edilmiştir. Ancak bu tür sorunlara, dinî hassasiyeti bilmezlikten gelerek yaklaşılamayacağı kesindir.
Her halükârda Kilise ile Devlet’in ayrılması, hiçbir zaman düşünülebileceği kadar ne aşikar ne de yaygın olmuş. İsrail ve Büyük Britanya gibi bazı demokrasiler pekâlâ bir resmî dinle uyuşmuşlar ve Katolik Kilisesi, İtalya, İspanya veya Polonya gibi birçok ülkede bir imtiyazlı statüye sahip bulunuyor. Almanya’da Katolik ve Protestan Kiliseler Devlet tarafından paraca beslenmekte olup Birleşik Devletler’de maliye her tür inancı dolaylı olarak finanse ediyor; iş kalıyor şu grubun “din” statüsünü ve onun arkasındaki imtiyazları hangi ölçütlere göre talep edeceğinin saptanmasına.
İlk olarak Kilise ile Devlet’in ayrılması kararını gösterişli şekilde almış olan iki ülke bunu birbirinden taban tabana zıt nedenlerle yapmışlar. Fransa’da 1789 İhtilâl’i sırasında, genç Cumhuriyet’i Kilise’nin pençesinden kurtarmak bahis konusuyken Birleşik Devletler’de, kanun koyucunun kaygısı, çeşitli ve çok sayıda tarikat ve mezhepleri Devlet’in gücüne karşı korumak olmuş; şöyle ki, bunların zulüm görmüş temsilcileri, Kuzey Amerika’nın ilk kolonizatörleri olmuş.
Ve buna rağmen, Kongre oturumları bir müşterek dua ile başlar ve yeni seçilmiş başkan “Tanrı’nın otoritesi altında birleşmiş ulus”a, elini İncil’e koyarak, bağlılık yemini eder.
Esasen dinin Amerikan politikasında ağırlığı durumuna göre değişir: günümüzde tartışmaları çocuk düşürme, okulda dua ve dinle ilgili okullara para yardımı etrafından dönüyor. Bu konuda, Washington Post’un etkin bir muhabiri, politika ile din arasında belli bir gerginliğin bulunmasının sağlıklı olduğu, şöyle ki, hiç tartışmadan bir egemen konumu, öbürünün aleyhine işgal etmek doğru olmayabilir sonucuna varıyor. Her ne kadar “Anayasası’nın 1791’de kabul edilen Birinci Değişikliği, Kongrenin ne bir Devlet dini tesisi yasasını çıkartabileceği, ne de bunun serbestçe icrasını yasaklayabileceğini derpiş ediyorsa da, sorunun hiçbir zaman kestirilememesi muhtemeldir.
Aslında gerçek sorun, demokrasi sorunudur. Bahis konusu olan, din ile politikanın bağdaşıp bağdaşamayacağı değil, demokrasinin, politikaya yön verme (ya da, vaktiyle Mozambik’te olduğu gibi dini ortadan kaldırma) iddiasında bulunan bir dinle uyuşabilip uyuşamayacağıdır.
Bu konuda Lewis, İslâm özel bir sorun arz ediyor deyip bu hususta Bosna’da İzzet Begoviç’in ve Cezayir köktencilerinin bildiğimiz tutumlarını anlatıyor. Buna karşılık bir Amerikalı Arabizan, Edward W. Said, “İslâmî sözde tehlike”nin geçersizliğini ilân edip İslâm’ın bir tekdüze bütün oluşturmanın uzağında bulunduğu ve asırlar boyunca sayısız yorumlara yol açtığı yanıtını veriyor. Günümüzdeki köktenci akım ifşa edilmiş gerçeğin inhisarını elinde tutmamaktadır. Said’e göre bunda bahis konusu olan, dinin bizatihi kaynaklarına inmeden çok, “edna ve kokuşmuş” hükümetlere bir tepkidir. Arap dünyasında asıl tehlike halk yığınlarından değil, elit tabakalarından gelmektedir.
Her halükârda toplum sorunlarını çözmek için tanrısal iradeyi yardıma çağırmak bir fasit daire oluşturur. Tanrı var olanı istemişse, değişikliğin elzem olduğu yerde herhangi bir şey neden değiştirilecektir? Bu iddiayı kabul etmek, kapıları yeni buluşlara, inisiyatife ve onlarsız hürriyetin mümkün olamayacağı sorumluluk ve tefekküre kapamak demektir.
Herkesin demokrasinin değerlerine aynı pahayı biçmediği de bir gerçektir; insan aynı zamanda demokrasinin korumakla görevli olduğu başka değerlere de candan gönül verebilir. Her ne kadar dinlerin çoğu Tanrı nazarında herkesin eşit olduğunu iddia ediyorsa da demokrasi imanla özdeşleşmez; o, sadece, topluma işlemek olanağını sağlayan bir araç olarak görüyor kendini. İnsanoğlunun yanılabildiğini ve hataya düşebileceğini müdrik olmakla birlikte, sadece körü körüne itaat ya da başkaldırmadan başka seçenek bırakmayan, kendini sözüm ona yanılmaz sanan sistemlere göre çok daha rahimdir. O çok canlı ölçüsüzlük eğilimine karşı bir korkuluktur.
Dinle politika arasındaki ilişkiler sorunu bir yakıcı güncelliğe sahipse bunun nedeni önce demokrasinin terakkileri olup aynı zamanda herkesi dünyamız gerçeğinin çeşitli oluşturanlarını daha iyi kavrayabilme olanağını sağlayan iletişimdir; ama aynı zamanda modernleşmenin bir şaşkınlık ve güvensizlik hissini de beraberinde getirdiği bir gerçektir. Bunlar yeni olmayıp Emile Zola, bundan bir asır önce, büyük karışıklıkların, düzensizliklerin büyük sofuluklara götürdüğünü saptamıştı. Bu itibarla bir ruhî rahatlama bir gerekliliğe tekabül etmektedir; ama bu bize, her gün artan çapraşıklıkta bir toplum içinde yaşamaya yardımcı olan politikaya da gereksinmemiz olduğunu unutturmayacaktır.
Rus ilâhiyatçısı başpapaz Avvakum (1620-1682), “Hangi dinî kuralda Çar’ın kilise’yi yöneteceği ve sunacağı tütsüleyeceği yazılıdır? O’nun görevi, Kilise’ye göz kulak olup onu tahrip etmek isteyen kurtlara karşı korumaktır, nasıl inanılacağını ve nasıl istavroz çıkarılacağını öğretmek değil” demiş.
Fransa’da haftalık Nouvel Observateur’ün direktörü Jean Daniel, “Cemaat rejimi altında – Sous le régime de la Communauté” adlı makalesiyle tartışmaya dahil oluyor.
Dini ve kökenlerinin dışında düşünülen hükümran birey, içinde cemaatin daha önce gelmiş olduğu insanlık tarihinde bir geç icattır. Her an çıkmak istediği ama her zaman da içine dönmeyi arzuladığı bir cemaat.
Jawaharlal Nehru (1889-1964), Seylan bilimsel terakki derneğinde (Kolombo, 15 Ekim 1962) yaptığı konuşmada “politika ile dinin her ikisi de geçilmiştir: bilim ve maneviyatın zamanıdır” demiş.
İşin aslına bakalım: bizim için bahis konusu olan, Sezar’ın olanı Sezar’a iade etmeli mi ve dünyevî uhrevîden ayrılabilir mi?
Herhangi bir sebepten bu ayrımın imkânsız olduğuna inanıyorsak, bu bizi dinî inancın, bir tanrısal nizam içinde Site’nin örgütlenmesine hâkim olduğunu düşünmeye sevk eder. Ve de teokratik devleti meşru telâkki edeceğiz. Bu takdirde soru, sairleri arasında, bu teokratik Devletlerin kendi azınlıklarına, bunlar ister devletinkinden farklı dinden ya da dinsiz olsunlar, saygı gösterebilip gösteremeyecekleridir.
Ama aksine, uhrevî ile dünyevînin ayrılması bize mümkün ve arzu edilir görünüyorsa, lâik Devlet’in misyonunun ne olacağı düşünülmelidir. Ruhanî-uhrevî bir temelden yoksun bir politik ahlâk (etik) ve mütealî (deneyüstü) teminatsız bir hukuk bulunabilir mi? Veya bu Devlet sadece farklı dinî cemaatlerin beraberce varlığını örgütleme işlevine mi sahip olacaktır? Yani kısaca, Tanrı’sız bir Devlet’in bir lâik ahlâkı meşru ve etkin midir?
Sonra yazar Batı’daki antiteokratik hareketin kısa tarihini çiziyor: Cumhuriyetçi Devlet, hür ve eşit bireylerin ifade ettikleri halk hükümranlığının ifadesidir.
Ama bakıyoruz ki Fransa’da birtakım cemaatler yeniden doğuyor, örgütleniyor ve bazen bunların ileri gelenleri şu ya da bu reformu talep etmek için aralarında anlaşıyorlar. Birleşik Devletler’de, Lübnan’da ve daha beteri eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde ve eski Yugoslavya’nın topraklarında görülebilen karikatürsü ve son kertesine gelmiş sonuçlu bu evrimden ancak kaygılanılabilir. Topluluk-cemaatler çağındayız.
Bunun sebepleri nedir? Üç sebep teklif etmek isterdim.
İlki, insanoğlunun bir dindar varlık olduğunu unutmuş olmamızdır. O, sadece, Aristo’nun politik hayvan’ı değildir. O, Hobbes’e göre sadece insan için bir kurt değildir. O, başlangıçlarından beri, sosyal ve dindar bir varlıktır. Birey, bir icat, bir yapılıştır. Beşer tarihinde geç ortaya çıkmış olup bu zorla girmeden önce, onsuz varlığını sürdüremeyeceği cemaat vardır. Her zaman çıkmak istediği, her zaman içine geri dönmeyi istediği cemaat.
Birinci sonuç: modernlikte bulunan her şey, bireyin dinî topluluğuna kaydına çok sertlikle ve hızla saldırır, sonunda onda bir tepki ve hattâ bir gerileme uyandırır. “Dinî topluluk” ifadesi burada bir mümin (inançlı) topluluk olarak anlaşılmayacaktır. Çoğu kez, dinî gelenekte özlemle aranılan, ne iman, ne de inançtır; aranılan, toplumun belli bir dengesi, patriarkal, dinselliğe bulaşmış dengedir.
İkinci olarak, bir zamandan beri, esasen bireyin ortaya çıkışına bağlı, bir akıl-sağduyu krizi yaşamaktayız. Akıl-us’un kültü, bilimin terakkinin ve aynı zamanda da tarih ve ulusun örgütlenmiş kültü, tealînin (deneyüstünün) yerini alarak, dinî şekilde kutlanıp yaşanmıştır. Us’un kültü hattâ bildiğimiz totaliter ideolojilere de götürmüştür.
Usun işbu krizi sadece onu akıntıya kapılmış hale getiren ideolojilerden, hattâ bilim adamlarının ona yakın zamanda çizdikleri bilimsel sınırlardan gelmiyor. Bu kriz, terakkinin iki ideolojisinin devasa sonucundan geliyor: nihayet nazizmde açılmış olan liberalizm ile, karnında stalinizmi taşıyan komünizm. Yerel ve dünya savaşları, nasyonal-sosyalizm, bolşevizm, toplama kampları, gaz odaları, nükleer silahlar, terörizm ve işsizlik, tek bir kuşağa fazla gelmiştir. Ve buna kolonileştirmek ve kolonilerden çekilmeyi de eklemek zorundayız. Usun bu krizi ya geçici bir nihilizme, ya da tealînin bir sürekli ihtiyacına açılır.
Birtakım felsefî spekülasyonlardan sonra yazar, sonuca varıyor: Sonuç olarak, dinî vakıanın, politik vakıayı renklendirdiğini, suladığını, içine işlediğini; ama dilinin tek başına, Site’nin organizasyonunu esinlendiremeyeceğini söyleyeceğiz.
Polonya’nın en büyük günlük gazetesi Gazeta Wyborza’nın başyazarı Adam Michnik, genelde Polonyalıların olduğu gibi bir koyu Katolik olarak katılıyor tartışmaya, “Lafoi et la raison: un oecuménisme nécessaire – İman ve us : gerekli bir evrensellik – tevhit” makalesiyle.
Rasyonalisti, Katolik piskoposa “Non serviam ayininize gelmeyeceğim” dediğinde onu anlıyoruz. Lâik rasyonalist, kendimizi yakın hissettiğimiz bir kişidir. Onunla polemiğe girdiğimizde kendimizin bir parçasıyla kavga ediyoruz. Onun, insanoğlunu yaratılışın efendisi, gemici ve gemi yapan bir kahramanca ateizmin adına hürriyete olan özlemini anlıyoruz. Tanrı adına hürriyetini kısıtlamaya kalkan herkesle uyuşmazlığını anlıyoruz.
Aksine, lâik rasyonalist Hristiyan için bir nevi meydan okumayı temsil ediyor. Bunda bir tehdit değil, kendi öz dinî ve felsefî inancında bir “arınma – abdest” vasıtası olabilen iyilik’in araştırılmasında bir rekabet vardır. Her şey, tartışmanın karşılıklı saygı içinde geçmesi ya da bir din savaşı havasında donup kalmasına bağlıdır.
Tanrı’sız bir dünya, bir laboratuarda olduğu gibi programlanmış bir aydın us tarafından yönetilen bir evren, tehlikeli bir ütopya olup bunu hiçbir tarihî deney doğrulamıyor, şöyle ki lâikleşme ve sekülarizasyon dinin rolünü değiştiriyor ama bunun gereksinmesini hiç bir yerde yok etmiyor.
Katolikliğin hürriyet karşısındaki tutumunu bir hayli “iman” kokan ifadelerle savunduktan sonra yazar, makalesinin sonlarında işi şöyle bağlıyor.
Topluca bir çılgınlığa tehlikeli şekilde yaklaşan bir dünyada din ile rasyonalist düşünce birlikte oturmalıdır. Totaliter deney Kilise’nin tartışılmaz değerini gün ışığına çıkarmıştır.
Tamamen dindar bir dünya, ya da tamamen lâik bir dünya: bunların her ikisi de aynı ütopyanın iki yüzüdür. Bu ütopyayı gerçekleştirmeye her girişim, çatışmaların ve günahların çoğalmasına götürmüştür. Kutsalın savunması gibi günah, beşerî deneyde kayıtlıdır. Tıpkı ussun savunması gibi absürt (zırva) de burada kayıtlıdır.
Nazi ve Sovyet totalitarizminden çok çekmiş ve şimdiki Papa’yı Avrupa’ya “ihraç” etmiş olan Polonya’nın bu yazarı bu iki belâya karşı Kilise’nin etkin bir silâh olmuş olduğunu savunuyor. Günahı boynuna.
Tunus Fen Fakültesi fizik profesörlerinden Faouzia Charfi, konuya bir fizikçiye yaraşır şekilde giriyor, “Les intégristes et la science – Köktenciler ve Bilim” adlı kısa yazısıyla.
Birçok Arap ülkesinde köktenci öğrenciler bilimsel kurumlarda, özellikle mühendis mekteplerinde çoğunluktadır. Paradoks ancak belirgindir. Gerçekten müspet bilimler, beşerî bilimlere nazaran, daha kolaylıkla içinde geliştikleri hümanist bağlamdan ayrıştırılabilirler.
Batı değerlerinin reddi ile Batı’da doğmuş bilimsel devrimlerin gerekli kabulü nasıl bağdaştırılacak? Onları teknolojik getirilerine indirgeyerek. Bilime, köktenciler şüpheye daha az yer bırakan teknolojiyi yeğliyorlar ve bunu da hayli ustaca kullanıyorlar: 1991’de bir seçim toplantısında gökyüzüne lazerle “Allahû Ekber” yazmaktan çekinmemişler.
İslâmcılar sadece kutsal metinleri tartışma konusu yapma tehlikesi arz etmeyen şeyleri kabul ediyorlar[2]. XX. yy.ın bu sonunda fiziğin ve örneğin biyolojinin terakkilerini kabul etmemek güçtür. Ama biyolojinin terakkilerinden sadece tıbbın gelişmesi üzerindeki sonuçlar tutulabilir: cinslerin evrimi teorisi okutulmayacaktır. Fiziğin ilerlemelerinden, iletişim araçlarının müthiş gelişmesinden memnuniyetle faydalanılabilir ama ışık hızının sınırlı değeri çok rahatsız edicidir…
Kutsala çevresi çizilemez bir gönderme adına dünyanın köktenci görüşü bilimsel bilgiyi sakatlayıp İslâmî ülkelerin kültürel ve bilimsel gelişmesini büyük ölçüde frenlemektedir ki bu ülkelerde bilimsel düşünce, Ortaçağın belli dönemlerinde olduğundan daha az serbesttir.
Ve daha başkaları da köktencilikle totaliterliği, bunların diyalogu reddetmelerini, mizah ve sanatçıların, şairlerin beslendikleri öznelliğe, hür düşünceye… düşmanlıklarını irdeliyor ve bu iki akımın da insanı ne hale getirebileceğini anlatıyorlar.
Biz bu yazarların, doğru ya da yanlış düşüncelerini aktarmakla yetindik; ama Voltaire’in “Çoğu kez biraz gerçek, en kaba yalana karışır…” sözünü de hatırlamadan yapamıyoruz…
***
“Din ve millet sorar isen
Âşıklara din ne hacet
Âşık kişi harap olur
Âşık bilmez din diyanet”
(Yunus)
“Dervişlik hırkada tacda değildir
Hararet nardadır sacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir”
(Bektaşî, anonim, XIII. yy.)
[1] Flora Lewis.- La tentation de la démesure, in Le Courrier de l’UNESCO, décembre 1994.- Kendisi Amerika’da New York Times’ın eski yazarlarından ve uluslararası işlerde uzman bir gazetecidir.
[2] Günümüzde yaşadığımız bir örnek: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, yağmur yağdırmak için bulut tohumlamasına şiddetle karşı çıkıyor ama bu tutumunun asıl sebebini açıkça söylemiyor. Bunu biz açıklayalım: Kuran’ın 32. Secde Suresi’nin 34. Âyeti’nde “ (Beklenen) saatin ne zaman hulûl edeceğini (gelip çıkacağını) bilmek, yağmuru göndermek, ama karnındaki dölleri bilmek Allah’a mahsustur. Bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez…” deniyor. Oysa ki artık duaya gerek kalmadan insanoğlu yağmuru da yağdırıyor, ana karnındaki bebeğin kız ya da oğlan olacağını bilmenin ötesinde bunu ısmarlama bile yapıyor, işçi de, memur da, emekli de yarın eline ne geçeceğini kuruşuna kadar biliyor…