Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > Grek Tıbbı

Grek Tıbbı

Grek başarıları arasında tıp, sadece matematikten sonra geliyor ve Hippokratik yazılarının İonya doğa felsefesiyle yakın bağları bulunuyordu. Fizyoloji ve anatomide modern bilimin başlangıcından önce en büyük terakki İskenderiye’de çalışan birkaç kuşak tabip ve cerrah tarafından gerçekleştirilmişti; burada Ptolemaus’lar teşrihe, hattâ canlı bedenler üzerinde denemelere izin veriyorlardı.

Grek gerçekleştirmelerinin sair tetkiklerinde olduğu gibi burada da, çok daha uzun yerleşik ve uygar yaşam deneyimi olan Doğa uygarlıklarından nelerin istiare edildiği (ödünç alındığı) sorusu yatıyor. Bu alıntılar başlıca teknik ve ilâç bilgisinde vaki olmuş. Bunlar yaşayan bedenin çalışmasını anlamanın ve bu çalışmaların bir tutarlı sistemini bina etmenin ısrarla girişimi olarak Grek tıbbî biliminin kökeni olmuyorlardı. Keza bu bilim Asklepios kültünde mabet tıbbı uygulamasına bağlı değildi, şöyle ki bunun aslı iman tedavisi idi. Gerçi Grekler nezdinde mabet tıbbı ile tıbbî bilim rakip ya da düşman gelenekler olmuyorlar, bunlar Cos (İstanköy) ekolüne mal edilen Asklepios adına rağmen, çok ayrı idiler.

Gerçekten Grekler arasında bilimsel tıbbın doğa feylosofları çağında başlamış olması tesadüfî değildir: Bu çağ, başka toplumlarda gelişmeyi önleyen sihir ve bâtıl inançları süpürüp atmıştı. Yunanistan’da her türlü düşünce şeklinin ilerlemesine mani olacak güçlü bir ruhban örgütü yoktu. Çeşitli yaralanma ve hastalıkların geleneksel tedavilerinin çoğu, başka uluslarla paylaşılan halk tıbbından tevarüs edilmişti.[1] Bu, insan ırkının çağlar boyunca tek tek topladığı otlarla el altındaki ilâçlar için doğal olacaktı. Tıbbından Yunan biliminin etkilenmiş olduğu iyice bilinen uygarlıklar arasında Mezopotamya uygarlıkları, teori bakımından çok önemli olmuyorlar. Bunların arasında büyük üne kavuşmuş uzman sağaltıcılar, doktordan çok sihirbazlardı. Buna karşılık Babilonyalılar iyi cerrahî âletlere sahiptiler: Neşterler, testereler, trepanasyon keskileri vardı. Sıradan uygulayıcılar geleneksel tedavi ve ilâç listelerini kullanıyorlardı. Ama Mısırlılarda durum böyle değildi, şöyle ki bu tedavi, cerrahî, farmakolojik ve nisaiyecilik (jinekolojik) becerileri çok eski zamanlardan beri mevcuttu, Grekler de bunu biliyorlardı. Belki de papirüslerde bulunan en önemli Mısır kavramı, hastalığın bağırsakların taşıdığı yiyecek çökeltilerinin çürümesinden ve bunların bedene giren gazlar hâsıl etmesinden ileri geldiği idi. Dolayısıyla da Mısır’da devamlı müshil alınıyordu ki bunu Grekler de uyguluyorlardı[2].

Apollo ve kız kardeşi Artemis’in okları, mitosta anî hastalık zuhurunun simgeleriydiler ama bunlar aynı zamanda sağaltıcı olarak da hastalığı iyi ediyorlardı. Apollo, sağaltıcı Tanrı Asklepios’un babasıydı. Bu sonuncusunun, Truva’da dövüşen ve keza sağaltıcı olarak çalışan iki oğlu vardı: Machaon ile Podalinios. Machaon, okların açtıkları yaraları, okları çekip çıkararak gerektiğinde başlarını keserek, yaraları yıkayıp üzerlerine teskin edici ilâç serperek tedavi ediyordu. Bu ilâç belki kurutulmuş otlardan yapılmış tozlardı. Kardeşinin cerrahîde becerisine karşılık Podalinios iç hastalık tıbbının uzmanı olarak bilinmişti. Herodotus, Mısırlıların her ay üç gün müshil alma âdetinde olduklarını, sıhhati müshil ve kusturucularla sağlayıp bütün insan hastalıklarının besin maddelerinden geldiğine inandıklarını bildiriyor[3].

Muharebelerde çok sayıda travma, yaralanma, kırık, çıkık vs. vaki olur. Ordularda hekim bulundurulduğunu İlyada’da ilk kez görüyoruz:

“Öfke saçan Akhaların ödü koptu,

Savaşın yönü değişir, Makhaon’u görürlerse ya.

İdomeneus döndü Nestor’a, dedi ki:

Ey Nelensoğlu Nestor, Akhaların şanı şerefi,

Arabana bin, Makhaonu al yanına,

Tek tırnaklı atlarını tez elden gemilere sür.

Bir sürü insana bedeldir bir hekim,

Yaradan oku ustaca çeker çıkarır,

Acı dindiren ilâçlar serper yaraya.    

Böyle dedi, at sürücüsü Nestor da dinledi onu,

Bindi arabasına, aldı yanıma Makhaonu,

Kusursuz hekim Asklepios’un oğlunu.

Kamçıladı atları, atlar da seve seve

Uçtular koca karınlı gemilere doğru”[4].

İonia’da Klazomenai’li[5] Anaxagoras’ın kozmolojik teorisi, onun fizyoloji, özellikle beslenme üzerindeki görüşünde ağırlık taşıyor. Croton’lu[6] Alcmaeon, yurttaşı Democedes gibi, ama çok daha geniş ilgi alanlı bir tabip olarak ilk kez sağlığın bedenin güçleri arasındaki denge doktrinini ortaya atmış kişi oluyor; bu güçler, bedeni teşkil eden, belli nitelik ve nedensel özellikleri haiz sıvılardır[7].

Grek tıp mesleğinin gelişmesini V. yy.dan öncesinde takip edemiyoruz (Resim 18). Bu çağın Hippokratik yazılarında tıp geniş manasıyla ele alınıyor, buna hem pratik hem de entelektüel sanat olarak, tüm beşeriyetin başarısı için gerekli olan halk tıbbı da ithal ediliyor şöyle ki bu sonuncusundan bir meslek oluşuyor. Bu sanata asırlarca deneyim ile gelişmiş olarak bakılıyor.

Klasik çağdan çok sonra Galenos tarafından, Sağaltma Yöntemi adlı kitabında ilk tabipler arasında en büyük yer, Cos adası ile onun karşısında, Küçük Asya anakarasındaki Knidos kentinde[8] kurulmuş Asclepiad loncasına ayrılıyor (Resim 19). Sonunda Cos’taki lonca mensupları Knidos’lulardan ayrı bir ekol kuruyorlar. Şairlerinden en ünlüsü Empedocles, Philistion, Pansanias ve arkadaşlarının temsil ettikleri Güney İtalya’nın Cos ekolü olmuş.

Phaedrus’un iyi bilinen bir yerinde Eflâtûn Sokrates’i, bedenin bilgisi olarak tıp ile ikna sanatı rhetoriki, ruhun bilgisi olarak mukayese eder gösteriyor. Sokrates, ruhun tabiatının “tüm”ün bilgisi olmadan saptanabilip saptanamayacağı sorunsalını ortaya atıyor. Phaedrus, “tüm”ün bilgisi olmadan bunun mümkün olamayacağı yanıtını veriyor[9] (Resim 20).

Şimdi bunlardan gelişigüzel bir reçete:

Ciddi mesane rahatsızlığında şunlar kullanılıyor: Müdrir baharat, tatlı beyaz şaraba batırılmış rezene kökü ile maydanoz, her sabah iki bardak dolusu su ile içilecek, mürrü safi –sarı sakız –, burçak, baklanın içinde kaynatıldığı su aynı şekilde içilecek[10].

Ptolemaus’un Atina ve öbür Grek sitelerinden getirttiği bilim adamları arasında iki büyük hekim bulunuyor. Bunlar, Praxagoras’ın talebesi Kalkedonya’lı (Kadıköy) Herophilus ile Keos adında İnlis’li[11] Erasishatus idi[12].

İskenderiye’de eğitilmiş tabipler Grek dünyası ya da Roma İmparatorluğu’nun sair yerlerine varıyorlar ve böylece İskenderiye tıp doktrini yayılmaya devam ediyor. Keza yazılı kaynaklar alabildiğine çoğalıyor. İskenderiye tıbbı ile Roma dünyasının tıbbî tarikatları arasında bağ olarak ünlü tabip Bithynia’lı Asclepiades görülüyor. Roma’ya gitmeden önce Atina’da eğitim görmüş[13].

***

“… Zeus’un kızı Helena, içinden (Menelaos ve Telemaque’ın) içki içtikleri testinin içine anî olarak, ıstırabı ve kini dindiren, bütün kötülükleri unutturan bir ilâç attı… Zeus’un kızı bu ilâçları, Mısır’da doğmuş, Thon’un karısı Polydamna’dan öğrenmişti; bu ülkede (Mısır’da) buğdayı veren toprak bunların (ilâçların) basitlerinden[14] bolca hâsıl eder… Burada herkes, dünyanın en mahir tabibidir”[15].

“Ayrı kısımlara bildikleri tıp tatbikatında her hekim, sadece tek bir hastalığın sağaltılmasından sorumludur. Bu itibarla sayısız hekim mevcut olup bunlardan kimi göz, kimi baş, kimi diş, kimi mide vs. hastalıkları uzmanıdır; bu arada bazıları da, kesin olarak yeri saptanamayan araz türü ile iştigal eder…”[16].

Böyle konuşuyor Yunan dünyasının başlıca belgelerinden sayılıları. Grekler, genellikle en üstat tıp üstatlarının Mısır’da bulunduğuna inanmışlardı. İranlılar da aynı görüşü paylaşıyorlardı. Minos ve Misena devirlerinden başlamak üzere Grek ülkesi, Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’dan gelen tıp ilminin kesin etkisi altındaydı. Bu etki, Helen kolonilerinin Doğu’ya (özellikle Küçük Asya’ya) yerleşmeleri ve Greklerin buralara seyahat etmeye başlamalarıyla şiddetlenecekti[17].

Ege dünyası, Minos ve Misena dönemlerinden beri hayli tıbbî bilgiye sahipti. Girit saraylarının boru, lâğım, banyo, apteshanelerinin oluşturdukları ilerici koruyucu tesisler dışında Homeros günleri tabip ve cerrahlarının saldıkları ün buna delil oluyor. Mitolojide de birçok tanrı tıpla ilgiliydi. Bütün Greklerde müşterek olan Apollo, Athena ve Hygieia (υγιεινή=hıfzıssıhha – Side – Antalya’da bir Hygieia heykeli bulunmuştur) gibilerinden başka Chiron ve Asclepios gibi yerel şöhretler de, onları Tanrı olarak görmeyenler tarafından kahraman yerine konulmuşlardı[18].

Mamafih, Asklepios kültü, zamanla yaygınlaşıp bütün Grek dünyasının bir Tanrısı olmuştu. Ona mabetler inşa edilmiş, bunların rahipleri Grekler ülkesinin en namlı hekimleri olmuşlardı. Bahis konusu tapınaklar ilk önce kutsal pınarların yanına, hasta kişilerin ziyareti için koruluklar civarında tesis ediliyorlardı; bunlar sonradan ikamet ve tedavi için münasip odalarla takviye edilip, donatılacaklardı: Bu noktada klinik ve hastanelerin ilk dönemine geliniyor (Asklepiaeum).

İlk günlerde tedavi geniş ölçüde, hastanın rüyalarının tabirine dayanan sihirli bir karakter arz edip mucizevî telâkki edilmişti. Bu keyfiyet, Asklepieion odalarının kapıları üstünde asılı tabletlerde böyle yazılmıştı.

Zamanla, sihir unsurunun her gün daha fazla klinik müşahedeye yer verdiği muntazam tıp mektepleri gelişecekti. M.Ö. VII. yy.da başlayan, Güney – Batı Küçük Asya’da Knidos[19] mektebi, her şeyden önce tasnif edilmiş hastalıklara ait gibi görünen semptomlar (araz) vasıtasıyla teşhis keyfiyetine dayanmıştı. Knidos ve Halikarnassos (Bodrum) ile üçgen oluşturan Kos – İstanköy mektebi ise VI. yy.da meydana çıkmış ve ağırlığını, her hastalığın seyrine dikkat edip işbu seyri peşinen tayin etmekte (prognosis) göstermişti. V. yy.ın ortalarında şöhret kazanmış, Marmara’da Silivri’li (Selymbrios) Herodikos, meşhur Hippokrates’in hocası olmuş, hastalıkların friksiyon ve yağlar sürmek suretiyle tedavisine büyük önem atfetmiş. M.Ö. 460’ta Kos’ta doğan, üzerinde aşağıda uzunca duracağımız Hippokrates de, bilindiği gibi, “tıbbın babası” unvanını günümüzde de taşımaktadır[20].

Daha sonraları Asklepios tapınaklarından bağımsız olarak da tıp mektepleri açılacaktı. Bunlardan biri Pythagorasçıların tedris ettikleri, Yunan Yarımadasında (Magna Graécia) Kroton mektebi idi.

Kısa zamanda iki tıp hekim, yan yana görünür oldu: Hâlâ sihir kullanan “geleneksel” hekimle çevre ilişkisi içinde insan tabiatını müşahede ettiğinden kendisine “doktor” denilmesini isteyen adam.

V. yy.da Pythagorasçılardan Magnesia (Manisa)lı Pansanias, hayvan teşrihi yoluyla, göz siniri ve “Eustache borusu” gibi çeşitli anatomik keşiflerde bulunanlar arasındaydı. Bunlar genel olarak sağlığın, bedeni terkip eden unsurların dengesine bağlı olduğuna, dengenin bozulmasının hastalığı yarattığına inanıyorlardı. Miletus’lu Anaximenes (VI. yy.ın ikinci yarısı) tabiatın ana unsurunun, evreni kavrayan ve insan bedenini taşıyan ruhu teşkil eden hava olduğunda ısrar ederlerdi.

Aynı mektep saliklerinden Empedokles’in (ölm. 430)[21], kalp ve damardan sıcağı sevk edip hayat veren unsur olduğuna inanmıştı. “Pnömatik” mektep, sonradan hayli yayıldı.

IV. yy.ın son çeyreğinde Kalkedonya (Kadıköy)’de doğmuş olan Herofilos, Antik dönemlerin, Hippokrates ve Galenos’tan sonra, en büyük hekimi unvanına sahipti[22].

M.Ö. 325’te Pergamum – Bergama’da doğmuş ve müteakip asrın başlarına doğru ölmüş. Oribasis, 70 “ciltlik” tıbbî ansiklopedisi ile şöhret kazanmış olup bir de ev hekimliği kitabı (έυπόριστα-Remedia parabilia) bırakmış. Ayrıca, yayılma istidadı gösteren bâtıl inançlarla cesurâne şekilde mücadele etmiş[23]. Ansiklopedicilerden bir diğeri de Amida (Diyarbakır)lı Aetios olup Doğu İmparatoru Justinian I. zamanında (527 ilâ 562) ün salmış. Onun 16 ciltlik büyük kamusunda, dâhiliye, cerrahîye, kadın – doğum ve göz konularından başka özellikle materia medica’ya geniş yer ayırmış. Karanfilin tıbbî amaçlarla kullanılmasını derpiş etmiş.

İtalya’da Etrüsklerin başlattıkları tababet uygulaması yine tanrısal ortama dayanıyordu: Febus (Lâtince “hastalık ateşi”), Metafitis (Lâtince “kötü koku neşri”) ve Fessonia (Lâtince “fessus”, yorgun, bitap, hasta manasındadır) gibi Tanrıçalar özel hastalıklara karışıyorlardı. Bunun yanı sıra da bedenin belirli kısımlarının koruyucusu olanlar vardı. Uterina (Lâtince “uterus”, “karın, batn” karşılığındadır) gibi. Yine bazı fizyolojik fonksiyonlar ilgili olanlar da vardı. Buna misal olarak Lucina (doğum Tanrıçası –Lâtince ”lucinus”, “güne, doğuma müteallik” demektir) zikredilir. Bunların hepsinin başında da sonradan Quirinal’daki mabette tapılan Salus vardı ki adı, “halâs, muhafaza (hayat)” manasını ifade eder.

Gato Censor sık sık Roma’nın tabipsiz yaşayıp tababetsiz kalmadığını söylerdi. O günlerde insan ve hayvanlar geniş ölçüde esrarengiz düsturların takip ettiği sihir ve âyinlerle tedavi edilir, bunun yanı sıra bazı ot ve lâhana gibi sebzelere şifâ verme kabiliyeti atfedilirdi[24].

Roma’nın İmparatorluk döneminde (I. yy.), sair birçokları arasında Plinius’un, fizyolojiye atıflarla tıbbî değeri haiz bitkiler hakkında bilgi ile dolu Tabiiye tarihi, zikre şayandır. Attalia (Antalya)’lı stoik Athenaeus, “pneumatici” mektebini kurdu ve arkadaşlarıyla birlikte, geleneksel dört unsura pneuma tesmiye ettikleri bir beşincisini eklemişti. İşbu pneuma, hayatın esasını oluşturup merkezi kalpte idi. Onun sair unsurlarla ihtilâtı (karışması), hastalıkların sebebini teşkil ederdi. Athanaeus otuz kitaplık bir büyük tıp eseri meydana getirmişti: Hıfzıssıhha talebesi Claudius Agathius ile Theodorus doktorluğu kendisinden öğrenmişlerdi. Kilikyalı ünlü farmakolog Dioscorides ile beş ciltlik De materia medica’sı ve “Reçeteler” (Compositiones)’i meşhur olmuş Seribonius Largus da zikredilmektedir.

Yine I. yy.ın başlarında kadın ve doğum hastalıklarının üstadı Apameia (Mudanya)’lı Demetrios doğum (obstetics) ve hastalık arazı (semiotic) ve patoloji üzerine çok sayıda eser meydana getirmiş ve bunlar, çağdaşları ve hatta kendisinden çok sonra gelenler üzerinde de derin etki yapmış[25]. Bergama kralı Attalos III. Philometer (doğ. M.Ö. 171), botanik ve tarım tahsil edip bu sonuncusu üzerine yazdığı risaleden, o dönemlerin ünlüleri Varro, Columella ve Plinius istiare etmişler[26].

Tek otçu kral, Attalos değildi. Pantos hâkimi Sinoğlu ünlü Mihridat Eupator’un ispençiyarî ve toksikolojik araştırmaları Pompeius’un emriyle Latinceye çevrilmiş. Bazılarına kendi adını verdiği (scordotis Eupatona, Mithridatia gibi) yeni “ilâçlar ve bu arada, yine adına izafeten Mιθρδάτειος άυπιδοτος tesmiye edilmiş çok geniş tesirli bir antidot (panzehir)’in ilk kez terkibini ortaya koymuştu[27]. M.Ö. 124 civarında Bithynia – Prusa (Bursa)’da doğmuş Asclepiades ve Mihridat’ın tabibi ve otçuluk kitabı ile bir de materia medica bırakmış olan Kravetas’ın şöhretlerini de unutmayacağız. Kravetas, bu sonuncu eserinde metallerin beden üzerindeki etkilerine dair hayli malûmat vermektedir.

Ephesus’lu Rufus, yine aynı kentli Soranus (nisaiye, doğum, çocuk hastalıkları), Side’li Marcellus, Kappadokya’lı Aretaeus, II. yy.ın ünlü tıp simaları olmuşlardı. Ancak, bunların en namlısı Pergamum’lu Claudius Galenos idi. Ona göre, tecrübî metot devamlı olarak tatbik edilmeli, anatomi araştırması mümkün olduğu kadar derine götürülmeli ve her türlü dogmatizmden kaçınılmalıydı. Tralles’li (Lydia, Aydın civarı) Aleksandros’un tıbbî eseri, Yunanca yazılmış olmasına rağmen, hayli yerli yani Yunan diline yabancı tıbbî sözcük içeriyor: μουσριον, λιβιανον, νιχαριον gibi göz merhemleri, μασουχας gibi bir ilaç, βαρβάρα gibi yakı adı ve daha birçokları, Grek öncesi dönem ilâçlarının işbu dilin ispençiyari lûgatçesine ne denli girmiş olduğunu gösterir[28].

Tıbbın yanı sıra eczacılık (farmakoloji) de hayli ileri gitmişti. Mezkûr Toros’lu Dioscorides’in De Materia Medica’sı birkaç asır boyunca klasik eser olarak kalmış olup müellif, hayvanlardan, 600 kadar sebze ve sair bitkilerden ve madenlerden elde edilen ilâçlardan söz ediyor. Kitap I, kokulu maddeler, nebati yağlar ve usareler, reçineler ve balsamlardan; Kitap II, hayvanî ilâçlardan (bal, süt ve yağ), yenen sebzelerden ve bahçe ürünlerinden; Kitap III ve IV, otlar, kökler ve tohumlardan; Kitap V, şaraplar ve sair içeceklerde madenî ilâçlardan bahsediyor. Hayvanî cinsten olanlar dâhil, zehirler ve panzehirlerden söz eden Kitap VI ise aslî değildir[29].

Gerek Antikçağlar, gerekse Ortaçağda hasbî (karşılıksız) bir botanik çalışması düşünülemezdi. Otlar, özellikle tıbbî hassaları itibarıyla toplanırdı. Bunlardan bahsedildiğinde, bunları teşhis etmek için çeşitli yolların yanı sıra madenî ve hayvanî sair ilâçlar da zikredilirdi. Ancak ot, bu konuda o denli ağır basıyordu ki ilâç konusuna damgasını (ve adını) vurmuştu.

Bu konuda, XII. yy.ın ilk yarısında, Dioscorides’in doğum yeri olan Ana ‘zarbos’lu ve ömrünün önemli bir kısmını Bağdat’ta geçirmiş olan Adnan İbni Nasrül-Anzarbî, “Kitâbü’l kâfî fi ilmüfe tıbb” adlı eseriyle zikre şayandır[30]. Aynı asrın öbür yarısında da İbni Hubal (doğ. Bağdat 1117) Musul ve Ermeni başkenti Ahlat’ta tababet icra etmişti. “Kitâbü’l muhtar fi el-tıbb” ile asrında isim yapmıştı.

Ortaçağ’ların Grek dünyasında en önemli tıbbî nebatî eser, XIII. yy.ın ortalarına doğru İznik’te ün salan Nikolas Myrepsos’un Dnnaberon’u (dunamai, “yapabilme, kabiliyette olma, kuvvet sahibi olma” manasındadır) olmuştu. Birçok yönden şöhrete erişmiş bu eser, geniş ölçüde Salerno (İtalya) ilâççılığı ile Arap kaynaklarından faydalanmış olup bu kabil kitapların ileri “eclecticism”i ile bunların birbirleriyle devamlı bilgi mübadelesinde bulunmaları keyfiyetine böylece güzel bir misal teşkil etmiş oluyor. Daha sonra bu eser XIV. yy.ın ilk yarısında Lâtinceye çevrilmiş olup XVII. yy.a kadar Batı tıbbı üzerine derin etki icra etmişti[31].

Arap dünyasının ilâççılarından XII. yy.ın ilk yarısında Bağdat’ta icra-i sanat eden İbnü’l Tilmiş, ikinci yarısında da İbn Cami, meşhur simalardandı. Bu sonuncusu, “İrşat” adlı eserinde ot numunelerine ve mürekkep ilâçlara geniş yer vermiş, ayrıca limon ve ravend (karabuğdaygillerden) üzerine risaleler yazmıştı. Bunları, ilerde göreceğimiz İbni Baytar’’n derlemelerine muhtemelen dâhil olmuştu. Bu sonuncusu ise, Dioscorides’ten XVI. yy.a kadar geçen zamanın en önemli eserini meydana getirmişti[32].

***

Anadolu’da ilk Türkçe tıp eserlerinden taranmış olanlar arasında bulunan ve XV. yy. ortalarında kaleme alınmış hekim Eşref bin Muhammed’in “Hazainü’s saadât” (saadetler hazineleri) adlı eserinin ilk üç faslı hıfzıssıhhaya ait olup eserde mufassal çocuk bakımı ve hastalıkları genişçe yer işgal ediyor. Ayrıca yiğitlik (gençlik), kır sakallılık (kühûlet) ve pîrlik (seyhuhet) hakkında malûmat veriliyor; nihayet hava, yiyecek, içecek, mesken ve vücut hıfzıssıhhasından bahsediliyor. Bahnâme’lerde de bu kabil eserler arasından eksik olmuyor[33].

Daha önce de zikrettiğimiz gibi kalp – yürek (canevi), her türlü heyecanın merkezi olarak telâkki ediliyordu. O ise ki

“Kebetlerinde cesaret

Baş parmaklarında ok atmak için kuvvet olanları

Kuvvetli kahramanları seçti” diyor, “Moğolların Gizli Tarihi”[34] ve birinden söz ederek şöyle devam ediyor:

“Düşük karakterli

Karaciğeri kokmuş

Bir kimsedir”[35]

Yine mezkûr tarihte geçen “bir kokulu” veya “bir ciğerden” tabirleri, “aynı nesilden ve aynı ırktan” manalarını ifade ediyor[36]. Günümüzün “onun ciğerini bilirim!” sözü, karaciğeri, yani orada toplanmış karakteri kasteder. Bu konuda, yani düşünce ve his âleminin içinde toplandığı ve inanış, menşeine göre, kalp (yürek) ya da karaciğer (kebet) olan uzuv hakkında, bugün cari itikat veya masruf sözler hem eski Orta Doğu, hem de Orta Asya’nın izlerini taşıyor.

Eski tababetin dört unsuru (anasır – erbaa) hava, su, ateş, toprağın yanı sıra kan, balgam, safra ve sevdanın teşkil ettikleri “ahlât-ı erbaa – dört hıltı”, işbu tababetin dayanma noktalarını oluşturmuştu.

Daha Üst Paleolithik’ten beri toprak boyalardan kırmızı aş boyası (ochre), duvar ve mezar resimlerinde genel olarak kanı temsil etmişti[37]. “Kanı bozuk” ile yine kullanılagelen ve yukarda bahsi geçip karaciğeri kasteden “ciğeri bozuk” ifadeleri arasındaki paralellik aşikâr oluyor. Kanın tasfiyesi hususu, aşağıda göreceğimiz gibi, daima önem taşımıştır.

Orta – Doğu’nun içme suyu üzerindeki titizliğine Herodotus şu tarihî misali veriyor: “İran kralı harbe gittiğinde sadece zatî erzak ve sürülerince değil, aynı zamanda Susa kentini geçince akan Choapses nehrinin (?) suyundan yana da, hayli tedariklidir. Hiçbir İran kralı, başka bir nehrin suyundan içmez ve kralı, her gittiği yerde, bir dört tekerlekli katır arabası kervanı, içinde içmeye hazır kaynatılmış suyla dolu gümüş sürahileri hâmil olarak takip eder”[38].

 Grek ve Roma dünyasında kullanılan çeşitli tıbbî ve cerrahî âletlerin sayımı, konumuz dışında kalıyor (Bu bapta Rich’te geniş tafsilât var). O dönemlerin tedavi ve hıfzıssıhha ile ilgili hususlarını kısaca zikredip Türkçe konuşan Anadolu’nun, bütün bir tarihten bu konulardaki uygulamaları tevarüs edişine geçeceğiz.

Ίατρλειπτης- iatralipta, hastalarını iatraliptice usulüyle, yani dıştan merhem tatbik edip münasip bir jimnastik rejimi ile birlikte ovma (friksiyon) ile tedavi eden tabipti. Tractator ise, mafsalları yumuşatıp deveranı kolaylaştırmak amacıyla hamamdan çıkışta masaj yapan seplasiarius da, tıbbî ot ve bunlardan yapılan ilâç veya istihraç edilen usareleri satan kişilerdi.

Romalılar, genel olarak medicus ve chirurgus’tan tefrik ettikleri ocularius, yani göz uzmanı tabip veya cerrahlara da sahiptiler. Bunların yanı sıra dişçi sınıfı da vardı. Bunlar, dişleri temizleyip beyazlatmak üzere οδοντοσμηγμα dentifricum, yani diş tozu kullanır, οδονταγμα- dentiducum ile diş çekerlerdi. Antikçağın insanı diş çöpü (kürdan) de kullanırdı. Oδοντογλυρις- dentiscalpium’un en iyisi lentiscus (sakız ağacı) yaprağının saplarından, ednası da tüylerden yapılırdı.

Kτηνιατρος- mulomedicus, sadece katır hastalıklarıyla meşgul olan, equarius medicus da otları tedavi eden veterinerlerdi. Ancak ilk tabir, çoğu kez daha geniş manada kullanılmış ve genel olarak ehli hayvan (mevaşî) hastalıklarıyla ilgili tabibi ifade edmiş.

Tραχιτχος – pastillus, esas itibarıyla, un ve sair maddelerden yapılan, özellikle nefese güzel koku katmak amacıyla tozlardan oluşan kokulu hapların adı olmuş, bunun yanı sıra χολλυριον- collyrium da vardı ki bu, et suyu veya salça ile yenilen bir nevi ekmek olan χολλιρια – collyra kalıbıyla yapılan ve istenen ilâcın cinsine göre çeşitli eczanın karıştırıldığı bir tıbbî madde idi ve hasta kısımları ovmak için dıştan veya burun delikleri gibi yerlere (ecvafa) ithal etmek suretiyle, kullanılırdı. Bu gibi satış metasını da seplasiarius’lar, külâh şeklinde kıvırdıkları kâğıt (cucullus) içine koyarak müşterilerine verirlerdi. Yakı yapmak gayesiyle üzerine merhem sürülen bezin adı πιτταχιον – pittacium, yara boşluğuna sokulanınki ise turumda idi.

XIII. yy.ın başında Avrupa’nın Doğu’dan ithal ettiği pirinç, portakal, kayısı, incir ve kuru üzümün yanı sıra ıtriyat, ilâç ve boya maddeleri de önemli bir yer tutardı[39]. Bu keyfiyet, Orta Doğu ve hususiyle Anadolu’da geleneksel tıbbın ve buna bağlı olarak ilâç bilgisinin ne kadar yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten bu tıp, modern tababetin aksine olarak, toplumun müşterek malı olup onun kültürünün bir kısmını teşkil eder. Belli bir hastalığa karşı birinin bildiği bir ilâcı, o topluma dâhil başka herhangi biri de bilir. Buradaki ilâç kavramına, Antikçağlardaki gibi bugün de, sihir dâhildir. Sebep ve netice arasında herhangi bir ussal bağ kurulmamış olup eskiden olduğu gibi yaşanmış tecrübî bilgiler, davranışların rehberi olmaya devam etmektedir: İnanç sistemleriyle hastalıkların bağdaştırılması, işbu halk tababetinin esasını teşkil eder. Kötülük (şer) kuvvetleri insanlara musallat olur, onları def etmek için başlarda gördüğümüz “şifahî âyin” ile “el marifetleri”ne başvurulur.

Anadolu’nun bugünkü halk tababetinin, buraya kadar anlattıklarımızın bir devamından başka bir şey olmadığını, işbu tababet sistemi izah edildikçe, yapılacak kıyaslamalarla göreceğiz. Tabibin halk dilinde adı, bildiğimiz gibi otçu, otacı olup bu ad, aynı zamanda atları da tarif eder. Ot ise ilâç demektir.

***

Günümüzde Greko-Arap olarak bilinen tıp sisteminin özellikle birçok çapraşık ethnik amiller bakımından, değişik tarihî öyküye sahip olmuş. İbn-i Sînâ, tıbbı “sağlıkta ve sağlıktan düşmede insan bedeninin halinin bilinmesi” olarak tanımlıyor: Amacı sağlığı korumak ve bunun kaybolması halinde yerine getirilmesine çalışmaktır. Bunun kökeni Mısır ve Mezopotamya’da olmakla birlikte onun uygun bir sistematiğe girmesi Yunanistan’da vaki oluyor; bu, deltasına varırken talî uygarlıkların ve büyüğüne tâbi olanların döküntülerini toplayan bir akarsuya teşbih edilebilir. İşbu Greko-Arap sistemi, ırk ve hattâ din olarak değilseler bile kültürel olarak Arap olan kişilerin elinde zirvesine ulaşmıştı. Müslüman tarihçi ya da tıbbî uygulayıcılar bunu Batılı tarihçilerin yaptıkları gibi Arap tıbbı değil, daha doğru Tıbb al–Yunanî olarak ifade etmişler.

Grek tıp sistemi, olduğu gibi Yunanistan’dan çıkmamıştı. Hiçbir kültür ve dolayısıyla böyle hiçbir sistem, kapalı ve tecrit edilmiş çevrede beslenemez. Tarih ulusların, kendi özellikleri gelişirken bunun birçok amilden oluştuğunu göstermiştir: Yunanistan bundan istisna değildi: Bu ülkenin Altın Çağı’nda tebellür eden sistem de çeşitli amiller içeriyordu: Asur, Babilonya, Mezopotamya, Mısır, İran ve Hint amillerini.

Galenos ve Dioscorides zamanında o denli bilgi zuhur etmişti ki, sistem daha doğru olarak, Greko – Romen olarak tesmiye edilecekti. Gerçekten çoğumuz Romalıları, Greklerin zürriyeti olarak görme eğiliminde isek de Cato, ya da Censor Cato, Grek tıp ve felsefesinin şiddetli bir muhalifi olarak görünüyor.

Grekleri en çok etkilemiş uygarlıkların başında, hiç şüphesiz Mısır geliyor. Gerçekten bu etki, Roma İmparatorluğu’nun zevaline kadar sürmüştü. Mısır etkisi Yunanistan’a Girit ve Minos kültürü aracılığıyla intikal etmiş ve Avrupalı müstevli Dor’larla İonyalılar da dolaylı olarak bu kültürü, tıbbı ile birlikte imtisas etmiş[40].

***

Greko – Romen tıbbının zevalinden sonra İslâmî tıp, müteakip bir yıl için önderlik bayrağını eline almış[41]. Araplar eski tıp kitaplarını aramışlar, bunlara erişmişler, bunları çevirtmişler ve dağıtmışlar ve de üzerinde çalışmışlar.

Ancak İslâmî tıp, daha ileri gidemeyeceği bir aşamaya varacaktı: Platojenik organizmaları gözlemek, beden hücrelerini bulmak, nabzı tam olarak sayıp ayrıntıları duymak mümkün olmamıştı. Hıltlar kuramı tarih boyunca hiçbir mukavemet görmeden devam edecekti.

Mısır istilâsı Güney’de Sudan’ın göbeğine varmıştı. Doğu’da, Suriye ve Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı. Kuzey’de Girit, Kıbrıs ve muhtemelen Grek anakarasını içermişti. Uygarlık, istilânın peşinden geliyordu ve Grek tıbbı, büyük ölçüde, eski Mısırlılardan elde edilmişti[42].

Kamal, çok büyük bir kitap tutan, alfabe sırasına göre hastalık ve tabipler ansiklopedisi veriyor ki bu, işin uzmanlarını ilgilendiriyor.

***

Grek biliminin dikenli konusu, ezcümle Grek tıbbı ile felsefesinin ilişkilerine biraz ışık tutmak üzere çok çaba sarf edilmiş. Bu bapta modern bilim, geleneğin Hippokratik divan adı altında topladığının ne denli ilgi çekici olduğunu yadsıyamıyor. Bu itibarla felsefe tarihçisi sadece, işbu Hippokratik divanın “modernliğini” ele almakla yetinemez. Bu sonuncusunun ortaya koyduğu sorunların az çok hepsi, Grek felsefesi tarihine yansımaları oluyor.

Bundan fazla yeni bir şey bulunmuyor, şöyle ki hâlikin “ex nihilo” (yoktan) varetine gücü gelişi güzel ortaya atılmıyor. Ama Eflâtûnculukta ahenk ve karşılıklı uygunluk düşüncesi, kozmik düzenin anlaşılmasına yardımcı oluyor… Eflâtûn, büyük tabibin otoritesini, kendi öz felsefî konumunu tasrih etmekte kullanacaktı[43].

***

Bithynia, bilgileriyle ün yapmış insanlar yetiştirmiştir: Feylosof Xenocrates, Dialektikçi Dionysius, matematikçi Hipparchus, Theodasius ve oğulları ve rhetorikçi Cleochares ve de Prusa (Bursa)’nın hekimi Asclepiades (M.Ö. I. yy.ın başlarında yaşamış)[44].

Aristo, bir kent kurulacağında, dikkat edilecek önemli hususları, ezcümle idarî kolaylığı ve savunma olanaklarının dışında “havasının, suyunun iyiliği”ni önemle zikrediyor. Bu sonuncu konuda Hippokrates’in “Havalar, Sular ve Yerler”ine borçlu olduğu görülüyor. Stageira’lı üstat şunları söylüyor:

“… Kentin üzerine kurulacağı zemin, meyilli olmalı… dört husus akılda tutulacaktır. Doğu’ya bakan, gündoğusundan esen rüzgâra maruz meyil, sağlıklı bir konum verir…”.

“Sakinlerin sağlığına itina edileceğine göre bu iş, kısmen en iyi yere ve doğru yöne bakan bir konuşlandırılmış yer olması sorusudur; ama kısmen de saf su teminine bağlıdır; bu sonuncusuna da çok itinalı dikkat sarf edilmelidir. Konuş ve özellikle su teminini zikrediyorum, zira hava ile su, en sık kullandığımız bu iki şey bedenî koşulumuz üzerinde en büyük etkiye sahiptir. Bu itibarla gönülde refahın bir durumda, insanın tüketiminde kullanılan suyun sair bütün öbür sulardan tefriki gerekir…”[45]. Yani günümüz deyimiyle “havası, suyu iyi olacak”…

***

Milâdî II. yy.da rüya tabirinin Memphis Serapeion’unda uygulandığı biliniyor. Düşlerle Tanrı, emir ve yanıt – kehanetlerini bildiriyor; belki de bu yolla, müminlerinden kimin (mabede) kapanacağını, ya da kapanmışların salıverilmelerini istiyor. Bir III. yy. papirüsünde, bir düş sırasında Tanrının Küçük Asya’ya Suriye’nin bir kıyı kentinde bir tapınağın inşasını emrettiği görülüyor. Esclapios tapınaklarında olduğu gibi (kuluçkaya) yatma, doğal olarak, sağaltmaya bağlı oluyor; geleneklerinin iş’arından da çok, müminler Serapis’in yanında, mucizevî sağaltmayı arıyorlar ve bunun için de geceyi, mabedinde geçiriyorlar[46].

Aşağı Mısır’ın Akdeniz’e yakın bir kenti olan Canope’de, Osiris, İsis ve Anubis kutaklarından başka sadece Serapis’e mahsus bir başka kutak vardı; Pontos’lu Heralides, bir Sarapis – Pluton kâhini olabilecek Canope kâhininden söz edip Strabo, Canope serapeion’nun içinde mucizevî sağaltma öykülerinin muhafaza edildiği bir tedavi merkezi olduğunu zikrediyor[47].

Abydos[48], Osiris kültünün büyük merkezi olarak müminlerin haç yeri idi. Burasının cazibesi, müminleri çeken sağaltıcı veçhesi idi. Bunlar, Tanrının düşlerinde görünmesi ve iyi olmanın yollarını bildirmesi için geceyi mabette geçiriyorlar; daha başkaları da; basitçe, Tanrının onları sağaltmış ve herhangi bir tehlikeden korumuş olmasına şükranlarını arz etmeye geliyorlardı[49].

İsis ve Serapis’in birçok Mısır kutağında, tıbbî rüya tabirinin uygulandığı biliniyor. Buna ayrıca Memphis Canope’nin Serapeion’larında rastlıyoruz; İsis, hastalara düş göndererek, rahatsızlıklarını sağaltıyor; rivayetlere göre nice ümitsiz hasta, o kadına (İsis) başvurarak kurtulur[50].

Yunan tıp tarihi içinde, olabildiğince özetleyerek dolandık. Bu kez bu tarihin nirengi köşelerini oluşturan Antikçağın ünlü bilginlerini irdeleyeceğiz.


[1] Tarafımızdan belirtildi.

[2] E. D. Phillips. – Greek medicine, Thames and Hudson, London 1973, s. 13-15.

[3] ibd., s.19.

[4] Homeros. – İlyada XI / 508 – 520. Çev. Azra Erhat – A. Kadir, İst. 1975.

[5] Hermaios (İzmir) körfezinin Güney’inde, bugünkü Urla.

[6] Croton, İtalya’da liman kenti. M.Ö. 710’a doğru kurulmuş Akka kolonisi. Büyük Yunanistan’ın başlıca kentlerinden biri olmuş. Hera Luciana tapınağı, Güney İtalya’daki tapınakların en zengini ve en ünlüsüydü. Pythagoras burada yaşayıp bir okul kurmuştu.

[7] E. D. Phillips. – op. cit.  , s.21 – 23.

[8] Knidos, Karia bölgesinde Keranmikos – Kerme – körfezinin Güney-Batı ucunda, M.Ö.X. yy. sonlarında Sparta yöresinden gelen Dorlar tarafından Reşadiye yarımadasının ortasında, bugünkü Datça ilçesinin yakınlarında kurulmuş – BL.

[9] E. D. Phillips. – op. cit.  , s.28-30.

[10] ibd., s.134.

[11] Keos, Ege Denizi’nde Kyklad adaları grubunun en Batı’sındaki oluyor..

[12] E. D. Phillips. – op. cit.  , 139.

[13] ibd., s.161-162.

[14] Bitkisel veya madenî oldukları anlaşılıyor.

[15] Odysée, IV / 225.

[16] Herodotus. II / 84.

[17] History of mankind (UNESCO), II / 1, s.150.

 

[18] Asklepeion. – Asklepios tapınağı anlamında – Asklepios’un koruması altında tıp merkezi. Asklepeion’lar tüm Yunanistan’da dağılmış durumdaydılar. Başlıcaları Tırhala, Kos – İstanköy, Bergama, Epidauros ve Atina merkezleriydi. Sağlığa yararlı bir alanda kurulan asklepeion’lar, hem tapınak hem hastahane işlevi görüyorlardı; bu merkezlerde sağlığa yararlı olduğu kadar dinî nitelikte bir tedavi uygulanırdı: Özveri, oruç, banyo, uyku kürü ve rüya falı yöntemleriyle birlikte Kos asklepeion’unda Pythagorasçılardan sonra Hippokrates’i de üne ulaştıracak pozitif bir tıp yöntemi dönüşümlü olarak uygulanıyordu.

Asklepios, Yunanlılarda hekimlik Tanrısı idi. Çok yaygın bir efsaneye göre Apollo’nun oğluydu. Homeros’ta, hekimlik sanatını yarı at yarı insan Kheiron’dan öğrenmiş bir kahramandı. Daha sonra Tanrı olarak kabul edildi. Simgeleri yılan, horoz, değnek ve kupa idi. Çoğu kez karısı Epione, kızı Hygieia ve oğulları Podaleiros, Makhaon ve Telesphoros (nekahat perisi) ile çevrili olarak gösteriliyor (BL).

 

[19] İstanköy karşısında, İskandil Burnu’nda.

[20] George Sarton – op. cit.   I, s.96.

[21] Üfleme, esiş, nefes, soluk, ruh – Latince Spiritus karşılığı – Suat Sinanoğlu – Yunanca – Türkçe Sözlük, Ank. 1953.

[22] G. Sarton – op. cit.   I, s. 159.

[23] ibd., s.372.

[24] UNESCO, History of Mankind, II / 1, s.150-152.

 

[25] Sarton I, s.198.

[26] ibd.

[27] ibd., s.214.

[28] Louis Robert. – Noms indigènes dans l’Asie – Mineure Gréco Romaine. Première partie, Paris 1963, s.334.

[29] UNESCO. History of Mankind II / 3, s.761 – 763.

[30] Sarton II/1, s.234.

[31] ibd., s.50.

[32] ibd., s.50-51.

[33] Bedi N. Şehsuvaroğlu. – Anadolu’da Türkçe ilk tıp eserleri, İst. 1957, s.80-81.

[34] Manghol – un Ninça Tabça’an. – Moğolların gizli tarihi, Yazılışı 1240. Terc. Ahmet Temir, Ank. 1948, s.68.

[35] ibd., s.80.

[36] ibd., s.213.

[37] André Leroi – Gourhan. Les religions de la préhistoire, Paris 1964, s.66.

[38] Herodotus, I / 188.

[39] Henri Pirenne. – Histoire économique et sociale du Moyen – Age, Paris 1963, s. 118.

[40] Hakim Mohammed Said. – Traditional Greco – Arabic and modern western medicine: Conflict or symbiosis, Karachi (t.y.), s.1-2.

[41] “İslâmî tıp” deyiminin arkasında “Türk–İslâm tıbbı” gerçeğinin de yattığı unutulmayacaktır.

[42] Hassan Kamal. – Encyclopaedia of Islamic medicine, Mısır 1975, s.7-9.

[43] Léonce Paquet. – Platon. La médiation du regard, Leiden 1973, s.1-4.

[44] Strabo. – The geography of Strabo, XII / 4-9. Transl. H. L. Jones, London 1969 Loeb Classical Library. Bithynia, Bursa, Kastamonu ve Zonguldak illerinin bulunduğu yöreyi içine alan arkaik bölge…

[45] The Politics. VII / 10 – 11.

[46] Françoise Dunand. – Le culte d’Isis dans le bassin oriental de la méditerranée I. Le culte d’Isis et les Ptolémées, Leiden 1973. s.64.

[47] ibd., s.112-113.

[48] Çanakkale merkez ilçesinde Nara Burnu Güney’inde.

[49] Françoise Duhand. – op. cit.  , s.141.

[50] ibd., s.170.