Biyolojinin aşamalarının öyküsü, beşeriyetin ilk çağlarına çıkar. İlkel insan, farkında olmadan Doğa’ya karşı kendini korumak ve yaşayabilmek için biolojist olmak, onu çevreleyen varlıkları gözlemek zorunda kalmıştı, kendini korumak ve beslenmek ve böylece de av, balık tutma, meyve toplama ve az sonra da tarım ve hayvancılık uygulaması için. Bunu yaparken de en genel sorunlar zihnine takılıyordu: Yaşayan varlığı hammaddeyle karşı karşıya getiren, Hayat’ın kökeni, ölümün bilmecesi nedir? Uzak atalarımızın kafasını kurcalayan bütün bu düşünceler izler bırakmış: Mağara resimleri, taşlar, kayalar üzerinde gravürler, kemiğe oydukları ya da ona şekil verdikleri heykelcikler…
Sonra da, şüphesiz ampirik olarak, ama yine de deneylere dayanarak, tedavi amacı ya da zehir olarak hayvanî veya bitkisel maddeleri kullanmışlar.
Peru’lu Kızılderililer, XVII. yy.da Avrupalıların işe el atmalarından önce, Quinkina’nın tedavi edici niteliklerine vakıftılar. Keyfiyet, XIX. yy.da Quinin’in, yani alkaloitlerinin istihracına götürecekti.
Bütün çağların ve insan topluluklarının bu birikimlerinden yavaş yavaş bilimsel biyoloji ortaya çıkacaktı. Bunun serüveni içinde her kuşağın zamanının düşünce sisteminin tutsağı olduğunu ve en hür düşünenlerin dahi bundan tamamen kurtulamadıklarını vurgulamak gerekiyor[1].
Bizim biyolojinin kökenlerini eski Yunanda arayacağız (eğer başka sızıntıları bulabilirsek). Grek feylosoflar, bilhassa tabipler, atadan kalma bilgi yığınından, bu kez gerçek ve yaygın bir bilim teşkil eden veri ve prensipler kümesini çıkaracaklardı. Bu sentezi damgalayan üç büyük ad vardı: Hippokrat, Aristo ve Galenos.
Asclépiades’lerin loncaları tarafından uygulanan iyice hazırlanmış bir Yunan tıbbı vardı ve Esculape tapınakları gerçek hastahaneler oluyordu. Cos (İstanköy)’lü Hippokrat (M.Ö. 460-380), selefleri tarafından elde edilmiş bütün bilgilerin sentezini, bir tür tıbbi ansiklopedi içinde yapmıştı. Bunda hadsin (sezginin) feraseti, pratik olarak müspet bilgilerin yerini doldurmuştu. Sıhhat, hıltların arasındaki bir denge, hastalık da bunların bozulması olarak telâkki ediliyordu.
Adı, Antikçağda tabiiye bilimine hâkim olan Aristo (M.Ö. 384-322) dahi, bir Asclépiades ailesine mensuptu. Eflâtûn mektebinde iktisap edilmiş tasavvurî bilgilerle gözlemlerin sonucu olan müspet verilerin sentezini yapmıştı. Eseri, kendi öz müşahedelerine dayanıp seleflerin müktesebatını özetlemişti. Çeşitli kitapları, bütünlükleri içinde, daha şimdiden biyolojiyi oluşturan kısımları sergiliyordu: Bir anatomi vardı bunların arasında. Aristo’nun eseri özellikle zoolojide çok sayıda müspet veri içeriyor, bunlardan birçoğu ancak son yüzyıllarda yeniden iktisap edilmişti. Anatomisi ve özellikle fizyolojisi günümüzün görüşlerinden ister istemez uzak olacaktı, şöyle ki ne gerçek fiziğin, ne de gerçek kimyanın olmadığı bir çağda, elinde yeterli sağlam esaslar bulunmuyordu ve boşluğu, saf mantık ve etkisi, çok ağır şekilde XVIII. yy.ın sonuna kadar kendini hissettirmiş prensip telâkkileriyle ve tasavvurlarla dolduruyordu. Hayat’ı gayri maddî, maddeyi ve Doğa’yı, bir ereğe yönelik olarak harekete geçiren, bir en üstün akıl tarafından tertip edilmiş prensip olarak tasavvur ediyordu. Bunlardan nihaî sebeplerin esasî, temel rolü ortaya çıkıyor. Canlıcılık (animizm) ve erekçilik (finalizm) onun biyolojik telâkkilerinin temelini oluşturup en modern Biyoloji’nin tarihi, işbu iki temel telâkkinin tedricî ifnası (yok edilmesi) şeklinde özetlenebilir.
Antik bilimin mimarları hep çeşitli eğilimli olmuşlar, kimi büyük ölçüde mistik düşüncelere saplanmış, kimi Demokrites ve Epikurus gibi daha müspet fikirli ve modern görüşe çok daha fazla yaklaşan feylozoflar olmuştu.
Antik bilim, özellikle biyoloji, Aristo ile durmayacaktı. İskender’den sonra Yunan entelektüalizmi İskenderiye’ye nakledilmiş olup her türlü müktesep bilgi hazinesini içeren büyük kitaplığı herkesçe bilinmiştir. Ancak bu kitaplık elimize varmadı. Mamafih İskenderiye’de Grek düşüncesi, Doğu’lu mistiklerle temasta iyice sulandı (tağşiş edildi). Bununla birlikte bir özel alanda, tıbbınkinde, terakki, gerçekten bilimsel bir yolla birkaç kuşak boyunca devam etti. İskenderiyeli tabipler, insan kadavrasına diseksiyon – teşrih uygulayıp anatomiye, özellikle sinir ile deveran (dolaşım) sistemleri üzerinde büyük terakki kaydettirmişlerdi. Hattâ canlı insan üzerinde bile deneyler yaptıkları sanılıyor. Eserleri kayboldu: Onları sadece imalardan, özellikle Galenos’unkilerden biliyoruz[2].
Üzerinde uzunca durmak üzere döneceğiz bu Bergamalı Galenos’a.
***
Temmuz 751’de, Talas civarında Batı Türklerle Arapların Çin ordusunu bozmalarından sonra Orta ve Batı Asya’ya Çin etkisinin kesildiği çoğu kez ileri sürülmüşse de bu varsayımın gözden geçirilmesi gerekiyor.
Ortaçağlarda Çin ile Müslüman halkların arasında başlıca iki temas yolu bulunuyordu. Bunlardan ilki ve en önemlisi, Kuzey – Batı Çin’den Batı’ya doğru sürekli giden “İpek Yolu” idi. Öbürü de, “Okyanus İpek Yolu” olup Çin’in Güney – Batı kıyılarını Hindistan ve İran’a bağlıyordu. Bu sonuncu yol, özellikle her iki taraftan bitkisel ilâç ve tıbbî bilgilerinin karşılıklı mübadelesine hizmet ediyordu. Çin kaynakları İran ve sair Müslüman ülkelerden ithal edilen otlarla bu ülkelere ihraç edilen Çin otlarını kaydediyor. Çin otacılığının Müslüman hekimlerce geniş ölçüde kullanıldığına el-Kindî’nin Pharmacopeia’sı belge oluşturuyor.
Çin tıbbı kısa sürede artan etki kazanmış. İbn-i Sînâ, Kanûn’unda on yedi tıbbî otu tavsiye edip bunların “Çin’den ithal edildiklerini ekliyor. Müslüman hekimler genellikle Galenos’un (Djâlînûs) peşinden giderlerken İbn-i Sînâ’nın nabız teorisi ve nabız teşhisi, Çin nabız teşhisini daha yakından takip etmiş. İbn-i Sînâ’nın Kanûn’u[3] ile Çin Tıbbî teorileri arasında birçok benzerlikler bulunuyor, özellikle insan bedeninin holistik anlayışı,[4] yani bitkisel formülleri terkip etme prensipleri, yaşlanma süreci ve beden sıvılarının rolü, beslenme tedavisi vs. bu benzerliklerin başlıcalarından oluyor.
Çin tıbbının tetkiki özellikle büyük tarihçi ve üç İlhanlı hükümdarının vezir-i âzamı ve kendisi dahi tabip olan Reşideddin Fazlullah (1247-1318) tarafından teşvik edilmişti. O, Çin tıbbına ilgi duyuyordu. Çinli hekimlerle temas kuruyordu ve öğrencilerinden birine Çin’e gidip Çin tıp kitaplarını toplamasını emretmişti. Bunları Farsça’ya tercüme ettirip yayınlıyor, bunlara “Tansuk-nâme”, “Değerli bilgi kitabı” adını verip geniş bir önsöz yazıyor. Reşideddin’in verdiği alt kitap adı “Çin bilimlerinin İlhanlı hazinesi kitabı” olmuş[5].
Tek nüshası İstanbul’da bulunan Tansuk-nâme yazması aynı zamanda iç uzuvları, hayat-enerji devresini açıklayan yüksek değerde birçok resimle astronomik hesaplar içeriyor.
***
“Tıbb” sözcüğünün aslı Arapça değildir. Eski Mısır’da tıp mektebi ve tıbbî papirüsleriyle ünlü Thèbes – Teb kentinin adı Araplara geçerek bundan “tıbb” ve iştikakları (türevleri) çıkmış.
İslâm dünyasına tıbbî bilgiler, daha sonra ayrıntılarıyla girmiş. Milâdî bilgiler, daha sonra ayrıntılarıyla anlatacağımız gibi, önce Hıristiyanlar aracılığıyla girmiş. Milâdî 428’de İstanbul’a Patrik olan Nestorius, “Meryem Allah’ın değil, İsa’nın anasıdır” demesi üzerine, tilmizleri ve Yahudilerle birlikte sürülmüşler ve gittikleri yerlerde de dinî telkinde bulunup tababet uygulamasıyla uğraşmışlar. Nasturîler önce Edessa (Urfa)’da hastaların sağaltılmasıyla meşgul bir kısımla kurdukları tıp mektebinde çalışılırlarken 489’da Orthodox papaz Syrus tarafından kovulduklarında İran’a iltica ediyorlar, Güney’de de Hûzistân’da Cündişâpûr’da tıp mektebini kuruyorlar. Burası, İslâm tababetini oluşturacak esasların gerçek bir merkezi oluyor. Arap dilinin gerekçesini serdeden el-Bîrûnî ısrarla, Arapça yazılmış ya da bu dile çevrilmiş eserlerin müellif veya mütercimlerinin ne Arap, ne de Müslüman olduklarını vurguluyor. Bu sonuncuların arasında Suriyeli (Hristiyan), Musevî ve İranlı (Mecusî) olanlar var. Bunlar tarafından Süryanîce ve Yunanca eserlerin nakli Arap tababetinin esasını göstermez. Bunları Arap tababetine mal etmek, öbür Doğu uluslarına haksızlık sayılır. İslâm tababeti, sadece Araplara değil, Müslüman olan tüm ulusların malıdır[6].
Osmanlı tıp tarihi Selçuklu tababetinin devamından ibarettir. Ancak, İstanbul’un fethinden sonra Batı tıbbî bilgileri buna sürekli sızmış. Nihayet XIX. yy.dan itibaren Osmanlı tıbbı tamamen Batı’ya dönük olmuş[7].
Bundan sonra Ünver, çok eski geleneklerin günümüze çıkışını anlatan bir örnek veriyor: “Bu Mithir (Mithridatikum)’u, eski Andromaque’ın “Theriaquez”i takip eder. Fakat bu da eski asırlardan bize gelen ananenin kendisi tarafından eskilerden daha farklı ve daha dikkatle hazırlanmış bir şeklidir. Bu, hâlâ panzehir olarak dünya piyasalarında arandığı nispette de bulunur. Hattâ memleketimizde İstanbul’da Mısır Çarşısı Aktarlarında dahi vardır. Buna inananlar alır ve yapılış şekli ile kayıtlıdır. Mesir macunu malûm terkibine de girer. Mitirdates isminin kısaltılmışı olan “Mithir” denmiştir… Bu, bizim devremizde şevk, seyr, sürur ve sevinç anlamına gelen “mesir”e döndürülmüştür.
“Bizim eski “akrabadin”, yani bir nevi bugünkü kodeksler mahiyetinde Pharmacopeia’lerde eski Mısır terkipleri vardır”. “Bu tecrübe edinilmiş ve halkın inancını kazanmış formüllere dokunulmamalıdır. Bazı sırf bâhî (aphrodisiac) kuvveti artırabilecek bazı tecrübe veyahut rivayet edilmiş yeni formüller ayrıca yapılıp piyasaya sürmek zaten olagelmiştir…”.
İşbu formüllerin başında, ünlü “Mesir Macunu” geliyor. Ünver, terkipteki kırk maddenin eski adlarıyla günümüzün bilimsel adlarına veriyor[8]. Biz, daha ilerde de sözünü edeceğimiz işbu “macun”un nelerden oluştuğunu şimdiden, Ünver’in kaleminden bildiriyoruz.
1 – Karanfil – caryophillus aromaticus
2 – Yenibahar – Baharatçılarda bazı aromatik bitkilerin kurutulmuş çiçekleri.
3 – Karabiber – Poivre noir
4 – Zencefil – Gingembre
5 – Zulumba – Zedoaire.
6 – Kremtartar – Créme de tartre, bitartrate de potassium (Şarap tortusu).
7 – Kişniş – Coriandre.
8 – Havlıcan – Galaganga.
9 – Kebakiye – Cubebe.
10 – Hindistan Cevizi – Cocotier.
11- Anason – Anisvert
12- Hiyarşenbe – Casse
13- Sakız – Mastik
14- Zağferan – Safran
15- Darcın – Cannell de Chine
16- Üdül – Kahhar / Üdülkarah: Pyrethre d’Afrique
17- Çöpüçini – Squine, racine de Chine
18- Hardal – Moutarde
19- Eskir – Elixir
20- Çivit – İndigo
21- Meyanbalı – Reglisse
22- Tiryak – Theriaque
23- Sarı – Helile – Myrobalan citrin
24- Raziyane – Fenouil Doux
25- Kimyon – Cumin des pres, Carvi
26- Zerdeçav – Çurcuma
27- Darçın Çiçeği – Bak darçın
28- Hindistan çiçeği – Bak Hindistan cevizi
29- Çörekotu – Fause Cumin, milk
30- Dârıfülfül – Poivrier long
31- Ravend – Rhubarber
32- Limon tuzu – Acide citrique
33- Kakule – Cardamome
34- Şamlı (şaşlı) – Dame d’onze heures
35- Vanilya – Vanille
36- Teke Mersini Tohumu – Airelle, raisin debois, Uyrtille
37- Portakal Kabuğu- Ecorce d’orange
38- Şeker – Sucre
39- Kalbarda – (İtalyanca) Galibarda
40- Mai leziz – Eau douce, Eau fraîche
***
“Tanrısal işlerin Bilim’i, bütün öbürlerine yabancı ve her muhalefetten ayrıdır; o, düşünceler anlaştırmak ya da düşünce vaz etmekten ibaret değildir; Ama ebediyetle ve içinde birlikte olduğu ruhta tamamen aynıdır” (Jamblique: Des mystères).
Asklepios Tarih’e, hattâ Proto-tarihe aittir ve adı ister Asklepios, İmhotep, Dionysos, Eshmun, ister Lokman al-Hakim olsun, insan ve kozmosun bir topluca görüşünü, bir ruh haletini iletir.
Fabre d’Olivet, Histoire philosophique du genre humain’inde Asklepios’u, uygarlığımızın devin tarihinin anahtarı olarak görüyor. Bu nedenle de tarih, arkeoloji, mitoloji ve tıp alanlarında araştırmalar elzem oluyor. Bittabi bir eksiksizlik iddiasında bulunulamaz. Ancak fikr-i müdir, yöntem, sadece çok disiplinli olabilir. Dolayısıyla bu disiplinlerde en değişik belgelerden yararlanılmış ama bunlara analizden çok sentez düşüncesiyle yanaşılmış ve böyle tetkik edilmişlerdir.
Bir uygarlığın belli bir anın içindeki halini tahlil etmek (senkronik analiz) ya da bunu az veya çok uzun bir dönem içinde (diakronik görüş) yapmak gerçekten verimli olmakla birlikte komşu uygarlıklarının durumunu ihmal etmek ister istemez, tetkik edilen uygarlığın bir parçalı, natamam ve hattâ çarpıtılmış bir görüşüne sürükleyecektir. Önemli olan, eski uygarlıkların birbirlerini nasıl etkilediklerini, fikir, teknik değiş tokuşlarının nasıl yapıldığını araştırmak, fikir ve malların üzerinde gidip geldikleri büyük münakale yollarını bulmaktır.
Asklepios’un kişiliği, tarih ve linguistik’in bir sentetik görüşüne özellikle uygun oluyor. İşbu “senkretik” görünüm, Asklepios’un simgelerinin[9] tetkikiyle bu görünümü daha da güçlendiriyor, şöyle ki işbu simgelerin şifrelerinin çözümü, bu sonuncuların derunî – bâtınî ya da öğretici alanda olmalarıyla, geçmişin meçhul yanlarını açığa vuruyor.
“Tanrısal tabip” işlevinin yanı sıra Asklepios, aynı zamanda büyük bir uzlaştırıcı da olmuştu[10].
Bu girişten sonra geçiyoruz şimdi bu “tanrı”nın öyküsüne, Büyük Ata Ram’ın efsanesine.
Zamanların karanlığında, Milât’tan dört veya beş bin yıl önce, Atlantik’ten Kuzey denizlerine uzanan antik İskitler ülkesinde, kesif ormanlarda oturan beyaz adam, artık mağaranın adamı olmaktan çıkmıştı. Uygarlık başlamış, ilkel aile, klan, kavim vardı. Uzak kuzeylilerin oğulları İskitler, Tanrılarına koskoca menhirler dikiyorlardı, din, böylece atalar kültü ile başlıyordu. İskit ve Keltler, ormanlarının dibinde tanrılar bulmuşlardı. Keşiş sahibi kadınlar ağaçların altında kehanette bulunuyorlardı; ama önceleri asil şekilde esinlenmiş bu kadınların gözleri yükseklere kaymış ve zalim olmuşlardı. İnsan kurbanlığını ihdas etmişler, kahramanların kanı, rahiplerin korkunç şarkıları, yırtıcı İskitlerin alkışlarıyla, dolmenler üzerinde aralıksız akıyordu.
[1] Maurice Callery.–Les étapes de la biologie. P.U.F., Paris 1942, s. 5-7.
[2] ibd., s.8-11
[3] Bu eser hakkında ilerde ayrıntılı bilgi verilecektir.
[4] Evrenin temel prensibi bütünler teşkil etmektir,yani evrimle atom ve hücrelerden her şeyi içeren sistemler, hayat ve aklın en tamam şeklini yaratmaktır; kuramsal fiziğin varsayımlarından her birini, bu bilimin dayanacağı öteki ön koşullardan ayırıp tek başına gözlemin denetiminden geçirmeye kalkışmak hayal peşinde koşmaktan ibarettir.
[5] F. Klein – Franke and Zhu Ming. – Tıbb. Medical exchanges between China and the Islamic World.
[6] A. Süheyl Ünver. – Tıp tarihi yıllığı II, İst. 1983, s.1-4.
[7] ibd., s.10.
[8] ibd., s. 44-45.
[9] Meselâ yılan, sopa, köpek.
[10] Jacques Rollet. – D’Esculape á Lokman hekim ou les avatars d’un dieu, İst. İsis Yay. (t.y.), s.1-3.