Grek ticareti, en büyük gelişmesini koloni tesisi suretiyle kaydetmişti. Böylece, ana sitelerde bizzat koloniler artık “yolu açılmış” bulunan bütün diyarlardan besin maddeleri ve hammaddelerle tağdiye edilebiliyordu. “Yolu açılan” yerler arasında Karadeniz, Marmara denizi Trakya, Küçük Asya, Ege, Mısır ve Tunus ve İspanya’ya kadar sair Akdeniz ülkeleri zikredilir. Bana karşılık bütün buraları ve çevreleri, Greklerin, ithalâta mukabil ihraç etmek istedikleri mallar için pazar teşkil ediyordu. Ancak birçok kez bunların ticareti, ilk defa Homeros’un Odysseus’da anlattığı çok daha çapraşık tertiplere dayanıyordu: Bunlar birçok ülkenin üretimi fazlasını satın alıyor ve bunu yine yabancı bir diyarda satıyor veya trampa ediyorlardı. Yolculukları uzun süreli olmalıydı. Artistik alanda ekonominin bu şekli değil, sadece Grek, aynı zamanda alışveriş konusu olan mamulün menşe memleketinin de motif ve tasavvurlarının etrafa yayılmasını intaç ediyordu. Meselâ, Orta İtalya’nın “Şarklılaşmış” diye nitelenen sanatı, Mısır, Suriye, Anadolu, Kıbrıs ve Girit gibi hayli değişik ülkelerden sevk edilen modellerin bir karışımının taklidi oluyordu. Tarıma dayalı ilkel ekonomilerinden hızla çıkıp yükselen Grek siteleri, ihraç metaı üretimine en çok yatkın durumda olmalıydılar. Bunların arasında İonya’da Miletus, Ephesus, Foca (Focea), Bizantium vs. zikredilebilir.
Ticaretin gelişmesinde kesin mana taşıyan bir sonraki adım da, çeşitli devletlerin değerini teminat altına aldıkları kıymetli metalden basılan meskûkâtın icadı olmuştu. Sistem ilk kez Hindistan’da oluşmuş, Rigveda’nın kasidelerinde bazı mübadele birimleri tanımlanmış. Bunlardan biri öküz, öbürü de muhtemelen nişka tabir edilen bir altın zincir olmuştur.
Arkeologya ile Homeros destanları gibi yazılı besteler, emtianın çoğu kez muayyen ağırlıkta olan veya satış esnasında tartılan balta, çapa (deniz), kazan, üçayak ve şişler gibi mallarla mübadele edildiğini gösteriyor. Bronzdan levhalar ve demir kitleleri (Sparta) de aynı amaca hizmet etmiş.
Ve nihayet, muayyen ağırlık, içerik ve değerde, onu darbeden devletin teminatı altında bir aslî para sistemine ulaşılmış. Anadolu dünyasında, başta altının bolca bulunduğu Lidya’da, M.Ö. VI. yy.da, bu yolda altın para ile harekete geçilmiş olup işbu akçe sair metallerden mamul sikkelerin takdiri için bir standart haline gelmiş[1].
Dış ticaret tarihinde zikre değer bir husus da Site – Devletlere, yabancı ülkelerden tecim amacıyla antrepolar açmak müsaadesinin verilmiş olmasıdır. Bütün Eski Dünya’da bir sitenin ana işlevlerinden birinin de, çevredeki bütün alan veya devlet sınırlarının içine giren sair meskûn mahaller için bir pazar yeri teşkil etmesi olmuştur. Yunan’da, Misena çağından hemen sonraki günlerden itibaren her site, halkın toplanma yeri olan bir geniş alana, agora‘ya sahipti. Burada, resmî bina ve mabedin yanında bir miktar da daimî mağazalar bulunurdu; burada, perakende satışlar yaymacı tezgâhlarında (işporta – İtalyancadan) yayılıp bunların muamelelerine αγορανομοζ nezaret eder, ölçü ve ayarları da metronomoi murakabe ederdi. Esas itibarıyla her cins malın kendi bölümü vardı. Bir orta mahalde trapezitez, yani bankerler otururdu. Etrafta da, kendilerine tahsis edilmiş sahalarda her bölgenin adamı, işini yürütmek üzere toplanırdı. Ezcümle, besin maddeleri pazarı ile sair mamuller çarşısı ayrı tutulmuştu. Agora kavramının Roma mukabili fora veya comitia olmuştur. İlk devirlerde forum, gezginci çerçinin gece konakladığı, yediği, hayvanını suladığı ve nihayet malını sattığı mahaldi. Daha sonra merkezî saha dışında her meta cinsi için daimî pazar yerleri çıkmaya başladı: Boarium, olitorium, piscarioum, sinarium, vinarium, cuppedinis, yani, sırasıyla, sığır, sebze, balık, domuz, şarap ve çanak – çömlek için fora. Macellum adı da, besin maddeleri pazarına alem olmuş olup burada başlıca et ile doğranmış balık satılmış.
Roma dışındaki köy merkezlerinde de muayyen devrelerde, genellikle sekiz günde bir, muvakkat pazarlar (nundinae) kurulurdu[2].
Bu arada bir hususun burada zikredilmesi, Osmanlı devletinin son günlerine kadar cari bir zihniyetin mukabili olması hasebiyle, hayli önemli görünmektedir: VI. yy.ın sonu ve hattâ V. yy.ın ortalarına kadar tüccarlık mesleğinin muteber addedilmesine karşılık daha sonraları, bu iş sadece “site – vatandaşlık hakkı”nı haiz olmayanlarla toplumun alt sınıflarının mensupları tarafından icra edilen ve dolayısıyla eski itibarını yitirmiş bir meslek haline gelmişti. Bundan başka, tüccar loncası mevcut olmayıp bu kişiler bir sınıf olarak dahi tanınmamışlardı[3].
Ana ticaret yollarına gelince, bunların sayılması bu kitabın çerçevesine sığmayacak kadar uzun olup bu bapta bugünkü yolların çoğunun az çok aynı mebde ve müntehayı haiz olduklarını zikretmekle yetiniyoruz. Ezcümle Kapadokya’nın limanı Kuzey’de Samsun, Güney’de Mersin’dir. Strabon, Komana Pontica (Tokat) tarihiyle Orta Asya’dan Amisos (Samsun)’a giden büyük ticaret yolunu tarif eder ki bu yol şimdiki Samsun – Tokat – Sivas yoluna tekabül eder. Daha eskiye gidildiğinde çıkış limanının Samsun olmayıp Sinop olduğu görülür. Bu kent, mezkûr coğrafyacının çağında (Milâdî ilk yıllar) önemini kaybetmiş. Evvelce Fırat’tan gelen, Kilikya geçidini aşan yollar hep Sinop’a yönelirlerdi. Bu kent ayrıca, lâkerdacılığın üç önemli merkezinden biri olarak ün salmış ve aynı zamanda Yunan ve Roma’da çok değer verilen ve Kapadokya’da çıkan bir cins kırmızı toprak (miltoz), Ephesos yoluyla Batı’ya sevk edilmeye başlanmadan önce hep Sinop’tan gönderilmiş ve bu nedenle de “Sinop toprağı” olarak anılmış[4].
Bu kent, Milâttan bir asır önce önemini kaybetmişti. Doğu’nun ticaret emtiası Fırat’tan Kayseri’ye gelip, büyük Yunan – Roma yoluyla Ephesos’a ve kısmen de Sebasteia (Sivas), Komana (Tokat) ve Laodisea (Lâdik) tarikiyle Amisos (Samsun)’a sevk edilmeye başlanmıştı[5]. Sinop’un bir kolonisi olarak kurulduğu günden beri büyük bir ticaret merkezi olmuş olan Trapezus (Trabzon), ayni zamanda, tarihte iz bırakmış Pontos devletinin iki buçuk yüzyıl süreyle de başkentliğini ifa etmekle de ün salmıştı. İran ve Orta Asya’dan Avrupa kıtasına, Doğu Bayezit ve Erzurum yaylaları üzerinden uzanan ana ticaret yolunun denize indiği noktada kurulması, etrafını çeviren dik dağlarla da emniyetinin sağlamlanmış olması, öneminin sebeplerini teşkil eder. EB, “Trapezus” adının “düzlük, yayla – tableland” karşılığı olarak verildiğini yazıyorsa da[6] trapeza’nın “masa ve banka” manasına gelmesi, yukarda gördüğümüz gibi pazarlarda bir orta yerde, trapeφitez, yani bankerlerin bir masa çevresinde oturması keyfiyetleri bizi daha çok para muamelâtı ile ilgili bir kökene itibar etmeye sevk ediyor. Şehir, tarih kayıtlarına ilk kez “On binlerin rüc’atı” (M.Ö. 401) vesilesiyle geçiyorsa da bu olaydan çok öncesine dayanan varlığı biliniyor[7]. Gerçekten eski Greklerde bankerler “trapeziti” olarak bilinirmiş[8].
Meşhur Diojenes, M.Ö. yakl. 412’de Sinop’ta, bir bankerin oğlu olarak doğar ve gençlik yıllarında babasının mesleğine sülûk eder. Bölgede vaki bir “ekonomik kriz”i atlatmak üzere babası “devalüasyon”, yani sikkelerini içindeki değerli metal oranını düşürmeyi önerir ve bunu uygulamaya koyar. Halk ise bunda (büyük ihtimalle haklı olarak) bir sahtekârlık görüp banker aleyhine ayaklanınca adam, oğlu ile birlikte oradan kaçmak zorunda kalır… (Gerek Antikçağlar, gerekse Ortaçağ’ın ileri yüzyıllarına kadar ülkeden ülkeye para tedavülü çok sınırlı olduğundan, her önemli kentte darphane mevcuttu çoğu kez kentin ileri gelen bankeri işbu darphaneye tesahub ederdi).
***
Antikçağlardan itibaren Orta ve Yeniçağlarda Anadolu’nun iktisadî tarihini anlatmak konumuz dışında kaldığından Antikçağlar için olduğu gibi bundan sonrası için de başlıca hususları zikrederek ticarî faaliyeti iyice özetlemekle yetineceğiz.
Avrupa’nın Doğu dünyası ile ticarî ilişkileri arttıkça bunlar, Anadolu yollarını elinde tutan devlete büyük kârlar sağlar olmuştu.
Kilikya, Urfa (Edessa) ve Antakya’da hayli süre varlıklarını sürdürmüş Hristiyan prensliklerinin tarihi, bir siyasî hadiseden çok bir iktisadî vakıa olarak ün kazanmıştır: Bu ülkelerin uygarlıklarından geniş ölçüde faydalanmış olan Franklar, meselâ İslâm ülkelerindeki lonca teşkilâtını numune ittihaz edip Avrupa’da korporasyonların kurulmasına, dolayısıyla her zanaatkârın başına buyruk olmasını önlemeye yardım etmişlerdi. Haçlı seferlerinin büyük çabalarına rağmen zahirî olarak hedef tutulan kutsal mahallerin, neticede yine Müslümanlar elinde kalmasına geniş ölçüde amil olmuş Mısır’ın iktisaden çökertilmesi, Papa’nın zımnen yönettiği Hristiyan Avrupa’nın ereği haline gelmişti. Mısır’ın Avrupa’dan ithal ettiği demir ve keresteye ambargo kondu, ordusu için Kuzey ülkelerden köle tedarikine mani olma yoluna gidildi, Doğu ticaretinin gümrük ve antrepo resminden onu mahrum etmek için malların İran körfezi ile Suriye limanları arasındaki kervan yollarından geçmesine çaba sarf edildi. Akdeniz, kaçakçılığı önlemek üzere daima gözaltında tutuldu. Böylece Tebriz – Sivas – Amasya yolu canlanmış olduğu gibi, Karadeniz limanlarının, özellikle Trabzon’un önemi haylice arttı. Kefe limanı Rusya ve Doğu ticaretinde ciddî rol oynamaya başladı. Genel hatlarıyla malların takip ettiği güzergâh Güney’den Kuzey’e kaydığından, Konya Selçuklu sultanlığı bundan geniş ölçüde müstefit oldu. Mısır, ihtiyacı olan emtiayı Anadolu’dan sağlama cihetine gitti[9].Antalya antrepolarında biber, tarçın, karanfil, günlük, halı ve Hindistan ve İran’ın sair malları yığılırdı. Öbür yandan Küçük Asya’nın da bal ve balmumu, safran, susam, mazı, kitre, ipek, ince yün, kırmızı sahtiyan, halı, her iki cinsiyetten köle ve Toros’ların kerestesi de bu limandan İskenderiye’ye ihraç edilirdi[10].
Bu çağların en önemli ticaret merkezleri arasında Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Harput, Malatya ve Kırşehir zikredilir[11]. Bu arada Bursa gibi “kara limanları”ndan da bahsedelim: Bu mahaller, uzun yol kervanlarının müntehasını teşkil edip emtia, buralarda el değiştirirdi. (Bursa’da Acemler, Acemler hanı vs. gibi mahaller, kervan sahiplerinin milliyetine göre ikamet ettikleri semt ve mallarını indirdikleri binalara o tarihlerden beri verilmiş adlar oluyor). Osmanoğulları’nın Bursa’yı ilk erek arasına alıp burasını başkent ittihaz etmelerinin iktisadî sebebi böylece izah edilir.
Mübadele vasıtası olarak da gümüş paranın kullanıldığını görüyoruz[12].
Bu arada çok önemli bir hususa da temas etmeden geçemeyeceğiz. Anadolu’dan Oğuz kabilelerinin yurt arama çabalarıyla başlayan istilâlar, bu hareketlerin donuk noktasını teşkil eden Malazgirt muharebesi (1071) ve bunu İstanbul’un fethine kadar takip eden sürekli büyük iç ve dış mücadeleler, Küçük Asya yarımadasının ekonomik hayatında kesin etki yapmıştır. Gerçekten, bir ordunun bir sosyal toplum (hey’et-i içtimaiye) olduğu göz önüne alınırsa, bunun nasıl doğduğunun, nasıl örgütlendiğinin, onu oluşturan insanların psikolojisi üzerinde ne gibi tesir icra ettiğinin bilinmesi önemli oluyor. Bu hususlar, askerî tarihin tek dikkate değer tarafı değildir. Ordu yaşayacak, beslenecek, giyecek, teçhizat edinecektir. Hangi yolla bu amaçlara varılır? Temerküz etmiş bu seyyar ihtiyacın iktisadî hayat üzerindeki etkisi nedir? Bilmukabele, ülke iktisadiyatı, ordunun vüs’atını ne yolda tayin eder? Gerçekten bir başbuğun silâh altına alabileceği asker miktarı ve sadece ülkenin sağlayabileceği erkek sayısı, ne de kasasındaki altına bağlıdır. Kısıntı aslında, çok tüketip hiçbir şey üretmeyen bu insan kitlesinin, içinden geçmek zorunluluğunda olduğu ülkenin teçhizat ve silâhlardan yana arz edilebileceği kaynaklardan doğar. Mevcudun tedricen artışı, iktisadî ilerlemenin askerî alanda bir belirtisinden başka bir şey olmuyor. Gerçekten her askerî hareket büyük bir üretim hamlesini gerektirir. Bir birlik bir bölgeye vardığında, barındırılması, ona yiyecek ve malzeme sağlanması, nakil araçlarının seferber edilmesi, stoklara el atılması, hattâ bazen hasadın öne alınması, ülke ihtiyaçlarının azamî derecede kısılması, kıymetlerin mutat tedavül şeklinin değiştirilmesi gerekir[13]. Bu itibarla Küçük Asya’nın ticaret tarihinin bu açıdan da değerlendirilmesi işbu tarihin sıhhatine ancak yardımcı olur. Bunu yaparken de bu diyardaki devamlı ve dünya tarihine damgasını vurmuş eşsiz askerî ve ethnik kaynaşmanın daima göz önüne alınması icap eder.
[1] Coll. – History of mankind, Vol. VII/1, s. 138.
[2] ibd., s. 136 – 137.
[3] ibd., II/2, s. 396.
[4] Bkz. Kültür Kökenleri III. – İnşa, ısıtma, aydınlatma teknikleri, s. 190 – 191.
[5] Ramsay, s. 27 – 28.
[6] EB, mad. “Trebizond”, 1953.
[7] Ö. Akbulut. – Trabzon tarihi, Trabzon 1955, s. 35 ve dev.
[8] R. de Roover. – New interpretations of the history of banking, in JWH VII/1, s. 39.
[9] Mustafa Akdağ. – Türkiye’nin iktisadî ve içtimaî tarihi, C. I, İst. 1974, s. 363 – 364.
[10] X. de Planhol,- op. cit., s. 109.
[11] Mustafa Akdağ. – op. cit., s. 365.
[12] M. Akdağ. – op. cit., s. 382 – 383 ve ayrıca bkz. Ekrem Kolerkılıç. – Osmanlı İmparatorluğunda para, Ank. 1958.
[13] Charles Morazé. – Introduction á l’histoire économique, Paris 1952, s. 17.