Kültür Eserleri > THKK 4 - Dokuma ve Giyim Teknikleri > Giyim Teknikleri

II.BÖLÜM:

Giyim Teknikleri

Doğruca konuya girmeden önce tarihten bir sayfa açıyoruz.

Osmanlı devleti oldum olası, gerek idareci sınıfın, gerekse genel olarak tebaanın kılık-kıyafetini kayıt altına almayı denemiş. Bunun safahatını aşağıda özetliyoruz.

Yeniçeri Ocağı’nı kanlı şekilde ifna etmiş olan II. Mahmud, saltanatı (1808 – 1839) sırasında, tımar sistemi, İrsî vergi iltizamı ve taşra eşrafının siyasî özerkliği gibi eski düzenin birçok sair temel kurumlarına karşı da tavır almış. O, aynı zamanda vakıfları merkezîleştirip bunları özel bir nezarete bağlamış ve gelirlerine el koymuş. Amacının askerî ve dinî sınıfların gücünü bir idareci ve kâtip bürokrasisi lehine kurmak olduğu biliniyor. Keza bu çabalarının, XIX. yy.ın daha sonraki yıllarında vaki Tanzimat reform programları üzerinde ciddî etkisinin bulunduğu da şüphe götürmüyor.

Devletin memur ve tebaasının kılık – kıyafeti üzerindeki nizamlarının prizması arasından, yeni bir tarzda değişim ve elit (güzideler) oluşturulması, merkezîleştirme gibi ünlü olguları özetle ele alıyoruz.

1829 tarihli yasaya dayanan giyim nizamnameleri, bürokratik reform, verginin merkezileştirilmesi ve yeni askerî düzen Mahmud’un devlet ve toplumu yeniden şekillendirme çabasında güçlü silâhları olmuşlardı. Mezkûr yasa sivil ve dinî (ilmiyet) memurların değişik kademeleri tarafından giyilecek elbise ve başlıkları tasrih ediyordu. Giyim farklarıyla eski cemaat ve iştigal işaretlerini, yeknesaklaştıracak statü yapıcısı, fesi ikame ediyordu ki bu, kişiliğin tek hâkimi olarak devleti, Osmanlı yaşamının merkezine yerleştiriyordu. Kısaca bu yasa, uzun yıllar memuru halk tabakasından ve de Osmanlı dinî cemaatlerini birbirlerinden ayıran giyim farklarını tasfiye etme hususunda cezri (radikal) bir tedbir olmuştu.

Giyime dair vazedilmiş bu kanunlar sadece bilinen, yani bir düzende devletin modernleşmesinin bilinen öyküsünü anlatmıyor. Aynı zamanda daha az bilinen, Sultan’ın politikasının karşılaştığı halk direnmesini de aydınlatıyor. İşin bilinen tarafı, Mahmud’un rakip elit tabakasının, ezcümle İstanbul’a yerleşik memurla müthiş siyasi, malî (vergiye müteallik) ve sosyal imtiyazlarla donatılmış taşra eşrafının olmasıydı. İhmal edilmiş tarafı ise Osmanlı halk tabakaları ve bunların siyasî hayattaki rolleri idi ki Mahmud’un giyim yasaları, sadece eliti değil, kendi kişisel gücünün pekiştirilmesine halkın muhalefet kaynaklarının da çürütülmesini amaçlıyordu. Bu sonuncular arasında kayda değer olanlar Yeniçerilerle ittifak halinde bulunan kent işçileri ve bunların loncaları olup siyasî ve içtimaî etkileri büyüktü. Mahmud, Yeniçerinin işini bitirdikten sonra derhal işçiler ve bunların derneklerine karşı harekete geçmiş, binlerce göçer hamal ve gündelikçiyi taşradaki memleketlerine sürmüştü.

Giyim yasaları acaba günün moda değişmelerini mi yansıtıyordu? İşin burası açık değil. Osmanlı dünyasında daha başından itibaren, Mahmud’un üzerine bina ettiği derin bir giyim yasaları geleneği yaşanmıştı. Osmanlı giyim yasaları, ayrıca 1829’a kadar şeref ve mertebenin resmî ifadesinin en belirgin tarzı olan baş örtülerini vurguluyor. Örneğin, XVIII. yy. ortalarında sarıklar Osmanlı cülus törenlerindeki ritüellerde başlıca rolü oynuyor: Eyüb’te kılıç kuşanma töreninde, her biri sultanın sarıklarını taşıyan iki süvari, arkadan gelen Yeniçerilerin saygılarına muhatap olmak üzere bunları sağa sola eğerek ilerliyor. Yani kavuk, bir bakıma saltanatın simgesi oluyor.

Orhan zamanından itibaren çıkarılmış giyim yasalarında değişme olmayışı anlamlıdır. Avrupa giyim yasalarının tarihçeleri, moda değişmeleriyle sosyal dokunun geçirgenliği arasında güçlü bir karşılıklı ilişki kaydetmişler. Eğer bunlar haklı ise, imparatorluğun kuruluşu ile Kanunînin saltanatı arasındaki çağda saptanmış birçok kıyafet değişikliği bir gerçek sosyal hareketliliği gösteriyor. Daha sonra, geç XVI. yy. ile XVIII. yy.ın ilk on yılları arasında, giyim nizamnamesine rastlanmıyor. Her ne kadar bu keyfiyet bir sosyal katılık ifade ediyorsa da, konu yine araştırmalara açık kalıyor.

Osmanlı devleti giyim yasalarından birçok işlev bekliyordu; bu itibarla bunların çapraşıklılığı şaşırtıcı olmaz. Her ne kadar Osmanlı idareciler giyim kanunlarını birçok ekonomik, sosyal, ahlâkî ve siyasî amaçlar için kullanmışlarsa da, bizi burada bunun politik boyutları ilgilendiriyor. Böylece disiplini ve memurlar ve tebaa üzerinde azami devlet denetimini idame ettirme nizamları olarak dikkatler bunların tabiatları üzerinde toplanıyor. Giyim, resmî kademelerde rütbeyi ve devletteki yerini tam olarak gösterip, hükümdara hizmetin tasdik ve ödüllendirilmesini ifade ediyor (hil’at vs…). Keza giyim, devletin genişleyen gücünü yansıtıyor. Bu itibarla Kanunînin saltanatı sırasında bunların nihaî şeklini almış olması tesadüfî olmuyor, şöyle ki devlet kendi öz hizmetkârları (memurları) olduğu kadar kırsal ve kentsel tebaa üzerinde denetimini usulüne uygun olarak derinleştiriyor.

Kanunînin giyim nizamnameleri bir yandan devletin toplum içinde artan nüfuzunu ifade ederken öbür yandan da Kanun-î reaya, tebaanın yaşamının birçok alanına, işçi ücretlerinden, altın ve gümüş sofra takımlarının kullanımından, unda kepek miktarı… na kadar her yere giriyor. Giyim yasaları; ücret, fiyat, ölçü ve ağırlıklar ve cinai nizamnamelerden daha az olmamak üzere, hep birlikte davranışı disiplin altına almayı amaçlıyor.

Uzun XVIII. yy.ın (1683 – 1808) çoğunda devlet ağır askerî baskı altında bulunuyor ve dönemin ikinci yarısında da ağır malî kriz geçiriyor. Askerî bozgunlar, toprak kayıpları, ekonomik daralma (1763 civarından sonra) günleri yaşanıyor. Bu denli kararsız siyasî ve iktisadî koşullar altında giyim kanunları, Osmanlı tebaalarına ve elitlerine dünyanın içinde herkesin karşılıklı siyasî ve içtimaî konumlarını muhafaza ettiği bir düzenli yer olduğunu temin etmeyi bekliyordu. Bunlar, erkek kadın, Müslüman, Gayrimüslim ve elitlerin tebaa sınıfları üzerindeki denetimini bastırarak mevcut sosyal nirengileri güçlendirme yolunu tutmuşlardı.

1720’lerin kısıtlayıcı yasaları, o masallara konu israf ve sefahat dönemi olan ünlü Lâle Devri’nin ortasında[1], o çağın Osmanlı toplumunun çelişkili akımlarını gösteriyorlar. Bunlar genellikle kadınlara müteallik olup 1720’lerin sonunda üç benzer irade sadır oluyor ki bunların ilki şöyle başlıyor: “İstanbul kadısına ve Yeniçeri ağasına ve Hassa Bostancı Başı’na hüküm ki: Darü’l hilâfetü’l aliyye payitaht-ı cihanbanî ve âb-i ruy-i memalik-i Osmanî olub mecmua-i ulemâ ve makarr-ı sulehâ ve üdebâ olmağla…[2] Kadınların, o Lâle Devri’nin çılgınlıkları içinde “iffetsiz” giyinmelerini yasaklayan ve bu çerçevede giysilerin ayrıntılarına giriyor, o kadınlar ki “Avrupa modası”na aynen uymuşlardı. Kaldı ki bu elbiseleri alabilmek için kadınlar kocalarını nerede ise iflâsa sürüklüyordu. İradenin bir yerinde mezkûr “fahişe”lere elbise diken terzilere tembihler bulunuyor.

III. Selim dönemindeki (1789-1807) giyim yasaları, o günlerde sosyal, ekonomik ve politik nizamda yaşanan kriz gibi vaki olan uzun süreli değişmeleri de yansıtıyorlar. Felâketli savaş ve isyanların, enflasyon ve paranın değerinin düşürülmesinin yanı sıra malikâne sahipleri ve uluslararası tacirlerin sergiledikleri refah ile sokakları dolduran daha genel fakirleşme arasında göze batan bir çelişki yaşanıyordu. İçerdeki gücünün çok zayıf olduğu bir zamanda III. Selim, mütevazı giysi talep ederek sosyal disiplini tutmaya çabalıyordu. Tahta oturur oturmaz sultan, hanedan ve devlet adamlarının kendilerini en son modaya göre umuma sergilemelerini, bunların adamlarının da işbu büyük kişiye mensubiyetlerini göstermek üzere yine şaşaalı elbiseler içinde onun çevresinde kasılarak dolanmalarını takbih etmişti.

Divertimento

Bektaşî’nin biri, çile süresi içinde, sırtında bin bir yamalı bir hırka, yarı aç yarı tok Kahire’ye varmış. Bakmış ki sokaklarda, altın işlemeli kaftanlar içinde, ense kulak yerinde, bir takım adamlar dolanıp duruyor. Erenler merak etmiş:

  • “Siz kimsiniz?”
  • “Biz Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa kullarıyız!”

Bektaşi iki elini havaya kaldırmış: “Hey Allah’ım; bir Mehmet Ali Paşa’nın kullarına bak, bir de sen kendi kuluna bak da utan!…”

İç barış, dış savaşlar, malî istikrar çerçevesinde II. Mahmud’un saltanatı, III. Selim’in hüzünlü dönemini geride bırakan bir dizi tarihten bildiğimiz felâketlerle yüklüydü. Zayıflamış saltanat, şımarmış taşra âyanıyla Sened-i İttifak’ı imzalamıştı ki bu, âyanın daha sonraki özerkliğinin yerleşmesinde köşe taşı olmuştu.

II.Mahmud, devleti yeni temeller üzerine oturtma hareketi içinde kilit unsurları olan dinî ve lâdinî memurları, donanma ve ordu için yeni nizamnamelerle uygun serpuş saptamıştı. Sivilleri askerî personelden tefrik etmesi üzere, bürokratlarına sade bir fes giymelerini emretmiş ve bu arada geniş halk kitlesinin de bu yeni serpuşu kabulleneceğini beklemiş.

Bu başlık nizamnamesinin dikkate değer bir ek veçhesi bulunuyor. Bu, Osmanlı Devleti’ni sembolik olarak tamamen yeni bir taban üzerine yeniden inşasının bir âleti olacaktır ve bu taban bundan böyle tefrikte artık dinî olmayıp yeknesaklığında lâdinî olacaktı. Yüzyıllar boyu imparatorluk, Müslüman hâkimiyetine dayalı birçok dinli hüviyet sahibiydi. 1829 yasası, (çoğu) Gayrimüslim ve Müslüman arasındaki görünür tefrik boyutlarını ortadan kaldırmış olup uzun süre bir cemaati öbüründen ayırmış olan fârik işaretsiz bir yeni elitin teşekkülünü kolaylaştırmıştı. Fesi giymekle, tüm sivil memurlar Sultan’ın nezdinde eşit görünmekle kalmayıp aynı zamanda birbirine de eş görünecekti. Dinî olarak ayırt edilmemiş bir bürokrasinin bu zahirî ayniyeti, bir Müslüman devletin bu hükümdarının devleti yeni baştan kurma çabasının delili oluyordu. Dine dayalı farklılıkları törpülemek ve bu rejim için yeni bir temel yaratmak amacıyla giyim yasalarını kullanarak II. Mahmud, Gayrimüslimlerle Müslümanlara bir müşterek tebaa – yurttaşlık sunuyordu. Daha özgül olarak da bu hareket, tam Yunan isyanlarının başarısının onu Gayrimüslim Osmanlılar üzerindeki hükümranlığını ciddi şekilde sarstığı bir zamana rastlamıştı. İşbu can alıcı noktada Sultan, Osmanlı kimliğini, onu dinî mürekkibinden (bileşeninden) sıyırarak, yeniden tartışıyordu. Böylece yasa, Tanzimat’a (1839-1876) on yıl kadar takaddüm etmiş oluyordu. Bilindiği gibi Tanzimat ile herkesin yasa karşısında resmî eşitliği ve Gayrimüslimlerin, Müslümanlarla aynı yasal temel üzerinde, askeriye ve bürokrasiye girmesi taahhüt altına alınıyordu.

Bazı Osmanlı tebaası, yasaya hızla yanıt vermişti. Yeni serpuş, Osmanlı sivil bürokrasisinde yer edinmeyi arayan Müslim ve Gayrimüslimlerce hemen kabullenilmişti. O artık bir standart olmuştu. Başlıca, geniş kentsel merkezlerde en müreffehlerden olan birçok Gayrimüslim, fesi, ayırt edilmekten kaçınmak yolu olarak benimsemiş ve yeni resmî serpuşu istekle başına geçirmişti. Devletin icbar ettiği, dinî farklılığa dayalı giyimden kurtulmuş olan Gayrimüslimler, giyimleri vasıtasıyla refahlarını daha alenî olarak ifade ediyorlardı.

Müslim ve Gayrimüslim üst ve orta – üst tabakaların bu hevesli kabullerine karşılık Osmanlı işçileri yeni serpuşu reddediyorlardı.

Son derece muhafazakâr, tamamen mutaassıp ve Yeniçeri gelenekselliğine bağlı kalabalık esnaf kitlesi bu sarıksız düz fesi giymemekte ısrarlı idi. Bunun üzerine Sultan, ordunun fesin üzerine sarık sarmasını kaldırıp esnaf sınıfına, fesin üzerine yemeni, çenber, abanî ve yazma dülbent gibi bezleri sarma müsaadesini verecekti (bkz. Resim 115, s. 714).

Ama bu itirazın bir başka veçhesi daha olmalıydı. Müslüman halk tabakaları kendileri ile resmî tabaka arasındaki farkta ısrarlıydılar şöyle ki resmî tabaka artık dinî imtiyazlarını gizleyen fesi giymiş Gayrimüslim unsurları da içeriyordu. Netice itibariyle Mahmud’un yasası sadece onun gücüne itiraz eden Müslüman elite karşı değildi. Dinî cemaatler arasında görünen gizli farklarını kemirerek, genel olarak Müslümanların özel ve üstün sosyal yerlerinin de temelini çürütüyordu. Bu bir sosyal mesele oluyordu. Fârik başlık talep ederek işçiler, Sultan’ın teklif ettiği dinî farklılaşmayı ortadan kaldıran yolu reddediyorlardı.

Silâhlı Yeniçeri müttefiklerinden mahrum işçiler, yine de Mahmud’a mukavemet edeceklerdi. 1829 giyim yasasının geçmesinden aylar sonra, Edirne’yi savunan Osmanlı ordusuna alınmış İstanbul işçileri, “menfur fes”i başlarından atmışlardı.

Mahmud, Standart düz fesin kabulünü sivil bürokrasiden tebaa sınıflarına ve tüm Osmanlı toplumuna teşmil etmeyi amaçlamıştı. Yeni Yunan devletini resmen tanımak üzereydi. Kavalalı Mehmet Ali, İstanbul’un kapışını çalıyordu ve Sultan yok olmuş Yeniçeri taburlarının yerini alacak etkin askerî gücü bulamamıştı. Bu hava içerisinde giyim yasasına esnaf ve sair halkın mukavemeti başarılı idi ve sonunda Sultan da geri adım atacaktı.

Çok çeşitli bezlere sarılı feslerin giyimi ile işçiler kendilerini çok çabuk düz fesi kabullenmiş Osmanlı resmî sınıflarından, uluslararası tüccarlardan ve “liberalizm avukatları”ndan tefrik etmeyi amaçlıyorlardı. Rekabet yolunu tepip kişilik dayanışması yolunu tutmuşlardı.[3]

* * *

“Hayatı bol bir giysi gibi taşı” (Margaret Fisher).

Bazı anthropologlar, giysi türlerinin gelişmesinde etkilerin en güçlüsünün kişilerin bezenme arzusu olduğuna inanıyorlar. Bununla birlikte giysi kullanımının sebebi, biçim ve bazı şekillerin gelişmesini izah etmiyor. Tarihî olarak, birçok kültürün basit, geleneksel giysilerinin uzun süreler içinde çok az değiştiğini görüyoruz ve kültürden kültüre şaşırtıcı giysi değişkenlikleri bulunuyor.

Tarih boyunca giyimin biçim ve şeklini birçok etken saptamış ve bunlar beden ile hareket ihtiyacı, iklim, arazi, bedenin örtünmesi konusunda sosyal tavırlar, sosyal statü düzeyleri gibilerini de içermişlerdir. Her ne kadar bütün bunlar giysinin biçimini belirtmişse de, giysinin yapıldığı malzemenin şekil ve boyutu, en büyük etken olmuştur. Giysilerin hayvan derisinden olduğu çağlarda derinin boyut ve şekli, elbisenin nihaî biçimini icbar ediyordu. Ama bu işte dokunmuş kumaşlar kullanılmaya başlandığında, libasın biçim ve şekli, malzemenin eni ve boyuna göre olacaktı.

Ama dokumanın boyutları tezgâhın olanaklarına bağlı olduğuna göre değişik kültürlerin tezgâhlarına bakarak bunların tipi ile elbise şekli arasında bir münasebet kurulabilir. Bir uzmanın dediği gibi “Eğer eski Akdeniz dünyasında tezgâhlar geniş ve uzun kumaş dokuma kabiliyetinde idiyseler, bunlardan hâsıl olan giysiler geniş ve örtünmeli olmuşlardı. Doğu’da tezgâhlar dar olup bu kez giysiler nispeten sıkı idiler. Bu teori, istisnalarına rağmen esas itibariyle giysi şekillerini izah eder. Akılda tutulması gereken bir önemli husus da, ilk zamanlarda üretim sürecine yakın olanların hiç kumaş ziyan etmeyecekleri ve dokumacının becerisinin onun biçme ve dikme kabiliyetlerinin çok üstünde olduğudur. Bu itibarla giysi yaratılırken uzunluk ve genişliğin doğruca dokuma tezgâhından alınması pratik olduğu kadar da mantıkî oluyordu.[4]

* * *

Anita L. Mayer, giyim teknikleri babında çok önemli bir hususu ortaya koyuyor: Kumaşı, fire vermeden kullanmak. Biz şimdi bu konuyu biraz daha açacağız.

Giyim, gerçekten yavaş değişen tekniklerden biri oluyor; estetik, ayrıntılarda ona en şiddetli değişmeleri icbar ediyor ama esas karakteristikleri evrime mukavemet ediyor. İki sebep, işbu istikrarın kökeninde yatar, dış ortam ve teknik atalet. Dış ortam açık ya da kapalı, kalın ya da hafif giysileri zorluyorsa da bunu, peşinen tahmin edilenden daha az şiddette yapıyor: İklim koşulları zaten işin peşini bırakmıyor. Ama teknik atalet daha âmir oluyor: Yerine konulmasının elzem olmadığı teknik çizgiler, asgarî uyarlama ile ilelebet muhafaza ediliyor.

Giysi parçalarını tasnif etmek için mutat olarak bedenin örtülü olan kısımlarından hareket edilir: Baş, uzuvlar (kol, bacak), gövde vs… Ancak bu tasnif tamamen kuramsal olup bunun daha ussal gibi görünen yolu, giysinin dayandığı (üstüne oturduğu) noktaları almak oluyor. Gerçekten, beden kısımlarının korunması, tek bir değişken bileşke – sonuç oluyor: Gömlek ayak bileklerine kadar uzatılabilir ya da kalçalara çekilebilir ama esas olan tek olgu “gömlek” olgusudur. Dayanma noktalarına göre ayırım, basitlikten de kazandırıyor şöyle ki giysinin oturacağı ya da bağlanacağı yerler az sayıdadır: Baş, boyun, omuzlar, kadınlar için göğüs, kalçalar, dirsekler, dizler, eller, ayaklar. Bu itibarla iyi bir teknik bölünme elde etmek için çeşitli giysi parçalarını dayandıkları – bağlandıkları noktalara göre gruplaştırmak yeterli oluyor. Bu bölünmelerin içinde, en sık rastlanan alt bölünmeler, grupların biçmeyi, yani kumaşı bedenin çevresini saracak şekilde kesmeleri ya da kumaşlarını dik şekilde kullanmalarına dayanır. Yani ortada düz (dik) ve biçilmiş giysi türleri vardır.[5]

Düz giysiler dikişlerle birleştirilen dikdörtgen kumaşlardan oluşur. Bunun en basit şekli, dibi dikilmemiş ve ikisi kollar, biri baş için üç yerden açık bir torbadır. Ama mutat olarak bunlarda biraz daha çok dikiş bulunur. Bu giysilerde üç altı bölüm vardır. Kolları hesaba katılmadan biri yakası açık kılıflar olup düz – kapalı giysiler tesmiye ediliyor (Resim 116). Bunlarda iki kumaş parçası ikiye katlanır ve aşağısı, yaka ve kol delikleri hariç, uç uca dikilir (Resim 116’da A ve B). Bunu giyen geniş yenlere sahip olur (Resim 116’da C).

Bir başka tür, düz – açık giysiler öncekinin bir varyantı oluyor. Bunda yaka açıklığı aşağıya kadar devam ediyor ve ön açık kalıyor ya da kuşak veya düğmelerle tutuluyor (Resim 117). Ve nihayet bir üçüncü türü de, düz-çapraz giysiler (Resim 118) olup kesimde ikincisinden fark etmiyorlar, sadece ön parçaların biri öbürünü örtecek kadar geniş tutulmuştur. Bunların birinci türden farkları, açıklığın aşağıya kadar devam etmesi, bolluğu, düz yenlerin ve kemerin varlığından ibarettir. Yenler ve yaka dört köşe parçalardan kesiliyor ve giysinin çatkısı, kumaş kenarlarından bir şey kesilmeden yapılıyor.

Düz giysiler, nispeten rustaî (rüstik) bir grup oluştururlar şöyle ki, kumaş parçasının bütün genişliğinden alınmış yüzleri, basitçe dikmekten başka bir işlemi gerektirmiyor.[6]

Bedene göre biçilmiş giysiler’in ayrıntıları bizi terzilik zanaatına götüreceğinden bunlara burada değinmiyoruz.

* * *

Biz Anadolu’da özellikle Doğu yörelerinde, bu düz giysiler’le çok karşılaştık. Bunları aşağıda fotoğraflarıyla tafsil edeceğiz. Bu bapta, işbu “kumaş ekonomisinin tarihin hayli eski dönemlerinde akıllıca uygulanmış olduğunu sergileyeceğiz. Konuya girmişken şimdiden, hangi dönemlerde keşfedilip uygulandığının bilinmediği düğme-ilik sistemine de değineceğiz. Şöyle ki giysiler, ya bununla, ya da uçkur, kuşak, kemer gibileriyle bağlanıyor.

Armeniyye’de yapılan kazı ve araştırmalarda Cilâlı Taş (Neolithik) döneminden sonra gelen metal devrine ait buluntular arasında, konumuzu ilgilendiren şeyler bulunuyor. Kadın mezarlarında demir ve kemikten kısa ve uzun iğneler ve yine bronz cımbızlar bulunmuş. Süs eşyalarının listesinde küpeler, saç tokaları, gerdanlıklar, bilezikler, kemerler, iğneler, medalyonlar, küçük zincirler yer alıyor.

Bunların ayrıntılarına girmiyoruz. Sadece kemerlerin üstünün geometrik süslemeli bronz ince lamalardan oluştuğunu ve asıl önemli olan, büyük miktarda düğmenin bulunmuş olduğunu zikredeceğiz. Bunlar elbiseleri bağlamak için olabileceği gibi bu sonuncuları ve kemerleri süslemekte kullanılmış da olabilirler. Bazı mezarlarda 200’den fazla düğme bulunmuş.[7]

Aslında ilik ve düğme kullanımının, beşer tarihinde önemli köşebaşılardan biri olduğu yadsınamaz. Bunlar giyim tekniğinin birer çok önemli karakteristik öğesi oluyorlar: “Düğme”li…”ilik”li giyim, hareketli bir yaşamda vazgeçilemez bir tarz oluyor. Nitekim Çin’in yanında küçük sayılacak topluluklar, işbu pratik giyim sayesinde, koca Çin’e karşı giriştikleri mücadelelerde hep üstünlük sağlamışlardı. Az sayıda bu akıncılarla baş edemeyen Çin de, durum değerlendirmesi yaparak eski tarz, yan dikişli, sarma, bağcıklı giyimini bırakıp askerlerine “ilikli”, “düğmeli”, “pantolonlu”, başka deyimle “kuplu” (yani bedene göre biçilmiş) giysiler giydirmiş, ayaklarına da “çizme”yi çektirmiş.

Bu veriler karşısında moda tarihçileri işbu “düğmeli – ilikli” giyime “atlı göçebe giyimi” adını vermişler. Ama yine de ister Saray, ister halk giysileri arasında bağcıklı, yarı biçilmiş (kuplu), sarma giyim parçalarına hâlâ rastlanıyor.

Anadolu’da “düğme”yi, işlevsel ana görevi dışında süs, nazarlık, uğur ve bazı sair inançlarla ilgili olarak görüyoruz. Eski geleneksel giyimlerde “düğme” daima vardır; gelin başlıkları… damat başlıkları, yelekleri, sünnet çocuğunun takkesi…

“Düğme” ile “ilik”in keşfinin Hazer Denizi çevresinde vaki olduğunu konunun bilginleri ve bu arada Japon Profesör Tsutomu Ema iddia ediyorlar.[8] Eski Yunanlılar ve Etrüskler, tuniklerini omuzlarından tutturmak için düğme ve halkalardan faydalanırlardı (Resim 30). Ortaçağ Avrupa’sında XIII. yy.da “düğme iliği” bulununcaya değin, giysi yakaları, broş ya da kopçayla tutturulurdu. Daha sonra düğme o denli yerine oturdu ki, bazı ülkelerde düğme kullanımını sınırlayan yasalar çıkarıldı.

XIV. yy.a gelindiğinde giysilerin dirsekten bileğe ve boyundan bele kadar olan bölümleri hem süs olarak, hem de ilikleme amacıyla düğmelerle kaplanıyordu. Altın, gümüş ve fildişi düğmeler zenginliğin ve toplumsal konumun bir göstergesi durumuna gelirken bakır ve alaşımlarından da pahalı düğmeler yapılmaya başlandı (AB).

* * *

Batı Türkistan – Harezm kültürü bölgesinin tarihî tasnifinde M.Ö. I. ilâ M.S. III. yy.ları kaplayan döneme genellikle “Kuşan dönemi” adı verilir. Halen Taşkend müzesinde bulunan, Milâdî I. yy.a ait, tanrıça Anahit’i temsil eden pişmiş kilden iki heykelcik[9] (boyları 10’ar cm) işbu Kuşan devrinin giyimi hakkında eksik de olsa, biraz bilgi veriyor. Anahit bu iki heykelin her ikisinde en önü açık bir “bürünme” (?) pelerinle sair giysilerini kaplamakta (Resim 119). Bu “pelerin” dikdörtgen (?) bir kalın (?) kumaştan (keçe?) olup iki ön düşey ağzı işlemelidir (soldaki resim). Bunun içinde, yine aynı uzunlukta, yani ayak bileklerinden bir karış kadar yukarda kalan dar uzun kollu bir mintanın önde yukardan aşağıya sıralanmış düğmeleri açıkça görülür (sağdaki resim). Şekli tam olarak belli olmamakla birlikte bunun bir de devrik yakası vardır. Bunun altında da şalvarı hatırlatan, bileklere kadar inmiş bir giysi daha görülüyor.

Anahita’nın hayli çapraşık menşei neresi olursa olsun, bu heykellerin amilinin onu, kendi ülkesinin o günkü elbisesini giydirmiş olması tabiidir. Bu itibarla bu giysilerin “Kuşan devri”ne ait olduklarını iddia etmek için sebep var demektir. Bununla birlikte soldaki resimde görülen sivri külâh ile öbüründeki saç düzeni, şekilleri itibariyle, mutat giysiden kabul etmeyip devrin inançlarıyla ilgili bir görünüm arz ettiği kanısındayız (Sivri külâh, “Frigya Külâhı”nı hatırlatmıyor mu?..).

Göktürklerin devamı sayılan Uygurlarda (VII. – VIII. yy.) halk, önü ortadan açık, kolsuz ve yere kadar inen bir kaftan ile bunun içinde dar uzun kollu bir mintan (?), asiller ise kapalı yakalı genişçe kollu, etek kısmı bol bir baştan geçme ve kemerli elbise giymişler.[10]

* * *

Tanrıçalar bağlamında, Antikçağlara döneceğiz.

Antik Babilonya mühürleri üzerinde ayakta ve tören duruşunda tamamen çıplak bir kadın görülüyor. Bu tanrıça genellikle mühürdeki sair kişilerden daha küçük resmedilmiş ve çoğu kez, kaunakes denilen, uzun tüylü bir kumaştan yapılmış, bol bir harmani giymiş bir tanrı ile ilişkili görülüyor. Arkeologlar bu sahnelerde tanrıça İshtar’ın cehennemlere inişinin temsilini görüyorlar. Her kapıda elbiselerinin birini çıkarıyor ve cehennem tanrısı Allat karşısına çıplak çıkıyor. O anda mağlûp, esir, yeraltı dünyasına kapatılmıştır. Bundan sonra olay gelişiyor; buradan çıktığında tanrıça eski kudretine kavuşuyor; o zaman büyüyor ve elbiselerini geri alıyor. Silindir – mühürleri bezemiş olan sanatkârlar ishtar’ın iki görünümünü üst üste koymuş oluyorlar: küçük ve çıplak, yeraltı dünyasına, kışın toprağa gömülü tohum gibi kapatılmış tanrıçayı simgeliyor; büyük ve giyimli, Ceres gibi, yaz boyunca bitkilerin en gelişmiş olup yapraklarla kaplı oldukları hali temsil ediyor.

Bu yorum, Büyük Tanrıça’nın çoğu kez bir bitkisel tabiatı olmasıyla uyuşuyor. Artemis, önceleri bir ağaçta oturuyordu. Sami’ler ona, İbranîce “kutsal kazık” demek olan “Ashera” adını vermişlerdi.

Büyük Tanrıça bir ağaç olduğunda o, iki türlü resmedilebilir; çıplak bir kütük ya da yapraklarla giydirilmiş halde. Kaunakes adını verdiğimiz bu kalın giysiyi imal etme fikri buradan doğmuş oluyor.

Tanrıçanın münavebe ile çıplak ve yapraklarla örtülü hali mitosunun, tarımcı toplulukların düşüncesine çok erken yerleşmiş olması muhtemeldir. O zamandan beri kaunakes’in kalın harmanisi ancak, fışkırmış bitkinin, velûdiyet ve refahın tasvirinin simgesi olabilirdi. Bu noktadan hareketle anlaşılması oldukça güç iki olgu dizisi izah edilebiliyor: iklimin, kullanılmasının gereksiz, hattâ rahatsız edici kıldığı antik dünyanın bu kısmında kalın, kapitone bir giysinin yayılması ve bunun Roma, Yunanistan ve Hindistan’da bir alıntı isme sahip olması.

Aristophanes’in Eşek arıları’ndaki ünlü bir bölüm, işbu giysi hakkında daha açık bilgiler veriyor. Bu, Bdelycleon’un yargıç babası Philocleon’a, daha önce alaina diye nitelendirdiği, Greklerin kışın büründükleri kalın ve yünlü şala benzettiği lüks bir harmani ikram ettiği sahne oluyor. Oğlunun onu örtmek istediği kumaşı görünce ihtiyar yargıç isyan ediyor.

Phil. – Tanrılar aşkına, nedir bu felâket şey?

Bdel. – Kimi buna persis, başkaları da kaunakes diyorlar

Phil. -…Yani herhalde, yapağıya benzeyecek kadar tüylü bir Doğu kumaşı bahis konusu oluyor…

Devam eden bu diyalogdan sonra elbisenin ısısı üzerine bir dizi şaka geliyor. İhtiyar, kendisinin bir fırınla giydirildiğinden şikâyet ediyor.

“Böylece” diyor şarih Julius Pollux, “kaunakes tesmiye edilen, Greklerin chlaina ya da tribon’u gibi bürünülebilen çok pahalı bir kumaştan, sıcak ve çok tüylü ve yünü uzun kıvırcık örgüler halinde dökülen bir giysi oluyordu. Bu, sadece Babilonya’da değil, Ahmenîlerin başkenti Ecbatane’de de imal ediliyordu; Küçük Asya’da Lydia ve Sardis’e kadar yayılmıştı ve buradan hattâ Yunanistan’a ihraç ediliyordu. Komik şairin metninde bütün bunlar var…”.

”İşbu teknik iş’arlardan çıkarılacak sonuç, kaunakes’in, halılarla aynı kumaş grubu’na ait olduğudur. Böyle bir kumaşın, Asya’nın bir kısmının her zaman velûd ve bitmez tükenmez kaynağı olduğu büyük halıcılık fabrikasının ortasında doğmuş olması tamamen ussal ve doğal oluyor. Gerçekten bunda, Geldanî ülkeleri ve Babilonya’nın çok antik merkezleri olduğu ünlü dokuma atölyelerinin en olağanüstü ürünlerinden biri oluyordu, o atölyeler ki Doğu’nun en ince yünleriyle en güzel renkleri birleştiriyordu”.

“Böylece bir kumaşta, neredeyse canlı görünümleri altında, Ankara keçileri ya da Keşmir sürülerinin ürünü muhteşem yapağılar taşınmış oluyorlardı.”[11]

Biz yukarda bu kaunakes’ten söz etmiştik (bkz. Resim 55). Mezkûr tarifler bize, tiftik keçisi kılından dokunan ünlü Siirt battaniyelerini (Resim 120) hatırlatıyor.

* * *

Dönelim yine semboller, inançlar dünyasına.

“Türkmenlerin giyimini değerlendirebilmek için onların giyimle ilgili inançlarını, yaşam biçimlerini, doğayla olan bağlantılarını göz önünde tutmak gerekir. Çünkü Türkmen giyimi demek, inanç demektir, gelenek demektir. Zaten Türkmenlerde birçok giyim, takı, başlık kutsal sayılır. İnançlara ve geleneklere uyularak hazırlanır, kullanılır. Giyimlerdeki şekillerin, renklerin, sayıların, süslemelerin, takıların, çeşitli malzemenin hep bir anlamı vardır.”[12]

Ve devam ediyor Tansuğ:

“Bodrum civarındaki bir Türkmen köyünde başörtü, Keten kulağı, pamuklu beyaz bezden, üçgen bir parça olup üçgenin iki ucuna birer metre kadar uzunlukta, özel biçimli, süslü iki tane bez eklenmiş. Keten’in arkaya gelen üçgen ucunda mavili, yeşilli, desenli bir basma var: ‘Bunu atalarımızın anısına koruz. Gelenektendir. Yüzyıllar önce uzaklardan, Asya’dan gelmişik. Çok soğuk yerlerden. İşte o zaman bu keten kulakları’nı çufa’ (çuha)’dan edermişik. Böyle sıcak yerlere göçünce keten’imizi pamuklu ince bezden yapmışık. Uçtaki renkli üçgen parçayı, atalarımızın yadigârı sayarız. O, çufa’nın işaretidir…’. Haritada nerede olduğunu bilmeyen Dudu nene, geçmiş tarihten bilgiler sunuyor”.

“Güzel nenem” diyor Sabiha hanım, “bir daha gelişte sana kara yazma getireyim”.

“Yok yok. Kara istemem. Getireceksen al yazma getir bana. Ben de sana, kaz kıkırdağından, kaz tüyünden titrek’ler yaparım, başına takarsın.”[13]

Bergama’nın bir kenar mahallesinde, Üsküdarlı Türkmenler’den Senem nenenin başına sardığı mor çeki, boncuklarla bezenik. “Giydiğiniz renk renk süslemeli üçetek’in adı nedir?; kertmeli entari”. Giysinin kumaşı, altıparmak’tan.”

“İçe giyilen uzun, beyaz, yanları nakışlı gömleğin adı?: Göğnek. Şalvarın adı?: Köncek. Bele sarılan bağın adı? Olkbağı. Başa giydiğiniz takkeye ne dersiniz?: Terlik. Terlik’in altınları?: Koşar. Alına çekilen allı morlu çekinin adı?: Yırtma. Yanaklara düşen paralı boncuklu süslemenin adı?: Dulukçak. Yanakların çevresinden ve çene altından dolanan boncuklu takıya ne ad veriyorsunuz?: Olgama. Terlik tepesindeki renkli ipliklerle yapılmış işlemenin adı?: iğne götü.”[14]

Bergama yöresinde kalıyoruz. Baş takılarından tomaka, baş bağlama gününde her kadına takılıyor. “Yüz çevresine tomaka takan kadın, başı bağlı (evli) demektir. Tomaka’nın uğuru da vardır. Bir kır, bayır insanıyız… Tomaka’nın kadını yıldırımdan koruyacağına inanırız.”

Tomaka halkasındaki ikinci takının adı da perperi.

Gelinlerin, genç kadınların al ve yeşil çeki’leri üzerine, başın ön kısmına ise perperi’den başka zülüflük takılıyor: Üç tane madenî üçgen var. Bunların üstteki uçlarına kancalar konmuş. Üçgenler, üçer sıra zincirle, birbirlerine bağlanmış. Zincirler 14’er cm uzunlukta. Böylece altı tane zincir, üçer sıra olarak, üç üçgeni birbirine bağlıyor. Zincirler yuvarlak madenî pullarla bezenik. Her bir zincir sırasında 30 tane pul var. Orta sıradaki pulların üzerinde Fadime Ananın Eli deseni görülüyor. Zülüflük’teki tüm süslemeler 3-5-7-21-30 gibi sayılara uyuyor. Esasen Türkmenlerin kullandıkları her parçada, her süslemede bir sayı ölçüsü bulunur. Sayılar ise inançlara dayalıdır.

Baş bağlama günü’nde gelinin başına uzun çeki takılıyor. Bu, 2 m. boyunda iki ayrı renk pamuklu bezden. Bir metresi mavi, bir metresi koyu pembe. Çeki, 5 cm. eninde. Uzun çeki’nin ortasına gelen 27 cm.lik kısım, bir hotoz gibi süslenmiş. Bu kısma saçaklı, pullu, gümüş simli şeritle 4 zikzak yapılmış. Başın önüne gelen 27 cm.lik süslemenin iki zikzağı mavi bezin, iki zikzağı da pembe bezin üzerine getirilmiş.

“Uzun çeki neyi dile getiriyor? İki kişinin bir olmasını… Mavi renk erkek; pembe renk kadındır[15]… Erkekle kadının birbirleriyle birleşmesini, eş olmasını gösterir… Uzun çeki’nin başa bağlanması iki kişinin ömür boyu birlikte yaşaması içindir… Bak… çeki üzerinde şu üçleme’li pul işlemesinin de bir anlamı var”…

Bu kez parçası üzerinde evliliğin felsefesi yazılmıştı sanki.[16]

“İçe giyilen şalvarın (donun) adı ne?: Könçek. Könçek’i nasıl keser, nasıl dikersiniz? Kumaşı alırsın. Kadının ayak bileğinden göbek altına kadar ölçersin. Bağ (uçkur) yeri için pay bırakırsın. Yırtarsın (kesersin)…”

“Könçek’in ağında, üçgen bir parça görüyorum?: Onun adı çat’tır. Doğru ya, könçek’i bu çat’la çatmışsınız. Çünkü dümdüz, boru gibi inen könçek’in bacaklarının alt kısmına, 30 cm. eninde, könçek kumaşından dörtgen bir parça kesilip üçgen katlandıktan sonra içten dikilmiş.”

Göynek (gömlek)te ön ve arkaya dümdüz inen tek bir parça var. Bunun adı peş. Peş’in eni 44 cm, uzunluğu 142. Omuzlarda ek yok. Demek ki dokuma 284 cm olarak kesilmiş; ikiye katlanmış, sonra baş girecek yer açılmış. Dokumanın 44 cm.lik eni, omuz ve sırt genişliğine yeterli. Ama göğüs, kalça, etek genişliklerine yeterli değil. Bu nedenle yan taraflara ayrı parçalar eklenmiş. İşbu parçalara yan deniyor.[17]

Fermene’nin göğüs kısmında, gümüş ilikler var. Gereğinde fermene, bunlarla ilikleniyor, bu kancalı takılara ilik deniyor.[18]

Tansuğ’un bu değerli tasvirlerinden giysilerin “düz” tipinde kesimli oldukları, kumaş ekonomisine azamî itina gösterildiği, günümüz anlamındaki düğme-ilik sistemi yerine bağ (uçkur vs.) ve “kanca”ların yer aldığı anlaşılıyor.

* * *

Aynı konular çerçevesinde dolanırken yolumuz XVI. yy. Hindistan’ına, Ekber’in sarayına düşüyor. Orta Asya kökenli bu son güçlü hükümdarın Hindu ve İslâm itikatlarını siyasî amaçlı olarak birleştirme çabasının sonucu olarak Rajput giyimi geniş ölçüde, Asya’nın keçe ve deriye dayanan elbise tarzını etkilemiş. Artık bahis konusu olan, “düz” elbiseler nevinden, önü sağ tarafa kapanan, ayaklara (nadiren dizlere) kadar inen, dar uzun kollu, came’dir.[19] Bu giysi çoğu kez uzun üç yırtmacı haiz olup yürüyüş veya herhangi bir amel sırasında etekler yukarı kaldırılıp dört parça halinde ayrı ayrı kemerin altına kıstırılır. Böylece astarın güzel renkli kumaşı da ayrıca meydana çıkmış olur. Bu yırtmaçlılar da çakdar came[20] namıyla bilinir. Bu arada pehvaz yine “düz’ler serisinden olup baştan aşağı düğme ile kapanır. Came veya pehvaz üstüne de saray mensupları geniş uzun veya kısa kollu, belde kalan bir hırka giyerler. Kış aylarında yakasına kürk eklenir. Bundan başka Ekber, Rajput modasına ipek veya simli kumaştan, dize kadar ve bazen daha aşağıya inen ve bir “düz” elbise üzerine giyilen takaçiya’yı eklemiş.[21]

İlk zamanlarda daha kısa ve iki yandan yırtmaçlı olan bu elbise sonradan, Asya’da olduğu gibi, şeritlerle sağ taraf üzerine düğümlenmek suretiyle kapanmış.

İç çamaşır olarak da, yakasız bir gömlek (kurta) veya kısa bir fanilâ (mintan) giyilip bedenin alt kısmı uzun ve dar bir pantolon olan şalvar[22] ile örtülür. Elbiseyi uzun bir kuşak tutar.

Mezkûr hükümdarın zamanında kırmızı deriden çizme sadece av veya cenkte giyilmiş, buna karşılık keyfe göre yatırılıp kaldırılan arkası yumuşak alçak bir terlik, saray içinin ayakkabısı olmuş. Bunların da rengi ise çoğu kez kırmızı, burunları yukarı dönük olmuş.[23]

XVI. yy.da Buhara’da Masud bin Uzman’ın kaleme aldığı “Abü’l Khair Han tarihi”ni süsleyen minyatürlerden (Resim 121, bkz. s.xxx)[24] mezkûr bölgenin o çağlardaki giyimi hakkında bir fikir edinmek kabildir. Burada birkaç tip mevcut olup hepsi “düz elbise” türündendir; önce uzun kollu, önü yere kadar açık bir kaftan; kısa ve genişçe kollu, önü yukardan aşağıya kadar düğmeli, uzun ve bazen geniş olabilen bir kemer veya kuşakla tamamlanan bir giysi ile bazı kişilerde bunun içinde dar uzun kollu bir mintan görülüyor. Han’ın bu giysisi, altta ayak bileğinin biraz yukarısına kadar çıkan ve ucu yukarı kıvrık kısa çizmesinin içinde biten bir geniş şalvar şeklini haizdir. Bundan başka bir de yukarda gördüğümüz came var. Bunun önceki tarifinden tek farkı, kollarının kısa olmasından ibarettir.

Daha Batı’ya, İran’a geldiğimizde, XV. ve XVI. yy.a ait minyatürler, teferruatta çok çeşitli farklar arz etmekle birlikte tamamen aynı karakteri haiz bir giyim tekniği ile bizi karşılaştırıyorlar.[25]

Elbisenin bugün çok önemli bir birleştirme vasıtası olan düğme – ilik kavramının sistemli şekilde giyim tekniğine giriş dönemi hakkında sarih bilgiye rastlayamadık. Antikçağlarda birleştirmeler hep bağ, düğüm ve üstten kuşak aracılığı ile olmuş (bkz. Resim 2, 3, 18, 19). Grek, Roma, Bizans giyiminde fazladan iğne (broş) (Resim 30), kopça gibi “yenilik”ler bulunmuş. Bu araçlar Avrupa ülkelerinde XV. yy.a kadar kullanılmış, XV. yy. başlarında ilik – düğme prensibi yayılmaya başlamış.[26] Altaylarda Kalanda bölgesinde bulunup M.Ö. II- I. yy.lara ait olduğu tahmin edilen ve kırmızı ve yeşil kumaşlardan yapılmış bir elbisenin altın kakmalı düğmeleri haiz olduğu kaydedilmiş ise de[27] bunun bahis konusu ilik-düğme prensibinde bir bağlantı ya da sadece bir süs unsuru olup olmadığı açıklanmamıştır. Urartu’ya ait Altıntepe kazılarında, giyimli olarak gömülmüş bir kadının üstünde altın düğmeler bulunmuş.[28] Bunlar da belki süs öğeleriydiler. Nitekim VI. yy. civarında Kırgız kabile reislerinin başındaki serpuşta bulunan altın düğmenin de süsleme amacıyla kullanıldığında şüphe yok. Süs eşyası bakımından Vikinglerin etkisinde kalmış Volga Bulgarlarının gümüş düğmeleri de aynı yönde mütalaa edilecektir.[29] Uygur tasvirlerinde de ilik – düğme sistemine rastlayamıyoruz. Buna karşılık aşağı yukarı bütün Orta Asya heykellerinde üzeri çoğu zaman madenî plakalarla süslü ve yanlarından değişik boylarda süs uçlarının sarktığı kemerleri görüyoruz. Bunlar elbiseyi tuttukları gibi çakmaktaşı-kav çantası, bıçak, biley taşı vs. gibi şeyleri de taşıma işini görüyorlar. Bu kemer, kurşak adı ile anılıyor. Kemerin bu denli yaygın olması itibariyle çok çeşitli tokaya da, buluntular arasında sık rastlanmaktadır.[30]

Semerkantlı hekim Nazamî-i Aruzî’nin 1431’de Herat’ta kaleme aldığı ve tezhip edilen Çehar (dört) makalesi’nin bir minyatüründe İbni Sina, Rey ve Tabaristan emiri Kâbus Veşmegir’in yeğenini muayene ederken görülür.[31] Burada, sağ ve solda duran zevatın kaftanları önden, yukardan aşağıya kadar ilik-düğme veya karşılıklı ilik ve bunlardan geçen bir bağ sistemi ile kapatılmış olup önden iki ucu sarkık kuşak yine de mevcuttur.

* * *

Anadolu’nun henüz tulum, yani fabrika iş elbisesini ciddî şekilde sırtına geçirmemiş, henüz ekonomik güçlerin dünyayı çevirdiğinin bilincine erişmemiş olmasıyla duygusal ve artistik yaşantı, geçmişin hayalî havasından kurtulamamış, çalışma ve üretim kavramları hâlâ bir ideal konusu olmaktan uzak kalmış. Fayda – menfaat gibi XIX. yy.da “ulvî” kabul edilen düşünce tarzı bu topraklara girmemiş, bir cümle ile mezkûr asrın kartezianismi – rasyonalizmi henüz Anadolu’nun “rüya”sını dağıtamamıştır. Bu “rüya”, Marijuana rüyası değildir. Bu rüya, birkaç yüzyıl boyunca dünyanın gelişmesine göz ve kulağını tıkamış bir toplumun son derece köklü bir gelenek zenginliğinden esinlenen hayat tarzının çaresiz bir ifadesinden başka bir şey olmuyor. Buharın gücünü “göremeyince”, “oyun oynamaya” devam etmekten başka yolu kalmamış, günlük hayat “oyunu”nu…

Gerçekten, üretim ile ilişki şekillerinin “ciddi” olmaması nedeniyle bu hayat da ciddiye alınamamaktadır. Hal böyle olunca geleneksel giyim tarzının hayli geniş fantezi unsurundan temizlenmesi için sebep ne olabilir? Dünyanın endüstri çağı olarak adlandırılan XIX. yy.da Avrupa, perukasını, kurdelesini, dantelini atarken Anadolu insanı hâlâ birkaç bin yılın “renk’leriyle hemhal olmuş, “oynamayı” sürdürüyor.

Bu “renkler” manzumesi, buraya kadar özetlemeye çalıştığımız çeşitli uygarlıkların dokuma ve giyim tekniklerinin birikmiş tortusunu oluşturuyor. Ayrıntılarında hattâ çok uzak bazı ülkelerde görülenlere bazı benzerlikler arz etmesi de doğal oluyor. Bunların arasında tarihin hayli eski günlerine dayanan bir örneği zikretmeden geçemeyeceğiz: Kuzey Amerika yerlilerine ait dokumalardaki renk ve motiflerle Anadolu’daki renk ve motifler arasında yakın benzerlik bu etkiler zümresindendir, şöyle ki bazı iddialara göre[32] Alaska ile Sibirya’nın birleşmiş olduğu bir devirde Asya’dan Amerika’ya geçenler olmuş. Halen Münich Völkerkunst Museum’da 393, 725 ve 726 No.larla kayıtlı kilimlerdeki motiflerin benzerlikleri açıktır. Bu “geçenler”den geri kalanlar da Küçük Asya yarımadasını etkilemiş…

Daha önce de ifade etmiş olduğumuz gibi bu bapta, Anadolu giyim tarzının (tarzlarının) gerçek ve ayrıntılı bir etüdünü yapabilmek için gerekli mukayese yolunu gösterip bazı örnekler vermekle yetiniyoruz. Zira bu konu, tarihî, etimolojik ve sosyo-ekonomik faktörleri içine almak kaydıyla, ancak çok etraflı bir çalışmanın ürünü olarak ortaya konabilir: ethnik çeşit çok, etken hayli değişik, karşılıklı tesir (interaction) konusu da o oranların misli mertebesinde çapraşık; belirli bir uygarlığın hangi oranda kendi öz “değerlerini” muhafaza edip hangi oranda bunlardan bir kısmımnı başkalarından aktardığını veya hangi koşulların onu dış etkenlere daha “açık” (receptive) tuttuğunu kestirmek hayli güçtür.

* * *

“Öküzü öküz edeceksen yem al, karıyı karı edeceksen don al.”

Dede Korkut Kitabı’nda (XIV. yy.)[33], hep olduğu gibi kırmızı rengin üstün tutulduğunu görüyoruz. Burada, “Beyrek”in nişanlısı Banu Çiçek düğünde kırmızı kaftan giyerek oynar. “Güzeller serveri” Selcan Hatun ise, kendini ayırmak için kırk nedimesine kırmızı elbise giydirdiği halde sarı elbise giyinir.[34] Kazan’ın karısı ince boylu Bula Hatun, avdan dönen kocasını samur cübbesini giyerek karşılar”.

Erkek giyiminin de hayli süslü olduğunu aynı kaynak ifade ediyor: “Dede Korkut, Dirse Han’a yiğit olan oğluna hediye olarak ‘çirkini (omuzu) kuşlu ton’ vermesini söyler”.

Dış etkenlere “kızanlar”da Oğuznâme’de Dede Korkut’un ağzından kıyafet değişmesini bir sosyal düşüş olarak nitelemektedir: “Hadım ham bezlerden kaftanlar var iken, kepeneklerden giyecek bulunur iken ağır atlaslar, frengî kem halar, has boy börkler giyeler. Şunun gibi fakir libasını beğenmeyûb nolur bunlardan deyeler. Libasa da er ile avrat seçilmeye. Fil hortumu gibi yenler çıksa, sik vaz’ında bîz gibi sivri sivri müzevveceler ve takyeler düriyedûr”.

“İmamlar ile müezzinlerin ve dahi şeyhler birle müritlerin eyken babuçcı, başmakçı cevab edeler. Çulha ridalar, kutnular tar büllü, sıkma tavarlu geyesiler telif olunca adına göt gösteren deyeseler birbirine bühtandır ve iftira çoğ edeler.”[35]

Dede Korkut, uzun kaftan yerine belde kalan kısa cepkenler giyilmesine kıza dursun, Anadolu bugün göte küstü, kazakî[36] fermana (fermene)’yi hiç kimseye bühtan etmeden, rahatça sırtında taşımaktadır, kabullenmek kabiliyeti (receptivity) “ayağa dolaşmayan”, günlük hayatın şartlarına çok daha uygun mezkûr cepkeni sırta geçirmeye çoktan müsait. Kaftan da, daha bir süre, çift sürmeyen, demir dövmeyen avare kişizadelerin libası olmaya devam edecekti.

“Erişir menzil-i maksuda aheste giden

Tiz reftar (hızlı yürüyen) olanın payine (ayağına) damen (etek) dolanır”

beyti, işbu kişizadelere hitap etmiş olmalı…

Renk ve özellikle kırmızıya yine değinmek üzere Bayındır Hanın emrini anlatalım; “Kiminki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçeyi altına döşen, kara koyun yahnisinden önüne getürün, yer ise yesün, yemez ise tursun gitsin! Oğlu olanı ağ otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun!”[37] Ak renk saadeti, kara ise matemi temsil eder. Kızıl ise sanırız ki genel olarak neşenin nişanesi olur. Kâfirler ve dervişler genellikle “kara tonlu”, Oğuz’lar ise “ağ tonlu” olarak gösteriliyor. Matem halinde “ağ ton” çıkarılıp “kara ton” giyiliyor.[38]

Sosyal eşitsizlikler de o devirlerde giysi farkı şeklinde ifade edilmiş. Kâh renk, kâh cins farkı öne sürülmüş.

Yine aynı kaynaktan örnek vermiş olmak için: Beyrek’in nişanlısı Banu Çiçek ona bir kırmızı kaftan hediye ettiğinde yoldaşları burulmuş. Beyrek sormuş: “Neye saht oldunuz?” Onlar da “nice saht olmayalım, sen kızıl kaftan giyesin, biz ağ kaftan geyeruz!” cevabını vermişler. Bunun üzerine Beyrek “Bu kadar nesneden ötürü neye saht olursız? Bugün ben geydum, yarın naibim geysun. Kırk güne değin sıra vardı, geyiniz, ondan sonra bir dervişe verelüm” buyurmuş.[39]

Bir asır sonra Afyonkarahisarlı Abdürrahim Efendi, “Vahdetnâme”sinde (865/1460) içtimaî adaletsizliği şöyle dile getirir:

“Birinin eğninde sincab ü semur (samur)

Biri ister ton bulamayup tenur (ocak)”

Ve nihayet son yüzyılda halk şairi

“Sırtlarımız görmez oldu alığı (elbiseyi)

Ayaklarımız unuttu gön geliği”

diye haykırıyor.[40]

* * *

1535 tarihini izleyen yıllar, Osmanlı-Fransız diplomasi sahnesinde, en önemli bir devir olarak kabul ediliyor. Aralarında kendi alanlarında uzmanlaşmış önemli kişilerin bulunduğu bir elçilik heyeti, 1535-1554 yılları arasında Osmanlı Devleti ve halkının yaşamını temel konu alarak belli alanlarda inceleme yapmak amacıyla İstanbul’a gönderilmişti. Türkiye’ye belli bir görevle gönderilmiş bu kişilerden biri Nicolas de Nicolay’dı. Türk giyim – kuşam geleneklerini yerinde ve aslına uygun olarak çizmekle görevlendirilen Nicolay’ın eserini, sair çağdaş örneklerinden ayıran en belirgin özellik, konuya uzman bir görüşle eğilmesidir. Birçok gezginin yapmış olduğu gibi, azınlıklardan ve elçiliklerden öğrendikleriyle yetinmemiş, bilgi aldığı kaynakları yetkili kişilerden seçmiş, inceleme, tanım ve desenlerinin büyük bir bölümünü onların onayından sonra tamamlamış. Desenlerde gerçeğe bağlılığı, ayrıntılarda o devrin Osmanlı bezeme repertuarını yansıtmasıyla daha belirginleştirmektedir. Kumaş desenlerine, XVI. yy. ortalarının en yaygın üslûbu olan “saz üslûbu” hâkimdir. Metinde, kumaşların cinslerine değinilmemişse de desenler, dönemin kemhâ, serenk, serâser gibi özellik saray için dokunan kumaşlardaki bezemelerin tekrarıdır. “Edirneli Yahudi kadın’ın giysisi (Resim 122, bkz. s. 715) hem bezeme, hem de renk açısından XVI. yy. Osmanlı kumaşlarının en güzel örneklerinden birini sergilemektedir. Nicolay, bu kumaşların bedestende satıldığını söylemektedir. Böylece çok önemli iki noktaya dikkat çekilmiş oluyor. İlki, zaman zaman çıkan hükümlere rağmen Gayrimüslimlerin de Türk kadınları gibi giyinebildikleri, öbürü de, bu değerli kumaşların saray dışında da geniş bir pazarı bulunduğudur. Nitekim bir Edirne tereke defterindeki kayıtlara göre, Sinan b. Abdullah’ın evindeki eşyalar arasında, son derece zengin bir kadın giysisi koleksiyonu yer almaktadır.

Nicolay’ın eserinin bir başka özelliği, basılmak amacıyla hazırlanmış olmasıdır. Baskı sayılarına bakıldığında kitap, çağdaşlarının en popüleri oluyordu. Her ne kadar sözlü tanımlar, desenlerdeki bütün ayrıntıları açıklamıyorsa da, devrin giyim-kuşam sözcüklerinin kullanılması, örneğin, zerkülah (zarkola), bozdoğan (busdeghan), üsküf (skuff), kuşak (cochiach), bıçak (biciah), anagaç (anagi-ach), şalvar (salvares), saye çuha (saye), barani (barami), ağaç (baston, aghac), mücevveze (muzavegia), takke (taquia),en azından Türk kaynaklarını tamamlaması ve desteklenmesi açısından önemli oluyor.

Mimarî üzerinde oldukça kısa duran Nicolay’ın İstanbul bedesteni hakkında yazdıkları şöyle: “Kapalı, dört kapı ile dışarıya açılan, içinde sokakları olan bir yapı. Samur, kurt, karaca gibi hayvanların kürk ve postları, altın, gümüş; devetüyü kumaş, (Fransızca chamblet, Arapça khamlat. Aslında ipek ve ipek ve devetüyü karışımından yapılan kumaş. Devetüyünden yapıldığı şüpheli ise de XVI. ve XVII. yy.larda Ankara keçisinin kılından yapıldığı bilinmektedir); ince moher (mokado: İtalyanca mocajordo’nun bozulmuş şekli); ok, hedef, kalkan gibi değerli ticaret mallarıyla dolu… İstanbul’da, eski giyim – kuşam satan ve bir de altın simli ve iğne işi ipekli kumaş satan pazarlar var”.

Nicolay, Rum ve Peralı Frenk kadınlarının giyimleri hakkında da önemli bilgiler veriyor; Rum kadın ve kızlarının ve Peralı, Beyoğlulu Frenk kadınlarının giyim kuşamları öyle gösterişli ki, görmemiş olan inanmakta güçlük çeker. Yalnız güzel olmak ve güzel giyinmek için özen göstermekle kalmaz, kilise veya hamama giderken daha da çok süslenir, bütün servetlerini takarlar. Şehirliler ve tacirlerin karıları kadife, saten, crymson (fes rengi) ve dımışkî kumaştan (genellikle ipek ve bezeme dokumalı kumaş, Şam taftası), kenarları dantelle çevrili, altın, gümüş düğmeli, daha az zenginler de, tafta ve desenli Bursa ipeğinden elbiseler giyer, birçok zincir, yüzük, bilezik, kolye, plaka ve bazısı değerli, bazısı daha az değerli taşlarla işli; genç kız ve yeni evli kadınlar başlarına, çevresine beş cm kadar kalınlıkta, ince ve değerli taşlarla işli ipek ve sırmalı, fes rengi saten veyahut sırmalı desenli kumaştan şapkalar giyerler. Feraceleri, Türk kadınlarınınki gibi selvi yeşili taftadandır. Bazen öyle giyinirler ki, bunları sokakta yürürken gören erkekler orman perisi Nymph sanır. Böyle zamanlarda, özellikle evli kadınlar, kocaları istedikleri gibi giyinmelerini sağlayamıyorsa, bunu yapabilecek bir iki erkek dost bulur. Bu, çok olağan ve ülkenin geleneklerine de uygun.[41] Yaşlı kadınlar da, aynı şeyleri daha az süslü bir biçimde ve çok daha güzel giyinirler. Giysileri, arkası baldıra kadar inen beyaz ketendendir. Dul kadınların feraceleri ise safran rengindedir.”[42] Nicolay, Osmanlı saray kadınlarının da giyimini tetkik etmiş (Resim 123). Bu her iki desende düğmenin kullanılmış olduğu açıkça görülüyor.

* * *

Bazı kıyaslamaları yapabilmek için gözlerimizi Uzak Doğu’ya, Çin’e çevirelim. Quing sülâlesi dönemi (1644-1911) Çin’in, vaktiyle göçebe olan Mançular tarafından idare edildiği bir dönem oluyor. Mançular, avcı olmuş olduklarından, giyim biçimlerini avladıkları hayvan derilerinin özelliklerinden geliştirmişlerken Han Çin’i giysileri bir dokuma geleneğine dayanıp bunda kumaşın genişliği elbisenin biçimini saptıyordu. Sam, üst giysi ile fu, pantolondan oluşan bir çift olup bu sam fu takımı, Hong Kong ve Güney Çin’de kullanılıyordu. Her iki parça dar bir tezgâhta dokunmuş kumaşın uzunluğuna göre olup birçok dikişi gerektiriyor; kumaş üretimi yavaş ve zahmetli bir iş olduğundan sam ile fu’nun biçilmesi en ekonomik yoldan olacaktı.

Kumaşın bir genişliği, sam’ın ön ve arkasının yarısını teşkil ediyor, omuzdan katlanıyor. Bir başka genişlik de mukabil tarafı oluşturuyor, yenler de kenarlara dikilen parçalardan oluşuyor. Hayvan derilerinden türemiş Mançu biçimini taklit eden bir bindirme, fazladan örtü ve koruma amacıyla sağ tarafa ekleniyor ve giysi yine bir Mançu türemesi olan ilik ve çubuk düğmelerle bağlanıyor. Bu imal usulü, bütün Çinlilerin giydikleri üst giysilerinin esasını oluşturuyor. Kesim de ekonomik olduğu kadar saklanmasını, bu elbise biçimi kâfuru ağacı sandıklarda düz katlanmasını da kolaylaştırıyor.

Başlarda sam, hem kadın, hem erkek tarafından giyilmiş. Sonra erkekler, üzerindeki bindirmeden vazgeçip bunun yerine önü açık bir ceket giymişler, dış elbise olarak. Kadınlar sam’ı giymeye devam ediyorlar, ancak bu sonuncusu geniş ve diz altına kadar gelen uzunlukta kesiliyor, geniş yenleri haiz oluyor. Dokuma, uzun zaman alan pahalı bir iş olduğundan bol biçilmiş elbiseler, malzemeden tasarruf edilmediğini gösteriyor ve bu keyfiyet dokumacının refahını sağlıyor. Ancak bu bol giysiler, kentsel alanların önemli ailelerine mahsus oluyor. (Resim 124).

Sam’da olduğu gibi fu, yani pantolon da, bacaklarına sarılmış deri giyen göçebe Mançulardan kaynaklanıyor. Sonra ayak bilekleri ve belden bağlı tozluklar kumaştan yapılıyor. Daha sonra bel kuşağına bağlı kumaş borular fu’nun öncüsü oluyor.

Önceleri tozluklar bir peştamal olup, sonra da pantolon üzerine giyilmiş. Evlenmemiş kızlar sam’larıyla pantolon giyiyorlarken orta ve üst sınıfa mensup evli kadınlar pantolonlarını bir eteğin altına giyiyorlardı. Bu pantolonlar düz boru kumaş olarak kesilmiş, ağ için parça eklenmişti; pamuklu uçkurla bele bağlanıyordu.[43]

* * *

Hong Kong’lu kadın sam’ını, fu’sunu giyedursun. Anadolu kadınının giyim sanatı nasıl? Bu konuya girmeden önce, çarık konusunu irdeleyelim.

Yüzyılımızın 50’li yıllarına kadar çarık, her cins ve yaşta Anadolu insanının tek ayakkabı biçimiydi (Resim 47 ve 125, bkz. s. 115 ve s.716). Belki de insanoğlunun bildiği en eskisiydi.

DLT’te çizmeden başka ayak giyimi eşyasına ait en çok, çarıkla ilgili sözcüklere rastlanıyor: “Çarukluk: Çarık yapmak için ayrılmış deri” (I/503). Yine “İşlik: kesilen hayvanların derisinden yapılan Türk çarığı” (I/104). “Buçgak: Deve derisinden ayakkabı yapılan parça, çarık” (I/465) tarifi, deve derisinin çarık vs. yapımında kullanıldığını gösteriyor. Bundan başka, sandanlın da giyilmiş olduğu anlaşılıyor: “Samda: Ayağa giyilen sandal. Çiğilce” (I/418). Ama kadınlarınki başka ad almış: “Büküm: Büküm etük: kadın pabucu. Oğuzca…” (I/395).

Varka- Gülşah’ta rastlanan dolak sarma ve çarık geleneği, artık azalmış bile olsa, hâlâ yaşamaktadır.

30’lu yıllarda yazmış olan Tevfik Eşberk bize çarık imalinde kullanılan sığır derilerinin debbağlanması yöntemleri ile çarık imali hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.[44] Bunları aynen derç ediyoruz.

“Sığır derilerini debbağlamada takip edilen bir usul, kıllarının çıkarılması maksadile deriler evvelâ nemli olarak arpa unu veya kepekle muamele edildikten sonra bir kazan veya fıçı içerisinde terk olunur. Tahammür eden un veya kepeğin çürüttüğü kıllar kolaylıkla yolunur. Kılı yolunmuş deriye 1-1,5 kilo kadar şap veya pelit tozu serpilerek bir müddet terk olunur. Bilâhare içyağı ve sair yumuşatıcı maddelerle yağlanarak mamule imalinde sarf olunur.”

“Çarık imali: Çarık, köylümüzün büyük bir kısmının giydiği ayakkabıdır ve köylü tarafından yapılan deri mamulelerinin en ehemmiyetlisidir. Çarık imalinde kullanılan âletler bir bıçakla ucu sivriltilmiş sert bir ağaç çubuk veya bız ismi verilen ucu sivri ve tahtadan bir sapı bulunan ince çelik parçasıdır.”

“Çarık tercihan öküz veya manda derisinden yapılır. Deriler yukarıda söylenen tarzda ihzar edildikten sonra düz bir tahta üzerine gerilerek, baştan kuyruk tarafına doğru birer sele genişliğinde şeritler halinde kesilir. (Sele köylü tabirince gergin açılan baş ve şahadet parmağının uçları arasındaki açıklıktır). Bir sele genişliğinde kesilen deri şeritlerinin ismine davlu denir. Mutavassıt cesamette bir öküz derisinden inceliği dolayısıyla çarığa yaramayan karın altına tesadüf eden iki yan tarafından birer sele hariç, takriben altı davlu çıkar. Karın altı parçaları, ince sırım veya boyunduruk kayışı imalinde kullanılır. Beher davludan beş veya altı ayak çarıklık alınır. İki ayağa bir giyim (bir çift) denir. Buna göre bir davludan iki çift bir tek veya üç çift çarıklık çıkıyor demektir. Derinin sahibi kendi ihtiyacına kadar çarıklık alıkoyduktan sonra artanı para mukabilinde veya daha ziyade aynî mübadele suretiyle diğer köylülere dağıtır.”

“Çarık yapılmak üzere hazırlanmış parçaların kolay işlenebilmesi için yumuşak olması lâzımdır. Yumuşaklığını herhangi bir suretle kaybetmiş deriler su ile ıslatılarak yumuşatılır. İlk iş olarak çarığın burnunu teşkil edecek kısmın kenarından, bir ucu derinin köşesine merbut bırakılmak şartıyla, ince bir sırım kesilir. Bundan sonra, sırım kesilen tarafa daha sık ve diğer yanlara daha seyrek olmak üzere, deri parçasının çevresi kenarlarına bıçağın ucuyla delikler açılır. Çarığın burnunu teşkil edecek kısmın her iki köşesi, deri parçasının burun ve topuk istikameti ortasından geçen hatt-ı mevhumun tam üzerinde birbirine iyice yanaştırılır ve köşeye merbut sırım, sivri uçlu küçük ağaç çubuk veya biz yardımıyla evvelce açılan deliklerden geçirilip sıkıca örülerek burun ikmal olunur. Burunun ikmalinden sonra, derinin diğer kenarları muntazam bir şekilde yukarıya kıvrılarak ağacın yöre ismi verilen yan kısımları ve topuğu belirtilir. Nihayet eski çarıklardan kesilmiş veya derinin karın altı kısımlarından çıkarılmış bir sırım, çarık şeklini almış olan derinin çevresi etrafındaki deliklerin bir altından ve bir üstünden geçirilirken ayni zamanda çarığın her iki yanı ortasına ayrıca ucu delikli küçük deri parçalarından yapılmış birer tane dilcik veya madenî halka ilâve olunur ve çarığını etrafındaki delikleri tamamen dolaşan ve dilcikleri kenarlara rapteden sırımın uçları topuk tarafından dışarıya çıkarılır.”

“Çarığını kenarlarından geçirilen sırım ve yanlara raptedilen küçük dilcikler veya halkalar çarığı sıkıca ayağa bağlamağa yarar. Bunun için de çarık ayağa giyildikten sonra sırımın uçları topuğun arkasından çapraz dolaştırılır, dilciklerin, halkaların deliklerinden geçirilir ve baldır üzerine çapraz dolanarak bağlanır.”

“Yukarıda söylenen tarzda yapılan çarıklar birçok köylerde hemen kullanılıyorsa da bazı mahzurları vardır. Bu suretle yapılan çarıklar, bir iki gün içinde kuruyup sertleştiğinden, ayağı vurmakta ve hattâ giyilmek müşkülleştiğinden her gün suya sokulup ıslatılmak suretiyle ancak giyilebilmektedir.”

“Uzun zaman sertleşmesine mani olmak için bazı köylerde çarıklar yağlanır. Bunun için ekseriyetle kullanılan maddeler muhitte bulunabilen çiğ süt, içyağı, bezir yağı, ağaç katranı, susam, haşhaş, zeytin yağları ve Karadeniz kıyılarında Yunus balığı yağıdır. Rumeli köylerinden bazılarında yağ yerine sirke kullanıldığı işitilmiştir. Bu söylenen maddelerden birisiyle çarıklar iyice ovulduktan sonra bir miktar da içlerine konarak güneşe asılırlar ve üç dört gün sonra nemli toprağa gömülürler. 4- 5 gün nemli toprağın içinde kalan çarıklar çıkarılıp temizlenir. Böylelikle de çarıklar uzun zaman yumuşaklığını muhafaza eder.”

“Dikişli ve daha muntazam bir şekilde çarık yapan hususî sanatkârlar vardır.”

“Bir çift çarık tamir edilmek şartıyla taşlık yerlerde azamî 3-4 hafta kadar, taşsız yerlerde de 2 ay kadar dayanmaktadır. Tamir, delinen yerin üzerine iç taraftan diğer bir deri parçasının konmasından ibarettir.”

Ali Fuad Erden Paşa, çocukluk arkadaşı İsmet İnönü’nün biyografisini yazmıştı. Bunda, konumuzla ilgili tarih açısından ilginç bir bölümü aynen derç ediyoruz.[45]

Cemal Paşa’nın kumandasındaki IV. Ordu’nun kurmay başkanı Miralay Ali Fuad Bey anlatıyor: “Diyarbakır’da II. Ordu Kurmay Başkanı İsmet Bey, iaşe, elbise, teçhizat, nakil vasıtası ve ikmal hususlarına çok güç durumda bulunan İkinci Ordu’ya komşu Dördüncü Ordu’dan yardım istemek için Şam’a geldi”.

“Birlikte Cemal Paşa’nın yanına gittik. İsmet Bey İkinci Ordu’nun halini tasvir etti: Ordu âdeta aç ve çıplaktı. Hastanelerde yatak ve ilâç yoktu… Çaresizlik ve yokluk içinde ‘Bari gidip memleketin sahibine haber vereyim dedim ve geldim’ dedi.”

“İsmet Bey, iki kelime ile Cemal Paşa’yı büyülemişti. Cemal Paşa bana emir verdi: ‘Ne vermek mümkünse veriniz’.”

“İki kelime, peri masallarında, hazineleri açan tılsımlı anahtarlar gibi İsmet Bey’e, Dördüncü Ordu’nun ve Suriye’nin hazinelerini açtı; binlerce ve binlerce deve, yüzlerce araba, yüzlerce hayvan, binlerce kat elbise… verildi.”

“Develer, Mısır Seferi için Basra Körfezi sahillerinden satın alınmış, Arabistan çölünü boydan boya kat etmişler… Bu develer sıcak iklim develeriydiler. Mevsim de kıştı. Daha cepheye varmadan soğuktan ölecekleri muhakkaktı. Bu endişemi İsmet Bey’e söyledim. İsmet Bey: ‘Bir defa, tek bir defa istasyondan cepheye erzak taşısınlar ve ölsünler. Derilerinden çarık yaparız’ dedi…”

“Bir deve 180 kg. erzak taşıyacak, ölecek, her devenin cesedinden birçok çarık yapılacaktı.”

“Develer gittiler. Hepsi öldüler ve yalın ayaklara çarık oldular.”

* * *

Nezihe Araz saçın başın, etek, şalvarın, çorabın aslında neler ifade ettiklerini bize anlatıyor. Okuyalım onu:

“ ‘Atın dişine, güzelin başına bakılır.’ Karşıdan gelen kız kim ola? Kız mı, sözlü mü, kocalı mı, bebeli mi? Gelen tanınmasa bile biliniyor: Köylünün okuması yazması yok ama kendine göre bir yazısı var. Anadolu’nun hiçbir bölgesinin giyimi öbürününkine aynen uymaz. Ama bunların bir ortak özelliği vardır.”

Yaygın ayakkabı türü: “Çarığı beş şişle örülen çoraplar tamamlar. Kadın, kendi örgeleriyle, bu örgelerde günlük yaşamının resmini çizerek adeta nakışlar. Çorapların burnundaki mühür motifi, daha çok erkeklerin mensup oldukları boy’un simgesidir. Bunun dışında, çoraplardaki örgelerin sayılması, bunların alabildiğine çokluğu karşısında, hayli zordur. Bunlar, gerçekten öylesine çok, öylesine değişiktirler (Resim 125 ve 126, bkz. s. 716). Bununla birlikte bu motiflere bakarak giyenin ovalı mı, dağlı mı, büyük ağa mı, küçük ağa mı, bekâr mı, evli mi olduğu anlaşılır.” Döneceğiz çoraplar konusuna.

“Yüze yakın şalvar türü bulunduğu da saptanmış, kumaşından, bunun deseninden, renginden, kesiminden değişken türlerin”

“Gömleği, şalı, cepkeni, tören günlerinin bindallı’sı da yine buna yakın değişkenlikler arz ediyor” (Resim 127, 128 ve 129. Temmuz 1986’da Kütahya’da vaki I. Uluslararası Çini Kongresi vesilesiyle delegeler için tertiplenmiş bir defileden, bkz. s. 717).

“Bütün bu giysilerde renkler çok canlı, pişmiş, uyumlu oluyor. O kadar ki Anadolu kadını bu renk uyumuna doğadan almamıştı da sanki… kendi o inanılmaz ustalığı ile doğaya kabul ettirmişti. Öyle ki bozkırın renksizliğini, bozluğunu, tekdüzeliğini kadınlar, giysilerindeki renk cümbüşü ile yenmişlerdi…”

“Baş süslemelerinde, 8000 yıllık tarihin ve uygarlığın çizgileri görünüyor. (Kâkül, zülüf, perçem, örgü), gelişigüzel olmuyor, bazı kurallara göre düzenleniyor. Örneğin kâküller, kız evlenirken yapılan bir törenle, yenge kadın tarafından kız anasından izni alınarak kesiliyor.”

Başın, saçtan sonra en önemli öğesi, fes oluyor. Eski törede bu başlık mutlaka bulunacaktı. İster süslemesiz dal fes, ister sırmalı olsun, fes üstüne krepler, yemeniler, yazmalar, oyalar, altınlar, gümüş süslemeler takılarak tamamlanır. Genç kızlar, zülüfleri henüz kesilmemiş saçlarının üstüne genelde beyaz çatkı çalarlar.

Alın çatkısı beyaz yerine pembe gibi, mavi gibi renklerdense, kız sözlenmiş demektir. Evliler renkli krepler takar, kenarı oyalı.”[46]

Araz, bu tasvir ettiği giyim şekillerinin hangi yöreye ait olduğunu belirtmiyor. O ise ki, kendi ifadesine göre de, yöreden yöreye giyim türleri değişiyor… Biz, irdelediği konu çerçevesinde bazı resimleri derç ediyoruz. Köken araştırma babında Resim 130 (bkz. s. 718), Girit Knossos sarayı fresklerinden alınmış olup,[47] bunda baş bağları, zülüfler ve cepkenler görülüyor. Resim 131 ilâ 134’de saç (örgü), fes, baş bağları, renkli olarak görülüyor. (Resim 133 ve 134 için bkz. s. 718)

Rıza Yetişen de, aynı doğrultuda olmak üzere, Tahtacı aşiretlerinin kadın ve erkek giyim tarzlarını anlatıyor.[48] Biz bu ayrıntılara girmiyoruz.

Güzelliğini takviye babında Anadolu kadınının olanakları hiç de dar değildir. O, kulağına küpe de takar, burnuna halka da (hızma); Gaziantep deyimleri arasında “sana bulunursa burnu hızma’lı, bana da bulunur bir kolu salmalı” veya “kulaksıza küpe, burunsuza hızma” sözleri meşhurdur.

Bu hızma sözcüğü, bazı yerlerde küpe anlamına da gelir. Van civarında (Reşadiye’de) kadınların burunlarının sol kanadının çukur yerine takılmış iri bir iğne başı büyüklüğünde gümüş küreciğe çok rastladık (1951-1957). Bunun oraya nasıl tutturulduğunu öğrenemedik.

Salkım küpe, kulağa takılmakta, ama alt uçlarından, enseden geçmek ve birbirlerine bağlanmakla birlikte başa giyilmiş börk’e (başlık) asılmaktadır. Erkeklerde küpeye rastlamadık. Bunun, Türkmen Yürüklerinden yiğitlikleriyle ün salmış olanlar tarafından takıldığını okuyoruz. (R. Yalgın.- Toilettes et coiffures féminines, s.249).

Küpeye, Orta Asya’nın hemen her buluntusunda rastlanmaktadır: M.Ö. 2000’de, Andronovo kültüründe, Hunlarda, Göktürklerde, Volga Bulgarlarında bu süs eşyası mevcut olmuş. Avarlar, Romalılardan tevarüs ettikleri sepet şeklinde askısı bulunan küpeyi devam ettirmişler (IV.- VI. yy.) Erkeklerde küpeye Göktürklerde rastlandığını biliyoruz. Aynı şeyi Sogdlarda da görüyoruz: Bu erlerin küpeleri de bronzdan. Hazar erkek iskeletlerinin yanında da küpeler bulunmuş. Aynı süs aracı, Hiong-Nu’larda da var. V yy.a ait Eftalit Hunları ve Sâsânî İran paraları üzerindeki kral figürlerinin de küpeli olduğunu görüyoruz (The art of Central Asia, Levha 22 ve 23). Ve nihayet Yavuz Selim’in tek küpesi de meşhurdur.

Grek ve Romalıların genellikle matruş olmalarına karşılık Asyalıların, bu arada meselâ Göktürklerin yukarı doğru bükük “pala bıyıklı” olduklarına, bir elinde kılıç, öbür elinde içki kadehi tutan heykelleri tanıklık etmektedir. (Bahaettin Ögel, İslâmiyette önce, passin).

Süs araçlarından gerdanlık (boğnak, boğnuk, boğazkıstı, cebe, gıdıklık – gerdanlık boncuğu = sertlik – sıkma vs.), bilezik (akarsu, çıngır, enteşe, kolbağı, şeve – cam bilezik, tor – boncuk bilezik, yedek – gümüş bilezik vs.) ayak halkası (bileziği – halhal), yukarıdakilerle birlikte hışır’ı (Ur), yani takıp takıştırılanların tümünü teşkil ederler.

Boğmak’ın, daha XIV. yy.da “Siyer-i Darir”de, XV. ve müteakip yy.larda da çeşitli eserlerde zikri geçmektedir. Kolbağı’na da, XV. yy.dan itibaren Şer’iyye sicillerinde rastlanmaktadır (TS). Halhal da bazen ve çoğunlukla çocuklarınkinde, çıngıraklı olur (Ml). Yürük kadınlarının sağ ayaklarında halhal bulunmasının eskiden yaygın olduğu, bu halkanın Araplardan Türklere değil, Türklerden Araplara geçtiği kaydediliyor (R. Yalgın.- op. cit., s.250). Buna Girit Knossos uygarlığında da rastlanıyor (Mary Houston.- op. cit. s.8).

Süsüne bu denli düşkün (şuh-u eda) kişiler elbette sık sık aynaya bakacaklardır. Arlık, bakacak, düzenge, görgöz, gözenge, gözgü, gözük…, aynaya verilen ad kervanına dâhil olanlardan birkaçıdır. D’Ohson, “Moğol Tarihi”nde şöyle bir olayı naklediyor: Cengiz Han’ın oğlu Tuli öldüğünde adının ağza alınması, cari inanca göre ruhunun muazzeb olmaması için, men edilmiş. “Tuli” ise Moğolca “ayna” demek olduğundan badema Türkçeden aldıkları gözük sözcüğü ile bu nesneyi ifade etmişler (M. d’Ohson.- op.cit., s.200). O devirlerde bronz aynalar Çin’den ithal edilirken Altın Ordu’nun Saray Berke şehrinde de bunun imaline başlanmış (A. Y. Yakubovkiy.- Altın Ordu ve inhitatı, çev. H. Eren, İst. 1955, s.150).

Sübek

Ele avuca sığmaz yumurcaklar için “anası beleğ’e sarmamış”, yani “kundaklamamış” denir. Sırtına yavrusunu vurmuş kadın, tarlasına giderken kundağı olduğu kadar kendi elbisesini de yavrusunun çişinden korumak üzere çocuğun iki bacağının arasına, Resim 182’de görülen sübek’i (soldaki erkek, sağdaki kız çocuğu için) yerleştirir. Genel olarak bir pipoyu andıran bu âletin “tütün” kısmı, yavrunun üretim uzvuna getirilir, öbür ucu da arkadan kundağın dışına çıkarılır. Çocuk işeyecek olursa sidik doğruca “eksos” borusundan dışarı akar!

Bazı yerlerde de sidiği çekmesi için çocuğun altına höllük adı verilen kuru toprak konur (holluk, Çağatayca “nemli” demektir).

Bu sübek bizde iki tarihî olaya çağrışım yaptı.

Ahmenîler İran’ında devlet, tarlaların sulanması, suların belli bir kaideye göre tevziine büyük hassasiyet göstermiş ve her subak’a, yani çeşitli sulama birimlerine, ne zaman ve nasıl su verileceği hususunu kesin nizamlara bağlamış (Karl A. Witfogel.- Le despotisme oriental. Etude comparative du pouvoir total, trad. M. Pouteau, Paris 1977, s.73)

Mısır’da firavunun başveziri Rekhméré’nin mezarındaki freskler temizlendiğinde, şimdiki temsilin, benzer daha eski bir fresk üzerine tatbik edildiği meydana çıkmış. Bunların her ikisi de, Egeli elçilerin kabulünü temsil ediyor. O zaman niçin iki resme gerek görülmüş olması da iki sefarette giysi farklarıyla izah ediliyor. En eskisi, bir phallik kılıf’ın taşınması ile belirgin oluyor ki bu, Minoslu kişileri ifade ediyor. Daha yenisinin giysileri Misenalılara ait (René5 Dussad.- Prélydiens, Hittites et Achéens, Paris 1958, s.73).

* * *

Hâmit Zübeyr Koşay, Ankara folkloru üzerine yaptığı çalışmada[49] elde ettiği bilgileri, mülakat yaptığı kişilerin ağzından vermiş. Biz de, bunların arasından, özellikle maddî ethnografyadan, ilginç bulduklarımızı aynen naklettik.

Ayakkabılar:

Merkup: Kadınlar giyer, alçak oymalı olur.

Karevle: Erkekler giyer, derin olur.

Kuzu güden: Küçük çocuklar giyer.

Pabuç: Fıkara giyer. Sade yüzü olur. Alçak olur.

Çizme: Dölek (ağırbaşlı) kadınlar çizme giyer. Etrafı kaytanlı olur.

Kundura: Kundurayı evvel el el gezdirirdik, bunu kim yapmıştı ki topuklu topuklu diye.

Erkeklerin giyimi:

Böğürleri yirikli üçetek giyerler. Yiriklerinde kaytan olur. Bellerine şal kuşak bağlarlar. Üzerine mintan giyerler, içine de don göynek giyerler. Göynek insanın gönü imiş. Kışın da mintan üstüne hırka giyerler. Delikanlılar hırka yerine aba giyerler, ayağında kulaklı ayakkabısı olur. İhtiyarlar çizme giyerler.

Görüldüğü gibi “pabuç”, “kundura”, Ankara’ya özgü bir ayakkabıyı ifade ediyor. Devam edelim Koşay’ı okumaya.

Ankaralı Bay Basri bir müsamerede şu suretle eski efe kıyafetini canlandırmıştı: Puşu, fes, Bursa püskülü, çufa yelek, harçlı içlik, üstüne siyah kazeki[50], altında zıvga, çorap, kesik tabir olunan ayakkabı, hamayil, silâhlık, acem şak kuşak.

Aynı müsamerede Çelik İbrahim ile kavvaf Hakkı, seymen kıyafetini şu suretle canlandırmıştı: Puşu, fes, düz haresiz çarlık (beyaz entari), camadan[51], acem şalı, silâhlık, beyaz çorap, püsküllü çorap bağı, ayaklarında kırmızı cimcime ayakkabı (burnu ufak ayakkabı), beyaz dizlik, çarlıktan.

Kadınların giyimi:

Yazın beyaz giymeyi severiz, beyaz yemeni, beyaz çar, caket giyeriz. Yazın renkli giyersek kınarlar. Kışın dokuma çar örteriz, hırka giyeriz.

Kadınlar bellerine tor kuşanırlar. Dolu kuşak (gümüş kuşak) çıkınca, tor battı. İncili kuşak, sedefli kuşak zenginlerde olur. Çift kuşağın diğer adı tos kuşaktır.

Böçek kuşak: Dondon böceğini gümüşletirler. Nazara karşı iyi olur.[52]

 Koşay, göynek (gömlek) vs.nin kesimlerini de vermiş. Aynen aktardık (Resim 135, 136, 137, 138). Daha sonra da, aşağıda verdiğimiz tabaklık “tekniği”ni anlatmış.[53]

Tabaklık:

Kasaptan gelen deri avgına atılır, kanı inen çakıldağı yıkanır. Sırık üzerinde kurur. Sonra kirece yatar. Kireçlenir.

Kireç SAKALAR denen bir büyük sandık içindedir. Bunun içinde deri DEVEREK inen çalınır. Deverek bir sırığa bağlanmış sığır kuyruğudur, fırça vazifesini görür. Yünü yolunur. Sonra TAHAR içine (kireç kuyusuna) girer. Orada on beş yirmi gün yatar. Sonra çıkardırız. Dip tüylerini AR ideriz. AR idince TOLAŞIR (büyük dibek) içinde kireci yıkarız. Yıkanınca keçi tolasını ve gönü Samaya atarız (Sama: köpek tersidir. Avrupa yerine Olpan çıkarttı. Samanın iki günde gördüğü işi oplan iki saatte görür). Koyun derisi un kepeğine atılır. Samadan çıktıktan sonra Kaveleta da sama bıçağı vurulur. Saması Tolaşırda yıkanır. Sonra sona girer. (Son hafif harç) sonra çatmaya birinci harca atılır. Birinci harç tetiri yaprak ile palamuttur.

Birinci harçta iki gün kalır. İçinde işlenir, yani karıştırılır. Çıkartırız. İçinin talaşını kavalata da kazırız. İkinci harca koruz. Kazanda on, on iki teneke su ısınır. Sıcak su çatmaya atılır. Çatmada ikinci harç olur. Sığır derisi ikinci harçda bir hafta yatar. Koyun keçi bir gün durur. İkinci harçta yine yaprak inen palamut vardır.

İkinci harçtan alınca kaveletada kaveleta bıçağınan kazarız sonla kabuk, palamutı az yapraklı harca atarız. Bu üçüncü harçtır. Bişti dimek gayli. Orada biştikten sonla balık yağınan donyağı karışık derinin tersini yani iç tarafını yağlarız. Oradan çardağa kor, kuruturuz. Kuruduktan sonla yağlısını elbeşte yaparız. Yani yağını almak için ıscak suinen hafif harca koruz. Sonra kirtmanını kirtman taşınan alırız. Bu vaketadır. Keçi derisi üçüncü harçtan çıkınca çardağa takılır. Kurur boyanmaz. Orada kuruyuncak dürer de taşlarız. Keçi derisini alır alır daşa vururuz. Sonla yaz günü olursa, güneşe atarız. Orada meşin ısınır. Sonla keçi yağınan, don yağı tavada iritir yağlarız. Yağlandıktan sonla su oluğunda (bu oluk taştır) sahtiyan yıkanır. Sonla su içinde katlarız. Siyah boya inen boyarız, çardağa takarız, orada kurur. Kuruduktan sonla tavlarız (tavlama suinen sübürke inen olur) açkı makinesinde açarız. Açınca Dane taşında elmantarınan dane kırarız. Sonla çarşıya gider satılır.

Daha sonra da Koşay, Kütahya ve İstanbul’dan aldığı eklerle tabaklık istilahlarını ve kunduracılığı uzun uzun vermiş. Biz bu ayrıntılara girmedik. Sadece tabaklıkta önemli bir öğe olarak kullanılan meşe palamudu hakkında bazı bilgileri aktarmakla yetineceğiz.

Meşe palamudu içerdiği % 45’e varan tanenle dericilikte bu maddenin en mükemmel kaynağı olarak kabul edilir (J. Berard et J. Gobilliard.- Cuirs et peaux, Paris 1951, s.60). Dolayısıyla çok eski dönemlerden beri kullanılmış olması melhuzdur. Her ne kadar sözlükler pelit’in kökeni olarak Arapça bellud’u gösteriyorsa da Latince pellicia = kürklü elbise; pellicius = deriden, kürkten yapılmış; pellis – hayvan derisi, kürk, deriden elbise veya ayakkabı; pellitus = deri veya kürkle kaplı, deri giymiş gibi sözcükler ve ayrıca Romalıların Kuzeyliler gibi deri ve kürkten giyenlere pellitus adını vermeleri, deri ile pelit”in yakın teknik ilişkisi itibariyle, bu sözcük kökeninin yeniden tetkikinin yerinde olacağı kanısındayız. 

* * *

Ve kadın giyimine dair ilginç bir gazete haberi (Cumhuriyet 30.01.1970) “Avrupa’da moda haline gelen ve seks fuarlarında sergilenen bekâret kemeri’nin Anadolu’nun kökleşmiş geleneklerinden biri olduğu ileri sürülmektedir. Yani moda kemerle Anadolu kemeri arasında sadece şekil bakımından fark vardır. Yeni moda kemer[54] demirden veya başka bir madenden yapılmakta, pantolon gibi giyilmekte ve anahtarla açılıp kapanmakta. Anadolu kemeri, kıymetli kumaştan yapılmakta, sırmalarla işlenmekte, kıymetli taşlarla süslenmektedir. Rengi kırmızıdır ve bele bağlanır.”

“Ülkemizin hemen her köşesinde babalar, düğün gecesi, gelin olan kızlarının beline kırmızı bir kuşak bağlarlar. Yüzyılları aşarak ta zamanımıza kadar gelen Anadolu’nun bu kökleşmiş geleneğine ‘Bekâret kemeri takma’ adı veriliyor.”

“Mitolojiye göre yeryüzünde ilk bekâret kemeri Anadolu’da güzel bir kıza takılmış. Bu kız, Efes’in Ulu Tanrıça’sı Artemis’tir. İzmirli arkeologlar ‘müzelerimizdeki yüzlerce yıl önce yapılmış Artemis ve bazı kadın heykellerinde, bekâret kemeri bir sanat harikası olarak göze çarpmaktadır…’ demişler.”

Bu gazete haberine herhangi bir yorumda bulunmuyoruz.

* * *

Kozmetikler

Süslenme, galiba insanoğlunun genlerinde bulunan bir karşı konulmaz dürtü olmalı. Bunu o, tarihin derinliklerinden itibaren yapmış. Neler yapmış o tarihî karanlıkların âdemoğlu.

Gözleri boyamak için üzerinde malzeme (genellikle bakır taşı – malakit) ezilen paletler, Mısırlının donanımının belirgin bir parçası olup çoğu kez bunların arasında görkemli şekilde oyulmuş ve şekillendirilmiş çok güzel eşyalara rastlanıyor. Fayum köylüsü göz boyamayı biliyordu ve paletini dikdörtgen ak mermerden yapıyordu. Çoğu kez Neolithik cemaatlerde olduğu gibi kişisel süs eşyaları, ekonomide tek ithal edilen metalardı. Fayum’lular Akdeniz, Kızıldeniz ve belki de Hint Okyanusu’ndan getirttikleri deniz kabuklarından gerdanlıklarla kendilerini süslerlerdi. Bunlar keza amazoniti (feldispat minerali, sarıya da maviye de çalan yeşil renkte, açıktan çok koyuya kadar tonlarda, boncuk ve sair süs eşyası yapılan taş) Orta Sahra ya da Doğu çölünden getirtiyorlardı.[55]

* * *

Kozmetik ve ıtriyatı (parfümleri) Eski Dünya’da kalarak irdelemeyi sürdürelim.

Yukarda gördüğümüz gibi kozmetikler, insanoğlunun ayağa kalktığından beri rağbette olmuşlar. Kullanılmalarına Eski Doğu’da başlanmış, buradan Batı’ya doğra yayılmış. Hristiyanlığın zuhuruna kadar kozmetikler, zaman zaman ifrata kaçacak kadar geniş ölçüde kullanılmış ama ruhî hayatı tealî edip (yükseltip) beden zevklerini reddeden Hristiyan telâkkisi, kozmetik ve ıtriyat talebinde düşüşe götürmüş. O ise ki Doğu’da, Araplar bunların tadını çıkarmayı sürdürmüşler.

Bunlara karşı eski çağların tavrı ne olmuştu? Günümüzde kozmetikler, hem tenin tazeliğini muhafaza etmek, hem de başkalarının zevkini okşayacak kokular saçmakta kullanılıyor. Bununla birlikte, Antik Çağlarda, hiç değilse başlarda, bunlar sihri – dinî ve sağaltıcı amaçlara da hizmet etmişler. Tanrıların yüzlerine uygulanmışlar. Ama zamanla yüzün güzelliğini artırmak ve kusurları gizlemek için kişisel kullanımları gelişmiş. III. ve II. binde kişisel hıfzıssıhha ile kozmetiklere ait en geniş bilgi Mısır’dan geliyor. Yazılı ve resmedilmiş tasvirler ve zengin arkeolojik buluntuların hepsi Mısır aristokrasisinin yaşamında vücut bakımı ve estetik görünüşün ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Örneğin zevk için banyo yapmak Mısır’da yaygın bir uygulama iken eski Doğu’nun sair uluslarında bu, her ne kadar hıfzıssıhha ile ilişkili ise de, başlıca dinî gereklere inhisar ediyordu. Doğu ikliminin güneş, toz ve kuruluğundan yüz ve vücudu korumak için yağ ve merhemlerin kullanımı çok yaygındı. Bu kokulu (parfümlü) yağ ve merhemler lüks olarak görülmeyip halkın her tabakasının kadın ve erkeği tarafından sürünülüyordu. Bir belgeye göre Firavun I. Seti, ordusunun yağ istihkakını artırmış ve yine III. Ramses zamanında mezar kazıcılarının, yiyecek kalitesinin bozulması ve kendilerine verilen yağ miktarını protesto etmek için greve gitmişler.

İbranîler merhemleri Mabet ve taç giyme törenlerinde kullanmışlar: “… ve Rab dedi: Kalk onu (Davud’u) meshet (yağ ve koku sür); çünkü bu odur. Ve Samuel yağ boynuzunu aldı ve kardeşleri arasında onu meshetti; ve o günden başlayarak Davud’un üzerine Rab’bin Ruhu kuvvetle geldi…” (Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel XVI/12-13). İkinci Mabet zamanında[56] kozmetikler artık lâdinî amaçlarla da kullanılır olmuştu. Zamanla bu âdet muhtemelen o denli yaygın ve umumî olmuştu ki Talmud’da bir kocanın karısına kozmetik masrafı olarak on dinar vermek zorunda olduğu kaydediliyor.

Kozmetik müstahzarları tozlar, merhemler, parfümler, kokulu yağlar şeklinde olup bunlar bitkisel veya hayvani (katı) yağ ile karıştırılmış çeşitli bitki ve reçinelerden elde ediliyordu. Pahalılıkları nedeniyle bu kozmetikler küçük miktarlarda pazarlanıyordu. Bu keyfiyet bütün bir küçük kap endüstrisinin gelişmesi sonucuna götürmüştü ki bu ürünler, çok güzel tasarlanmış lüks metalar oluyorlardı. Bu kaplar Mısır’da, içeriklerini serin tutan taş ve mermer gibi uygun malzemeden yapılıyorlardı. Yunanistan ve Roma’da ise bunlar, güzel resimlerle süslü toprak çömleklerdi. M.Ö. I. yy.da cam üfleme tekniği geliştiğinde parfüm endüstrisi derhal bu hafif ve sızdırmaz malzemeyi kap olarak kabullenecekti.

Eski çağlarda saç bakımına büyük önem veriliyordu. Uzun saç her zaman için bir güzellik nişanesi olmuş ve krallar, soylular ve yüksek rütbeli kişilerle ruhanîler saçlarını uzatıyorlar ve bunları daima iyi taranmış ve bakımlı halde tutuyorlardı. Sonradan halk ve köleler, başlıca hıfzıssıhha nedeniyle ya da uzun saçın gerektirdiği bakım masrafını karşılayamadıklarından kısa saçla geziyorlardı.

Kozmetiklerin terkip ve imali her zaman önemli olup tecessüsü davet etmişti: Itriyatta gizlice mevcut baştan çıkarma ve hayal kurdurtma gücü mevcut olup tatlı, müşfik hislerin yanı sıra saldırganlık hislerini de uyandırma kabiliyeti vardır. Yani kokular hem cezp etme, hem de def etmede kullanılabilir. Parfümlerde birleştirilmiş, kimi taze ve hafif, kimi tatlı ve ağır, kimi de Doğu’dan gelen ve cinsî gücü artırıcı (mukavvi-i bah – aphrodisiac) çeşitli kokular, sonsuz terkip türleri halinde karıştırılabilirler; bu iş, hem hayal gücü, hem zevk inceliğini gerektiren bir sanat oluyor. Antikçağların ıtriyatçıları, mesleklerinin sırrını saklıyorlar ve becerileri babadan oğla geçiyor. Parfümlerle baharat çok pahalı olup altın ve gümüşle birlikte saklanıyor. Örneğin, Ahd-i Atik’te şunları okuyoruz: “O vakitte Babil kralı Baladan’ın oğlu Berodak – Baladan Hizkiya (Juda kralı)’ya mektuplarla beraber hediyeler gönderdi; çünkü Hizkiya’nın hastalanmış olduğunu işitmişti. Hizkiya onları dinledi ve bütün değerli şeylerini, evini, gümüşü ve altını ve baharatı, ve değerli yağı, ve silâh evini, ve hazinelerinde bulunan her şeyi onlara gösterdi…” (II. krallar xx/12-13)[57]

Yanaklara makyaj yapıldığı da kaynaklarda zikrediliyor. Buralara açık kırmızı ya da leylâk rengi makyaj yapmak mutat olup beyaz pudranın da kullanılmış olması muhtemeldir. Keza, undan yapılmış bir beyaz tozdan da söz ediliyor. Çok sayıda Mısırlı kadın tasvirlerinden bunların üst göz kapaklarıyla kaşlarını siyaha, gözün altını da yeşile boyadıklarını öğreniyoruz. Mezarlarda bulunan malzemeden siyahın, galen, yani içinde kurşun sülfürü bulunan doğal cevherden, yeşilin de malaşit’ten (bakır taşı) yapıldığı anlaşılıyor. XIX. Sülâle döneminden sonra kadınlar, göz makyajını ayçiçeği kömürü, kavrulmuş badem kabuğu ve günlükten yapılmış sürme ile yapmışlardı ki bu uygulama dünyanın bazı bölgelerinde hâlâ cari.

Toz haline getirilen mineraller, bazen bir reçine ilâvesiyle, suyla karıştırılırlar ve müstahzar kaplarında saklanırlardı. Zamanla Mısırlılar, göz boyasının genel adı olan “sürme” için, çok değişik şekil ve malzemeden özel kaplar imaline başlamışlardı. Bu “sürmedanlık”ların bazılarına bir de küçük, fildişi, kemik, ağaç, cam ya da bronzdan çubuk eklenmişti (malzemenin karıştırılması ve sürmenin göze sürülmesi için). Kadınlar bu çubuğu suya ya da kokulu yağa ve sonra da makyaj malzemesine daldırıyorlardı.

Gözlerinin boyanması dışında Mısırlı kadınlar yanak ve dudaklarını da kızarttırıyorlardı. Yüzü, hematit ve aşı boyası (toprak boya) ile koyu kırmızıya renklendirmek mutattı; bu malzemeler bitkisel ya da hayvanî yağ ile karıştırılarak kullanılıyorlardı. Babilonyalılar yüz makyajlarını aşı boyası ile yapıyorlardı, ama Sümerliler sarı boyayı yeğliyorlardı. Herodotus (M.Ö. V. yy.) Babilonyalıların yüzlerini al zincifre boyası ve üstübeç, gözlerini de sürme ile boyadıklarını anlatıyor.

Makyaj boyalarının amacı yüzü güzelleştirip görünümünü belirgin kılmak iken merhemler deriyi koruyup yumuşatmak, tazeliğini muhafaza etmek ve görünümünü gençleştirmede kullanılırdı. Mısır’ın kuru ve sıcak iklimi bunu zorunlu kılıyordu. Merhemler yukarda söylendiği gibi bitkisel ve bazen de hayvanî yağ, buna ara sıra kokulu reçineler veya kokulandırılmış balmumu katılarak hazırlanıyordu. Merhemin katı bileşenlerini karıştırmak için süt ve bal kullanılıyordu. M.Ö. XVI. yy.a ait bir papirüs, leke, kusur, kırışıklık ve sair yaşlanma işaretlerini yok etmek için merhemlerin ayrıntılı terkiplerini veriyor. Örneğin, kırışıklıklar günlük (sığla ağacı) balsamı, balmumu, taze yağ ve servi çekirdeğinden bir merhem hazırlanmasını salık veriyor; bunlar dövülerek ve sütle karıştırılarak altı gün süre ile bu müstahzar, yüze uygulanacak.[58]

Yunanistan ve Roma’da yüz bakımı yüksek ölçüde gelişmiş olup kadınlar buna birkaç saatlerini hasrediyorlardı. Yüzlerine çeşitli kremler sürüp canlı ve kontrast renklerde makyajlar yapıyorlardı. Grek kadınları yüzlerini bir “güzellik maskesi” ile örtüyorlardı. Bu maske başlıca undan ibaret olup bütün gece kalıyordu. Ertesi sabah sütle yıkanarak çıkarılıyordu. Maskenin amacı ciltten kusurları yok edip ona yumuşak ve taze görünüm vermek ve onu makyaja hazırlamaktı. Diosorides, yüz maskesinin yapılışı hakkında birkaç reçete sıralamış; bunlar bal, yumurta akı, ekmek kırıntısı ya da hamurun çeşitli terkibinden oluşuyorlar. Neron’un gösterişi ile ünlü karısı Pappaaea de bize bu yolda belge bırakmış: kadın, her sabah yüz maskesini eşek sütüyle yıkayıp sonra makyajını yapıyormuş.

Klasik dönemde bir soylu kız, cildini olabildiğince açık ya da pembemsi hale getirmeye çaba sarf ediyordu. Kurşunun zararlarının bilinmesine rağmen yüzlerine üstübeç sürüyorlardı. M.Ö. III. yy.a ait bir Atinalının mezarında üstübeç bulunmuş. Dudak ve yanaklar genellikle parlak kırmızıya boyanıyordu. Bazı renkleri eski Grekler sebzeler, deniz yosunu ve dut yosunu kırmızısından çıkarıyorlardı. Kaş göz ise antimon veya is ile siyaha boyanırdı. Fahişeler özellikle aşırı derecede boyanıyorlardı.[59]

Resim 139, 140, 141, 142 ve 143, makyaja dair Mısır tasvirlerini, 144 de Anadolu’ya ait bir boyalı yüzü gösteriyor. Bu sonuncusu, kozmetik kullanımının sadece Mısır’a münhasır olmadığının delili oluyor.

* * *

Şimdi, kozmetik ve ıtriyat ile ilgili sözcüklere dair ayrıntılara, çeşitli kaynaklardan derlediğimiz bilgilerle, yer verelim.

Tutya – tutiya (Arabî): kimi kurşun cevherlerinin işlenmesi sırasında meydana gelen ve arı olmayan çinko oksit. Göze çekilen sürme.

Tutya, sevgilinin gözüne parlaklık, güzellik verir. Öte yandan bir göz ilâcı olduğu, gözün daha iyi görmesini sağladığı için âşık da gözüne tutya sürer. Sevgilinin ayağının, yolunun, mahallesinin tozu, âşığın gözüne süreceği tutyanın yerini tutar, hattâ ondan daha değerli sayılır:

“Tabibâ hak-i kûy-i yardandır eşk teskini

Bize artırma zahmet göz yaşarır tutıyalardan” (Fuzulî)

(Ey hekim, gözyaşını ancak sevgilinin yaşadığı yerin toprağı dindirir.

Göz yaşartan tutya verip acımı çoğaltma) (BL).

 

Sürme-i dünbaledar, göz ucunun dış kısmına rastlayan küçük sürme çizgisi.

Sürme-i hakbin, yeryüzü derinliklerini görmekte kullanıldığı varsayılan sürme.

Sürme-i hifa, görülmezliği sağlayan sürme. Sürme-i Süleyman, Süleyman’ın tüm gizli şeyleri görmesini sağlayan sürme, yeryüzünün tüm gizlerini görmeye yarayan sürme (BL).

Rastık (Farisî “râsüht”tan): Kadınların kaş ve saç boyası olarak kullandıkları, antimon tozundan yapılmış kara boya. Rastık taşı, antimona halk arasında verilen ad.

Rastık, ılık suyla yumuşatılarak bir çubuk yardımıyla kaşlara ya da fırçayla saçlara sürülür ve kuzgunî siyah sabit bir boya elde edilir. Kınayla karıştırılırsa koyu kestane renk verir. Uzun süre kadınlar arasında moda olmuş bir makyaj biçiminin ana öğesi olan rastık, kaş ve saç boyası olarak Anadolu’nun birçok yöresinde bugün de kullanılmaktadır (BL).

Düzgün, eski usul makyajda kadınların yüzlerine sürdükleri beyaz ve kırmızı boyalar karşılığı kullanılmış bir ad; ayrı ayrı olarak da beyaz boyaya “aklık”, kırmızı boyaya da “allık”, yüz boyamada hüner ve zevk sahibi olup kibar hanımlara o yolda hizmet eden kadınlara da “düzgüncü” denilirdi. Özellikle düğünlerde gelin kızın yüzü muhakkak bir düzgüncü eliyle boyanırdı.

Yaşlı yosmalar, erkek canlısı dul kadınlar düzgünlerine çok dikkat ederlerdi. Allık zararsız bir kırmızı boya ile sağlanır, aklıkta ise üstübeçli bir su kullanıldığından hem yüzün taraveti bozulur, hem de ciltten geçerek dişler üzerinde etki yapar, yıllar boyunca her gün düzgünlenmiş kadınların dişleri kap kara olurdu. Döneceğiz aşağıda bu konulara.

Bazı kadınların üst dudaklarının üstünde bıyık denilecek kadar kıl biter: Bunları cımbız ya da ipekle yoldurtan kart yosma hanım tipini sümbülzade Vehbi şöyle hicvediyor:

“Çoktur öyle bıyığın yoldurmuş

Çehresin düzgün ile soldurmuş…” (Reşat Ekrem Koçu)

Zincifre – zencefre (Farisî “zencefi”den), kırmızı renkli doğal cıva sülfürü. Rengi kırmız böceğinkine benzer (BL).

Aşı boyası: Hematit vb. demir oksitlerle sarı ya da kırmızı renk alan, çoğunlukla toz halinde bulunan ve boyarmadde olarak kullanılan kil (eşanlamlı = “okr”). Kahverengine bakan kırmızı, kiremit rengi. Aşı boyası içindeki demir oksit ve hattâ manganez oksitle karıştırılabilir. Bu nedenle aşı boyasının rengi pas sarısından başlayarak kırmızıya, giderek koyu kahverengine dönüşebilir (BL).

Galiye – galiya (Farisî galiye), kadınların saçlarına sürdükleri misk ve amber karışımı siyah renkli, hoş kokulu macun. Güzel siyah renk (BL).

Sığla ağacı (Liquidambar orientalis), sığala ağacı, günlük ağacı ya da amber ağacı olarak bilinir. Bu ağaç sadece Anadolu’da yetişir: Köyceğiz, Fethiye, Milas ve Marmaris yörelerinde saf halde ya da başka ağaçlarla karışık ormanlar oluşturur.

Sığla ağacının gövdesinden eczacılıkta, parfüm ve kozmetik sanayisinde kullanılan bir balsam çıkarılır. “Sığla yağı” denen bu balsam, gövdede açılan yarıklardan dışarı sızar. Akan sıvı, kabukla birlikte kazınarak alınır, suyla kaynatılır, sığla yağı ayrılır. Geriye kalan balsamı alınmış kabuk parçaları ise “günlük” ya da “buhur” adıyla tütsü olarak kullanılır.

Sığla yağı esmer gri renkli, bal kıvamında, hoş kokulu ve acımsı lezzetli bir maddedir. Başlıca antiseptik, yara iyi edici, asalak öldürücü ve balgam söktürücü etkilere sahiptir. Dışarıdan merhem ya da yakı halinde uyuz gibi bazı deri hastalıklarının tedavisinde kullanılır. Eski Mısırlılar bunu mumyalama işlerinde kullanmışlar (AB).

Itır, ezildiğinde meyvemsi, naneli ya da baharlı hoş bir koku yayan derin loblu yaprağa sahiptir. Itır türlerinin yapraklarından parfüm sanayisinde kullanılan renksiz ya da açık sarı – yeşilimsi renkli ve gül kokulu bir uçucu yağ (ıtır yağı) çıkarılır; bu yağ parfüm, krem, sabun ve diş tozlarının bileşimine girer (AB).

Itır yağı, bizim uzun süre bulunduğumuz Isparta Yörelerinde çokça üretilen ve gülyağına yakın kokusu ile buna karıştırılarak hile yapılırdı. Ama yabancı alıcılar bunu, küçük bir tahlille hemen fark edip satışa sunulan gülyağlarını reddederlerdi.

Itriyat sanayisinde önemli bir yeri olan gülyağı, özellikle hacıların yanlarından ayırmadıkları bir “parfüm”dür. Pahalılığı dolayısıyla çok büyük şişelerde satılan bu yağ, şişesiyle çamaşırların arasına konur, sızan koku çamaşırlara siner.

Halk dilinden de bu bapta sözcükler derledik:

Enlik: Boyacılıkta kullanılan bir çeşit ot (Çr, Sv); yağ ya da balmumu ile karıştırılarak merhem yapılan bir tür ot (Gaz, Sv); yüze sürülen kırmızı boya (Gaz).

Ker: Rastık (Çkr, Çr, Ama, Mr).

* * *

Güney Anadolu’da, Antalya’nın Batı’sında Xantos öreninde imparatorluk döneminden kalma bir dairevî mezbah (sunak) üzerinde bir Kostoz adı okunuyor ki bu. Hint kökenli, Rumca costoz ve Latince costus denen ünlü ve pahalı parfüm oluyor. I. Selefkos, M.Ö. 288-287 kışında Didim tapınağına zengin sunular, bol miktarda altın ve gümüş kap kacakla birlikte Doğu parfümleri, ezcümle günlük (buhur), mürri safi (mirra) (Arabistan’da yetişen bir balsam), hıyarşembe (kaşa’ Hindî), sinnamon (bir tür tarçın ağacı – daru-i Çin), kostus göndermiş. Bu esanslar, hem kadın, hem de erkek Grek adlarına girmiş.[60] Bu esanslar arasında safran (crocoz) da zikrediliyor. Yemeğe çeşni vermesi kumaş boyası olarak kullanılması dışında kültte de adı geçiyor. Korentli bir Romalı kadının cenazesine gönderilmiş safrana ait Lysia buyrukları bulunuyor: Cenazelerde safran, bunun üreticisi ülkeler, özellikle Küçük Asya, el değiştirmeler nedeniyle bu kokulu maddenin yüksek fiyatından söz ediliyor. Bu arada, Yörükler tarafından toplanıp satılan safran zikrediliyor. Modern çağda, Kâtip Çelebi’nin Cihannümasında (1648) Bithynia ve Paphlagonia safranı için, Bolu (Antik ve Ortaçağın Claudioupolis’i) bölgesinde “ülkenin ürünü safrandan ibarettir; buranın balı olağanüstüdür” deniyor. Yine 1855’te yazmış bir seyyaha göre safran, Sinop’tan ihraç ediliyormuş. Keza aynı yılda vaki Paris Sergisi’nde, “boyalar ve tanenler” bölümünde Kastamonu (Paphlagonia) ve Trabzon safranı ile bunun bir Girit Kandiya çeşidi bulunuyormuş.[61]

Bu konulara daha önce de değinmiştik.

Kitre

Itriyat ve kozmetikler bahsine kitre’yi de ithal edeceğiz.

Keveni, adını, herhalde kendisinden sakız, kitre ve zamk çıkarılan, kurutularak yakacak olarak kullanılan bir ottan, keve’den (Mr, Nğ, Ky, İç, Gaz, Ba, Mğ, Sv, Yz, Yn, Krk) almış olmalı. Geven (Brd) de denilen bu ot, bir meslek zümresi oluşturan gevenci’ler tarafından Haziran ile Eylül ayları arasında toplanır. Bunun için bu otun bolca bulunduğu İç Anadolu bölgelerine aile toplulukları ile birlikte göç eden gevenci’ler geven’den geven balı, yani kitre çıkarıp satarak geçinirler. Kitre elde etmek için kökün dallarla birleştiği yere kadar gevenin dibi kazma ile açılır, sonra geven bıçağı ile bu açılan kısım, bitkinin özüne kadar yarılır. Buradan kitre akmaya başlar ve kesme işleminden 2-3 gün sonra da toplanmaya başlanır; ne kadar geç toplanırsa kitrenin niteliği o kadar üstün olur.

Kitre ise dokumacılıkta, dondurma yapmada salep yerine, yapıştırıcı olarak, ıtriyatta, briyantin imalinde, kırtasiyecilikte kitre kâğıdı imalinde kullanılır. Gerçekten kitre besin maddeleri, pastacılık, boya ve dokuma sanayisi (apre) ile eczacılık ve ebru yapımında kullanılır, sulu boyanın terkibine girer.[62]

Baş tuvaleti

Itriyatı genel “süslenme” kavramı çerçevesinde mütalâa ediyoruz. Süslenmek amacıyla boyanıp güzel koku sürünülmesi esas itibariyle kadının başı ile gözü kaşı, yanağı ve de özellikle saçı ile ilişkilidir. Saç tuvaletlerine (örgülere) daha önce değinmiştik.

Gerçekten Anadolu’nun hiçbir yerinde parak, (Dz) tülbür – tülpür (İç, Ada), yani dağınık, karışık, taranmamış saça rastlamadık (Bu arada tencik sözcüğü de, hem tarandıktan sonra tarakta kalan saç- Ezm, Ezc, Sv; kadınların saçlarının ucundaki üç örgüyü – Gm, Ezm, Sv; hem de karışık saçı ifade ediyor – Ezm). Kadının en başta ve devamlı surette itina gösterdiği saçı, daima çimete, dırdıbık, koçak, başka deyimle “örülmüş” olur. Tek örgülü saç kosa, örgüsü ikiden fazlaya çıktığında tenem saç (Mğ) tesmiye edilir. En namlısı sekizli bağ’dır: Daha çok Yörüklerde görülen bu tertipte beş ana örgüye (dendil)’e ayrılmış saçta her örgüden ayrıca sekiz adet ince örgü sarkar. Resim 149 ve 150’de görüldüğü gibi baş tuvaleti, çok erken yaşlardan itibaren önem verilen bu husus olup gür ve uzun saç, kadının ve onun sahibi kocanın iftihar vesilesi olmaktadır.

Şakağa dökülenin taşıdığı arıntı, dulum, cıga adlarından sonuncusu, cığalanmak gibi “süslenmek, süsünü göstermek” karşılığında kullanılan bir terimin kökünü oluşturmakla baş tuvaletinin, giyimin başlıca öğesi olduğu kaziyesini teyit eder. Ve yine bütün bunlar Anadolu’da giyimden, korunmaktan çok süslenme amacı güdüldüğünü aşikâr kılar. İş zamanında kadının üstünde eski giysi bulunabilir. Ama baş tuvaleti daima yerindedir.

Saç beyazlanmaya görsün; çal, gökker, kırcıman, kırğız, kırova, kuca oluverir, “ak’a çalar”, gök rengi alır, kırlaşır, kocamışlık ifade eder. Çıdır – çıtır (İz. ve Mğ yöreleri), konardaklı ise kıvırcık demektir, “zeytin ağaçlarının dip köklerinden çıkan dikenli dikensiz dallar” gibi. Saç sarı olursa erbi, hele onun sahibi üstelik çilli veya çopursa, abraş olur.

Kadınlar saçlarını nadiren keserler. Böyle “kırpılmış” baş kundur, kabarık saç da tülüş, yapalık (“yapağı”dan galat olabilir mi?) diye anılır.

Kızların arkadan bellerine doğru asılan örgülü saçlarına Malatya yöresinde beliğ – bölüğ denir. Bazen örgüler arasına sırma katılır, saçlar (ve kaşlar) güzel kokulu kalemis (“galiye misk”ten galat. Gördüğümüz gibi bu, misk ve amberden mürekkep güzel kokulu siyah bir macun) ile “briyantinlenir” ve aynı zamanda da siyahlatılır. Perük (pıro – El) takmak için mutlaka saçın dökülmüş olması (yapık) şart değildir. Kâkül (kekil, pürçek) ile zülüf (esprim, zilif) işbu baş tuvaletinin öğelerinden oluyorlar. Çoğu kez beliğ’in ucuna ipek şeritlerle saç gibi bir örgü (saçlık) eklenerek bazen topuğa kadar indirilir. Buna özellikle yörüklerde rastlanır. En ucu da gümüş zincirle süslenir. Bu süs altınlarla da takviye edilir. Ama altın daha çok alında taşınır. İki sıra zincire dizilmiş altınların alına sarkıtılmış şekli hilal’dir (Ml).

Bir gelin, saçlarıyla olduğu kadar, kaşlarıyla da övülür:

“Anasının adı Fatma

Kaşları var çatma çatma

            Ne hoştur sarılıp yatma…” (Gaziantep halk bilgisi Derlemeleri I, Gaz. 1959, s.58)

M.Ö. 3500’lere ait Sümer tasvirlerinden itibaren bütün Yakın- Doğu resim ve heykellerinde kaşların önemle belirtildiğini görüyoruz. Asırlar gelmiş geçmiş ama zevkler baki kalmış.

Daimi kalan süslerden, daha önce bahsettiğimiz “dövme”yi yine ele alacağız.

Herhangi bir uzvu kesme, yaralama ve sair şekillerde (mutilation), daha çok Afrika ülkelerinde rastlanan bir bezeme türünü Anadolu’da bilmiyoruz. Dövme, yapılışı itibarıyla, bu sınıfa girebilir. Bunun dünyanın her yerinde günümüzde tatbik edildiği her gün görülür. Batılı bir denizcinin kolundaki oklu kalp siren, kıvırcık saçlı mahbube sureti ve sair şekillerle Resim 147’deki kadının alt çene nahiyesindekiler arasında mahiyet itibariyle esaslı bir fark vardır, ilkinde bâtıl inanç payı varsa da çok az olup aslında bu, sadece bir “külhanbeylik” ifadesinden başka bir şey değildir. Sürüçlü kadın ise hem kendini “güzelleştirmekte”, hem de bu süs motiflerine verdiği şekillerle “kem gözler”den kendini korumaktadır.

Dövmelerin yer ve şekilleri, onu taşıyanın memleketi anlaşılacak kadar da “standartlaşmış”tır, özellikle Güney, Doğu ülkelerimizde. Şakakta bir iki nokta, delikanlının Mardinli, ayak bileğinde çepeçevre küçük ve zarif bir çorap “baget”ini hatırlatacak şekil de hatunun Siirtli olduğunu derhal ifade eder. Bu bölgelerde bu gibi âdetlerin çok evvelden beri var olduğu sanılır: Mısır tasvirleri arasında evvelce bahsettiğimiz Batı Asyalı veya Mısır’ın Kuzey’inden gelen (başı tüylü) “yabancı”, açık renk tenli ve mavi gözlü, sakalı kırmızıya boyanmış olarak gösterilmiş, kol ve bacaklarının dövmeli olduğu belirtilmiştir (Mary Houston.- Ancient Egypt, s.67). M.S. 750’lerin Hvarezm kralı Shavashafor’un para üzerindeki suretinde, sağ şakağı üzerindeki dövme barizdir.

Bedeni boyamak yoluyla süslenmek, kadınlarda yüzün (göz, kaş, yanak, dudak) boyanması, her iki cinste de el ve ayak tırnaklarıyla avuç içi, ayak tabanı, saç ve sakala kına “yakmağa” inhisar eder. Allık gızıllık esasta pudra ve allık’ı ifade ederse de genel olarak kozmetik anlamına gelir. Yukarda ifade ettiğimiz gibi kozmetiğin beşiği olarak Doğu, özellikle Mısır gösterilir (EB mad. “cosmetic”). Bu ülkenin hanımları güzelliklerini artırmak için çeşitli boyalarla boyanmışlar, gözlerin boyanmasına, tasvirlerin tanıklık ettikleri gibi, büyük özen göstermişler ve bu keyfiyet ünlü Kleopatra döneminde şahikasına ulaşmıştır. Daha M.Ö. 1500’lerde, bu amaç için kullanılan antimuan (sülfürü) tozu ve çubuklarını içeren beyaz mermerden sürmedanlıklar mezarlardan çıkmıştır. Gözlerin altı yeşil, göz kapakları, kirpik ve kaşlar ise siyaha boyanmış. Sürme, halen olduğu gibi, fildişi veya ağaç çubuklarla tatbik edilmiş. Aynı itinayı Filistinli kadınların M.Ö. IX. yy.da (Eliyah dönemi) gösterdikleri mukayyettir. Sert kireç taşından küçük yuvarlak paletler yüz boyası ve sair kozmetiklerin hazırlanmasında kullanılmış. Romalılar da, Greklerle temasları artınca boyaya iltifat etmekten geri kalmamışlardır. Bazı yosun ve alglardan elde ettikleri fucus (rucoz) ile yüzlerini kırmızıya, Mısırlılar da kohol (kühül) ile yani yukarda sözünü ettiğimiz antimuan sülfürü ile gözlerini siyaha çevirmişler. Üstübeçle tebeşir de cildi beyazlatmakta istimal edilmiş, rucoz alg demektir.

 

Ağlık – aklık – gızıllık, yani genellikle kozmetik, tek bir kelimede toplanmıştır, Anadolu da: Düzgün, Ağlık – aklık, bunun “beyazlatıcısı”, yani pudrası, üstübeç de bunun maddesidir. Kanun – ül Edeb (XV. yy.) sözlüğü Arapça “El-humre” için “düzgün” dedikleri şeydir ki yüzün levnini (rengini) güzel eder, ana enlik ve kırmızı nesneye dahi kızılca derler” karşılığını yazıyor. Eñ, genel olarak beniz rengi manasında olmakla birlikte bugün yüze sürülen boyayı ifade eder. Eñlik ise boyacılıkta kullanılan kökü kızıl bir ottur. Anzarot, aynı şeydir. XVI. yy.da bunun Farsça karşılıkları olan “sençar” için “eñlik dedikleri ot ki kökü kızıl olur, mumcular ve helvacılar anı istimal ederler”; “ganar” için ise “eñlik dedikleri ot ki kökünü taze iken avratlar yüzlerine sürerler kızartmak için” diye yazılmıştır (Amasyalı Deşişî Mehmet Efendi’nin 1580 yılında düzenlediği “Et – Tuhfet – üs Seniyye” adlı Farsça – Türkçe sözlük).

Yine aynı yüzyılda “Câmi – ül Fürs”, “gancar” için “eñlik dedikleri ot ki kökünü taze iken Kürt avratları yüzlerine sürterler, kızardur” tarifini veriyor.

Göze sürülen sürme genellikle rastık adıyla anılır. Bu rastık, rastık taşı’ndan, yani Mısır prensesleri gibi antimuan mürekkebatından, kara boyadan, kızılcık ağacının kömüründen (ker), günlük ve badem kabuğunun kavrulmuşundan ve nihayet tencere isi ve kurumdan elde edilir.

Al – kuhl, kühul’un âlâsının İran’da “Kûh-i Surma” adını taşıyan dağlardan çıkmış olması itibariyle işbu boyaya “sürme” adı alem olmuş. Bu ad daha başka cisimlere de verilmiş (İA, mad. “kûhul”). Yani bu ad esasında “sürmek” mastarından gelmemektedir.

Anadolu’nun köklü âdetleri arasında “kına gecesi” ve bununla ilgili görenekleri bir başka cildimizde irdeleyeceğiz. Ancak şimdi burada kına, hayli yaygın bir kozmetik olarak karşımıza çıkmaktadır. Henna, hınna’dan (Lawsonia inermis) galat olan işbu kına ağacının yaprakları kurutulup dövülür, ılık suda hamur haline getirildikten sonra gördüğümüz gibi tatbik edilir, turuncu – kırmızı bir renk elde edilir. Mısır mumyalarının tırnaklarında bu kına izine rastlanmıştır.

Boya üç dört hafta kendini muhafaza etmekte, sonra yenilenmesi gerekmektedir. Sakala kına “çalınması” özellikle Şiî’ler arasında yaygındır. Kınanın deriyi büzücü (astringent) ve yaraları iyi edici (vulnerary) hassaları da ayrıca zikre değer. Bunun da sürme gibi çok eskiden beri Orta Doğu ve Hindistan kadın ve erkeklerinin süsüne katkıda bulunduğu, ağarmış (kırgıllaşmış) saç ve sakalı “gençleştirdiği” bilinir. Herodotus, Libyalı kadınların saçlarının kırmızıya boyalı olduğunu yazıyor. Bununla kınayı kastettiğinde şüphe yoktur (Herodotus, s.305).

[1]             Ayrıntıları için bkz. Burhan Oğuz.- Türk Halk düşüncesi ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, C.III, İst.1997, s.279, 284 – 287.

[2]             Ahmet Refik. – Hicrî onikinci asırda İstanbul hayatı (1100-1200), s.86-88.

[3]             Donald Quataert. – Clothing laws, state and society in the Ottoman Empire, 1720 – 1829, in IJMES XXIX (3, 1997).

[4]             Anita Luvera Mayer. – Clothing from the hands that weave, Colorado 1984, s.9-10.

[5]             André Leroi – Gourhan . – Milien et techniques, Paris 1945, s.213-214.

[6]             ibd., s.226-231

[7]             Nicolas Adontz. – Histoire d’Arménie . Les origines du xe siècle au vıe (av. J. C.), Paris 1946, s.5-8.

[8]             Sabiha Tansuğ. – Anadolu’da “düğme”nin serüveni, in Kültür ve Sanat XIV, Haziran 1992.

[9]             M. Hrbas and E. Knobloch. – The art of Central Asia, London 1965, Levha 12 ve 13.

[10]           Bahaeddin Ögel.- İslâmiyetten önce Türk kültür tarihi, Ankara 1962. s.358 (resimde 1), 354 (resimde 1-2)

[11]           Jean Przyluski. – La Grande Déesse. Introduction á l’étude comparative des religions, Paris 1950, s.53-56.

[12]           Sabiha Tansuğ. – Türkmen giyimi, Akbank Yay., İst. 1985, s.5.

[13]           ibd. , s. 11

[14]           ibd. s.14-16.

[15]           Burada Kök – Gök Tengri’yi hatırlamamak mümkün olmuyor. Öbür pembe de, “toprak rengi”, Yer- Sub Tengri, Umay Ana olmuyor mu?…

[16]           Saliha Tansuğ. – op. cit.,s.24-25.

[17]           ibd., s.28-29

[18]           ibd., s.35

[19]           Came, Farsça elbisedir. Beycame bey elbisesi olup buradan “pijama”türemiştir. Belki de pijama, o zamanlar sıcak günlerde beylerin giysisi oluyordu. O ise ki bugünkü manasında pijama, gece yatak-uyku libası oluyor, bu sonuncusunun Farisî karşılığı ise came-hâb’dir (uyku elbisesi).

[20]           “cak”, Farsça yırtık yer.

[21]           Sözcük, fonetik yapısı itibariyle bir Hindu köken şüphesini uyandırıyor.

[22]           Sözcüklerin, mekâna göre nasıl mana değiştirdikleri bu son ikisinde görülüyor.

[23]           J. Marek et H. Knizkova.- L’empire de Gengiz- Han dans la miniature mongole, Prague 1963, s. 19-22.

[24]           Miloş Hrbas and Edgar Knobloch.- The art of Central Asia, s.86

[25]           R. Patris.- La guirlande de l’Iran, 1948

[26]           P. Lacroix. – Moeurs, usages et costumes au Moyen- Age et à l’époque de la Renaissance, Paris 1873

[27]           Bahaeddin Ögel. – İslâmiyetten önce. s.61.

[28]           Seton Lloyd . – Early highland peoples of Anatolia, s.117.

[29]           Bahaeddin Ögel. – op. cit., s.209, 251.

[30]           Seton Lloyd. – Early highland peoples of Anatolia, s.117

[31]           Süheyl Ünver. – Türk tıb tarihi, İst. 1942. Bazı renkli resimlerden 6. resim.

[32]           Emerson M. Brooks.- The growth of a nation. A picturial review of the USA, from colonial days to the present. New York 1956, s. 19-20.

[33]           Mehmet Kaplan. – Oğuz Kağan Destanı ile Dede Korkut Kitabı’ndaki eşya ve âletler, in Coll.- Jean Deny Armağanı, s. 156.

[34]           Bu sarı rengin sembolizmini daha önce anlatmıştık.

[35]           Mehmet Kaplan.- op. cit., s. 157-158

[36]           Muhtemelen Kafkaslar kökenli

[37]           Mehmet Kaplan.- op. cit., s. 149

[38]           ibd.

[39]           ibd.

[40]           Tarama Sözlüğü

[41]           Nicolay herhalde Gayrimüslimlerin geleneklerinden söz ediyor.

[42]           Tülay Reyhanlı.- Nicolas de Nicolay’ın Türkiye seyahatnâmesi ve desenleri, in ERDEM, sayı 14, Mayıs 1989, s.571-616.

[43]           Valery M. Garret. – Traditional Chinese clothing in Hong Kong and South China, 1840-1980, Hong Kong 1989, s.3-8.

[44]           Tevfik Eşberk.- op. cit., s. 130-132

[45]           Ali Fuad Erden.- İsmet İnönü, İst. 1952, s.96-97.

[46]           Nezihe Araz. – Anadolu kadınının giyim sanatı, in KÜLTÜR VE SANAT 5, Mart 1990.

[47]           Mehmet Ali Gökaçtı. – Medeniyetlerin kesiştiği bir ada: Girit, in TARİH VE TOPLUM 177, Eylül 1998.

[48]           Rıza Yetişen .- Tahtacı aşiretleri. Âdet, gelenek ve görenekleri, İzmir 1986, s.15-18.

[49]           Hâmit Koşay .- Ankara budun bilgisi, Ank. 1935.

[50]           Farsçadan Fransızcaya geçmiş olan “kazak”tan galat olsa gerek.

[51]           Bu da Farisî “came”den bozma olmalı.

[52]           Hamit Koşay.- op. cit., s.211-215

[53]           ibd., s.253-254.

[54]           Bu “yeni moda” tabiri, herhalde Ortaçağ’ı kastediyor.

[55]           Jacquetta Hawkes.- Prehistory, History of Mankind. Culturel and scientific Development, Vol. I, part I (UNESCO), London 1963, s.234.

[56]           Bunun için bkz. Burhan Oğuz.- Türk ve Yahudi kültürleri, C.I, passim

[57]           Michal Dayagi – Mendels.- Parfumes and cosmetics in the Ancient World, Jerusalem 1993, s.8-9.

[58]           ibd., s.36-37.

[59]           ibd. s.42

[60]           Louis Robert- op. cit., s.177-178.

[61]           ibd. s.181 ve infra 3.

[62]           M. Kuttaş.- Gevenciler ve geven otu, in TFA 309, Nisan 1975.