Kültür Eserleri > THKK 6 - Ulaştırma, İletişim, Mübadele, Ölçü Ve Metalürji Teknikleri > Fütüvvet ve Ahîlik – Loncalar

Fütüvvet ve Ahîlik – Loncalar

Mevlana, bir münasebetle, oğlu Veled Çelebi’ye, Konya’daki İçtimaî sınıfları, evlerin ihtişam derecesine göre yukardan aşağı şöyle sıralamıştı: 1- Sultanlar ve melikler; 2- Emirler; 3- Tüccarlar ve iğdişler (halk); 4- Zanaat erbabı.[1]

Bu ifadeden sultan ve meliklerin en güzel evlere, yani en fazla servete sahip olduklarını, devlet ricalinin (vezir ve emirlerin) ikinci geldiklerini, idare olunanlara, yani halk tabakasına hükümet nezdinde mümessillik eden âyan ve iğdişlerin üçüncü olduklarını, zanaat erbabının, daha doğrusu şehirlerdeki sanayiyi işleten üstatların en altta bulundukları öğreniliyor.

Ortaçağ kentlerinde hemen bütün iş hayatı, işlenen eşyanın cinsine göre sıkı kaidelere tâbi bir takım “lonca-korporasyon”lara ayrılmıştı. Bugün esnaf dernekleri (zamanına göre bir nevi tekkeler) denen bu müesseseler, her zanaat şubesinde çalışan insanları birer tarikat içinde sadık ve mesleğin bütün kaidelerine candan bağlı müritleri haline getiriyordu. Bu suretle daha çok eşya işleyicisi olan zanaat şubeleri, meselâ kuyumcular, fırıncılar, ayakkabıcılar, kasaplar, dokumacılar, dericiler ve diğerleri, hep birer esnaf loncasına (yahut tarikatına) sahiptiler. Her esnaf demeği kendi işini tamamen tekelinde tutuyordu. Yani, derneğe dahil olan dükkân ve atölye sayısı derneğin dışında değişmediği gibi, bu dükkânların her birinde bulunan bir üstat da iki olamazdı. Bütün öbür çalışanlar, işçi (çırak) durumunda bulunuyorlardı.

Her zanaat erbabının meslek derneğinden sayılan korporasyonların idare tarzlarına gelince, zanaatçıların içinde en dürüst ve hürmete değer olan, herhalde yaşça da ileri bulunan bir üstat, derneğin reisi olup kendisine “Ahî” deniyordu. Zanaat mensupları üzerindeki nüfuz ve tesiri itibariyle tam bir tarikat şeyhine benzeyen esnaf reisinden başka, dernek mensupları arasındaki inzibatı temin ve kendilerini tek bir kuvvet halinde tutmak için, esnaf şeyhinin bir nevi subaşısı olarak, “fityân“a kumanda eden bir yiğitbaşı, yahut “server” adında bir ikinci reis vardı. Bir şehirde bulunan çok sayıda “ihvân“, yani ahî’ler ve “serverân” yani yiğitbaşıları, emirlerindeki teşkilâtlı işçi kitleleri (fityân) sayesinde devirlerinin siyasî meselelerinde ve hükümet idaresinde etkili söz sahibi bulunuyorlardı ki, saltanat mücadelelerinde ve şehirlerde patlak veren birçok siyasî-içtimaî karışıklıklarda bu çok iyi görülüyor. Bir kentte ne kadar zanaat şubesi varsa, sayıları da o kadar çok olan “ahî”lerden birisi diğerlerine reis olup kendisine “Ahî Baba” deniyordu.

Türklerin yanında serbest cemaatler halinde yaşayan Hristiyan ahali arasında da, doğal olarak, zanaat sahibi olanlar vardı ve bunlar da “korporasyon”un içinde bütün esnaflık kaidelerine uyarak çalışıyorlardı. Fakat Müslüman esnafa ait olan “ahî tekkeleri”ne üye olmalarına din ayrılığı engel olduğundan ihvân ve fityân arasında herhangi bir Hristiyana rastlanmıyordu.[2]

Konunun peşini kolayca bırakmayacağız. Tetkik edebildiğimiz literatürü, herhangi bir sistematiğe sokma kaygısından uzak olarak[3] derç ettik.

***

Fuad Köprülü, yukarıdaki oluşumlar içinde herhangi bir “sınıf mücadelesi”ni önleyici “ahlâk prensipleri”nden söz ediyor. Şimdi bunu ele alıp geliştireceğiz, yine önce Köprülü’nün kaleminden.

“Kısmen dinî-tasavvufî esaslardan, kısmen de kahramanlık ananelerinden mülhem olan meslekî ahlâk, tesanütçü ve gayr-endiş (endişe dışı) mahiyette idi; yani patron ile işçi arasındaki vaziyeti, adeta şeyh ile mürit arasındaki vaziyete benzer bir hale koyarak “manevî bir nizam” tesisi gayesini takip ediyordu… bir nevi “İslâm şövalyeliği” demek olan bu mühim fütüvvet zümreleri, XIII. asır başında, bütün Yakın-Şark Müslüman dünyasında adeta moda olmuştu; Abbasîlerin son kudretli halifesi Nâsır li-dîn-Allah’ın, kendi riyaseti altında yeniden tanzim ettiği bu zümre, o asırda Anadolu’da da çok kuvvetli teşkilâta malikti ve bunlara Akhîler, ‘kardeşler veya civanmertler’ unvanı da veriliyordu. Yalnız şehirlerde değil, köylerde ve uçlarda da mevcut olan bu teşkilâtın, XIII. asırda bütün İslâm dünyasını kaplayan sofî tarikatları teşkilâtını takliden yapılmış toplantı mahalleri, zaviyeleri vardı ve onlara benzer ayin ve erkânları teessüs etmişti. En büyük ricalden zengin tacirlere, şeyhlere, âlimlere, hirfet erbabına, hattâ işsiz güçsüz serserilere kadar her türlü içtimaî tabakalara mensup insanlar bu teşkilâta dahil oluyorlardı. Şehirlerdeki esnaf da, yavaş yavaş bu teşekkülün içine girdiler. Bilhassa büyük şehirlerde bu teşekkülün en kesif unsurunu genç esnaf çırakları teşkil ediyordu. XIII. asrın son yarısında, bilhassa devlet otoritesinin sarsıldığı zamanlarda, bu kuvvetli teşkilât daima mevcudiyetini göstermiş, şehir hayatında faal bir rol oynamış siyasî bir amil olarak daima hesaba katılmıştır…”[4]

Daha sonra Köprülü, doğruca Ahî’leri irdeliyor; bunu da kendisinden aynen aktarıyoruz.

“Âşık Paşazade’nin Anadolu’da ehemmiyetlerinden bahsettiği ikinci zümre ahîyân-ı Rûm yani Anadolu Ahîleri‘dir. İbn Batuta’nın müşahedeleri sayesinde XIV. asırda bu teşekkülün Anadolu’da ne kadar yayılmış olduğu eskiden beri bilindiği gibi, Osmanlı devleti’nin kuruluşunda bunların rolleri meselesi epey zamandır dikkati celp etmiş bulunuyor…”

“İbn Batuta, bilhassa Anadolu’nun belli başlı merkezlerinde, Antalya, Burdur, Gölhisar, Lâdik, Milas, Barcın, Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri’ye, Sivas, Gümüş, Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa, Gerede, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop’ta Ahîyat al-fityân “kardeş yiğitler” adını verdiği bu zümrenin zaviyelerinden bahsetmekte ve Anadolu’da her Türkmen kasabasında, köyünde bunlara tesadüf edildiğini söylemektedir… Bu vaziyet, XIII. asırda ve bilhassa bu asrın ikinci yarısında da böyle idi. Selçuk devrine ait eserlerde, bazı büyük şehirlerdeki hadiselerden bahsedilirken, kuvvetli bir içtimaî teşekkül olan ‘Runûd ve Ahîyân’dan yani Rindler ve Ahîlerden veya fütuvvvet mensuplarından bahsedilir. Müteradif (eşanlamlı) olan bu kelimelerden Rind, (çoğ. runûd) kelimesi, tamamen Ayyâr manasına, daha evvelki asırlarda ve başka sahalara ait membalarda da mevcuttur. Bilhassa büyük şehirlerde kuvvetli ve mahiyeti itibariyle de bir şehir teşekkülü olan bu zümre… Ayyarlar, Şâttârlar, Gaziler ilh… teşkilâtından başka bir şey değildir…”.

“Gerçi, Ahî teşkilâtı yalnız şehirlerde değil, köylerde, uçlarda da vardı. Hattâ bu suretle Alpler teşkilâtı ile de temas ederek ona da hulûk ettiği (girdiği) için hem Ahî, hem Alp sıfatlarını taşıyan, yani her iki zümreye de birden mensup olan kimselere tesadüf ediyoruz. Tıpkı, büyük merkezlerdeki esnaf korporasyonları ile fütüvvet teşkilâtının müteakiben birbirinin içine girmeleri gibi… Fütüvvet teşkilâtı Anadolu’da en ziyade büyük şehirlerde kuvvetli idi: Büyük merasimde, yeni hükümdarın şehre gelmesi şenliklerinde onlar hususî muzıkaları, bayrakları, kostümleri ile ve mükemmel müsellâh (silâhlı) olarak bulunurlardı. Bunların büyük şehirlerde muhtelif reislerinin maiyetinde muhtelif zümreler teşkil ettiklerini ve her zümrenin içtima için ayrı zaviyesi olduğunu biliyoruz; bundan istidlâl edebiliriz ki, galiba, her zümre ve her zaviye, ayrı ayrı hirfetler erbabına mahsustu… bu İçtimaî teşekkül, XIII. asır Anadolu tarihinin şehirlerde cereyan eden birçok mühim hadiselerinde mevcudiyetini ve tesirini göstermiştir. Selçuk idaresine karşı kıyam ederek kısa bir zaman için Konya’yı ele geçirmeye muvaffak olan isyan hareketlerinde bunların daima merkezî idare aleyhinde bu harekete iştirak etmeleri, meselâ Karamanîler’le birleşmeleri, araştırılmaya değer bir meseledir…”.

“İbn Batuta, bu fütüvvet teşkilâtının bekâr gençlerden mürekkep ve içlerinden seçilmiş Ahî lâkaplı bir reis tarafından idare edilen zümreler olduğunu söylüyor. Fakat… her türlü tarihî membalar gösteriyor ki Ahîler, yani bu teşkilâtın başındaki adamlar, İbn Batuta’nın dediği gibi yalnız genç ve bekâr işçiler değildir. Bunların evli oldukları, büyük emirlerin, hattâ hükümdarların hürmetini kazandıkları, büyük servet ve nüfuz sahibi bulundukları, içlerinde yüksek idarî mevkilere gelmiş adamların mevcudiyeti malûmdur. Devlet idaresi inhilâl ettiği, anarşi baş gösterdiği zamanlarda, yani intikal devrelerinde, ellerindeki teşkilâta itimat eden Ahîler, yani fütüvvet reisleri, şehirlerin idarelerini ellerine alıyorlar ve eski idareden yeni idareye geçişin şehir için büyük bir sarsıntıya meydan vermemesine çalışıyorlardı. Böyle bir teşkilâtın, hele anarşi devrelerinde, nasıl bir kuvvet ve lüzum kazanacağı meydandadır. İdare teşkilâtının inkişaf etmemiş olduğu o devirlerde, küçük kasabalarda, devlet kuvvetini değil, fakat en mühim olan mahallî halk idaresini temsil edenler onlardı”.

“Büyük bir ihtimalle, İzzeddin Keykâvus I’in fütüvvet teşkilâtına girmesinden sonra, bu teşkilât Anadolu merkezlerinde daha kuvvetlenmiş, devrin umumî temayülüne ve Anadolu’nun manevî muhitindeki fikrî cereyanlara uyarak biraz tasavvufî bir renk de almış, bir taraftan korporasyonlara hulûl ederek onlardan kuvvet aldığı gibi, kendisi de onları canlandırmış, diğer taraftan da köylere kadar yayılarak, Alpler teşkilâtı ile de, yani toprak sahibi sipahilerle de münasebet peyda etmiştir. XIII. asrın ikinci nısfından XIV. asra kadar Anadolu’da bir takım büyük devlet ricalinin, kadıların, müderrislerin, muhtelif tarikatlara mensup şeyhlerin, büyük tacirlerin fütüvvet teşkilâtında olduklarını görüyoruz ki bu, teşkilâtın içtimaî kıymetinin yükseldiğine alâmettir. Fütüvvet prensiplerinin bu suretle kuvvetlenerek esnaf korporasyonlarına girmesi, yani bu teşkilâtın fütüvvet kadrosu içinde yeniden tanzimi, Anadolu’da XIII. asrın ilk yirmi beş yılından sonra vukua gelmiş olmalıdır… bu teşkilât, bazı alimler tarafından esnaf teşkilâtı, bazıları tarafından sair sofî tarikatları gibi bir fütüvvet tarikatı addolunmuştur. Halbuki fütüvvet tarikatı diye bir tarikat, İslâm dünyasında aslâ mevcut olmadığı gibi, Anadolu’daki Ahîler de sadece bir esnaf teşkilâtından ibaret değildir. Fütüvvet kelimesinin, bir ‘ahlâkî prensip’ olarak gerek sofiler, gerek Ayyarlar, gerek esnaf korporasyonları arasında müştereken mevcut olması, son müdekkikler (tetkik edenler) gibi bazı eski Şark müelliflerini de şaşırtmış, hattâ fütüvetîye adıyla bir tarikatın mevcudiyeti neticesine sevk etmiştir ki, tarihî realiteye tamamen mugayirdir, XIV. asırda Ahîlerin büyük arazi sahipleri olup bir nevi Cumhuriyet teşkil ettikleri ve Osmanlıların Ankara’yı bunlardan aldıkları iddiasının ne kadar esassız olduğunu… izah etmişti…”.

“Yine… Anadolu Ahilerinde formasonlarda olduğu gibi sıkı bir hiyerarşi mevcut olup saliklere haiz oldukları rütbelere göre hakikatler ifşa olunduğunu ve bu hususiyetlerin esas itibariyle bâtınî bir menşeden geldiğini, fütüvvet-nameler‘e dayanarak söylemiştim… Ahîlerin, Osmanlı devletinin kuruluşunda ve Yeniçeri teşkilâtının ihdasında büyük rolleri olduğu muhakkaktır…”[5]

***

“İç Anadolu step bölgesini en iyi bilenlerden sayılan coğrafya bilgini Wenzel, bu bölgelerde yaptığı bir buçuk yıllık araştırma gezisinin bir sonucu olarak 1937’de bastırdığı eserinde: Fazla kurak olan bölgelerdeki bazı Anadolu köylerinde, tarlaların muayyen şahıslara ait olmayıp, daha ziyade, ekim mevsimi yaklaşınca köy ahalisinin bir araya toplanarak müştereken verilen kararla ve her ailenin elinde bulunan hayvan çifti kuvveti ile mütenasip olarak tarlaların ekiciler arasında taksim edildiğini yazmaktadır…”.

“Bundan 35 yıl kadar önce (yani XX. yy.ın başlarında) Cizre civarında kaymakamlık yapmış olan yaşlı bir zatın anlattıklarına göre, Mardin vilâyetinin içinden akan Dicle nehrinin boyundaki Paşavir köyünde, o zamanlar Keldanî bir dille konuşan bir takım Hristiyanlar yaşamakta idiler; bunlar her sene başında yeniden olmak üzere araziyi taksim ederlerdi (Belki de bunlar Nasturîler idi). Arazi taksimi bir ölçü ipi ile yapılıyordu; ve bütün ailelere toprak isabet etmesine dikkat edilmekteydi. Bu maksatla aileler, kendilerini teşkil eden fertlerin sayısına göre gruplanırlardı…; aynı şekilde arazi de, meselâ 2 kişilik aile arazisi gibi, muayyen ölçüde parçalar halinde ayrılırdı. Bundan sonra her aile, kendi özel işaretini bir taş parçası üzerine çizer ve sonra bu taş parçaları bir araya toplanırdı. Bu işaretleri bilmeyen bir çocuk getirilir ve çocuk vasıtasıyla bu işaretli taş parçaları aile efradı sayısı ile uygun arazi parçası üzerine konulurdu…”

“Tarlaların iyi sulanabilmeleri imkânlarını aramak üzere 1937 yılında faaliyete geçen bir heyetin tespit etmiş olduğu müşahedeleri arasında, Yeni Çay başlangıcında, ziraatla geçinen Anadolu şehirlerinde Şöyle bir âdetin mevcut olduğu da vardır: Anlaşıldığına göre, vaktiyle Ahî şeyhleri yalnız ‘lonca’ teşkilâtı ile değil, aynı zamanda şehirler yakınında yetiştirilmekte olan bahçelerle de ilgili bulunmuşlardır. O zamanın küçük şehirlerinin etrafında yetiştirilen bahçelik arazi hep bir arada bulunuyordu. Ve böylece de mıntıkanın etrafı çamurdan bir duvarla çevrili bulunuyordu. Bahçe sahipleri (yani hali vakti nispeten yerinde olan bütün vatandaş tabakası) bahçıvanlar derneği teşkil etmekte ve bahçelik mıntıkanın etrafındaki duvarın çevrilmesini müştereken üzerlerine almaktaydılar. Bunun yanında Ahiler, bu bahçelere sevk edilecek olan suyun âdilâne bir şekilde taksim edilmesiyle ilgileniyorlardı; bu ise Doğu ziraatının en eski problemlerinden biridir.[6] Vakıa Ahiler arazi taksimi ile doğrudan doğruya uğraşmıyorlardı; fakat burada çok eski bir “müşterek ziraat” “adetinin bakiyelerini aramamak elde değildir ve bu, mümkündür…”.

“Bahsini ettiğimiz bu zamanın (1937) ziraat bakanlığını yapmış bulunan bir zatın kanaatine göre bu eski âdeti bugün tekrar canlandırabilirsek çok faydalı olacaktır; çünkü, diyordu, böylece hükümetin sulak araziyi daima kendi elinde tutması mümkün olacak ve hükümet bu gibi yerlerde sebze ve saire ektirmek suretiyle köylüleri kurak yıllarda da himaye edebilecektir.”

“Ahiler köylere kadar yayılmışlardı; fakat maalesef biz bunların buralarda nasıl bir tesir icra edebilmiş oldukları hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Akşehir ilçesinin Yahsıyan köyünde bugün bile, bir cami içerisinde halk tarafından ziyaret edilen Ahî Yakub mezarı vardır, Ahî Yakub adı, mezarın hemen yanında bir yerde, camiin duvarına yazılmış bir vaziyettedir. Ve yine Akşehir’e yakın Nadir köyünde Ahî Şekerler Tekkesi adıyla bir köşe vardır, burası küçük bir mezarlıktır ve mezarlığın ortasında Ahi’nin mezarı ve mezarının üzerinde bir taş olarak ikiye bölünmüş bir sütun ve bir de su künkü parçası vardır. Mezarın 6-700 yıllık olduğu anlaşılmaktadır, bugün bile oraya gelip mezarın başında mum yakılmaktadır. Bu ermiş simalar hakkında bundan fazlasını da bilmiyoruz. İbn Batuta, Seyahat- nâme’sinde, uğradığı köylerde gördüğü Ahî şeyhlerinden çok bahseder. Onun zikrettiği bu Ahîler, köylerdeki Ahî gruplarını idare etmekte olan ileri gelen Ahî tipleri idi; bunların vazifeleri, köye uğrayan yolcuları karşılamak ve onları ağırlamak… gibi işlerdi; ve diğer bir vazifeleri de bilhassa moral bakımından gençlerin iyi yetişmelerine dikkat etmekti. Konya ili köylerinden bazılarında bugün bile, kendilerine has alâmetleri ve bir de önderleri bulunan birtakım gençlik derneklerinin yaşamakta olduğunu duyuyoruz…”.

“Ahîlerin bu şekilde su tevziatı meselesiyle ilgili bulunduklarını nakleden zatın ilâve ettiğine göre: Kars-Ardahan bölgesinin 1917 yılında Ruslardan geri alındığı sıralarda Türkler buralarda şöyle bir âdetin mevcudiyetine şahit olmuşlardı: Köylerde arazi, her üç yılda bir olmak üzere, her ailenin üyeleriyle mütenasip olarak ve yeniden aileler arasında taksime tâbi tutulurdu. Arazinin mülkiyeti doğrudan doğruya hükümete aitti. Her köylü hükümete vergi yerine bir nevi kira veriyordu. Ve bu kiraya ‘nadel’ dendiği için bu sistemin adı da ‘nadel sistemi’ idi. Rusların böyle bir sistem tatbikten gayeleri, herhalde Rus muhacirlerinin Türk köylüler arasında yerleşebilmeleri ve daha doğrusu onlara da toprak ve arazi verilmesini teminden başka bir şey değildi. Ve toprağın bütün olarak devlete ait olması mefhumunu da Ruslar, bu toprakları kendilerinden 1878’de aldıkları Osmanlıların daha eski olan hukuklarından öğrenmiş olmaları pek muhtemeldir…”.

“Bir diğer taraftan işittiğimize göre, Çorum’un seyrek tesadüf edilen bazı köylerinde bugün bile köyün arazisi, köyde müşterek mal olarak kabul edilmektedir ve toprak taksimini Alevî Babası yapar. Alevîlerin haftada bir defa olmak üzere hususî bir yemekli merasim icra ettiklerini ve bu ziyafette kadınların da bulunduklarını ve şaraplar içildiğini işitmekteyiz. Bu bize çok eski bir zamanın âdetini hatırlatmaktadır. Bu araziyi taksim eden, yukarda bahsettiğimiz Ahî şeyhlerinin de, bu Alevî Baba’larının sonradan almış şekilleri olması pek muhtemeldir; çünkü Ahîlik esasında şehirlerde kurulmuş bir teşkilâttı ve köylerde değil, daha ziyade şehirlerde yaşayan zanaat sahibi kimselerde alışverişi vardı. Kırşehir’de bulunduğumuz sıralarda bize anlatıldığına göre, şehirlerde kurulan Ahî teşkilâtına mukabil olarak köylerin de Bektaşîleri vardı ve hakikaten de, umumiyetle epiküryen şahıslar olmaları bakımından Bektaşîler Alevîlere çok daha yakındırlar”.

“Bu kısa izahat bile bize, burada üzerinde durulması gereken önemli bir noktanın mevcut olduğunu göstermektedir. Ve haklı olarak şunu umarız ki bir gün gelecek elimize daha iyi malzeme geçecek ve biz de, çok eski ekicilik devirlerinden kaynak alan ve Nasturî, Alevî, Bektaşî tarikatlarında ve Ahî lonca teşkilâtı içersinde muhafaza edilmek suretiyle günümüze kadar intikal edebilmiş olan bu nevi âdetlerin daha emin bir izahını yapabileceğiz.”[7]

***

Selçuklu sonrası Küçük Asya kentlerinde ne denli büyük rol oynamış bir kitle teşkilâtı olan Ahîlerin kökeni sorunu, iki taraflı oluyor. Ahlâkî dayanışma prensibi fütüvvet‘e. sahip gençler (fityân) dernekleri, İslâm’ın her yerinde ve her zaman mevcut olmuştur. Bunlar bazen, özellikle Karmatî hareketinden[8] beri gelişmiş ve heterodox doktrinlere bulaşmış olan meslekî topluluklara karışmışlar. Belli bir andan itibaren, Küçük Asya ve bazı çevre bölgelerinde, fityan ya da fütüvvet ve Ahî örgütleri eşanlamlı olmuşlar; işbu ortaklık, 1200’lerde Halife an- Nâcir’in desteğiyle vaki fütüvvet reformu ile az çok eşanlamlı oluyor. Ama bir yandan İslâm’ın sair yerlerinde Ahî adının girdiği görülmezken, bir taraftan da mezkûr halifeden öncelerinde Ahî’ler mevcut oluyor ve bu dönem içinde bunların ne Küçük Asya, ne de fütüvvet‘le özel ilişkilerinin bulunduğu görülmüyor. Şu halde, fütüvvet’inkinden ayrı bir Ahî’lerin kökeni ve de Küçük Asya toprağında bunların karşılaşmaları ve özel gelişmeleri sorunu mevcut oluyor.

Doğrusu arandığında ilk Ahî’ler hakkındaki bilgilerimiz nadirdir. Bugüne kadar bunlara dair saptanmış en emin söz, Jullabî Hucvir’nin 460 / 1068-1069’da, az önce ölmüş bir Ahî Ferec Zencanî hakkında söyledikleri oluyor. Hucvirî işbu Ahî Ferec’i, İran’ın Kuzey-Batı’sındaki mutasavvıfların (mistiklerin) listesinin başında gösteriyor ve onu başka hiçbir türlü tefrik etmiyor yani ona göre bu kişinin İranlı olmadığını ima etmiyor. İşbu Ahî Ferec belli bir şöhrete sahip olmuş olmalıydı şöyle ki Devletşah tarafından muhafaza edilmiş bir geleneğe göre şair Genceli Nizamî’yi Ahî Ferec’in bir tilmizi yapıyor, o ise ki bu iki insan arasında doğruca bağlantı mümkün değildir, zira Nizamî’nin XII. yy.da yaşamış ise de Ahî Ferec’e bağlı çevrelerle ilişkili olabilecek bir mutasavvıf olduğu biliniyor. Bütün bunlar bizi İran’ın Kuzey-Batısına taşıyor.

Ne olursa olsun ilk Ahî’ler İran alanında yer alıyor ve bunların İranlı olmadıklarına dair hiçbir düşünceye rastlanmıyor. Selçuklu fethinin ilk zamanlarında ölmüş Ahî Ferec’in Türk olması, gerçi gayri mümkün değilse de az olası görünüyor.

Küçük Asya’da emin olarak bilinip de bugüne kadar tekzip edilmemiş ilk Ahî, an-Nâcir’in fütüvvet kuruluşunun ve Nizam’ın ambleminin Selçuklu sultanı Keykavus’a (612/1215-16) gönderilmesinin hemen ertesinde görülüyor; yakın zamanda Türkler tarafından fethedilmiş Antalya’da akdedilmiş bir sözleşmenin tanıkları arasında, Kayseri kökenli bir Ahî Eminüddin Mahmud B. Yusuf bulunuyor. Aynı dönemde, daha belirsiz bir şekilde bir yazıta göre oğlu 661/1262-63’de Divriği’de ölmüş bir Ahî Abdürrahman ile Ahî Naturî ki bu sonuncusu için Eflâkî, Mevlana’nın sağlığında 110 yaşında (?) öldüğünü, bunun babası Bahaüddin Veled’in VII. /XIII. yy. başında tilmizi olduğunu ve Konya’da Kürkçüler Hamamı’nda oturduğunu söylüyor.

XII. yy.da Küçük Asya’da Ahî var mı idi? Bu dönemde bu ülkedeki Türk tarihi hakkındaki vesikalar o denli zayıf ki bunların sükûtundan herhangi bir sonuca varılamıyor. Söylenebilecek tek şey, Eflâki’nin, XIII. yy. sonunun bazı Ahî eşrafı bir Ahî Türk’ün ahfadı olarak telâkki ettiğidir. Bundan ilk Türk Ahî’nin bahis konusu edilmiş olduğu sanılır; bu Ahî Türk, Mevlana’nın yeni doğan cemaatinin idaresini tevdi ettiği ve 683/1284’te ölen Hüsameddin’in büyük dedesi imiş. Şu halde bu ata kesin olarak XII. yy.da yaşıyordu. Ama Eflâkî onun Urmiye’li olduğunu söylüyor ki biz böylece yine Kuzey-Batı İran sahasına dönmüş oluyoruz. Hüsameddin’in kendisine gelince, onun Ahî olduğunda şüphe yok zira Eflâkî onu gençliğinde Mevlana’ya geldiğinde, beraberinde fityan’ları ile birlikte gösteriyor. Bu keyfiyet, Celâleddin’in birçok tilmizinin Hüsameddin’e besledikleri düşmanlığı izah ediyor.

Eflâkî buna benzer daha birçoklarını zikrediyor. Yarı efsanevî Ahî Evran, XIII. yy.ın ortasında yaşamış olmalıydı. Bu asrın sonunda, Ankara’da, Niğde’de vs. Ahi’lerin varlığı saptanmaya başlanıyor.

Ünlü Türkolog-tarihçi Claude Cahen, ilk Ahî’lerin izini sürmeye devam ediyor ve bu yolda birçok ayrıntı veriyor ki biz bunları buraya almıyoruz.[9]

***

BTL, Ahî, Ahiler için şu tarifi veriyor: “İsm-i has-Arapça: Kardeş manasına. Selçukîlerin son zamanlarında zuhur eden taife-i sofiye. Bunlar, birbirlerine karşı kardeş muamelesi yapar ve insanlara hizmet ve muavenet gibi fezail-i ahlâkiyeyi (ahlâkî faziletleri) talim ederlerdi. Sonraları, teşkilâtlarından bilistifade, Ankara ve Sivas taraflarında bir hükümet de tesis etmişlerdi”.

***

M. Zeki Oral, Niğde’nin Dündarlı köyünde gördüğü Gençler Demeği hakkında ayrıntılı bilgiler veriyor (Dündarlı, Toroslar’ın bir kolu olan Aladağ’ın Kayseri’ye doğru uzanırken çevirdiği kıvrımın başladığı yerdedir.). Ayrıntılarına girmeden önemli gördüğümüz bazı hususları Oral’ın kaleminden aktarıyoruz. “Gençler Derneği, köyde 12-20 yaşları arasındaki bekâr gençlerden kurulmuştur. Bekâr dul erkekler bile bunlara karışamazlar. Gençler Derneği’nin kendisine göre teşkilâtı, bayrağı, yasası, odası vardır. Gençler Derneği, aralarından iyi huyluluğu, dürüstlüğü, civanmertliği ile tanınmış ve sevilmiş üç genç bekârı açık oyla Yönetim Kurulu (olarak) seçerler. Bunlara Yiğitbaşı, Gönüller ağası, Bayraktar derler…”.

Köyde 12-15 yaşlarına gelmiş bekârlardan Derneğe girmek istediğini Yiğitbaşı’na söyleyen bir genç Derneğin üyesidir. Bu üyelik evleninceye kadar devam eder…”

Oral, işbu Yiğitbaşı, Gönüller ağası ve Bayraktar hakkında ayrıntılı bilgi veriyor ve şunları söylüyor: “… Dündarlı Köyü’nde 300 seneden beri devam ettiği tevatüren bilinen Gençler Derneği’ni daha eski zamanlara getirmek icap eder… İçtimaî tarihimizde büyük bir önemi olan Ahîlik ile birçok bakımlardan benzerlik, hattâ ayniyet ifade eder…”[10]

***

Yine ünlü Türkologlardan Fr. Taechner de Ahîlik konusunu incelemiş. Ona göre Ahî, Anadolu’da XIII-XIV. yy.larda, esnaf loncaları halinde örgütlenmiş, fütüvvet idealini benimsemiş ve başlıca zanaat erbabı arasından seçilen gençler derneğinin önderlerine verilen ad oluyor. İbn Batuta bunu Arabî “kardeşim” için kullanılan sözcüğe bağlıyor; ancak bu izah, her iki sözcüğün eşsesli (homonym) şeklinde bulunduğu gibi Kaşgar Türkçesinde de akılık (cömertlik) olarak geçiyor.[11]

Fütüvvet sahibi olarak nitelenen Ahî tabiri, VII./XIII. yy.dan önce bile ortaya çıkıyor. Örneğin sofi Şeyh Ahî Ferec Zincanî (ölm. 1065) sayılıp yine Ahî unvanını haiz olduğu söylenen, şair Nizamî’nin (doğ. 1141) hocası da böyle nitelenmiş. Bununla birlikte sadece VII./XIII. yy.da bu ad tüm Orta-Doğu’da ve özellikle Anadolu’da sık görülmeye başlanmış.

Ama XV. yy. içinde tedricen yok olma yolunu da tutmuş.

Daha özel anlamında Ahîlik, fütüvvet örgütünün Selçuklu Anadolu’sunun geç dönem ve sonrasında iktisap ettiği bir özgül şekil oluyor.

Rûm Selçuklu devletinin çözülmesi ve Anadolu’nun Beyliklere bölünmesi sırasında, çağdaşlar ya da hafifçe daha geç yazarlar (İbn Bîbî, Aksarayî, Eflâkî…) Ahî’leri runûd (rind’ler) önderleri olup Bağdat’ın ayyarûn‘unun faaliyetini hatırlatan hareket içinde gösteriyorlar. Herhangi bir hükümdarın oturmadığı kentlerde bir tür hükümet kurmuş olup emir rütbesini ihraz etmişler. Bazen de kazaî yetkeyi kullanmışlar (Konya). Bunların konumu, Sivas’ta oturan Moğol idaresinin erişemediği Ankara’da özellikle güçlü olmuş. Ankara’da işbu Ahî’lerin en zengin ve kudretlisi olan Şerefeddin, mezar taşında (751/1350) kendisini Ahî-i muazzam tesmiye etmiş. Müverrih Neşrî’ye göre I. Murat işbu Ahîler‘in elinden kenti teslim almış. Keza, ilk Osmanlı idarecilerinin çevresinde bunları görüyoruz. Bunlardan bazıları Bursa’nın fethine iştirak etmişler.[12]

***

Bundan sonra Taeschner, Kırşehir’de Ahî Evran Tekkesi’nin şeyhi olan Ahî Baba’yı irdeliyor. Bu kişi, Anadolu, Rumeli ve Bosna’ya, özellikle debbağ ve sair deri işleyicilerden (semerci, ayakkabıcı…) Türk loncalarına ve bunların Ahî Baba unvanı verilmiş başlarına vekil tayin ediyor. Bunlar Ahî Baba vekili oluyorlar. Bunların başlıca görevi, çırakların (acemilerin) bu loncalara sülûkunu sağlayıp kuşak, peştemal bağlama törenini idare etmek olup buna karşılık belli bir ücret alıyorlar. Bunlar tüm Türk lonca teşkilâtım yavaş yavaş denetim altında alıyorlar, nüfuzlarını hem Anadolu, hem de Avrupa illerinde sair loncalara da teşmil ediyorlar, kendileri için büyük güç ve Kırşehir’deki tekke’ye büyük zenginlikler sağlıyorlar.

Ahî Baba’lar, Ahî Evran’ın ahfadından olma iddiasını sürdürmüşler.[13]

***

Türk debbağlarının (sepicilerinin) koruyucu azizi, yan efsanevî Ahî Evrân’ın Kırşehir’deki XV. yy.da inşa edilmiş türbesinde 854/1450 ve 886/1481 tarihleri okunuyor. Alâüddevle B. Süleyman beg adının sonuncusu, muhtemelen Zülkadiroğulları ailesinden ve böylece de II. Mehmed’in kayınbiraderi, bir tekkeye bağlı olup burası bir ziyaret mahalli olmuş. Taşköprüzâde onu, Orhan dönemi şeyhleri arasında zikrediyor. Adı keza II. Murad zamanında kaleme alınmış Hacı Bektaş’ın Vilâyetnâme‘sinde de geçiyor. Her ne kadar Gülşehrî’nin muhtemelen azizin ölümünden az sonra tertiplenmiş mesnevî’si Kerâmât-ı Ahî Evrân‘da kerametlerine hafifçe değinilmişse de mezkûr Vilâyetnâme‘de bunlar efsanevî veçhelerle bolca işlenmiş. Bu sonuncusunda dikkate değer husus, Ahi’nin Hacı Bektaş’ın bir tilmizi olarak değil, bir dostu olarak takdim edilmiş olmasıdır.[14]

***

Biz yukarıda Osmanlı üst tabakalarının tüccara kız vermediklerinden söz etmiştik. İstanbul Belediyesi tarihinin başyapıtı olan “Mecelle-i umur-u belediye”de müellif Osman Nuri, bizi teyiden şunları söylüyor: “… evailden milletin sırtından geçinen kimseler esnaf gibi temin-i maişet edenleri hakir görüyorlardı… Bizde esnafın vaktiyle pek dûn (aşağı) ve şayan-ı merhamet bir sınıf-ı içtimaiye telâkki edildiğini göstermektedir.”

“Esnafın bu kadar dûn bir mertebede bulunmasına sebebiyet veren hususattan bir mühimmi de, inhisar-ı beyiğ ve şiranın (satış ve satın alış) ve bunun levazımından olarak gediklerle narhın mevcudiyetidir ki… bu cihetler esnafı maişetçe mahdud ve maksur (alıkonulmuş) bir halde bırakarak fakr ve sefaletlerine ve bilnetice muhakkar (hakir, hor görülmüş) ve dûn bir mertebede kalmalarına sebebiyet vermiştir.[15]

Osman Nuri’yi dinlemeyi sürdüreceğiz.

“Kadîm eserlerle sicilat-ı şer’iye ve fermanlarda muhtelif ve mütenevvi isimlere tesadüf edilmektedir. Herhangi nevî ticaret ve sanatı işleyen kimseleri, meselâ “kasap” gibileri ifade için bunların evveline (önüne) bir “esnaf’ kelimesinin ilâvesiyle esnaf-ı.. kasaban denilmekle beraber bütün esnafı camî tabirler de istimal olunurdu. Bunların başlıcaları:

  1 – Esnaf-ı hirfet, erbab-ı hirfet, ehl-i hirfet, ashab-ı hirfet.

 2 – Esnaf-ı sanat, erbab-ı sanat, ashab-ı sanat, ehl-i sanat,

gibi terkiplerle bunların cemileri (çoğulları) olan: Esnaf-ı hiref, erbab-ı hiref, ehl-i hiref, ashab-ı hiref ve erbab-ı sanayi, esnaf-ı sanayi… gibi tabirlerden ibarettir”.

“Bu tabirler içinde en ziyade kullanılan esnaf ve hirfet ve ehl-i hirfet ile bunların cemileridir. Fakat yine bunlar kullanılmakla beraber pek kadim zamanlarda ve hattâ Osmanlılardan evvel ve sonra “herif ve bilhassa Osmanlılar zamanında da “esnaf’ tabirlerinin istimali taammüm etmiştir (umumileşmiştir)…”[16]

Yani, “esnaf gibi “herif’ sözcüğü de bir aşağılayıcı (pejoratif) manaya bürünmüş”, her iki sözcük az çok eşanlamlı olarak kullanılmış. Halen “esnaf adam” dendiğinde, “küçük hesap peşinde koşan, “ ‘kibarlık’ göstermeyen” kişi anlaşılıyor.

Yine Osman Nuri’yi okuyalım.

“Osmanlılarda esnaf teşkilâtı iki membadan istifade etmiştir. Birisi Şark ve İslâm, diğeri Bizans ve Garp teşkilâtıdır. Türkler İstanbul’u zapt ve payitaht ittihaz ettikten sonra Bizanslılardan birçok şeyler ahz ve iktibas ettikleri gibi… korporasyon denilen Garp’lıların esnaf teşkilâtından da hayli şeyler almışlardır”.

“Bir işe, bir sanata mensup esnafın toplu bir halde ve şehrin muayyen bir mahallinde icra-i sanat ve ticaret etmeleri, lonca teşkilâtı, tenezzühler (gezintiler) tertibi ve bazı hukuk ve imtiyazata malikiyet gibi hususat, hep bu tesire atıf olunabilir…”

“Bugün bile anlaşılıyor ki Osmanlı esnaf teşkilâtının tarih-i aliyye ile bir münasebeti vardır. Esnafın riayet ettiği merasim ve esnafa verilen fermanlarda kullanılan tâbirat buna bir delil teşkil etmektedir. Meselâ, yakın zamanlara gelinceye kadar hemen her Müslüman esnafın dükkânında;

“Her seherde besmele ile açılır dükkânımız,

Hazrettir pirimiz, üstadımız.”

Tarzında bir beyitin levha halinde bir mevki-i ihtiramı (saygılı mevkii) işgal etmekte olduğu görülmekte idi. Yine hatırlardadır ki faraza bir dükkânın alım, satımında, bir adamın bir sanata intisabı anında veya bir dükkâna sahip olduğu zamanda “peştemallık” tabiri de elsine-i nâsda (halk lisanında) deveran ederdi”.

“Bir sanata intisap eden çırağın o sanat için beynel esnaf muayyen bir müddeti ikmal ederek kalfa veya çırak çıkarılması yani kendi başına dükkân sahibi olması merasimine de son zamanlara gelinceye kadar birçok esnaf tarafından riayet edilmekteydi”.

“İşte pîr ve usta ile kalfa çıkarmak ve peştemallık gibi tabirler ianesiyle bugünkü esnaf teşkilâtından bahis eserlere bakılacak olursa onlarda da bir ‘şed bağlamak’ tabirine tesadüf olunur. Bir yine bu eserlerde ‘iptida filân sanatı, filan peygamber veyahut ashap veya veli işlemiştir. Ondan filân öğrenmiştir… Esnafın pîri… dir… Bunun kemerini bağlamıştır’ gibi sözlere de rast gelinmektedir…”

“Kadim esnaf teşkilâtından bahis bir hayli eser yazılmıştır. Ekseriya “fütüvvetnâme” denilen bu eserlere İstanbul kütüphanelerinde tesadüf olunmaktadır… Bunlardan birisinin mukaddimesinde hem eserin sebep ve suret-i telifi, hem de fütüvvetnâmelerin nelerden bahis olduğu, hususiyle fütüvvetnâme mündericatının (içeriğinin) herkese ifşa edilmeyerek bazılarından gizli tutulması lüzumu… hikâye olunmaktadır”.

“Faslın iptidasında esnaflığın bir tarikat olduğu beyan edilmişti. Esnaf tarikatının ‘adap ve erkânı fütüvvetnâme’de şu suretle naklolunmaktadır’:

“Ashab-ı tarikat bu tertibe riayet ederler: Evvel emirde başın traş ederler… Pes (sonra) tövbe ve telkin verirler… bâde tac ve hırka giydirirler. Bâde kuşak kuşatırlar. Ve tuğ ve alem verirler. Ve seccadeye geçirirler. Bâde helva pişirirler. Ve birbirine takke sunarlar…”[17]

“… bizdeki esnaf teşkilâtının bir tarikat olduğu beyan ve bu tarikatın adap ve erkânı ve merasimi izah edilmişti. Bu izahat meyanında bir Ahî tabiri mevcut olmakla beraber esasen debbağ ve kunduracı ve saraç esnafının âmirleri meyanında bir de Ahî baba‘ya tesadüf olunmaktadır”.

“Bundan maada yakın zamanlara gelinceye kadar Anadolu’nun Ankara, Kayseri ve Kırşehir taraflarındaki esnafın Ahî namındaki şeyhlere hürmet ve riayet ettiği ve hattâ senenin muayyen bir gününde Kırşehir’den civar beldelere birtakım Ahî şeyhleri gidip mezkûr beldelerden çıraklıktan kalfalığa terfi edecek esnafa mevsim-i mahsusa ile peştemal bağladığı işitilmektedir.”

“Ahî teşkilâtının… izah edilen fütüvvet tarikinden başka bir şey olmadığı şüphesizdir.[18] Ancak, fütüvvet tariki umum esnafı camî olduğu halde Ahîlik en ziyade debbağlık, kunduracılık ve saraçlık gibi sanatlara inhisar ettiği sanılmaktadır. Evliya Çelebi’nin, her gezdiği yerde debbağ ve saraçları “Ahî Evren mensupları” addetmesi bu zannı takviye ettiği gibi… Yakın zamanlara kadar debbağların ve saraçların başında “Ahî baba” namında bir âmirin bulunması da Ahîlik bekayasının Devlet-i Osmaniye’nin teşekkülünden sonra ancak debbağlar ve saraçlar arasında kalabilmiş olduğunu gösteren delâildendir”.

“Meselâ Evliya Çelebi Edirne debbağlarından bahsederken ‘debbağhane’de beş bin kadar Ahî Evren köçeği, fetâ ve tüvana, serbaz, şahbaz yiğitler çıkar’ demektedir.”

“İstanbul debbağ ve saraçlarından bahsederken de yine bunların Ahî Evren’e mensup olduğunu yazıyor. 1061 senesinde İstanbul’da esnaf tarafından vukua getirilen isyanı mevzu-u bahis ettiği sırada: “İptidâ Saraçhane’den Ahîler bayrak, tal ve kudüm kaldırıp cümle dükkânlar kapandı ve camiler kilitlendi” demesine bakılırsa Saraçhane’de de Ahî teşkilâtının uzun müddet yaşadığı anlaşılıyor…”

“… Ahîler talim ve terbiye müesseselerinin kifayeti karşısında yalnız tesanüt ve icra müesseselerini ihdasa çalışmışlar ve bunun için olanca himmetlerini sanayi erbabını zaviyelere bağlamaya, nizamnamelerinde mukayyet olan birkaç sanat müstesna olarak tekmil sanatkâr gençleri elde etmeye sarf ü gayret etmişlerdir. Çıraklar, zaten mensup oldukları sanatlar içinde amelî malûmat iktisap etmiş olduktan cihetle zaviyelerde onlara fen ve sanat namına bir şey gösterilmez. Yalnız ahlâk ve âdab-ı cemiyet öğretilirdi.”[19]

“… 740 maddeyi ihtiva eden Ahîler nizamnamesinin şeyh rütbesini ihraz edenler tarafından tamamıyla öğrenilmesi, istenilmesi, ve başkalarına da öğretilmesi fütüvvetnâme’de emredilmektedir…”[20]

“Türkçede ‘bey ve ’ham’ kalimeleri kadimden beri müstamel ve hattâ Çinceden mehuz (alınmış) olduğu malûm ise de efendi, ağa ve paşanın iptida Osmanlılar tarafından istimal edilmeye başlandığı şüphesizdir. Şu halde bu kelimeler eski Türkçede bulunmamak iktiza eder. Bu üç kelimeden efendi, Rumcadan alındığı iddia olunmaktadır. ‘Ağa’ da, arz ettiğim gibi ‘Ahi’den muhaffettir (hafifletilmiştir). Hele ‘ağabey’, ‘Ahî bey’ yani kardeş bey yahut bey kardeş demek olur ki buna benzer bir tabir olan ‘bey baba’ halâ zebanezddir (dillerde dolaşır)”.[21]

Osman Nuri, bu eserinde Ahîler hakkında bizi burada gereksiz yere uzaklara götürecek ayrıntılar veriyor. Biz, konumuz itibariyle sadece en önemli olarak gördüklerimizi seçip aldık.

***

Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş günlerinde Ahîlerin tarihî ve yan efsanevî rolleri biliniyor. Gerçekten, Osman bey’in faaliyeti sırasında Anadolu’da Ahilik ve Babaîlik diye iki önemli tarikat bulunuyordu. Ahî reislerinden olup Eskişehir civarında İtburnu mevkiinde tekkesi bulunan Şeyh Edebali, o havalinin en itibarlı ve sözü geçen ulularındandı; tahsilini Mısır’da yapmıştı. Osman bey, onun tekkesine misafir oluyor, sonunda kızı Malkon hatunu alıyor ki böylece Ahilerin nüfuzundan istifade sağlıyor. Nitekim Şeyh Mahmud Gazi, Ahî Şemseddin ve oğlu Ahî Hasan da sonradan Osmanlılarda kadı, kazasker olan Cendereli (ünlü deyimiyle Çandarlı) Kara Halil de Ahilerden olup bunların hepsi Osmanlı beyliğinin kurulup büyümesinde hizmet etmişlerdi.[22]

***

Ahî derneklerinin günümüze çıktığını görüyoruz. Nitekim bir gazete haberi (Milliyet 08.07.1985) bize ilginç bir ayrıntı veriyor (bkz. Resim 127): “Bolu’nun Mudurnu ilçesi esnafı, her Cuma günü öğle namazından bir saat önce Ayakkabıcılar ve Demirciler Çarşısı’nda safta dizilip XIII. yy. sonlarından beri sürdürdükleri geleneklerini devam ettiriyor. Bu, Ahîlik ‘Bereket duası’ oluyor.”

“Önceki yıllarda hiçbir ücret talep etmeden yanlarında en az üç yıl çalışan çıraklarına iyi bir usta oldukları zaman kendi elleriyle dükkân açan ve bir nevi diploma yerine geçen ‘destur’la işe başlatan Mudurnu esnafından oturarak çalışanlar ayakta, ayakta çalışanlar oturarak dua ediyorlar.”

Ahî birliklerinin çeşitli meslekleri kapsadıktan ve bunların arasında başlıcalarının debagat ve bıçakçılık olduğu (kendilerine özgü bir bıçağı kuşaklarında taşırlarmış) biliniyor. Bu gerçek göz önüne alındığında Mudurnu esnafının Ayakkabıcılar ve Demirciler Çarşısı’nda toplanmaları izahını buluyor.

***

“İstanbul kadısına hüküm ki bir mektup gönderüb mahruse-i mezkûrede (zikredilen korunmuş yer) Yedikule debbağlarına verilen emr-i şerifim mazmununda (anlamında) Sultan Mehmet Han’ın mahmiyye-i mezburede (adı geçen korunmuş yerde) üç yüz yirmi debbağ dükkânı olub ve selhanesinde zebh olunan (mezbahasında kesilen) koyun ve keçi ve sığır derilerinin kadimden zikrolunan dükkanlara debagat eyleyüb ayakkabıları ondan tedarik olunagelmiş iken hâlâ Yedikule kassabları derilerin bunlara verilmeyüb dükkânlar ihdas edüb teaddi iderler (düşmanlık ederler) imiş… (1580).”[23]

Yine aynı tarihli bir fermandan Kasımpaşa’da da debbağların bulunduğunu öğreniyoruz.[24]

***

Ahîliğin bir dinî içerik taşıması, disipline önem vermesi yüzünden kimi araştırmacılar tarafından bir tarikat olarak nitelendirilmişse de Ahîlik diye bir tarikat hiçbir zaman var olmamıştır. Ahîliğin Anadolu’da güçlenmesi ve Ahîlerin çoğalması, XIII. yy.daki Moğol saldırılarının yol açtığı kargaşa ve güvensizlik ortamıyla da yakından ilgilidir. Moğol saldırılarıyla altüst olan Anadolu’da şehir esnafı örgütlenmek zorunda kalmıştı. Bunu yaparken dükkân ve işyerindeki yiğitlerden geniş ölçüde yararlanmak yoluna gidilmişti: Sultanlar ve beyler bu örgütlenmeyi geniş ölçüde desteklemişlerdi. Merkezî yönetimin zayıflaması, Ahîliğin daha bağımsız bir kimlik kazanmasına yol açacaktı.

Defter kayıtlarına göre XVI. yy.da gerek şehir içinde, gerekse kırsal kesimde bulunan zaviyeler işlevlerini sürdürüyorlardı. Asıl üzerinde durulması gereken nokta, bu zaviyelerin geniş ölçüde bir iskân ve kolonizasyon hareketinin başlıca durakları olmalarıdır.[25]

***

Ahî örgütünün İslâm dünyasında görülen fütüvveti andırması kullanılan terimlerin aynı olması ve sistemin işleyişindeki benzerlik, Ahîliği Türkiye’ye özgü olarak nitelendirmeye pek olanak bırakmamaktadır. Genelde örgüt fütüvvet olarak tanımlanıyor, örgüte girmiş olanlar (kardeşim sayıldıkları için Ahî diye anılıyorlardı. Nitekim İbn Batuta, örgüte mensup olanları Ahî-yanü’l-fityan (kardeş yiğitler) olarak gösteriyor.

Yüzeysel bir benzetme ile bu esnaf örgütü, günümüzün iş kollarına göre çalışan sendikalar demektir. Şehirlerden başlayarak köylere kadar yayılan örgütün ana amacı, benzer işlerde çalışanlar arasında yardımlaşmayı sağlamak, meslekî hakları korumak ve topluluk içinde düzeni sürdürmektir. Ahîlik diye bir tarikat hiçbir zaman var olmamıştır.

Ahîlik dinî nitelikli bir meslekî örgüt olduğu için ona yeni girenler hem Ahî müridi, hem de söz konusu mesleğe çırak olmuş sayılıyorlardı. Yeni üyeye fütüvve törenlerinde olduğu gibi hırka ya da şalvar giydiriliyor, beline de kuşak bağlanıyordu. Kuşak kuşanmaya şet bağlama deniliyordu. Ahî olanlar başlarına beyaz yün külâh, ayaklarına da mest giyiyorlardı. Bu külâhlara kalansuva deniliyordu.[26]

Ahîlik örgütünde başlıca üç aşama, basamak vardı. Örgüte yeni giren çırak, ya da işçi, Fityan denen yiğitler grubuna alınmış oluyordu. Meslekte yetiştiği, kendi başına işyeri açıp yönetebileceği kabul edilen çırak, yine düzenlenen bir törenle İhvan basamağına yükseltiliyor, gerçek Ahî oluyordu. Ahîler de kendi içlerinde beş sınıfa ayrılıyorlardı. İhvan‘dan sonra gelen üçüncü aşama ise, serveran (başkanlar) ya da Altılar adıyla anılan bir tür yönetim kurulu idi. Bu grupta gerçekten de altı kişi bulunuyordu. Bunlar, başta örgütün gerçek başkanı ya da şeyhi olan Ahî Baba ile Kethüda, Yiğitbaşı, İşçibaşı ile Ehl-i hibre yani bilirkişi olan iki uzman idi. Her iş kolu böyle oluşurken herhangi bir kentteki Ahî örgütlerinin tümünün başında da Seyhül meşayih (şeyhlerin şeyhi) unvanı verilen bir genel başkan bulunuyordu.

Sıkı bir disiplinin uygulandığı Ahilikte akşam yemekleri topluca yeniyor ve örgüt başkanı Ahî Baba, aynı zamanda şeyh diye de tanınıyordu. İbn Batuta, yemek yendikten sonra topluca taganni ve raks edildiğini, yani müzik (şarkı) eşliğinde semah yapıldığını da kaydediyor. Yine onun önemle vurguladığına göre gün boyu kendi işleriyle çalıdan Ahîler, kazandıklarını akşama getirip Ahî Baba’ya teslim etmekte idiler.[27]

Bu da, örgütte kazancın ortak olduğunu gösteriyor.[28]

***

“Ve döndüm:

“Bir kapıdan Baba İlyas çıktı

Erenler katında ulu kaçıktı

Ayak çıplak baş açık sine üryan

Yarı İslâm idi yan şâman”.

“Ve baktım:

“Bir kapıda var idi kırk bin eren

Ve dahi başında idi Ahî Evren.

“Ve gördüm:

“Bir kapıda Hacı Bayram Sultan

Dolanırdı yöresinde bir can

Ay balkır yüzüne şavkı vurur”.

“Ve bildim:

“Bir kapıda Şeyh Bedreddin oturur

Ve sankim kamu evren

Huzurunda kıyam üzre durur”

“Ve durdum:

“Bir kapıda Akçakoca padişah

Elinde bıçak sakalı nur nur

Bir kapıda Yunus Emre’m oturur

Bilesiz bu benim Anadolu’mdur

(Cahit Tanyol)

(Aktaran Sabahattin Güllülü)

Ahîlik, Selçuklu ve Osmanlı esnaf ve zanaatkârları zümresinin içinde örgütlenmişti. Bu “birlik”, onu doğuran dinî, ahlâkî, sosyal ve ekonomik şartlara geri gidilmeden anlaşılamayacak kadar karmaşıktır. Bu şartlar bizi ister istemez İslâmiyet’in ortaya çıktığı çağlara ve o çağlarda İslâm toplumlarının yapılarına, bir yandan Roma Bizans toplumlarına, bir yandan da Orta Asya Türk toplumunun yapısına çıkarıyor.

Ahîlik, gerçek anlamıyla bu üç kaynaktan gelen etkilerin, Anadolu adamı tarafından Selçuklu ve Osmanlı devirlerindeki Anadolu toplumunu sosyo-ekonomik koşulları içinde yoğrulması ve biçimlendirilmesi olarak karşımıza çıkıyor.[29]

İçinde “Ahî” sözcüğünün geçtiği en eski eserlerde Milâdî 804’te ölen Süheyl Tûsterî’den söz edilirken “Ahî İbrahim” adı okunuyor. Milâdî 1078’de ölen “Ahî Ferec”‘ten bahsediliyor. Bu bilgiler İbn Batuta tarafından tarihin aydınlığına çıkarılan Anadolu Ahî birliklerinin birkaç yüzyıllık bir birikimin ürünü olduklarını ve “Ahî” adının XIII. yy.da Türkistan ve İran Türkleri arasında da kullanılageldiğini gösteriyor.

Eflâkî bize Mevlana’nın (ölm. 1273) çağdaşı olan Ahîler hakkında önemli bilgiler aktarıyor: O zamanların Ahîleri zengin ve nüfuzlu kişiler olup kendilerini korumak için evlerinde ücret karşılığı bir takım gençleri çalıştırmaktadırlar. Bu kişiler, bulundukları kentlerin yönetiminde de büyük ölçüde söz sahibidirler. Ve bu özellikleriyle artık yerleşik hayata geçmiş eski aşiret reislerini hatırlatmaktadırlar. Ayrıca, “Menâkıb-ül Ârifîn” de bir kısım Ahîlerin Mevlevîlerle dost olmasına, müzik ve raks birleşimi olan Mevlevî semâ’larına katılmalarına karşılık bir kısmının Mevlevîleri ve bunların semâ’ını hoş karşılamadığı anlaşılıyor.

Bu eserlerin pek çoğunda adlarından söz edilen Ahîler, sadece belli sanatların üyeleri değillerdir. Bunlar Selçuklu Anadolu’su şehir halkının çeşitli kesimlerinden gelmektedirler. Bu nedenle de “Ahî Birlikleri”yle, gerek tarihinin başlangıcında, gerekse ilk gelişme dönemlerinde, sadece sanatkâr birlikleri olarak karşılaşmak beklenmemelidir. “Bu birlikler Ortaçağın sonuna kadar esnaf ve sanatkâr birlikleri olarak gözükmemektedirler. Çünkü faaliyetlerinin temeli iş ve meslekle ilgili faaliyetlerden meydana gelmediği gibi, üyelerinin alt gruplara bölünmesinde de bu faaliyetlerin etkilerine rastlanmaktadır”.

Ahî Birlikleri’nin Selçuklu Anadolu’sunun sosyal hayatında söz sahibi birlikler olarak ortaya çıkışları, yerleşik hayata geçen Türklerin şehir ekonomisine ve dolayısıyla çeşitli el sanatlarına hâkim olmalarından çok önceye rastlamaktadır.

Her sosyal birlik, içinde oluştuğu toplumun belli bir ihtiyacını karşılamak durumunda olduğuna göre, ideolojik birlikler olarak nitelediğimiz bu ilk Ahî Birlikleri’nin Selçuklu Anadolu’sunda ne tür bir ihtiyaca cevap verdiğini açıklamak gerekiyor. Ancak bundan sonra mezkûr birliklerin toplumun değişik ihtiyaçlarına bağlı olarak değişip, sonuçta sadece esnaf ve zanaatkâr gruplarını içine alan birlikler haline geldiği öne sürülebilir.[30]

Bu itibarla Selçuklu Anadolu’sunda karşılaşılan ilk Ahî Birlikleri’ni içlerinde göçebe toplum değerleriyle yerleşik hayat değerlerini uzlaştıran cemaatler olarak anlamak, bunun için de bu sentezin örgüsü içine giren öğelerin neler olduğunun belirlenmesi gerekiyor. Söz konusu senteze katılan öğeleri niteliklerine göre, tarihî-ideolojik öğeler ve sosyo-ekonomik öğeler diye ikiye ayırabiliyoruz.

Tarihî-ideolojik öğeler şu konulan içeriyor. Fütüvvet, Bâtınîlik ve Melâmîlik, Şamanizm ve Eski Türk gelenekleri. Sosyo-ekonomik öğeler ise Bizans loncalarının kalıntıları ve yerleşik yaşama biçiminin zorunlulukları olarak iki konuda mütalâa ediliyor.

Ahî Birlikleri adı ile andığımız sentezi oluşturan ideolojik öğelerin ilki ve en önemlisi fütüvvet oluyor. Bu birliklere aynı zamanda. “Fütüvvet birlikleri”. Ahîlere “Fetâ”, Ahilerle ilgili kural ve törenlerden söz edenlere “Fütuvvetnâme” denmesi gibi nedenler, bu birliklerin anlaşılmasında fütüvvetin ne derecede önem taşıdığını ortaya koymaktadır.[31]

Biz bundan önce fütüvvete dolaylı olarak değindik, daha sonra da bunu ayrı ve etraflı olarak irdeleyeceğimizden bunu şimdilik burada kesiyoruz. Keza Melâmîliği de bir başka çalışmamızda incelemiş olduğumuzdan[32] onu burada tekrarlamıyoruz.

Dönelim Güllülü’ye kulak vermeye.

Ahilikte Bizans loncalarının konusu hayli tartışmalı. Bu konuda kesin yargı sahibi olanların başında “Türkiye intibaları” adı altında Anadolu’yla ilgili görüşlerini yayınlayan bir Ramsey gelmektedir.

Bu görüşler şöyle özetlenebiliyor: “Kökeni Bizans’tan çok daha gerilere giden loncalar, Anadolu’da hemen her çağda faaliyet halindeydiler. Ve her devletin yönetiminde kendilerine has nitelikleri korumayı başarmışlardı. Anadolu’nun Türkleşmesi olayına bağlı olarak ortaya çıktığı sanılan Ahî Birlikleri de işte bu loncaların devamından başka bir şey değildir. Türkler bu teşkilâtı kendileri kurmamışlar, Anadolu’ya geldiklerinde orada hazır bulmuşlardır. Ne var ki, Ahî Birlikleri gerçekte Bizans loncalarının bir devamı olmakla beraber, bu birliklerde söz konusu loncaların önemli özelliklerinden pek çoğunun kaybolmuş olduğunu görüyoruz. Bu da, Türklerin Anadolu’da buldukları her sosyal kurumu yıkmak ve yerine yenisini yapmamak hatasına bağlanabilir”.

Bizans loncalarının kalıntılarını, Anadolu’daki Ahî Birlikleri biçiminde ortaya çıkan orijinal sentezin öğelerinden biri saymak, Sir Ramsay’ın görüşlerine katılmak manasına gelmez. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, Ahî Birliklerinin loncalardan daha değişik nitelikler taşıdığının kabul edilmiş olmasıdır.

Sir Ramsay’in görüşlerini kesin olarak benimsememekle birlikte, yine de bu konudaki en yaygın yoruma katılan F. Köprülü’ye göre ise, Ahî Birlikleri Bizans loncalarına değil de İslâm dünyasının hemen her tarafında görülen “Esnaf teşkilâtı’na bağlanmaktadır.

Aslında Sir Ramsay olsun, F. Köprülü olsun, konuya farklı açılardan bakmakla birlikte, aynı yanlışa düşmekte ve Ahî Birlikleri’nin Anadolu Türk medeniyetine ait orijinal bir sentez olduğu gerçeğinden uzaklaşmaktadırlar.

Ahî Birlikleri, gerçekte Bizans loncalarına da, İslâmî esnaf teşkilâtlarına da, aslâ onların devamı sayılacak kadar benzememektedir. Ne var ki buradan Bizans loncalarının Ahî Birliklerini oluşturan senteze bir öğe olarak katılmadıkları sonucuna varılamaz. Böylesi bir sonuç her şeyden önce sosyolojik kanunlara aykırıdır. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bomboş bir toprakla değil, yozlaşmış şekliyle de olsa Bizans kuramlarının pek çoğunun yaşadığı şehir ve kasabalarla karşılaşmışlar ve oralara yerleşmişlerdir.[33]

XIII. yy.ın ilk yarısında yaşamış bulunan iki Ahî lideri hakkındaki bilgilerimiz, bu Birliklerin ilk yapıları konusunda bize bazı ipuçları veriyor. Bu Ahî liderlerinden ilki, 1296’da öldürülen Konya Ahilerinin reisi Ahî Ahmed Şah, diğeri de gördüğümüz Edebali’dir.

Eflâkî’den öğrendiğimize göre Ahî Ahmed Şah, son derece zengin ve güçlü biridir. Yüksek ahlâkî değerlerine bağlıdır. Emrinde daima birkaç bin Ahî bulunmaktadır. Ahmed-Şah, Konya’da yaşanan çeşitli kargaşalıklar sırasında, kendisine bağlı Ahîlerle şehirde düzenin sağlanmasına yardımcı olmuş ve çok kez Konya’yı bir kumandan gibi düşmana karşı savunmuş. Hattâ halka zulmetmeye başlayan İlhanlı elçisini bile şehirden kovmuş, bu olaydan sonra da İranlı Gazan Han’a yaranmak isteyen biri tarafından öldürülmüş. Konya âdeta sahipsiz kalmış, bütün şehir halkı mateme boğulmuş, kırk gün hiç kimse dükkân açmadığı gibi, yapılan muhteşem cenaze merasiminde, tabutunun peşinden on beş bin kişi baş açık yürümüş.

Görüldüğü üzere, mezkûr iki Ahî lideri hakkındaki bilgiler, iki ayrı kişilik yansıtmaktadır. Ahî Ahmed Şah’ın dışa dönük, mücadeleci Alp tipinin bir devamı olarak görülmesine karşılık Edebalı, içe dönük veli tipiyle, gaipten haber veren, rüyaları yorumlayan eski Türk “kam”larına benzetilebilir. Bu temel farklara rağmen, her iki Ahî lideri arasında sosyal durumlarına bağlı olarak ortaya çıkan birçok ortak özellikler bulunmaktadır: Ahî Ahmed Şah da, Edebalı gibi her şeyden önce yüksek ahlâk değerlerine bağlı kişilerdir. Zengindirler, çevrelerinde kendilerine bağlanmış, kalabalık ve çoğunlukla silâhlı kitleler bulunmaktadır. Üstelik bu bağlılık tümüyle özel bir bağlılıktır. Hiçbir resmî yönü yoktur. Zaten her iki lider de ne asker, ne yönetici, ne de ulemadan olmadıklarından resmî sıfat sahibi değillerdir. Bunların zanaat ve zanaatkârlıkla doğrudan bir ilgileri yoktur. Yine de devlet, din ve çeşitli tarikat kadroları dışında kalan büyük kitlenin lideri durumundadırlar.

Bu duruma göre, ilk Ahî Birlikleri’nin yüksek ahlâk değerlerine sahip zengin ve güçlü bir lider çevresinde toplanmış silâhlı halk gruplarından oluşmakta oldukları sonucuna varılıyor. Bu gruplar, zengin Ahî liderlerinin kurmuş olduğu ve finanse ettiği zaviyelerde toplanmakta, orada ortaklaşa bir hayat yaşamaktadırlar. Âdeta bir karargâh görünümü taşıyan bu ilk Ahî zaviyeleri, aynı zamanda gelip giden konukların ağırlandığı, büyük şölenlerin verildiği, sazlı sözlü toplantıların yapıldığı yerler olarak ulusal kültürün oluşturulması açısından büyük önem taşıyorlar. Şöyle ki bu zaviyeler, kısa bir süre sonra, büyük halk çoğunluğunu etkileyen birer “ahlâk mektebi” haline gelmişlerdi.[34]

Bu dönem Ahî Birlikleri’nin bağlı bulunduğu ve yaygınlaştırmaya çalıştığı ahlâk değerlerinin, kaynağını eski Türk örf ve âdetinden alan değerler olduğu muhakkaktır. Fakat bu değerler, Ahî birlikleri tarafından ulusal değerler olarak değil de, Fütuvvet ideolojisi içinde gelişmiş değerler olarak algılandıkları öne sürülmektedir.

Bu yüzden söz konusu dönemlerde, İslâmî Fütuvvet Birlikleri’nin hem yönetmelik, hem de ahlâk kitabı olarak karşılaştığımız, hemen hepsi Arapça ve Farsça olan Fütüvvetnâme’lerde Ahî Birlikleri’ne özgü olan yanları ortaya koyacak hiçbir bilgiye rastlanmıyor, öyle ki, ilk Ahî Birlikleri’ne sadece bu Fütüvvetnâme’ler açısından bakıldığında, onlardaki Fütüvvet tanımı, Fütüvvet kuralları, Fütuvvet nispeti (silsile) gibi Fütüvvetle ilgili semboller ve törenlerin hiçbirinde Ahî Birlikleri’nin oluşumunu açıklamadığı ortaya çıkar. Bu birlikleri oluşturan kitlelerin yerleşik hayat düzeni içerisinde yerlerini almaları ve fonksiyon sahibi olmalarından sonradır ki, açıkça ulusal değerlere bağlı birlikler olarak ortaya çıktıkları, hattâ Fütüvvet’i bile Türkleştirdikleri görülüyor.[35]

Ahî Birlikleri’ni oluşturan kitleler, yerleşik hayata ve İslâm medeniyetine geçiş gibi büyük değişmeler içinde yerlerini almaya başladıkça, yavaş yavaş köylü, asker ve özellikle de esnaf ve zanaatkâr olarak toplum sınıflarına katıldıkça, bu birliklerin daha belirgin hale geldikleri kesin, sürekli ve kararlı bir yapı kazandıkları görülüyor. Bu yeni yapının yansıttığı önemli dönüşüm, cemaat yapısı içinde göçebe örf ve âdetinin devamı olarak ortaya çıkan ilk Ahî Birlikleri’nin bundan böyle, özellikle esnaf ve zanaatkârlar zümresini oluşturmaya başladığı yolundadır. Başka deyimle, Ahî Birlikleri, gelişimlerinin belli bir noktasında esnaflaşma ve zanaatkarlaşma süreci içine girmişler, esnaf ve zanaatkâr birlikleri biçimine dönüşmüşlerdir.

Selçuklu Anadolu’suna bakıldığında, Bizans’tan devralınan başlıca kentlerde Türk-Müslüman nüfusunun çok yavaş arttığı görülüyor. Şöyle ki XIII. yy.ın sonlarında Konya, Kayseri ve Sivas gibi en önemli Türk merkezlerinde dahi Hristiyan halkın oldukça kalabalık kitleler halinde bulunduğu biliniyor.

Bu ilk şehir topluluklarında ekonomik hayat tümüyle Hristiyan halkın elindedir. Yani önceleri şehirlerin belirli sayıdaki köy ve kasabadan ibaret hinterlandlara mamul eşya sağlama görevini Hristiyan halk yüklenmiş durumdadır. İçine ilk Ahî Birlikleri’nin de dahil olduğu Türkler, henüz yoğun tüketici kitleler durumundadırlar. Türk şehir topluluğunun tüketici olmaktan çıkışı genellikle zengin ya da büyük toprak sahibi kimselerin çevresinde ortaya çıkan Ahî Birlikleri’nin, esnaflaşmış ve zanaatkârlaşma süreci içine girmeleriyle ilgilidir. Bu dönüşüm bir yandan bu birliklerin yapısını etkilerken, bir yandan da ona yeni işlevler kazandırmıştır. Bu dönüşümün dinamiklerinden biri, yerleşik hayat tarzından ve Ortaçağ şehri ekonomisinden doğan zorunluluklar, İkincisi de bu dönem Anadolu’sundaki Türk kent topluluğunun en geniş kesimini meydana getiren Ahî Birlikleri’nin, Türk-İslâm dünyasında herkesin kendi emeği ile yaşaması gerektiği kuralını yayan Melâmet ideolojisine bağlanmış olmalarıdır. Kolayca anlaşılacağı gibi Ahî birlikleri’nin “Cemaat yapısı”ndan “çıkar birliği yapısı”na doğru gelişmesi anlamını taşımaktadır.

Ahî ahlâkının doğuşunda Fütuvvet ve Melâmet’le formel İslâmî değerler ve göçebe Şamanist gelenekler, yeni bir uzlaşma içinde bir araya gelmekte, bâtınî ideoloji bu birliklerin siyasî ve dinî fonksiyonlarına Batı loncalarının kalıntıları ile yerleşik hayatın zorunlulukları da aynı birliklerin sosyo-ekonomik fonksiyonlarına yön vermektedir.[36]

Ahî Birlikleri’nde ahlâkî işlevlerin ayrıntıları bizi uzağa götüreceğinden kısa bir genelleme ile yetiniyoruz. Ahînin emeğini değerlendirecek bir işi, özellikle bir zanaatı (sınaatı) olmalıdır; Ahî, birkaç iş veya birkaç zanaatla değil, yeteneklerine en uygun olan tek bir iş veya tek bir zanaatla uğraşmalıdır; Ahî, doğru olmalı, emeğiyle hak ettiğinden fazlasını kazanma yoluna sapmamalıdır; Ahî, işinin veya zanaatının geleneksel pirlerinden kendi ustasına kadar bütün büyüklere içten bağlanmalı, zanaatında ve davranışlarında onları örnek almalıdır; Ahî kazancının geçiminden arta kalanını tümüyle yoksullara ve işsizlere yardımda bulunmalıdır.[37]

Ahî Birlikleri, tarikat örgütlenmesine benzer bir örgüt içinde ortaya çıkmakla birlikte, dinle ilişkileri açısından tarikatlardan çok farklı özellikler taşımaktadır. Tarikatların dinî amaçlara yönelmiş olmalarına karşılık, bu birlikler genel olarak iktisadî amaçlara bağlıdırlar.

Ahî Birlikleri’ne hâkim dinî eğilimlerin, özellikle Şamanist değerlerle karışmış olması gerekiyor. Bu karışmayı Ahî Baba’lık statüsü ile, bu birliklerin zanaat anlayışında izlemek mümkündür. Ahî birlikleri’nin yöneticisi durumunda olan Ahî Baba’lar eski şamanlara çok yakın bir kişilik içinde ortaya çıkmaktadırlar. Kaynakların bize tanıttığı Ahî Baba’ların hemen hepsi, tarikat şeyhleri gibi “keramet sahibi” sayılıyorlar. Bu, olağanüstü yeteneklere sahip olma anlamında şamanca bir gücün ifadesi oluyor. Gülşehrî, Ahî Evran’ın kerametini, ondaki bu olağanüstü gücü “dağı tutup yabana sürer idi, ne yere yürü der ise yürür idi” mısralarıyla dile getirmekte.

Efsane, aynı güce dayanarak Şeyh Edibali’nin Osmanlı Devleti’nin geleceğini çok önceden gördüğünü bildiriyor.

Gerek Fütuvvetnâmelerde karşılaştığımız şekliyle, gerekse Ahî Birlikleri içinde işleyen şekliyle, bu dinî hayatın Sünnî olmaktan çok Şiî-Bâtınî bir öz taşıdığı muhakkaktır. Bu birlikler içerisinde, düzenlenmesi kesin kurala bağlı törenlerin hemen hepsinde “on iki imam”, “on dört masum” gibi ifadelerin sık sık tekrarlanması, Ahilerin şecerelerini Hazret-i Ali’ye kadar ulaştırmaları, hep bu Şiî-Bâtınî özelliklerden ileri geliyor.[38]

Ahî Birlikleri’nin siyasî işlevlerinden daha önce söz etmiş olduğumuzdan, konunun daha çok ayrıntılarına girmiyoruz.

Ahlâkî ve siyasî işlevlere, zamanla dinî ve sosyo-ekonomik işlevler eklenmiş, böylece bu birlikler yeni toplum yapısının vazgeçilmez öğeleri durumuna gelmişlerdi. XV. yy.ın sonlarına doğru, bir yandan bu dönem şehir ekonomilerinin gereklerine, bir yandan da Osmanlı merkezî otoritesinin aldığı yeni şekle ve bu otoritenin Batı ekonomisi karşısındaki durumuna bağlı olarak Ahî Birlikleri’nde sosyo-ekonomik işlevlerin diğer işlevleri geri plâna iterek temel işlev haline geldikleri görülüyor. Batı’daki benzeri menfaat birliklerinin adı olan “Lonca-Corporation” adıyla, ilk kez bu dönem Ahî Birlikleri’nde karşılaşmamız da bunu gösteriyor. “Lonca” adının Anadolu’ya nasıl ve ne şekilde girdiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, İtalyan ticaret merkezleriyle yakın ilişkiler sonucu İtalyancadan alınmış olduğu düşünülebilir.[39]

Ahî Birliklerinin, ne Batı Ortaçağında görülen “Corporation”ların, ne de Arap dünyasındaki Fütuvvet Birlikleri’nin devamı olmadıkları sonucuna varılıyor.

Bu görüşlerin karşısında yer alan, ve Ahîliğin temelde Kur’an’a ve Peygamber’in Sünnetine dayandırıldığı iddia edilen prensiplerinin, tasavvufta önemli bir yeri bulunan “uhuvvet”i hatırlatmasından dolayı da kolayca kabul görüp yayıldığı ileri sürülüyor ve bu teşkilâtın Anadolu’da kurulmasında fütüvvet teşkilâtının büyük etkisinin olmuş olduğu iddia ediliyor.

Ahîliğin kuruluş tarihine ve Selçuklu devletinin zayıf anlarında oynadığı role ait daha önce vermiş olduğumuz ayrıntılar tekrar edilip şöyle deniliyor: “Anadolu’da Ahîliğin kurucusu olarak bilinen ve İran’ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasiruddin Mahmûd (ölm. 1262) sonraları Ahî Evran ismiyle anılmıştır. Özellikle I. Alâeddin Keykubad’ın büyük destek ve yardımıyla bir taraftan İslâmî-tasavvufî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zaviyelerde şeyh mürit ilişkilerini, diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî hayatı düzenleyen Ahîliğin Anadolu’da kurulup gelişmesinde Ahî Evran’ın büyük rolü olmuştur.”[40]

***

Tanınmış Rus Türkoloğu V. Gordlevskij, Türkiye’de zanaatkâr birlikleri üzerine iki etüt yazmış; Georges Vajda bunları özetleyerek veriyor. Daha kısa olan makalesinde Gordlevskij önce, konu hakkında aydınlatılması gereken sorunlara işaret ediyor: Üretimin tekniği, zanaatkâr birliklerinin sosyal ve ekonomik önemleri, bunların örgütlenmesi Evliya Çelebi’nin İstanbul’daki zanaatkâr loncaları üzerine verdiği bilgileri hatırlattıktan sonra bu derneklerin dinî karakterini vurguluyor: Kimi dernek, üyelerine müşterek namazı icbar ediyor, bir diğeri de sığınma hakkına sahip oluyor, ama bunların hepsi, kökenlerini büyük bir dinî kişiye bağlayıp onun gününü kutluyorlar, nihayet hepsi, onları sıkıca tarikatlara bağlayan dinî törenlere iştirak ediyorlar. Yazar, bir Türk gazetesine göre işbu törenin, Anadolu’nun bir kasabasında Birinci Cihan Harbi’nden sonrasına kadar kutlandığı şekliyle naklediyor.

Makalenin ikinci kısmı Ahîler tarihinin ana çizgilerini belirtiyor. Bunların kökenlerine gelince, Şiî ve İranî çevrelere gönderecek birçok belirtiyi zikrediyor (örgütlenme, Şiî tabirler, kurucuların şecereleri). Bunlar, yadsınamaz şekilde, yine siyaset üzerine etkili olmaya çalışan Bektaşîlerle ilişki kuruyorlar. Örneğin, Yeniçeriler bunların orduda temsilcileri oluyorlar; işbu askerî zümrenin zanaatkâr örgütleriyle yakınlıkları kaydediliyor. Başlarında sivri külâh taşımaları, dıştan olsun, onları Ahîlere benzetiyor.

İkinci makalesinde Gordlevskij, Ahî Evran’ın himayesinde bulunan zanaatkârlık örgütlerini tetkik ediyor. İşbu efsanevî kişiye müteallik gelenek, XV. yy.dan itibaren ortaya çıkıyor.

Şeceresi ve gençliği hakkındaki tevatür bir yandan, Fütüvvet hareketlerinin ihtiyaçlarına uyarlanmış sözde tarihî Gazilik geleneğine bağlanıyor. Bunda kahramanlar, Peygamber’in amcası Abbas’ın oğlu yapılıyor. Gençliğinde Sultan Ahî Evran Mahmud, Resûl’ün gazalarına iştirak ediyor ve bayraktarı oluyor; bu savaş başarıları sayesinde Ahî’nin bir kızını alıyor. Düğün yemeği sırasında boğazlanmış hayvanların derilerini şaşırtıcı bir hızla hazırlıyor, bunun üzerine Ahî ona şed bağlıyor, onu debbağlara gönderip işinden çıkarıyor. Sonra, kahramanımız seyahat ediyor, birçok ülkeyi geziyor. Kırşehir’e vardığında burada bir zaviye tesis ediyor ve kerametler gösteriyor, ama nihaî olarak sakinlerin büyük hayranlığına, onları sürekli rahatsız eden bir ejderhayı yakaladıktan sonra nail oluyor.

Başka bir efsane dönemi de Ahî Evran’ı, mesleğinin başlangıcından itibaren faaliyet alanı olan debbağların velisi yapıyor.

Bu efsanevî verilere şaman karakterli mitolojik unsurlar da ekleniyor. Ahî Evran yılana dönüşüyor ya da türbesinde sürüngen şeklinde görünüyor. Söylendiğine göre “Evran” sözcüğü, Anadolu Türkçesinde “yılan” demekmiş.

1569’da ölmüş tarihçi Ali Çelebi, Ahî Evran’ın önce Sadeddin Konevî’nin (ölm. H. 673) bir tilmizi olmuş olup daha sonra, bahçıvanlık ettiği Denizli’ye nakl-i mekân ettiğini ve Kırşehir’de öldüğünü anlatıyor.

Kırşehir’deki türbenin, etkisini bütün ülkeye nasıl yaymış olduğu açıkça görülemiyor. Gordlevskij’nin ortaya arttığı bir varsayıma göre Ahîler, siyasî önemlerinden düşünce, makarrlarını Kırşehir’e taşımışlar, şöyle ki burası Osmanlı gücünün ekseninden uzak ve aynı zamanda Anadolu’nun büyük kutsal mahallerinin (Ankara’da Hacı Bayram, Hacı Bektaş’ta Hacı Bektaş, Konya’da Mevlana) ortasında bir merkezî konumda oluyordu.

XVII. yy.da Ahîler, heretic Şiîler olarak tanınıyorlardı.

Ahîlerin bir şikâyeti üzerine 1270 tarihli bir ferman, Amasya ve Merzifon’da yaşayan Hristiyan Ahîlerin ahfadına debbağlık etmeyi ve “usta” unvanını taşımayı men ediyor. Böyle bir tedbir, zanaatkârlıkta Hristiyan unsurunun artışını gün ışığına çıkarıyor.[41]

***

Dr. Gültekin’in 24.05.1938’de Fatih Halkevi’nde, bu konularda verdiği konferanstan[42] seçtiğimiz bölümleri aktarıyoruz.

Selçuklu döneminde ev sanatı ve ücretli sanat (sınaat-zanaat) yerine dükkân ve pazar sanatı kaim olmuştu. Az zamanda sanat ürünleri, şehir ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra dışarıya ihraç edilmeye başlanmıştı. Kentlerde geniş pazar yerleri, çarşılar vücuda geldi.

21 Nisan 1925 tarihli Meslek Gazetesi’nde “Eski Türkiye’de iş teşkilâtı” başlıklı imzasız yazıda “Fütüvvet, bu tarike salik olanlara (sülük edenlere) Fitan ve Ahî denilmiştir. Bu tarike kimin gireceği Fütüvvetnâme’lerde söyleniyor. Bu tarik ancak esnafa mahsustur” deniyor.

Avrupa’da, bilhassa Almanya’da Corporation’lar bey ve hükümdar sarayında çalışan ve nim köle vaziyetinde olanlar tarafından kurulduğu halde, Türk esnaf teşkilâtını, serbest Türk tüccar ve sanatkârı kurmuştur. Bu teşekküllere giren tüccar ve sanatkârlar sayı itibariyle mühim bir yekûn tuttukları gibi iktisadî kudret ve kuvvet de ellerindeydi. Böyle mühim bir kuvvetten istifade etmek isteyen Selçuk hükümdarları da bu teşekküle giriyorlardı. I. İzzeddin Keykavus (1210), esnaf teşkilâtına girdiği gibi birçok askerî kumandanlar, hudutlarda Alp mensupları, kadılar, müderrisler, şeyhler de bu teşkilâta dahil olmuşlardı. Bir kimsenin hem Ahî hem Alp teşkilâtına mensup oluşu, esnaf teşkilâtlarının hükümetin zayıf anlarında muvakkaten idareyi eline alması, esnaf birliklerine dahil olanların aynı zamanda zaviyelere kaydedilmesi, zaviyelerde ve çıraklık, kalfalık, ustalık merasiminde dinî ayinler yapılması, müellifleri epeyce şaşırtmıştır. Bilhassa Ahî teşkilâtından bahis (bahseden) eserlerin, “Fütüvvetnâme” adıyla anılması, fütüvvet erbabı ve Ahî kelimelerinin sinonim (eşanlamlı) kelimeler gibi kullanılması, Ahî teşkilâtını bir Fütüvvet tarikatı olarak kabul ettirmek yolunu açmıştır. Fakat Prof. Köprülü Fuad, din âleminde Fütüvvet tarikatı namında bir tarikatın mevcut olmadığını söylüyor.

Esnafın kendilerine mahsus elbiseleri olduğunu İbn Batuta şöyle anlatıyor: “… arkalarında kaba’dan libas ve ayaklarında mest bulunur. Her birinin belinde olan kemere iki zirâ (arşın) tulünde birer bıçak asılıdır. Başlarında softan beyaz kalemsüve olup her kalemsüvenin tepesinde bir zirâ tulünde ve iki parmak arzında bir tayalsan (sarık) mevcuttur. Bunlar toplandıkları vakit her biri kalemsüvesini çıkarıp önüne koyar. Başında zerdhanî’den (sarı kumaş) yahut sairden mamul ve manzarası güzel başka bir kalemsüve kalır…

Fuad Köprülü de “ilk piyade teşkilâtında Ahî üniformasının alındığını ve I. Murad zamanında Yeniçeri’nin ihdasında bu yeni milis için Ahî serpuşlarının muhafaza edildiğini söylüyor.

Esnaf cemiyetleri, sanatkârları kendi menfaatlerini korumak amacıyla kuruldukları halde, yavaş yavaş amme hizmetlerinden bazılarını, bilhassa içtimaî muavenet işlerini deruhte ettiklerinden (üstlendiklerinden) hükümet tarafından geniş siyanete (desteğe) mazhar olmuş ve birtakım hak ve imtiyazlar bahşolunmuştur. Esnaf cemiyetlerinin hükmî şahsiyeti haiz olup olmadıkları nazariyat yönünden münakaşa edilebilir fakat tatbikatta kendilerine hükmî şahıs gibi muamele ediliyordu.

Ahî Evran, Horasan taraflarından olup asıl ismi Şeyh Mahmud Nasıreddin’dir. Sultan Orhan zamanında Kırşehri’ye hicret etmiştir. Çankırılı Hacı Şeyh oğlu Hasan, Ahî Evran’ın Ahîlik tarikatının müessisi olduğunu söyler. Bu, hakikate uygun değildir. Esnafın Ahî Baba’ları, kendi aralarında intihap olunurdu. Yalnız debbağ Ahîleri, Ahî Evran ahfadı tarafından tasvip edilmekte idi.

***

Dr. Gültekin’in yukarda sözünü etmiş olduğu “içtimaî muavenet” işlevi içinde Ahîler kalite kontrolü ve tüketicinin korunması işlevini de üstlenmişlerdi.

Ahîlikte kalite kontrolü genellikle “Kethüda”lar tarafından yapılmaktaydı. İmalâtın standartların altına düşmesi, sahte mal imal ederek hakikî mal gibi piyasaya sürülmesi vb. hususlar, esnaf arasında da tepki ile karşılanıyor, bu gibi halleri tespit edilenlerin esnaflıktan çıkarılması ve ticaretten men edilmesine kadar gidiyordu. Bu tür çürük ve sahte mal imalâtında ısrar eden esnafın pabucu ayağından çıkarılarak işyerinin damına atılırdı ve pabucu dama atılan esnaf artık işyerini kapatmak zorunda kalırdı. Halk arasında “pabucu dama atıldı” deyimin menşei bu olaya dayanıyor.

Ahîlikte kaliteli mal üretmek ve böylece tüketiciyi korumak amacı ile malların imalatında birtakım esaslar tespit edilmişti. Meselâ bıçakçıların, kılıç imal edenlerin, dokumacıların, şişe – cam imalâtçılarının, belirli malları imal ederken mamullerinin cinsine göre hammaddesinin cinsi, gramajı ve üretimde kullanılacak tekniğe kadar pek çok husus bir tüzük halinde belirlenmişti. O dönemde dokumacılıkta en muteber olan dokumalar Şam işi dokumalar olduğundan, Şam dokuma tekniği ile imal edilen mamuller rağbet görmekte idi. Ahîlik tüzüğünde bu yüzden Frenk işi olarak (yani o teknikte) dokunduğu halde bir mamulü Şam işi diyerek müşteriye vermenin suç olduğu açıkça yer almaktaydı. Aynı usuller, fırıncılar, lokantacılar, kasap, manav, sebzecilere… de uygulanıyordu.

Bugün dünyada uygulanmaya çalışılan patent hakkı, Ahilikte bir malı icat eden esnafın aslî hakkı olarak muhafaza edilmekteydi. Satışa arz edilen bazı mallar genel olarak bütün esnaf tarafından imal edilebilmekle beraber, özelliği olan bazı mallar belirli ustalar tarafından üretilebilmekte, başkaları bu malı üretememekte idi. Herhangi bir usta tarafından icat edilen çeşidin patenti sadece o ustaya aitti, diğerleri bu malı imal edemezdi.

Ahîlik aslında üreticiyi korumak amacı ile kurulmuş bir esnaf teşkilâtı gibi görünmesine rağmen çalışmayı, üretmeyi ve esnaflığı bir ibadet telâkkisi içinde değerlendiren, çok çalışmayı ve çok kazanmayı insanların ve toplumun yararına olarak değerlendirme esprisini getiren ve müşteriyi “veli-i nimet” olarak gören bir kuruluştu.[43]

***

Refik Soykut, büyük ölçüde hissî ve geçmişin özlemi ile dolu eserinde, buraya kadar söylediklerimizin dışında bir bilgi vermiyor. Ancak, yazdıklarından bazılarını, ilginç birer ayrıntı olmaları itibariyle iktibas ettik:

“Yıl 1957, Maraş… Eylül’de bir gündü…”

“İkindi namazından sonra Ulu Camii arkasındaki çarşıda dolaşıyorduk. Levazım üsteğmen’i arkadaşımla birkaç malzeme daha alıp ordugâha dönecektik. Bir dükkâna girdik, selâmlaştık, kısa ayaklı birer hasır iskemleye buyur edildik. Pazarlığımızı yaptık, istediklerimizi aldık, ayrılacaktık. Dükkâncı bırakmadı, birer çay ısmarladı, söz arasında”

“Nerelisin Binbaşı’m?” dedi. Kırşehirli olduğumu söyledim. Dükkâncıda hissedilir bir değişme oldu. Bir fırsatını bulup nedenini sordum;”

“Benim Kırşehirlilere karşı ayrı bir tutkum vardır. Çünkü bizim pîrimiz Kırşehir’de yatar”…

“Konuşan esnaf, yaşlı ve nur yüzlü idi… Belli ki doğru sözlü ve bilgili idi…”.

“1963’lerde bir gündü… 1940’tan önce Kilis’te bölük komutanlığı yapan arkadaşım Fuat Uluç anlatmıştı:

“Bir öğle sonu bölüğüme eğitim yaptırıyordum. Yakınlarımızda sekiz on kişi türedi, bir ekim dikim yüzünden tartışmaya başladılar. Vakti gelince erata dinlenme verdim, bir ağacın altına gittim, seyretmeye başladım. Tartışma bir hayli sertleşti, sonra biri atıldı;”

“Boşuna çene çalıyoruz, şeyhimize haber verelim, dedi. Kabul ettiler, birini kasabaya yolladılar. Bir süre sonra önlüğü belinde dolalı kolları sıvalı, 40-45 yaşlarında esnaftan biri geldi. Belli ki işinin başından ayrılmıştı”.

“Şeyh efendi tarafları ve tanık olanları dinledi, kâğıda bir şeyler yazdı, tarlayı gezip inceledi, sonra birtakım hesaplar yaptı, daha sonra da tarafları çağırıp alacak verecek tutarını bildirdi, çekilip gitti…”.

“Kimse itiraz etmedi, şeyhin dediği olmuştu!…”[44]

***

“Ahîlik halka dönük bir düzendir. Kendi nefsini hiçbir zaman diğerinden üstün tutmayan Ahî kişi, mutluluğun büyük payını halka hizmet edip yararlı olmakta arar.”

“Halka dönük oluş, Hakk’a dönük oluş anlamında kullanılır. Bu nedenle Ahîlikte halka gösterilen dibar çok büyüktür… Ahîler, çalıştıkları ve halk yolunda yararlı oldukları derecede Allah’ın rızasını kazanacaklarını ve Allah’a yaklaşacaklarını… umarlar”[45]

***

Ahîlik, terim olarak, XIII. yy.da kurulup belli bir süre içinde belli kurallarla işlemiş esnaf ve sanatkârlar birliğini ifade eder. Örgüt olarak Ahîliğin tanımlanmasına gelince, konu tartışma yaratıyor. Batılı oryantalistler bugüne dek yaptıkları yayınlarda Ahiliğin kökenlerini Doğu’da, özellikle Araplar arasında XI. yy.dan başlayarak gelişmiş olan Fütüvvet örgütüne dayıyorlar. Ama yine de onun Fütüvvetten farklı ve Anadolu Türklerine özgü bir kuruluş olduğunda birleşiyorlar.

Neşet Çağatay’a göre bu görüş yanlış oluyor, şöyle ki Ahîliğin, ahlâkî ve terbiyevî prensipleri, daha önce tasavvufçuların geliştirip formülleştirdiği fütüvvetnâmelerden aldığı şüphesizdir. Ama ne fütüvvetçilik gelişerek Ahilik haline gelmiş, ne de Ahilik fütüvvetin halk arasında yaygın şeklidir. Esasen fütüvvetçilik de tek bir ulusun malı bir kuruluş değildir.

Gerçekten, o zamanki devletler, kişinin can, mal, namus güvenliğini ve adaleti her zaman her yerde gerçekleştiremediklerinden, kendilerini toplumun ahlâk düzeyini kurmakla yükümlü gören din ve ahlâk bilginlerinin tespit ettikleri kurallara uyan gençler, tek tek, fakat çoğu kez bir örgüt halinde halka yardım ediyorlardı. Bu örgütler, İslâm öncesi çağlardan başlayarak Horasan ve Türkistan’da Türkler arasında Alpler, Alp erenler, cavlaklar vs, İran’da civanmerd, rind vs., Araplar arasında Ayyar, Sâtır, fütûvveci vs. gibi adlar altında oluşmuşlar. Anadolu’da fütüvvet sahibi kişi, Ahî adını almamış. Ahî olma koşulları bir kez ana prensip bakımından fütüvvetçilik meziyet ve sıfatlarını haiz olduktan başka, adayın bir meslek veya sanatı olması şarttır. O ise ki fütüvvetçi olmak için meslek veya sanat sahibi olma zorunluluğu yoktur.[46]

Kişiliği üzerinde gerçek mi? Hayalî mi? Tartışmalarının yapıldığı Ahî Evran’ın hayatı ve kişiliği tarih boyunca karanlıkta kalmış. Kırşehir’de kendi adını taşıyan mahalledeki Ahî Evran camiine bitişik olan türbesinde yattığı bilinen Ahî Evran Şeyh Nasırüddin Mahmud’un 200 seneye varan bir zaman aracılığı içinde yaşadığı devir dahi tam olarak saptanamamış. Birçok araştırıcı onu faklı devirlere oturtuyorlar. Neşet Çağatay, bizim de aşağıda irdeleyeceğimiz Mikâil Bayram’ın eserinden şunları anlatıyor:

Tam adı Şeyh Nasirüddin Ebü’l Hakayik Mahmud b. Ahmed el-Hoyi olup Anadolu’da Ahî Evran olarak bilinir. 1171 yılında doğmuştur. Nisbet adından Azerbaycan’ın Hoyi kasabasından olduğu anlaşılıyor. Gençliğinde uzun süre Fahrüddin Razi’nin (1209) hizmetinde bulunmuş ve ona talebe olmuş.

İlk tasavvufî terbiyeyi de Horasan ve Maveraünnehr’de iken Ahmed Mesaî’nin (1068) talebelerinden aldığı muhakkak olan Ahî Evran’ın, daha sonra bir Hac yolculuğuna çıktığı ve bu yolculuk sırasında Türk asıllı zengin bir sofî olan Evhadüddin-i Kirmanî ile tanıştığı ve ona intisap ettiği anlaşılıyor. 1205 yılında Sadrüddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak’ın delâletiyle Evhadüddin, Muhiddin Arabî’lerle birlikte Anadolu’ya gelen Ahî Evran, 1206 yılında da Kayseri’ye yerleşmiş ve burada bir deri atölyesi kurarak debbağlık yapmış. Bu yüzden tarih boyunca Debbağların Pîri olarak tanınmış.[47]

Ahîlik, Melâmîlikle de karşılaştırılmış. Melâmîler, her türlü gösterişten uzak, dünya malına yüz çeviren, rindce yaşamayı ilke edinen bir felsefî görüşe sahiptirler. Kendilerini her türlü zevk ve eğlenceden yoksun kılarlar. Ahîlik ise bu tür anlayış ve uygulamanın karşısındadır. Tam tersine, topluma karışmayı, bütün insanlara yardımı kendine prensip edinmiştir. Üyelerin mutlaka bir sanatla uğraşmasını şart koşması onun dünya ilişkisini, topluma bağlılığını açıkça gösterir.[48]

Ahîlik örgüt ve prensiplerine birçok tarikatın, özellikle Bektaşîliğin erkânından, akidelerinden bazı hususlar görünüyor.[49]

Ahîlik bir tarikat olmamıştır. Ahilerde, malûm tarikatlardaki gibi zaviyeler bulunması ve buralarda toplantılar yapılması, bu bapta birçok bilgini yanıltmış. Ahîlik, tarihî ve sosyo-ekonomik zorunlulukların ortaya çıkardığı bir Türk esnaf birliği kuruluşudur. Bunlara XIV., XV. yy.larda, Batı’daki benzeri kuruluşların etkisi olmuş olabilirse de Ahî kuruluşları daima çevresel ve toplumsal karakterini muhafaza etmiş; üretici ve tüketici ilişki ve başlarını en iyi biçimde düzenlemeyi kendisine amaç edinmiştir. Bu kuruluşun temelleri baştan beri o denli sağlam atılmış ki, kuralları zamanın ve toplumun gereklerine ve gerçeklerine o denli uydurulmuş ki, bu kurallar sonradan, şehir ve kasabaların belediye hizmetleri ve bu hizmetlerin kontrolleri için örnek alınmış, narh ve nizamnameleri ya da kanunnameleri şeklinde resmîleştirilmiş. Ahîler, sanatları ya da meslekleri için gerekli hammadde tedarikinden onun işlenişine ve sathına dek her hususu inceden inceye kurala bağlamışlardı.[50]

Başlarda Ahîler, sadece debbağlık ve deri işçiliği ile uğraşırken, bu zanaat kolları sonradan 32’ye varmış. Örgütün kurduğu sağlam meslekî ve ahlâkî düzen, birbirlerine bağlılık ve yardım, onların, öteki esnaf ve sanatkârlar üzerine etki ve üstünlük kurmalarını doğurmuş, gitgide Osmanlı ülkesindeki bütün Türk sanatkârlarını Ahî Baba’lardan ya da onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlilik ve izin belgeleri ile iş görür, sanat icra eder bir duruma getirmiş.

Bu durum XVII. yy.a dek uzanmış ama Osmanlı Devleti’nin Gayrimüslimler üzerindeki egemenlik alanı büyüyüp genişledikçe, sanat ve sanatkârlar çoğalıp dalları arttıkça, bu Müslüman ve Gayrimüslim ayırımı olarak muhtelif dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuş. Bu din ayırımı gözetilmeden vücut bulan, eski mahiyetinden büyük farkı olmayan yeni örgütlenmeye ’’Gedik” denmiş.

“Gedik” kelimesi Türkçe olup tekel ve imtiyaz anlamına gelir ki sahiplerinin işleyeceği işi başkalarının işleyememesi ve satacağı şeyi başkalarının satmaması şartıyla hükümet tarafından verilen senedin içindeki hükümlerin kullanılmak ve yürütülmesi oluyor. Resmî tabir olarak “Gedik” kelimesine III. Ahmed devrinde (1703-1730) rastlanıyorsa da gediğin tekelci karakteri çok daha önce mevcuttu. Bu tarz esnaflık ve sanatkârlık 1860 yılına dek sürmüş. O zamanlar bir sanat ve ticaretle kaç kişi uğraşır ve içinde çalışılan dükkân, mağaza, atölye vs. ne kadar yer varsa, bir zorunluluk ortaya çıkmadıkça mevcuttan çok veya eksik olmaması tekelci kuralı, gerek esnafça, gerek hükümetçe korunduğundan, bir kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de münhal olan veya gerçek gereklilik üzerine yeniden açılan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkân açarak sanat ve ticaret yapamazdı.[51]

***

Ahîliğin buraya kadar irdelediğimiz gerçek mahiyeti, onun hakkında ilginç sosyolojik sonuçların da çıkmasına götürmüş.

Ahî Evran’ın insanlar için istediği “miras hakkı”nı, yani mülkiyeti savunur olması, esnafı örgütleyen ilk insan olması, “vatan” için savaşan bir topluluğun önderliğini yapması, siyasî anlamda aristokrasinin savunuculuğunu yapan Mevlevîlere karşı yaşamı boyunca savaşın içinde bulunması, “kul” kavramı karşısında insanı “birey” olarak da görmeye başlaması… Onun açtığı yoldan giden Ahilerin kendi siyasî görüşleri doğrultusunda iki ayrı devlet kurmuş olmaları. İşte Ahî Evran’ı ve Ahî Evran’ın ve Ahilik örgütünü günümüzde önemli kılan tutamaklar, bunlar oluyor.

Ahilik, aristokrasiye karşı ince ince örülmüş bir “isyan”dır. Öncelikle Ahiler, aristokratlar gibi kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi ve vekili saymamaktadırlar. Tanrı mülkünü yönetmek gibi bir istekleri yoktur. Ellerinde büyük topraklar değil, “örs”, “çekiç” vb. araç gereçler vardır. Ve bu “mülk”ü, bir insan grubu, dünyada ilk kez, Tanrı’nın değil, kendilerinin saymaktadırlar (Mamafih istisnaî olarak büyük toprak sahibi zengin Ahîlerin de bulunduğunu biliyoruz).

Burjuvaziyi burjuva yapacak olan “sermaye” oluşmaktadır. Ahîler, “vatan”larını koruma adına direnirler, can verirler. Bu uğurda çok yakın dinî düşüncelere sahip olmalarına karşı Mevlevîlerle yıllarca savaşırlar.

Dünyada Tanrı vekili sıfatı olmadan kumlan iki devlet, onların oluşturduğu “Ankara Devleti” ve “Osmanlı Devleti”dir.

Ahîlerin “mülkiyet” konusundaki görüşlerini de Ahî Evran “Ağaz u Encam”ından (vasiyetname niteliğindeki yazı) öğrenebiliyoruz. İlginç olan, bu yazının, miras hakkını savunabilmesi ve sultanın ölenin mallarına el koymasını kınayabilmesidir. Miras, “kişisel mülkiyet hakkı” demektir. O ise “kişi mülkiyeti”, daha önceki aristokrat kültürde yer almayan bir kavramdır.

Bütün bu tutamaklar bize dünyada yeni bir sosyal sınıfın doğma ve siyasî birlik oluşturma çabasını göstermektedir.

Bir yönetim boşluğu sırasında 1265 yılında Ahîlerin ele geçirdiği sanılan Ankara, dünyanın ilk “Burjuva Devleti” sayılmalıdır. Osmanlı Devleti ise, o günkü anlamda “siyasi”lere kurdurulan bir devlet olmuş, Ankara Devleti de 1350’de Osmanlılara katılmıştır.[52]

Ömer Tuncer’in Mikail Bayram’ın eserinden derlediği önemli noktaları zikrettik şimdi, kısaca irdeleyeceğimiz Bayram’ın esas eserine geçiyoruz.

***

Bayram da Ahîliğin kökenini İslâm fütüvvet teşkilâtına bağlıyor. Dinleyelim onu.

Türk fütüvvet hareketi diyebileceğimiz Ahîlik, dinî ve siyasî bakımdan Abbasî Halifesi en-Nâsır li-Dinillah’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilâtı’na bağlı olarak kurulmuştur. Türk kültür ve zevkinin, Ortaçağ İslâm fütüvveti, töre ve gelenekleriyle beslenmesi ve Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu’daki sosyal, kültürel, sınaî, ticarî ve siyasî şartların etkisiyle teşekkül etmiş ve gelişmiştir. 34. Abbasî Halifesi en-Nâsır li-Dinillah (1180-1225) İslâm dünyasındaki dağınık dinî ve siyasî birlikler halinde bulunan fütüvvet hareketini, yeniden örgütleyerek, İslâm dünyasına şamil bir teşkilât kurmuştu. Kendi zamanındaki bütün Müslüman devlet adamlarına mektuplar ve elçiler göndererek, kurmuş olduğu Fütüvvet Teşkilâtı’na katılmalarını talep etmekteydi. 1204 (601) yılında ikinci kez Anadolu Selçukluları devletinde tahta geçen I. Kıyaseddin Keyhüsrev, hocası Malatyalı Şeyh Mecdü’d-din İshak’ı bu halifeye göndererek onunla siyasî ve kültürel ilişkiler içine girdi. Nitekim ertesi yıl Bağdat’tan dönen Şeyh Mecdü’d-din İshak, bu kültürel ilişkilerin sonucu olarak beraberinde fütüvvet teşkilâtına mensup bazı şeyhleri, ilim ve fikir adamlarını Anadolu’yu celp etmiştir. Muhyi’d-din İbnü’l Arabî, Evhadü’d-din el-Kirmanî, Şeyh Nasirüd’din Mahmud el-Hoyi (Ahî Evran)… bunlardan birkaçıdır.

Bu fütüvvet teşkilâtı mensupları, görevli olarak Anadolu’ya gelmişler. Bunlardan Kirmanî, Anadolu’daki Fütüvvet erbabı şeyhlerin lideri (Şeyhü’s suyuhi’r Rûm) olarak bizzat halife tarafından tayinen Anadolu’ya gönderilmiştir. 601 (1204) yılından itibaren Fütüvvet mefkûresi, Anadolu’da çok ilgi ve siyasî destek görmüş ve her tarafa yayılmış. Başta sultanlar olmak üzere pek çok Selçuklu devlet adamı da Fütüvvet teşkilâtına girmiş. I. Işzü’d-din Keykavus ve I. Alâü’d-din keykubat parlak törenlerle bu teşkilâtın üniforması olan şalvar giyip şed (kuşak) bağlamışlardı.

Fütüvveti İslâm dünyasındaki kahramanlık, yiğitlik ve cömertlik ülküsü olarak tarif edebiliyoruz. İranlılar da, kendi kültürlerinde mevcut olan ve “Cevan-merdî” denilen kahramanlık ve yiğitlik ülküsünü İslâmî değerlerle geliştirerek yaşatmışlar. Aynı şekilde Türkler de İslâmiyet’ten önce kendi kültürlerinde bulunan ve “Akılık” adı verilen kahramanlık, yiğitlik ve cömertlik ülküsünü İslâmî ahlâk ve değerlerle geliştirerek devam ettirmişlerdir.

Bittabî İslâm Ortaçağı boyunca İran “cevanmertliği” ve Türk “Akılığı”, İslâmiyet’le birlikte Arap fütüvvet mefkûresinden etkilenmiştir. Ama Türklere mahsus fütüvvet olan Ahîlik, işte bu Türk Akılığının İslâmîleşmiş şeklidir.

İslâmî dönemde Akıların birbirlerine karşı kardeşçe muamelelerinden veya hitaplarından dolayı, “akı” kelimesi, zamanla yerini, Arapçadaki “kardeşim” anlamına gelen “Ahî” kelimesine bıraktığı gibi “akılık” sözcüğü de yerini Arapçanın “uhuvvet” (kardeşlik) sözcüğüne bırakmış. Anadolu Selçukluları zamanında akı ve akılık sözcüklerinin yerine Ahî ve Uhuvvet sözcükleri kullanılmış.[53]

Daha önce de ifade etmiş olduğumuz gibi Ahî teşkilâtında, yerli Gayrimüslim sanatkârlara karşı Doğu illerinden gelen Müslüman sanatkârları himaye etme duygusu ön plânda tutulmuştu. Ahîlerin sanatı tekellerinde tutma zihniyeti kendilerinden olmayan veya Ahî ocaklarından yetişmeyenleri barındırmama duygusu uygulaması, tamamen Gayrimüslim sanatkârlara karşı takip edilen politikanın sonucudur.[54]

Diyarbekir Artukoğulları zamanında Cizreli Ebu’l Igz İsmail B. er-Rezzaz (602 / 1205), “el-Câmi beyne’l ilm ve’l amel” adlı eserinde, çok sayıda otomatik makinenin projelerini çizerek ve tarifini yaparak ilmin amele dönüştürülmesinin yollarını göstermeye çalışmış. Ahî Evren’in bu konuya özel bir önem verdiği görülmektedir. O, eserlerinde sık sık ilmi, iş ve sanat alanında kullanmak gerektiğini ifade eder. İlmin amelden önce geldiğini, ilimsiz amelin fayda sağlayamayacağını, kişinin ilmi uyguladığı ölçüde makbul insan olacağını savunmaktadır.

Anadolu Ahî teşkilâtının kuruluşundaki temel amaçlardan biri de ilmi, çeşitli sanat alanlarında uygulama ve toplumu bundan yararlandırma ülküsüdür. Ahî Evren eserlerinde bu ülküyü topluma vermeye çalışmaktadır. “Letaif-i Hikmet” adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah insanı medenî tabiatlı yaratmıştır. Bunun manası şudur: Allah insanları yemek, içmek, giymek, evlenmek, mesken edinmek gibi çok şeylere muhtaç olarak yaratmıştır. Hiç kimse bu ihtiyaçları kendi başına karşılayamaz. Bu yüzden demircilik, marangozluk da bir takım âlet ve edevatla yapılabileceği için bu âlet ve edevatı tedarik için de çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Böylece insanın (toplumun) ihtiyaç duyacağı bütün sanat kollarının yaşatılması gerekir. O halde, toplumun bir kesiminin sanatlara yönlendirilmesi ve her birinin belli bir sanatla meşgul olması gerekir ki, toplumun ihtiyaçları görülebilsin.[55] (Burada “amel” sözcüğünde, üretimle ilgili faaliyetle dinî vecibelerin yerine getirilmesi keyfiyetini ayırt etmek gerekir).

İslâm dünyasında H. III. yy. başlarında doğup gelişen tasavvuf, V. (XI.) yy.dan itibaren de çeşitli tarikatlar (tasavvufî ekoller) halinde daha yaygın bir şekil almıştı. Ahî Evran’ın da, felsefî yönü ağır basmakla birlikte tasavvufa bağlılığı vardı. Ahî Evran’ın teşkilâtını kurmada bu kurumdan da yararlandığı görülüyor: Ahîmiz, tarikatlardaki şeyh, halife, mürit ve muhipler arasındaki ilişkiyi işyerlerine uygulayarak bu iş ocaklarında çalışan usta, kalfa, çırak, yamak arasındaki ilişkiyi tarikatlardaki esasa göre düzenlemişti. Keza, işyerlerinde çalışan çeşitli derecelerdeki işçilerin terbiyesi, eğitim ve öğretimlerin de bir tarikat usul ve disiplini şeklinde düzenlemiştir.[56]

Mevlana’nın üstadı Şems-i Tebrizî’nin, ikinci kez Konya’ya gelişinden iki yıl kadar sonra bazı çevrelerin düzenlediği bir suikast sonucu öldürüldüğü (645/1247), Mevlana’nın bundan çok müteessir olduğu biliniyor. Şems’in öldürülmesinde Mevlana’nın oğlu Alaüdd-din Çelebi’nin önemli bir rol üstlendiği, bu yüzden Mevlana’nın oğluna kırgın olduğu ve onu aile ocağından kovduğu, Mevlevi yazarlar tarafından naklediliyor.

Şems’in öldürülmesinden hemen sonra Alâüd-din Çelebi’nin Kırşehir’e göçmesi, Şeyh Nâsirü’din Mahmud’un (Ahî Evran) da tam bu tarihlerde Konya’dan Kırşehir’e gidip oraya yerleşmesi haliyle onun da Şems’in öldürülmesi olayı ile ilgili bulunduğunu akla getirmekteydi. Mevlana ve Ahmed Eflâkî’nin onu şiddetle kötülemeleri ve hakaret etmelerinin ciddî bir sebebi olmalıydı.

Bu konularda ciddî araştırmaların yapılması gerekiyor.[57]

***

Bugün olduğu gibi Osmanlı devleti sınırları içindeki esnafın da bağlı bulundukları teşekküller, kendi aralarında uymak zorunda oldukları kaideler ve Devlet’e karşı da birtakım mükellefiyetleri vardı. Bu kaide ve mükellefiyetlerin en iyi şekilde tatbiki için de bir oto-kontrol mekanizması mevcuttu.

Lügat manası “sınıflar” olan “esnaf’ kelimesi, başlangıçta, sonuna bir sanat veya zanaatın adı gelmek suretiyle “esnaf-ı kavaffan (kavafçılar)”, “esnaf-ı nakkaşan” şeklinde söylenirken zamanla bütün grupları içine alacak şekilde, tek başına kullanılmaya başlanmış.

Osmanlı esnafının bağlı bulunduğu prensiplerin esasını fütüvvet teşkilâtında aramak gerekir. Fütüvvet teşkilâtının Anadolu’daki kolu ise Ahîliktir. Kötü fiillerde bulunanlar, yalan söyleyen, iftira atan, hile yapan ve şarap içenler fütüvvetten düşerlerdi. Bazı kimseler ise, fütüvvet teşkilâtına hiç alınmazlardı. Bunların başında Gayrimüslimler geliyordu. Ayrıca çulha (dokumacı), kasap, cerrah, avcı, dellâllık gibi bazı mesleklerin sahiplerine de fütüvvet verilmezdi. (İslâm’da, başlarda, bazı mesleklerin “aşağılık, bayağı telâkki edilmiş olduğunu, bunların başında debbağlığın geldiğini biliyoruz).

Başlangıçta bu prensiplere riayet edilmişse de zamanla Ahî zaviyelerinde toplanan Müslüman sanat ehlinin arasına Gayrimüslimler ve fütüvvete kabul edilmeyen kasap ve çulha gibi sınıflar da katılmışlar ve her sınıf kendi aralarında bir teşkilât kurmuştur. Gerçi Ahîliğin aradığı İnsanî vasıflar, XVII. yy.ın sonları ve XVIII. yy.ın başlarından itibaren “lonca” adını alacak olan bu esnaf teşekküllerinde devam ettirilmişse de, bu arada fütüvvetin prensiplerinden mecburen bazı ufak tavizler de verilmiştir.

Usta-kalfa-çırak ilişkileri, imparatorluk döneminde de gerek lonca içi nizamlar, gerekse Devlet tarafından konulan kanunlarla düzenlenip teminat altına alınmıştı.

Bu nizamlar gereği, esnaf teşkilâtının en alt mertebesinde olan çırakların, 10 yaşından küçük olmamaları ve işe devamının velileri tarafından sağlanması şartı aranırdı.

II. Mahmud döneminde Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’nin kuruluşundan sonra, buraya yazılmak için Anadolu’dan gelen, fakat yaşı 15’in altında olduğu için askere alınamayanlardan bir kısmının İhtisab Nâzırı vasıtasıyla, onlara kendi çocukları gibi bakmayı taahhüt eden çeşitli dallardaki esnaf teşekkülleri mensuplarının yanına çırak olarak verildiği görülüyor.

Kalfalıktan ustalığa geçiş için üç yıl aynı sanat kolunda çalışmak gerekliydi. Ancak bu, dükkân açabilmek için yeterli değildi. Gerekli meslekî ve ahlâkî niteliklerin yanı sıra, en az bunlar kadar önemli olan bir husus da, dükkân açabilecek bir sermayenin varlığı idi. Kalfa, bütün bu hususlara sahip olsa dahi, eğer sanatını icra edeceği bir dükkân, daha sonraki asırlardaki ifadesiyle, münhal bir “gedik” yoksa, usta olarak dükkân açamazdı.[58]

Osmanlılarda, kuramsal olan III. Selim devrine, fiilen XIX. yy.ın ortalarına kadar inhisar usulünün varlığı biliniyor. Yani, usta olmaya hak kazanan herkes dükkân açmak hakkına sahip değildi. Birçok esnaf kollarında dükkân, dokumacılar gibi tezgâhta çalışanlarda, her ustanın sahip olduğu tezgâh sayısı tespit ediliyordu. Bu tespitler sırasında, ustaların hepsi birbirine, kethüdaları ise bütün lonca mensuplarına, resmî makamlar önünde kefil oluyorlardı. Bu kefalet, her birini mükellefiyet altına soktuğu için, aralarından birinin nizamlara aykırı hareketlerini gördüklerinde, onu ikaz ediyorlardı.

Mevcut dükkân sayısının artırılıp artırılamayacağına da esnaf aralarında karar verirdi. Eğer iş sahaları genişse, artışı kabul ederler, değilse “bâis-i ihtilâl” olacağı düşüncesiyle, engellemeye çalışırlardı. Hattâ, herhangi bir sebepten gediğini terk edip giden usta geri döndüğünde, eski yeri başkasının eline geçtiği için, bir süre kalfa olarak çalışmaya da mecbur tutulabilirdi.

Osmanlılarda, her esnaf grubu toplu olarak muayyen bir çarşıda bulunurdu. Bu şekilde hem alıcı, istediği malı kolaylıkla seçmek imkânını buluyor, hem de esnaf birbirini kontrol edebiliyordu.[59]

***

Ahîliğin, İslâm ve özellikle fütüvvet ile yakın ilişkisinin bulunduğu, gördüğümüz gibi, birçok müdekkik tarafından iddia ediliyor. Bu iddiada bir gerçek payının bulunduğu yadsınamıyor. Hal böyle olunca da ortaya bir soru çıkıyor: Neden Ahîlik, Anadolu dışında kalan öbür İslâm ülkelerinde oluşmamıştı?

Oluşmadı, çünkü Anadolu’nun yapısı ancak Ahîliği filizlendirebilecek gerekli özelliklere sahip bulunuyordu. Selçuklular döneminde Anadolu’da mevcut olan özellikler, bir de Asya’dan dalgalar halinde akmaya başlayan insanların nitelikleri önemliydi. İlk göçebe akımlarından sonra, Moğolların bilinen saldırı ve zulümleri sonucu Orta Asya’nın büyük ve uygar kentlerinden esnaf, tüccar ve zanaat erbabı da Anadolu’ya akmaya başlamıştı.

Anadolu’nun XIII. yy.daki iktisadî, ethnik ve dinî yapısı, çalışan ve üreten kesimleri Ahîlik örgütlenmesini zorunlu bir olgu haline getirmişti. Üretim ve tüketim mekanizmalarının oluşturduğu dengesizliği gidermek, yeni göçmenlerin yerleşip tutunmasını sağlamak için yeni bir güç kaynağına olan ihtiyacı büyütmüştü. Ahîlik, böylesi bir ihtiyacın karşılanması için doğacaktı.[60]

Ahî Evran’ın debbağlığı seçmesinin özel bir önemi bulunuyor, şöyle ki bu dönemde dericilik, saraçlık zanaatı son derece önemliydi: Bu dönemde atlı asker ve atlı göçebe olan bir toplumsal tip söz konusudur. En çok gereksinim duyulan eşyalar deriden yapılmaktadır: Yemeni, çizme gibi ayakkabılar ile at eğerleri, kolan, kuskun, yularlar, kemerler gibi; saraçlık eşyası, su kapları gibi, çok yaygın deri eşya ihtiyacı vardı. Doğal olarak ilk önce bunların yapılacağı derilerin hazırlanması, yani derilerin işlenmesi gerekiyordu.[61]

***

Ahîlerin salik olduğu fütüvvet mesleği, geleneğe göre Hz. Ali’ye ve bu yüzden de Peygamber’e kadar çıkar. Bu sonuncusuna isnat olunan “lâ fetâ illâ Ali, la seyf illâ zülfikâr” (Ali’den başka fetâ—yiğit—, zülfikâr—Ali’nin kılıcı—dan başka kılıç yoktur) kelâmı kezalik Bedr günü melâikeden birinin baladan nidası (yukarıdan sesi), fütüvvet’in Peygamber’e kadar götürülmesine sebep olmuş. Zamanın etkisiyle bu kelime nihayet Şövalyelik manasında kullanılır olmuş.[62]

***

İslâm dünyasında, geniş topraklar üzerinde bir müşterek pazar çerçevesinde girişilen ticarî faaliyetler mübadele hacmini yüksek bir düzeye ulaştırmıştı. İhtiyaca göre üretim fikrinin hâkim olduğu İslâm ekonomisinde, ihtiyaçları önüne katıp sürecek ilâve (marjinal) tatmin ve faydanın tavanına hızla yaklaştıracak, sürekli teknik gelişmelerle kamçılanan üretim tarzına hiçbir zaman gerek duyulmamıştır.

İktisadî gelişme ile birlikte artan nüfusun şehirlerde toplanmasının doğurduğu baskı, esnaf ve işçilerin birlik kurmaları için gerekli içtimaî-iktisadî ortamı tayin ediyordu. Manevî-ahlâkî ortam ile tamamen İslâmî içeriğe sahip Fütüvvet (gençlik) idealinin öteden beri özellikle gençler arasında benimsenmiş bulunmasıyla, hattâ VII. yy.da teşkilâta müncer olmasıyla zaten mevcuttu.

Bütün bunlara, Harun Reşid’in (786-809) devrini geride bırakan Abbasî halifeliğinin de işbirliği yaptığı sömürücü zümreye karşı geniş emekçi ve köylü yığınlarının içtimaî tepkisi eklenince Müslüman esnaf, birlikler teşkil etmeye başlamışlardı (IX. yy.).

Bu birlikler hiç şüphesiz eski Bizans ve Sasânî esnaf teşkilâtlarından faydalanmış olabilirlerdi. Ama İslâm esnaf birlikleri, başlangıçlarından beri gösterdikleri yepyeni özellikleriyle onların yeniden doğuşu sayılamazlardı.

Yine IX. yy.da Basra dolaylarında zenginlerin tuzlalarında çalışan zencilerin ayaklanmasının (Zenc hareketi) bastırılmasından sonra Mezopotamya’da ilkel komünizm ve Şiîlik karışımı bir ideolojik tabanı olan Karmat hareketi başladı. IX.-XII. yy.lar arasında yüz elli yıl Mezopotamya’da hâkimiyet kuran Karmatîlerin propagandaları geniş ölçüde, henüz teşekkül halinde bulunan bu birlikleri hedef almıştı. Karmat hareketinin bir devamı sayılabilecek Mısır Fatımî hilâfeti (969-1171) kendi sınırları içinde bu birliklere birtakım imtiyazlar bahşederek kanunî özerkliklerini resmen tanımıştı.[63] Kahire nüfuzunu tanıyan ülkelerdeki esnaf birlikleri X.-XII. yy.larda bu devletin ideolojik ve siyasî etkisi altında gelişme göstermişlerdi. Bir kısım fütüvvet ve esnaf teşkilâtına yansıyan Şiî cihet, bu tür faaliyetlerin sonucu olmalıdır.

Esnaf birliklerine yönelen aşırı Şiî propagandanın bertaraf edilmesi, bunun siyasî kaynağı olan Fatımî Devleti’nin 1171 yılında Selâhaddin Eyyubî tarafından ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşiyor. Şiî unsurların hâkim olduğu esnaf birlikleri böyle bir gelişme göstermişken aynı içtimaî-iktisadî şartların yarattığı Sünnî esnaf birliklerinin gelişmesinin çok farklı olacağı düşünülemez.

Genel bir gözlemle İslâm ülkelerindeki esnaf birliklerinin, VII. yy.dan itibaren meydana getirdikleri fütüvvet birliklerinin hususileşmiş bir kolu olarak devam ettiğini görebiliyoruz. Yani iç ahengi fütüvvet yoluyla tasavvuf sağlamaktadır.

Fütüvvet ehli genellikle kavli (sözlü) ve seyfî (kılıçlı) olarak ikiye ayrılır. Kavli kol, Hz. Ebû Bekr’den gelir, seyfî kol, Hz. Ali’den. Fakat fütüvvet yolunun sadece Hz. Ali’ye atfedildiği de görülür. Kavli’ler çok kez esnaf ve işçi, seyf’ler ise askerler ve silâhlı gruplar olarak gözümüze çarpar. İslâm’ın ilk asırlarında gençlik teşekküllerinin kavli yahut seyfî kola mensup olduklarını kesinlikle söylemek mümkün olmuyor. Ancak, aynî ekonominin izlerini taşıyan bir toplumda nakdî mübadelenin gelişmemiş olması dolayısıyla esnaf ve tüccar zümrelerinin önemli ölçüde olamayacağı açıktır. Şehir hayatına hızla geçilmekle birlikte ekonominin itici gücünün ve buna bağlı olarak gençlerin en önemli meşguliyetlerinin savaşlar olması, bizi ilk gençlik birliklerinde seyfî kolun önceliğe sahip bulunduğunu tahmine sevk ediyor.

İslâm esnaf birliklerinin bünyesinde bulunan önemli bir unsur da, daha önce birkaç kez sözünü etmiş olduğumuz ihtisap olmuştu. Bunun mahiyeti hakkında Hz. Ömer devrinde çarşı ahlâkını düzenlemek amacıyla İslâm hukukunun bir işlevi olarak kurulan bir müessese olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

Fütüvvetin merkezileştiği XII.-XII. yy.larda Sünnî hareketlerin önde gelenleri Mısır ve Suriye’de Zengî ve özellikle Selâhaddin Eyyubî, Anadolu’da Selçuklular olmuşlardı. Bu alanlarda esnaf birliklerine Sünnî anlayış hâkim olmuştu.

Anadolu’nun gösterdiği gelişme, bu ülkenin esnaf birliklerinin yeni merkezi olarak ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Esasen fütüvvet örgütleri ilk asırlardan beri Türkistan’dan İran’a, Anadolu’ya kadar olan alanlarda ve bilhassa sanayi ve ticaret merkezlerinde yaygındı. Anadolu’nun yurt edinilmesi sırasında güçlerini, ahlâkî ve ruhî terbiye her zaman başta olmak üzere, iskân ve kolonizasyon işine, tarıma, hayvancılığa ve asayişi sağlamaya veren Ahî örgütlerinin, özellikle kentlerde bulunanları, esnaf teşkilâtı görünümündeydiler.[64]

***

Adamlık, erlik manasına gelen “mürüvvet” kelimesiyle gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden “fütüvvet” kelimesi, esas itibariyle tasavvufa dayanan, fakat aynı zamanda iktisadî teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilâtlandırması bakımından ekonomik hüviyet de taşıyan ehl-i fütüvvet tarafından daha şümullü (kapsamlı) manalara alınmış bir terim olmuştur. Bunlara göre mürüvvet, fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir, fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır.

Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “ahı” da dendiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu kelimenin, Türkçe “akı” kelimesinden geldiği söylenebilir. Türkçede “k” harfinin “h” gibi telâffuz edildiği malumdur. Hatta Anadolu’da okumak, bakmak, “okumah, bahmah” tarzında söylenir. Bundan dolayı eli açık ve cömert manalarına gelen “akı” sözü de “ahı” şekline gelmiş denebilir.

Ancak “ahî” sözcüğü, Arapçada “kardeşim” demektir. 1065’te ölen şeyh Ferec-i Zindanî ile 1336’da ölen Alâ el-devle halifesi Aliy-yi Mısrî’nin “Ahı” lâkabıyla anıldıklarına ve bu sözcüğün, oldukça eski fütüvvetnâmelerde geçtiğine, nihayet, fütüvvet ehlinin birbirlerini kardeş saydıklarına ve Melâmîlerde “filân şeyhin müridi” yerine “filân ihvanından” sözünün kullanıldığına bakılırsa, bu sözün Arapçadan geldiği hakkındaki fikir ve mülâhaza da reddedilemez.

Fütüvveti kendilerine şiar edinen bir topluluğun, daha Hicret’in ikinci yüzyılında varlığı biliniyor. İlk zamanlardan itibaren kendilerini sufilerden ayırdıklarını, Melâmetîlerle kaynaştıklarını, hattâ fütüvvetin, Melâmetîler tarafından benimsendiğini, Melâmetî büyüklerinin aynı zamanda fütüvvet eshabından olduğunu, Tabakat-ı Sûfiyye sahibi Abu-Abdurrahman el-Sülemî’nin Melâmetîliğe ait en eski metin (1021-1022) olan “Risalet al-Melânetiyye”sinden anlıyoruz.

Açıkça anlaşıldığına göre fütüvvet ehli, yollarını “Alî yolu” saymakta ve Alî ve Ehl-i Beyt sevgisini en büyük fazilet ve vecibe olarak kabul etmektedir. En eski ve hattâ bazısı nispeten Sünnî bir karakter taşıyan fütüvvetnâmelerde bile açıkça görülen bu esas, sonraki fütüvvetnâmelerde büsbütün kuvvetlenmede ve büsbütün aşırı ve bâtınî bir hal almaktadır. Fütüvvet ehlinin de Ehl-Beyt sevgisi bir şiardır ve fütüvvetin Peygamber’den Ali’ye kaldığına inanmak esastır. Bütün açık deliller fütüvvet ehlinin Şiîliğe mütemayil bir zümre olduğunu göstermekle beraber şu suali sorabiliriz: Bütün fütüvvet ehli Şîa-i İmamiyye’den miydi, daha doğrusu Alevî oldukları muhakkak olmakla birlikte fütüvvet ehli ne dereceye kadar İmamiyye mezhebini biliyordu? Bu soruya Bektaşî ve Alevîlerin, bu mezhebi ne dereceye kadar ve ne tarzda benimsediklerine bakarak cevap verilebilir. Bektaşî ve Alevîler, İsnâ-aşeriyye-İmamiye yani Ca’feriyye mezhebini kabul ettiklerini iddia etmişler ve salike, mezhebinin Ca’feri olduğunu telkin edegelmişlerdir. Fakat, on iki İmam’ın adından başka bu mezhebe ait bilgileri yoktur. İmamların hal tercemelerinde bile aklın kabul etmeyeceği saçma rivayetlere inanırlar.

Alevîlikte musahip ve pîr tutmak, halifelik ve mürebbilik de ahılıktan alınmadır. Hasılı Bektâşîlerle Alevîler ahılarla o kadar karışmışlardır ki inanış ve özellikle erkân bakımından aralarını ayırt etmek çok güçtür. Burada sadece tuzlu su içme ayini yerine Alevîlerde duru su, Bektâşîlerde tatlı şerbet içmenin konduğunu da zikredelim.

Daha ilk zamanlardan itibaren Melâmîyyenin, fütüvvet ehliyle kaynaştığını, melâmet erbabının fütüvveti de kendilerine şiar edindiklerini ve birçok Melâmî büyüğünün aynı zamanda fütüvvet yolunda bulunduğunu biliyoruz. Halktan ayırt edilmeleri için özel kisve, belli evrad (vird çoğ., dilde dolanan sözler), zikir ve merasim kabul etmeyen, halkı olduğu gibi alan, hattâ din ve mezheplerin bile üstüne çıkarak herkesi bir gören, Vahdet-i vücutta ileri bir telâkkiyi benimseyen melâmet ehli, esas inanış bakımından fütüvvet ve mürüvveti şiar edindiklerinden bu kaynaşma pek çabuk ve özlü bir halde husule gelmişti. Melâmîlerde, salikin bir işle, bir sanatla meşgul olması icap eder ki bu, fütüvvet erbabının esnaf teşkilâtını temsil etmesi, daha doğrusu esnafı teşkilâtlandırması esasına çok uygundur.

Fütüvvet ehline daha Hicrî II. yy.da rastlandığı çok kez zikredilmiştir. Fütüvvete ait söz söyleyen Sûfîlerin ülkelerini göz önünde tutarsak Hicrî III. yy.dan itibaren bu zümrenin Horasan, Bağdat, Irak ve Şam ülkelerinde temerküz ettikleri anlaşılır.

Yunus Emre divânındaki

“Sûfîlere sohbet gerek ahılara ahret gerek

Mecnunlara Leylü gerek bana seni gerek seni”

beytinde ahıların zikredilmesi, İbn Batuta’nın Alâiye, Lâdik, Niğde, Bolu, Kastamonu, Sinop, Sivas, Erzurum, Gümüşhane, Erzincan, Tire, Bursa ve sair yerlerde ahı zaviyelerinin bulunduğunu, Kayseri’de şehir hâkiminin ahı olduğunu, Aksaray’da ihvanı pek çok olan ve zaviye sahibi bulunan şerif Hüseyin’in Moğol umumî valisi Ertena’ya naiplik ettiğini bildirip bu zaviyelerin ahılarından pek çok kişiyi zikredip her birinin kendisini nasıl ağırladığını zikreylemesi…, fütüvvetin Anadolu’da ne denli yaygın ve nüfuzlu olduğunu gösterir.

Osman’ın kaynatası Edebalı’nin kardeşi Şemseddin’le yeğeni Hasan’ın Ahılığı, bize Orhan’ın Bursa fethinde bulunan Ahı Hasan’a gösterdiği saygının sebebini izah eder. Ahı Hasan’ın camii Bursa’da saray yanındaydı. Orhan, camiin yakınlarına Ahı Hasan adına bir mescit ve zaviye yaptırmıştı.

Âşıkpaşazade’nin Rûm erenlerini Abdâlân-ı Rûm, Ahıyan-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm, Bâciyan-ı Rûm diye ayırması, bu zümrelerin kaynaşmasını gösterdiği gibi Rûm Gazileri denen zümrenin, fütüvvetin seyfî kolunu temsil ettiği de muhakkaktır.

Fütüvvet ehlindeki şedd’le Zerdüştîlerin şiarı olan “kustî” arasındaki benzerlik, gerçekten dikkate değer. Zerdüştîler, kustîye din bağı manasına “bend-i dîn” derler. Bu adla Bektaşîlerdeki tığ-bend (kılıç bağlama) adı arasındaki benzerlik de garip oluyor. Her Zerdüştî, kustî bağlamak zorundadır. Eski Hint ve İran’da, Zerdüşt dininden önce de bu gelenek vardı ve ihtimal ki, gençlik çağının başladığına bir alâmetti. Hintlilerde sadece erkeklere kuşatıldığı halde Zerdüştîlerde kızlara da kuşatılırdı.

En eski fütüvvetnâmelerde bile ahının bir sanat ehli olması, fütüvvet şartları arasında zikrediliyor. Ayyarlara, sipahilere ve pazarcılara civan-merd dendiği de malûm. Esasen seyfî fütüvvet ehli, Selçuk döneminin son ve Osmanoğulları’nın ilk zamanlarında daha çok Alpler, Alp erenler tarafından temsil edilmekteyken Şürbî (şerbet içenler-Bektaşîler) ve kavlî fütüvvet ehli ise doğrudan doğruya ehl-i hirfet ve ehl-i sanattı. Bu bakımdan fütüvvet ehlinin sanat teşkilâtını benimsemesi, daha doğru olarak sanat ehlini teşkilâtlandırması, çok eski devirlerden ve belki de Sasânîler zamanından itibaren başlar.

Ana umdelerinden biri olan tesanütle yapıcı bir unsur olan fütüvvet ehli, yine bu tesanüt ve inanıştaki hususiyet yüzünden devlet nüfuzundan uzak kalmış, bu nüfuza baş eğmemeye çalışmış, ihvanın resmî mahkemelere müracaatını bile tecviz etmemiş, kendi özel teşkilâtıyla daima devlet içinde bir devlet halinde yaşamış, hattâ bazen devlete bile nâfiz olabilmiştir. Yıldırım Bayezid zamanındaki esnaf greviyle IV. Mehmed zamanında (1651) esnaf ayaklanması, bunun en canlı delillerinden oluyor. Esnaf, her ikisinde de başarılı olmuş, hele İkincisinde vezir Melek Ahmet Paşa bile azledilmişti. Hattâ Kösem Sultan’ın boğdurulmasıyla Bektaş Ağa’nın öldürülmesi de bu ayaklanma ile ilgili idi.[65]

***

Tasavvuf kaynaklarında II. /VIII. yy.dan itibaren önde gelen sûfîlerin fütüvvet kelimesini tasavvufi bir terim olarak kullanmaya başladıkları kaydediliyor. Fütüvvetten ilk bahseden sûfî olan Fudayl B. İyâz (ölm. 803), kelimeyi “dostların kusuruna bakmama” şeklinde tarif ediyor. Ondan önce ise Ca’fer es-Sâdık’ın (ölm. 765) “Bize göre fütüvvet ele geçen her şeyi tercihan başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir” dediği biliniyor. Fütüvvet konusu üzerinde başlangıçta gerek Iraklı Sûfîler, gerekse Horasanlı Melâmetîler tarafından aynı derecede önemle durulmuş, ancak bu hareketin büyük önderleri daha çok Horasan’da yetişmiş.

Gerek Horasan’da, gerekse Irak’ta fetâ denilen ve en belirgin vasıfları cesaret, kahramanlık, cömertlik ve fedakârlık olan kişilere büyük bir hayranlık duyulmaktaydı. Kur’an’da fetâ diye nitelendirilen kişiler için bu sıfat dinî bir mana taşıması yanında takdir edilen bir anlam ifade ediyor, put kıran veya gördükleri baskıya rağmen inançlarını koruyan ve bu uğurda ülkelerini terk eden kişilerden fetâ diye söz edilmesi, bu nitelemeye bir çekicilik kazandırıyordu. Bundan dolayı halk arasında takdir edilen bir vasıf olan yiğitliği Kur’an’daki fetâ ifadesiyle irtibatlandıran sûfîler, bu kavramı bir tasavvuf terimi haline getirmede tereddüt göstermemişlerdi. Onlara göre mert, cömert, ve cesur bir kişide bulunan vasıflar, hakikî bir sûfîde bulunduğundan sûfî aynı zamanda bir fetâdır. Bu sebeple sufîler fetâyı “sûfî”, fütüvveti de “tasavvuf’ olarak tarif etmekte bir sakınca görmemişlerdir.

Fütüvvet ehlinin teşkilâtlı dönemde şed kuşanmaları, şalvar giymeleri, tuzlu su içmeleri, her sanatın bir pîri olduğuna inanmaları, aralarında örgütlenip disiplin içinde mesleklerini icra etmeleri, birbirlerini kardeş bilerek iki fetâ arasında özel bir kardeşlik kurmak, “Ali”den başka fetâ, zülfikârdan başka kılıç yoktur” deyip Hz. Ali’yi pîr ve baş fetâ tanımaları, son zamanlarda sûfîlikten farklı bir hüviyet göstermelerine sebep olmuştur.[66]

***

Fütüvvet kavramının tarihî gelişmesini ve evrimini iyi anlamak ve takip etmek için Cahiliye devrinde Arap toplumundaki fetâ tipinden İslâmî dönemde kurumlaşmış bir fütüvvet teşkilâtına, bu teşkilâtın sûfîlikle birleşerek tasavvufî bir nitelik kazanmasına, bu noktadan sonra da esnaf kesimiyle kaynaşarak meslekî bir mahiyet alan Ahîlik kurumuna dönüşmesine kadar uzanan süreci bir devamlılık olarak görmek, birinden ötekine geçişin nasıl meydana geldiğini iyi belirlemek gerekir. Fütüvvet kurumunun, a) Cahiliye fetâsı ile bağlantılı bir şekilde İslâm’ın ilk yüzyılında belirmeye başlayan “sosyal bir kavram olarak fütüvvet”; b) IX. yy.da sosyal bir yapılanma halinde gençler arası içtimaî, iktisadî ve siyasî bir kurumlaşmaya dönüşen, son Abbasî döneminde de (XII. yy.ın başları) resmî bir devlet kurumu haline getirilen “teşkilât olarak fütüvvet”; c) Yine IX. yy.da, artık ferdî yaşayış biçiminden sıyrılıp kurumlaşmaya bağlayan tasavvuf hareketlerine paralel olarak sûfilikle iç içe geçen “tasavvufî fütüvvet”; d) son aşama olarak da esnaf teşkilâtıyla bütünleşerek yine bir sûfî kurum hüviyetini geniş ölçüde koruyan, meslekî teşekkül niteliğindeki “Ahîlik fütüvveti” şeklinde dört tarihî merhalesi olduğu söylenebilir.

Kur’an’da birkaç yerde geçen “fetâ” veya çoğulu “fitye” ve “fityan” sözcükleri, sadece sözlük anlamıyla yani “delikanlı, genç adam” yerine kullanıldığı görülüyor.

İslâm öncesi Arap toplumunda fetâ, şecaat, iffet, cömertlik ve diğerkâmlık gibi başlıca üstün vasıfları bir arada mütalâa eden eski asalet ve fazilet telâkkisini temsil ediyordu; ancak bu, toplumda mevcut bir kurumlaşmayı değil, münferit bir kişiliği yansıtıyordu. Böyle bir kurumlaşma, İslâm öncesi Arap toplumunda mevcut değildi.

İslâmî devirde muhtemelen Emevîler döneminin ortalarına doğru ortaya çıkmaya başlayan fütüvvet telâkkisinin bu devirden itibaren genişleyen topraklar, temasa geçilen yeni kültürler ve bütün bunlara paralel olarak gelişen siyasî ve içtimaî değişimlerin toplumda doğurduğu buhranlarla ilgisi vardır. Ancak fütüvvet kavramının iffetli, cesur ve cömert gibi vazgeçilmez niteliklerini toplayan, fakat merkezî iktidarın zayıfladığı zamanlarda toplum düzenine ve siyasî otoriteye karşı çıkan genç ve bekâr erkeklerden oluşan bir sosyal kesimi belirleyen hüviyetle tarih sahnesine çıkışı Abbasîler döneminde olmuştur. Dönemin kronikleri bunları “fityan”, bazen de yönetim çevrelerinin ve halkın adlandırdığı biçimde “ayyâr”, “rind”, veya “şâtır” isimleriyle anmakta, yaptıklarını anlatırken kullandıkları ifadeler, onların toplum içinde dışlanan, biraz kenarda kalan bir kesim olduklarını göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu gruplar arasındaki fütüvvet telâkkisinin henüz sûfî nitelikler taşımadığıdır. Önemli olan husus, böyle kendine özgü nitelikleri ve kuralları bulunan bir sosyal kesim olarak VIII.-IX. yy.larda toplum içinde çıkan fîtyânın daha çok göçebe bir hayat tarzının geçerli olduğu Arap yarımadasında değil, eski İran kültürünün hâkim bulunduğu Irak ve İran topraklarında; üstelik şehirlerde görülmesi, yani kurumlaşmış fütüvvetin şehirli ve gayri Arap bir kökene dayanmasıdır. Bu vakıanın ikinci bir göstergesi, yine IX. yy.da ortaya çıkan sûfîlik cereyanının da fütüvvet kavramını benimseyen şehirli ve gayrı Arap tabakaya (mevâlî) dayanan bir hüviyetle tarih sahnesinde belirmiş olmasıdır. Dolayısıyla IX. yy.da fütüvvetin sûfîlikle kolayca iç içe girişi, ikisinin de aynı ortak sosyal tabakadan kaynaklanmasından ileri gelmektedir.

Özellikle eski İran mistik kültürünün ocağı sayılabilecek Horasan bölgesinde IX. yy.da büyük öncülerini tarih sahnesine çıkaran ve ilerde Orta Asya’da ve Ortadoğu’da pek çok sûfî teşekkülü geniş ölçüde etkileyecek olan Melâmetiyye cereyanı fütüvvetle iç içe gelişti. Bu Melâmetî sûfilerinin hem ehl-i fütüvvet, hem de esnaf tabakalarına mensup olduklarına dikkat edilirse, teşkilâtlı fütüvvetin nasıl bir sosyal zeminde başladığı, İran ve Anadolu’da nasıl Ahîlik şekline dönüştüğü hakkında bir fikir edinilebilir.

Abbasîler dönemindeki fütüvvet ehline benzeyen, bekâr ve savaşçı bir gençler teşkilâtının eski yerleşik İran kültürünün hâkim olduğu sahalarda Zerdüşt öncesi dönemde (M.Ö. 1000’den evvel) mevcut bulunduğu ortaya konmuştur. “Mairya” (Sanskritçe “Marya”) adıyla bilinen bu gençler teşkilâtının başlangıcı Arîler zamanına kadar uzanmaktadır. Esas inanç olarak Mitra kültüne bağlı bu gençler, üstünde bir ejderha motifi olan siyah bir bayrakla kendilerini temsil ediyorlardı. Bunlar aynen fityânın yaptığı gibi o dönem İran toplumunda zaman zaman içtimaî ve siyasî buhranlarda etkin bir rol oynuyor, hattâ bazen tedhiş faaliyetlerine bile girişiyorlardı.

IX. yy.da belirgin bir şekilde tarih sahnesinde görülen sûfîliğin toplumda belli bir nüfuzu olan fityân teşkilâtlarına ilgi duyması, o çevrelere nüfuz edebilmek için fütüvvet kavramını benimseyerek ona kendi doktrin yapısına göre bir muhteva (içerik) kazandırmış olması mümkündür. Bu yakın temas sonucunda, XI. yy.dan itibaren sûfîliğin yavaş yavaş kurumlaşma sürecine girmesine paralel olarak onunla iç içe geçmiş fütüvvet kurumunda da sûfî nitelikler giderek ağır basmaya başlamış ve tasavvuftakinin benzeri bir kurumlaşma süreci onda da kendini göstermiştir. Başka bir deyişle sûfîlikteki kurumlaşma, fütüvveti de etkilemiştir.

Halife nasır Lidinillâh’ın fütüvvet müessesesini nasıl kendine bağladığını yukarda görmüştük. Bunda asıl önemlisi Halife Nâsır’ın İmâmiyye mezhebini benimseyerek fütüvvet kurumunu bu mezhebin temel inançlarına göre, on iki İmamın her birinin adına izafeten adlandırdığı on iki kola bölerek düzenlediği yine çağdaş bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Halife bu kolların başına birer reis tayin etmiş, onları da kendisine bağlamıştı. Böyle bir siyasetin, halifenin otoritesini daha güçlü bir şekilde icra etmesine ve alt tabakalar üstünde fevkalâde bir hüviyetle hâkimiyet kurmasına yardımcı olduğu tahmin edilebilir.

Böylece o zamana kadar, merkezî yönetimin zayıfladığı zamanlarda sık sık siyasî otoriteyi tehdit eder durumlara sebebiyet veren bu güçlü kurum, devletin denetimine alınmış oluyordu.

Nâsır’ın Müslüman devlet başlarına mektuplar yazarak fütüvvet teşkilâtına davet ettiğini de görmüştük. Meselâ halife, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başında bulunan I. İzzeddin Keykâvus’a Şehabeddin es-Sühreverdî’nin başkanlığında bir heyetle birlikte 1214 yılında fütüvvet cihazı (kâşe, şalvar) göndererek kendisini teşkilâta davet etmişti. Nâsır’ın bu faaliyetleri siyasî açıdan beklediği sonuçları sağlamadıysa da, Anadolu’da Ahîlik teşkilâtının gelişip yayılmasında epeyce etkili olduğu tahmin edilebilir. Zira Anadolu’da Ahiliğin gelişmesi bu tarihten sonraya rastlamaktadır.[67]

***

Ahmet Yaşar Ocak, yukarıdaki hakimane makalesinden sonra yine YİA’de “Fütüvvetnâme”leri irdeliyor. Bundan da kısa alıntılar yapıyoruz.

İslâm dünyasında VIII. yy.da Irak ve İran’dan başlayıp zamanla tasavvuf çevrelerine nüfuz eden fütüvvet kavramını konu edinen ve giderek bu teşekküllerin bir çeşit nizamnamesi hüviyetine bürünen risalelere genellikle fütüvvetnâme adı verilmiş.

Bu risalelere Arapçada “kitâbü’l fütüvve”, Farsça ve Türkçede “fütüvvetnâme” denilmekle birlikte bu iki isim arasında dikkate değer bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. “Kitâbü’l fütüvve” adı, daha çok klasik tasavvuf kaynaklarında sûfîlikteki anlamıyla fütüvvet kavramına dair konuları veya müstakil risaleleri çağrıştırırken fütüvvetnâme, özellikle XIII. yy.dan başlayarak fütüvvet ve Ahî teşkilâtı çerçevesinde bahsedilen meslekî nitelikteki nizamnameleri ifade eden bir anlam kazanmıştır. Ancak, bu nizamnamelerin kaynağının tasavvuf eserlerinde yer alan fütüvvete dair konular veya konuyla ilgili müstakil risaleler olduğu unutulmamalıdır.

XIII. yy.da Anadolu’da Ahilik teşkilâtlarının gelişme göstermesiyle birlikte Ahî fütüvvetnâmeleri ortaya çıktı. Bu eserlerde yer alan fütüvvetin ve Ahiliğin adap ve erkânının, mertebeler silsilesini, teşkilât özelliklerini yansıtan usul ve kaideleri ihtiva eden kısımlar ise kültür tarihi bakımından son derece ilginç bir nitelik arz eder. Dikkatle incelendiğinde bu kısımların İslâm’dan önce Türk, Ortadoğu ve özellikle Iran bölgelerinde bulunan mistik kültürlerin ve bu kültürler içinde ortaya çıkmış birtakım cemaat ve kuramların etkilerini açık biçimde yansıttıkları görülür. Gerek doğrudan doğruya fütüvvet kurumunun, gerekse buna bağlı olarak teşekkül eden Ahîliğin izah ve tahlilini yaparken sırf teorik nitelikteki eserlere dayanarak ideal bir tablo çizmek, söz konusu kısımların tarihî süreç içinde aldıkları şekli ve geçirdikleri değişimi yansıtmayacağından, tarihî gerçeklere uymayacak ve büyük ölçüde yanıltıcı olacaktır.[68]

***

Küçük Asya’da Ahîyat el-Fityân, fütüvvet ideolojisinin, XIII. yy.ın ortasından XIV. yy.ın son çeyreğine kadar en hayatî tahakkuku olarak görünüyor. Moğol istilâsı üst sınıfların dini Sünnî İslâm’la kitlelerin Şia’sı arasındaki manevî çiti parçalamıştı. Anadolu Türk toplumunun çözülmeye o denli yakın geldiği ama yan bir hayatla ortaya çıkmayı başardığı bu kriz sırasında Ahîler büyük bir güç olmuşlardı. Ama Batılı emîrliklerin I. Murad ve Yıldırım zamanında ilhakları sırasında Ahîlik bir zeval halinde idi. Bu otokratik rejimden beklendiği gibi örgütün ilk kaybolan, siyasî veçhesi olmuştu. Uhuvvet’in sosyo-ekonomik kalıntıları daha birkaç on yıla yayılacaktı; bunlardan bazıları muhtemelen çeşitli zanaatkâr birliklerine duhul etmişler, ama dinî akidelerinin başlıca bütünü Mevlevî, Halveti ve Bektaşî dervişlerinde devam ettirilmişti.

Bu üç gruptan Bektaşîler, Ahîlerin ruh ve ereklerine en yakın gelenleri idi. Benzerlik o denli idi ki sanki Bektaşîye, Ahîyat el-Fityân’ın manevî halefi olmuştu.

İbn Batuta’nın ziyareti sırasında bu sonuncuların belirgin siyasî veçheleri, “zâlimleri ezmek ve zulmün uydularını ve onlarla birleşen imansızları öldürme” karar ve azimleri idi. Bu, Karmatî etkisi altında daha önceki mücadelenin bir yansıması olabilirdi. Buna karşılık, Müslüman devletler sık sık bu birlikleri ihtilâlci hareketlerin ve dinî sapıklıkların odağı olmalarından şüphelenmiyorlardı ve bunları, sadık Sünnîlerden oluşan kentsel polis (hisba) marifetiyle denetimi altında tutmayı aramışlardı, öbür yandan ise birlikler, devleti baskıcılıkla suçlayıp tasavvufta huzur bulmaya çalışıyorlardı. Böylece de tüm Müslüman Orta—Doğunun birlikleri (loncaları) ile hükümet arasında bir zıtlaşma eğilimi mevcut olmuştu. İbn Batutta’nın açık ifadelerine göre, özellikle Anadolu’da Ahîler, mahallî emirlerin mutlakıyet yönlerine bir engel teşkil ediyorlardı. Ama aynı zamanda da Ahîlerin emirlerle olan ilişkileri, ahenkli gibi görünüyordu. Taeschner, Ankara Ahîlerinin idari otoritelerini kadılık olarak ifade ediyor.

İbn Batuta’nın 1333’de gezdiği bu kentte, ileri gelen Ahîler, daha 1290’da, kamu hayırseverleri ve cami yapıcıları olarak görünüyorlardı, Arslanhane Camii’nin minberindeki kitabede olduğu gibi. Ankara’da Ahî rejimi, I. Murad’ın 1361’de kenti ilhak edene kadar sürmüştü. Burada, Uhuvvet’in gerisinden tecrit edilmiş İhvan, farklı bir gelişme göstermişti. Moğolların ilerlemelerinden önce bile, Anadolu Türk emirliklerinin siyasî ağına girmekten kaçınmışlardı; bunlar, kendilerine yeterli bir kent yaşamı örgütlemişlerdi ve de babayanî bir despotizmi bir idareci kast olarak vaz etmişlerdi. Bu denli sorumluluk yüklenince de ilk Ahîyat el-Fityân’ın halk temelinden uzaklaşmışlardı. Aralarında rekabet ve ihtilâf çıkmıştı. İlk günlerin demokratik çerçevesine sadık kalanlar, aralarında baş göstermiş oligarşinin temelini çürütmeye çalışmışlardı; I. Murad ise bir hizbi ötekine karşı kullanarak tüm örgütü denetimi altına almaya teşebbüs ediyordu. Bir kez bunların efendisi olunca otoritesini Anadolu’nun geniş kesimlerine yaymayı ümit edebilirdi. Epey öncesinden kentin idareci kastı, Osmanlı genişlemesine mukavemet etmek için çok tecrit edilmiş ve zayıf olduğunu idrak etmişti. Osmanlı idaresine karşı suikast tertiplemekle suçlanıp imparatorluğa dahil edilmişler ve I. Murad’ı lider olarak tanımışlardı.

Bununla birlikte, I. Murad’ın otokrasisi, Ahîlerce nefretle karşılanıyordu, halk hoşnutsuzluğu artıyor ve halefi Yıldırım’ın saltanatında açık isyana dönüşmüştü. Sosyalist eğilimli bir cumhuriyet kurulmuş ve on yıl kadar süre ile mücadeleleri sürmüştü; bu arada da Osmanlı hanedanı o güne kadar görülmemiş büyük bir kriz yaşamıştı. Bu, 1402’de Timurleng’in zaferinin sonucu idi. Ankara rejimi, şeyh Bedreddin’in yakalanıp Serez’de 1416’da idamı ile çökecekti. Bu sonuncusunun başlıca destekçilerinden biri Grek işbirlikçi Köse Mihal’ın oğlu, Mihaloğlu Mehmed idi. Köse Mihal ise, Osmanlı sülâlesi kurucusunun silâh arkadaşıydı. Bir yüz yıl önce, Ahîlerin Osman ve Orhan’ın saraylarında çok etkin oldukları zaman, Bedreddin’inki gibi bir isyan muhtemel olurdu, şöyle ki ilk Osmanlılar, potansiyel kışkırtıcılarla olduğu gibi Köse Mihal tipinde Hristiyan müttefikleriyle ahenkli yaşamanın yolunu biliyorlardı.

Ankara Ahîlerinin sukutu, tüm Küçük Asya’da İhvan’ın siyasî gücünün en alt düzeyini ifade eder. Ama bu arada, Ankara’da ve başka yerlerde, bazı Ahîler büyük mülklere sahip olmaya başlamışlar ve âyan tabiri bunları tanımlamada kullanılmış. Daha sonra âyan ve Ahîyan’dan bahis olunuyor ve tarihçi İdris-i Bitlisî, Murad’ın ölümünden bir yüz yıl sonra, Ahîleri sadece “büyük toprak sahipleri” veya “köy ileri gelenleri” olarak bildiriyordu.

Ahîlere, politikada son kez 1423 olaylarına bağlı olarak, iki Bursa Ahîsinin Mustafa’yı II. Murad’a başkaldırmaya kışkırtmalarıyla rastlıyoruz. Bundan sonra Ahîyat el-Fityân, siyasî gölgeye giriyor. Ama her zaman için, Batı Anadolu’da Türk toplumunun oluşma yıllarında, Tac’ın gerisinde bir demokratik güç olmuş, sultanları hizada tutmuş ve bunların sultasına bir halk tabanı vermişti. Kitleler arasında Ahîlerin çekicilikleri, bildiğimiz ahlâkî meziyetlerinden başka, sosyo-ekonomik akidelerinden ileri geliyordu.[69]

***

Buraya kadar rastlamış olduğumuz hirfa (hirfet), sınıf, esnaf ve sair tabirler, son derece müphem olup başka manalara da gelebilmeleri itibariyle doğruca “lonca” (guild) karşılığında hemen kullanılamıyor; şöyle ki bunlar, hem bir mesleği, hem de bir meslekî örgütlenme manasında oluyorlar ve bunlardan bazıları da başka şeyleri dahi ifade ediyor. Bununla birlikte bir loncanın bir meslekî örgütlenme olduğunun vurgulanması aynı derecede önemli oluyor. Birçok yazar, kent zanaatkâr ve tüccarlarını kastettikleri zaman bunlardan “lonca” olarak söz ediyor, ama bunu yaparken de kaynakların gerçekten bir örgütlenmenin varlığına işaret edip etmediğini tahkik etme zahmetine katlanmıyorlar. Bu, bittabi böyle bir örgütlenmeye izafe edilen karakteristiklerin ne oldukları sorununa götürüyor. Loncaların varlığından söz edildiğinde, belli bir alanda kentsel ekonominin bir dalı ile meşgul tüm kişilerin, aynı zamanda, ekonomik olarak sınırlandırılmış uygulamaları vergiye değgin, idarî veya sosyal işlevler gibi işleri yerine getiren bir birim teşkil etmeleri halinde ancak haklı olabilir gibi geliyor bize. Bir başka koşul da, böyle bir birimin azaları arasından seçilmiş, başlarında bir başkan bulunan memur veya görevli kadrosunun varlığı oluyor.[70]

Kayıtlarda X. ile XV. yy.lar arasında İslâm ülkelerinin çarşılarında ne Avrupa, ne de Bizans tipi loncaya rastlanmıyor. Siyasî örgütlenme, ekonomik nizam ve hattâ birleşmiş kardeşçe yaşam açısından, mezkûr dönemde, tabirin mutat manasında lonca bulunmuyor. Az çok aynı şeyi konunun ünlü uzmanı Franz Taeschner de söylüyor: “Belirgin delil yokluğundan Türkiye’de, Ortaçağlarda loncaların örgütlenmelerinin neye benzediğini kesin olarak beyan etmek mümkün olmuyor. Elimizdeki az sayıda loncalara değgin vesikalar da nispeten yeni zamanlara ait”. Fr. Babinger de yine, Fatih zamanına ait kaynaklarda lonca izlerine rastlamamış. XIII. ve XIV. yy. Anadolu’sunda cari dernek tipi, fütüvvet ülküsünü benimsemiş Ahî hareketinki olmuş. Mamafih, Osmanlı gücünün yükselmesinin Anadolu’daki siyasî durumun değiştirmesi, Ahî’lerinki gibi serbest (hür) derneklerin varlığına uygun düşmüyordu. Bu keyfiyet, Taeschner’e göre Ahî hareketinin sair derneklerle kaynaşmasının ve de içinde Ahî geleneklerinin yaşamaya devam ettikleri loncaların yaratılmasının sebebini teşkil ediyor. Bu sonuncuların en ünlüsü, pîri Ahî Evran olan debbağlar loncası idi. Bu loncaların başına Ahî Baba denilip bu, tüm debbağlar, saraçlar ve ayakkabıcıların başı oluyordu. Zamanla Ahî Baba’lar nüfuzlarını başka loncalara da uzatıp tüm Türkiye lonca örgütlenmesini denetimleri altına almayı başarıyorlar.[71]

Evliya Çelebi’ye göre, XVII. yy.ın başlarında, idari mülâhaza ile 57 gruba ayrılmış 1001 lonca bulunuyordu. Bu rakam tam doğru olmasa bile, onun ayrıntılı beyanı, bütün İstanbul halkının, askerler, devlet memurları ve yabancılar dışında, loncalarda örgütlenmiş olduğunu ifade ediyor.

Türkiye’de XVII. ve XVIII. yy.larda loncaların en büyük işlevi, hükümet tarafından etkin bir denetim için bir çerçeve hizmeti görmesiydi. Böyle bir çerçeve, ancak her loncanın kendi dalının tekelini haiz olmasıyla etkin olabilirdi. Bu itibarla, daha önce söylediğimiz gibi kimse, loncanın izni olmadan dükkân açamaz ya da bir zanaatı icra edemezdi; her özgül dalda çalışanların sayısı sınırlandırılmış olup lonca, ve dolayısıyla hükümet tarafından denetimleri sağlanmıştı.[72]

***

Hükümdarların, hükümdar ailesine mensup kadın ve erkeklerin, büyük ve zengin devlet adamlarının, zengin tacirlerin tesis ettikleri vakıflar sayesinde, birtakım hastaneler, imaretler, tekkeler, medreseler, sübyan mektepleri idare edilmektedir. İçtimaî yardım, maarif, nâfia (bayındırlık) işleri, o döneme göre çok ilerlemiş olmakla birlikte, devlet bütçesi için hiçbir yük teşkil etmez.

Bütün bunlar XIII. yy. Anadolu kentlerinin gelişmesine bir sebep gibi telâkki olunabilir, ama bunu bir sebepten çok bir netice gibi kabul etmek daha doğru olur. Çünkü şehir hayatının temelini teşkil eden, şehri dolduran, idari ve malî bozukluklara karşı bazen hoşnutsuzluğu ile, bazen müsellâh kıyamlarıyla bir denge amili olan başlıca kuvvet, elinin emeğiyle yaşayan sanayi erbabıdır, ki şehir halkının en yoğun kitlesini teşkil eder. Şehirde bu sanayi erbabının toplanmasını temin eden de, başlıca, ticaret sermayesidir, yani nicelikçe o kadar çokluk olmamakla birlikte, sınaî faaliyetin nâzımı olan, büyük tacirler sınıfıdır. Ülkenin içine giderek kervanları tertip ve iç dış pazarlardan kentin ihtiyacını tatmin edecek emtiayı temin eden bu müteşebbis sınıf, sadece kendi sermayesini değil, aristokrat ailelerin ve bürokratların birikmiş parasını, hattâ mutavassıt (aracı) sınıfın daha mütevazi tasarruflarını da işletir; fakat asıl faal unsur o’dur. Büyük tehlikelere, zahmetlere, maceralara katlanır. Şehir sanayisi, kısmen şehrin ve şehre civar köylü ve göçebe halkın ihtiyaçlarını sağlamak için çalışır, kısa hasılalı pazarlar, ve uzun fasılalı panayırlar bu alışverişi tanzim eder. Aynî ve nakdî mübadelenin ikisi birden mevcuttur. Fakat kısmen de iç piyasanın, hattâ dış piyasaların istediği bazı cins malları yetiştirmekle uğraşır; ona mahsus olan hammaddelerin o kentte veya çevresinde bulunması, o cins işçilik tekniğinin uzun zamandan beri bir gelenek halinde o kentte temerküz etmesi gibi amiller, bunda başlıca etkenlerdir.

Bu kentlerde iş organizasyonunu, işçilerin nasıl korporasyon‘lar halinde toplandığını, iş ile sermayenin münasebetlerini ve bütün bu ekonomik processus‘un dinî-ahlâkî ve hukukî yanlarını, Köprülü’den istiare ederek kısaca anlatacağız.

Büyük şehirlerde muhtelif hirfetler (métier) erbabının muayyen yerlerde, kapalı ve açık çarşıları vardı; onlar oradaki dükkânlarında çalışırlardı; kentlerin vüsatına, bazı sanatların orada daha gelişkin ve toplanmış bir halde bulunmasına göre, bu çarşıların büyüklüğü, sayısı değişirdi. Büyük tacirler, değerli eşya satan dükkâncılar kapalı ve mahfuz çarşılarda yahut o civarda bulunan büyük ve emniyetli hanlarda bulunurlardı. Çeşitli hirfetlere mensup olanlar ayrı ayn corporation‘lar halinde teşkilâtlanmıştı. Muntazam bir hiyerarşiye malik olan bu teşekküller, o hirfete ait bütün işleri görür, buna mensup fertler arasındaki ihtilâfları halleder, devlet mekanizmasıyla esnaf teşkilâtı arasındaki münasebetleri tanzim ederdi. Ücretlerin tayini, mal cinslerinin ve fiyatlarının tespiti, hep ona aitti. Devlet bütün bu teşekküllerin denetçisi ve icabında onların yardımcısıdır, yani onları hukukî bir teşekkül olarak tanımış, kendilerine bazı haklar, imtiyazlar vermiştir. Dış ticaretle uğraşan büyük sermaye sahibi tacirler, hükümdar sarayının ve büyük ricalin ihtiyaçlarını tatmin ettikleri cihetle siyasî bir önem de kazanıyorlar, hattâ bazen uzak devletler nezdinde diplomatik görevle, yahut istihbarat işiyle görevlendiriliyorlardı. Gerek devletle çıkarları müşterek olan bu sınıfın nüfuzu, gerek corporation’ların başında bulunanların o teşkilâtın en fazla sermaye sahibi olanlarından mürekkep olması, bu teşekküllerin sermaye ile say arasında açık veya kapalı daima mevcut olan çarpışmalarda sermaye aleyhine, yani o devir toplumunun içtimaî nizamı aleyhine harekette bulunmasına mani oluyordu. Fakat buna mani olan daha kuvvetli bir amil vardı ki, o da teşkilâta mahsus ahlâk prensipleriydi.

Kısmen dinî-tasavvufî esaslardan, kısmen de kahramanlık ananelerinden esinlenmiş olan bu meslekî ahlâk, tesanütçü (dayanışmacı) ve gayrendiş (başkalarını düşünen) mahiyette idi; yani patron ile işçi arasındaki vaziyeti, âdeta şeyh ile mürit arasındaki vaziyete benzer bir hale koyarak “manevî bir nizam” tesisi gayesini takip ediyordu.[73]

***

İşbu “corporation”lar konusunu, önemine binaen, ünlü Türkolog R. Mantran’ın kaleminden de biraz derinleştireceğiz.

Gerçekten, XVII. yy.da İstanbul corporation’larının neden ibaret olduklarının ve başkentin ekonomik ve sosyal hayatında neyi temsil ettiklerinin tetkiki oldukça önemli oluyor.

Önce, corporation’ların genellikle esnaf tabiri ile ifade edildiklerini kaydetmek gerek.

Başkentte corporation (lonca)dan söz edilmesi, ancak XVI. yy.da, II. Bayezid nizamnamesinde görülür. Daha önceki döneme ait, yani İstanbul’un fethinden beri, açık seçik belge olmayıp sadece bazı imalar bulunuyor. Bazı tarihçiler, ileri giderek, İstanbul’da lonca bulunduğunu iddia ediyorlar, şöyle ki, örneğin debbağlar loncasının, hükümetler karşısında belli bir özerkliği muhafaza etmesi için Fatih’in vermiş olduğu imtiyazlar biliniyor. Öbür yandan Selçuklular ve ilk Osmanlılar döneminde meslek topluluklarının varlığı kesin olup bunların tüm faaliyetlerinin 1453’ten itibaren durmuş olacağı düşünülemez.

Bunun dışında, kentin alınmasıyla ekonomik faaliyeti hemen durmuş değildi; gerçi varlığı bilinen Bizans loncaları ya yok edilmiş, ya da mensuplarının bir kısmının ölümü, ya da zorunlu sürgünü dolayısıyla yerlerine başkaları alınmıştı, ama kente mutlaka yaşama olanakları verilmeli, kalmış olan halk ile Constantinopolis’i yeniden iskân etmek üzere getirtilmiş olan halklara normal çalışma koşullarının sağlanması gerekiyordu; kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuş olan kent, bir çağın, tüketim ve üretimi merkezi olarak belirmişti.

Fatih’in, kentsel ekonomiyi oluşturan çeşitli unsurların kendi başlarına, anarşik bir tarzda örgütlenmelerine bırakması bahis konusu olamazdı: O halde, hemen önünde bulunanları kullanacaktı. Önce, İmparatorlukta daha önceden mevcut lonca örgütlenmeleri, ama özellikle dinî karakterleriyle başkente oturtulacaktı: Bu Türk tipi corporation’lar Sultan tarafından yerine konulmuş idarenin tamamlayıcıları oluyorlardı; ama bundan fazla olarak geleneksel Bizans loncalarından arta kalanları da mutlaka kullanmıştı; Adalar ve kıta Yunanistan’ın Greklerine çağrı, muhtemelen, eski sakinlerin gidişi ile bozulmuş olan başkentin hirfetlerini yeniden faaliyete geçirme ihtiyacına tekabül ediyordu. Böylece de Gayrimüslimlerden oluşmuş loncaları kabullenmek zorunda kalmıştı; bu sonuncular devam etmiş olup yavaş yavaş Türkler tarafından “fethedilmişlerdi”. Hâlâ XVII. yy.da Gayrimüslim çoğunluklu, ya da az çok kalabalık bir Gayrimüslim ekalliyetli loncalar nadir değildi.

Maalesef Bizans loncaları ve bunların kent içindeki konumları hakkında fazla bir şey bilinmiyor. Bununla birlikte Türk dönemi loncalarının, Grek dönemi loncalarınınkilerle aynı yerde bulunmuş olmaları imkânsız değildi.

Bizans tahıl pazarının Türk Un Kapanı’ndan uzak bir yerde olmadığı sanılıyor. Bu keyfiyet, belki de, Haliç’te ayrı boşaltma iskelesinin kullanılmasına devam edilmiş olmasından ileri gelmişti.

Bizans mum imalcileri, Osmanlı mum tüccarları gibi, Aya Sofya’nın yakınında bulunuyordu; ipek tacirleri de böyle idi. Türk “Bedesten”inin yeri de Bizanslıların para ve en değerli malları, özellikle altın ve gümüş işlemeli kumaşları saklamaya yarayan binaları ile aynı idi.

Mamafih bu benzerlikleri fazla öteye götürmek tehlikeli olabilir. Sadece şu husus vurgulanabilir: Fatih Türkler, kente kendi yeniliklerini getirmiş olmakla birlikte kendilerinden önce mevcut olanı tümden yok etmemişlerdi. Ama Grek loncaları Osmanlı kalıbını kabullenip Türk corporation’ları ile ayrı şekilde örgütlenmiş olmalıydılar. Aynı şey, XV ve XVI. yy.da başkente yerleşmek için gelmiş Yahudi tüccar ve zanaatkârlar için de söylenebilir. Evliya Çelebi, işbu corporation’ları sayarken bunların bazılarının tümden Rumların elinde olduğunu söylüyor, şöyle ki Türkler, Müslüman olarak, şarap tacirliği ve meyhanecilik etmiyorlardı… Ama din etkeninin dahletmediği başkaları vardı ki bunlarda Gayrimüslimlerin varlığı yüzyıllar boyunca devam edegelmiş bir geleneğin ürünü oluyordu, ya da çok özel tekniklere, ezcümle gemi inşası ve donanımı işlerine fazlaca yatkın olmamalarından ileri geliyordu. Denize bağlı bu loncaların az çok tümünün Galata’da toplanmış olmaları manidardır.[74]

***

Ama ne olursa olsun, ister eski, ister yeni, ister Türk, Grek, Yahudi veya Ermeni çoğunluğunda olsun, bunların hepsi, iyi yürümeleri ve özellikle de emirlerine itaat etmeleriyle ilgili olarak hükümetin gözetim ve denetimi altında bulunuyorlardı.[75]

***

Loncalar bahsini G. Baer’ın söyledikleriyle kapatıyoruz. Türk loncaları tarihi üzerine mütalâa, bunların birer meslekî örgüt oldukları noktasından hareket edilmedikçe manasız olur. Loncaların varlığından söz edilince ancak belli bir alanda kentsel ekonominin bir dalında meşgul tüm kişilerin, ekonomik, malî, idari ve sosyal işlevler gibi çeşitli amaçlara yönelik bir birim teşkil etmeleri halinde bulundukları varsayılacaktır.

Görünürde, bu koşulları yerine getiren loncalar XV. yy.dan önce bulunmuyor. Her ne kadar XII. ve XIV. yy.larda Ahî hareketi üyelerini başlıca zanaatkârlar arasından toplamışsa da, bu dernek, bu haliyle, meslekî değildi.

Türkiye’de meslekî örgütlenmelerin ne zaman ve nerede gün gördükleri bilinmiyor. Taeschner, hür fütüvvet derneklerinden intikalin XVI. yy.ın başında vaki olduğunu, belki de haklı olarak ileri sürüyor. Her ne kadar III. Murad Surnâme‘si, 1582’de oğlu Mehmed’in sünneti vesilesiyle vaki geçit resminin tasvirini yapıyorsa da, birçok zanaat ve meslekî grupların işbu örgütlerin başında herhangi bir başkan ya da memur hakkında açık seçik ifade bulunmuyor. Bununla birlikte 1570’ler ve muhakkak olarak 1580’lerde, tümü değilse bile, başlarında bir kethüda ve buna yardımcı olacak Yiğit başı tabir edilen şefleri haiz çeşitli mesleklerin böyle bir örgüte sahip olduklarında şüphe yoktur.

XVI. yy.da loncalar hakkında bilgiler dağınık ise de XVII. yy.dan itibaren bunlar o denli çoktur ki bu zamanda tüm nüfusun gelişkin bir lonca sistemi içinde örgütlenmiş olduğu hususuna destek oluyorlar. Hayatın her adımı işbu sistemle, Batı ülkelerinde olduğundan daha çok, çevrilmiş bulunuyordu.

Yüzyıllar boyunca loncaların en önemli işlevi, hükümetle kent nüfusu arasında idari bağ olarak hizmetleri oluyordu. Devlet, büyük ölçüde bir bürokrasi kurmaktan aciz olduğu sürece, hükümetle birey arasında doğruca ilişkiler için gerekli müesseseleri kurup denetim işini yürütmek için aracı birimler tesis etmek zorunda kalıyordu.

Türkiye’de, ehl-i hirfet ve tüccarlar tarafından yapılmış ya da satılmış malların evsafının denetimi, loncaların başlıca görevlerinden biri oluyordu. Bununla birlikte loncaların işbu kalite kontrol işi hayli sınırlıydı. Bunlar kusurlu ya da hileli malları bildirmekle yükümlü olmalarına karşın buna karşı bizzat harekete geçemiyorlardı. Ancak kusurluları devlete ihbar edip ceza işini ona bırakıyorlardı.[76]

***

Metin Kutusu: Şekil 1.. Yumak modeli (Hulusi Akkanat’tan) Kültür varlığını oluşturan kurum ve değişkenler birbirlerinden tam bağımsız olmadıkları gibi, çok sayıda ve karşılıklı bağlarla birbirlerine bağlıdırlar ki buna “Yumak” adını veriyoruz (Şekil 1).

“Yumak modeli “kültürü, yeri yurdu belli olmayan (soyut, kavramsal) bir kartografya haritası gibidir. Toplumlar ve uluslar, kural olarak, benzer malzemelerden değişik yüzler ya da maskeler üreten, türeten sanatçılara benzerler.

Anadolu’nun kesin olarak Türklerin eline geçmesinin başlangıcı olan 26 Ağustos 1071 tarihinden 1225 yıllarına kadar Anadolu’ya büyük dalgalar halinde giren Türk toplulukları genellikle göçebeydiler. 1220’lerde Moğolların Harzemşahlar Türk devletini ortadan kaldırmalarından sonra, Maveraünnehr ve Türkistan’daki Türk şehirlerinin tüccar ve zanaatkâr halkı, dükkânlarını, tezgâhlarını bırakıp Anadolu’ya geldiler. Bu ikinci büyük grupta gelenler, öncekilerin tersine şehirliydiler. Orta Asya ticaret ve zanaatında çok ileriydiler; ticarî ortaklıklar kurmuş, çek kullanmış, daha o zamanlar kâğıt paraya geçiş niteliğinde bulunan ipek kumaş parçalarını damgalayarak “akça” adıyla para olarak ticarî yaşamda dönüşüme sokmuşlardı.

Anadolu’ya gelen bu tüccar ve esnaf birlikleri, 1240’lı yıllarda bu yeni yurtlarında Orta Asya’dan getirdikleri kuşkusuz olan “Ahî Örgütü”nü kurdular.

Kimi yazarlar, teorik tüzükleri olan “fütüvetnâme”lere bakarak Ahîliğin, fütüvvetçilikten kopya edildiğini, kimileri “İhvanü’s Safa”dan, bir heterodoks İslâm mezhebi olan “Bâtınîlik”ten “Melâmîlik”ten, eski İsrail kökenli “Masonluk”tan; kimileri de XI. yy. Avrupasının, gelişen sanat ve meslek kuruluşlarından esinlendiğini, kaynaklandığını söylerler. Avrupa’daki bu sanat ve meslek birliklerinin, yani korporasyonların, Haçlı savaşları yoluyla Doğu’dan, İslâm dünyasındaki benzerlerinden örnek alındıklarını bile yazanlar vardır.

Fütüvvetçilik çok eskiden beri Orta Doğu İslâm âleminde vardı. Oradaki kuru, teorik ve ölü kurallar yığını olup, bir kişi bu kurallardan ne kadar çoğuna uyar, o özellikleri taşırsa, o denli saygın bir kişi olarak anılırdı, o kadar. Ahîliğin özelliği, bir uyum içerisinde birleşip kaynaştığı diğer kültürler arasında kendi değerlerini koruyabilmesi oluyor. Ahilik, ülke kaynaklarını en rasyonel ve insancıl bir biçimde harekete geçiren, adalet ve hak üzere bir gelir dağılımını sağlayan, sosyal dayanışma, barış, kardeşlik yaratan (ulusal bütünlüğün temellerini kuran), dengeli ve verimli iktisadî-sosyal-siyasî model olup Türkler, İslâmiyet’ten önce kendi kültürlerinde bulunan ve “akılık” adı verilen kahramanlık, yiğitlik ve cömertlik ülküsünü, İslâm dinini benimsedikten sonra İslâmî ahlâk ve değerlerle geliştirmişler. İşte Ahîlik, bu Türk Akılığının İslâmîleşmiş şekli olmuş.

Aslında Ahîliğin tüm işlevlerini içine alacak bir tarifin yapılması olanaksız gözüküyor. Ayrıca, bu kadar çok işlevi olan bir kurumun meydana gelmesinde uzun zaman dilimine gereksinim var.

Ahîlik, yukarıdaki değerlendirmelerden sonra şöyle tanımlanabiliyor: Ahîlik, Türk uygarlığının, Anadolu’nun fethiyle birlikte yakın ilişkisine geçtiği İslâm kültürü ile uyum içerisinde kaynaşmasından doğan yeni bir kültür kuruluşudur. Ahîliğin doğmasına eski Anadolu, Roma, Hint, İran kültürlerinin etkileri olmuştur. Böylece Ahîliğin, evrensel kültür niteliği ortaya çıkmakta, bu yapının temel unsurunu da eski Türk kültürü meydana getirmektedir.

Ahîlerde her zanaat ve meslek, bir İslâm büyüğünü, azizini, velisini kendilerine pîr ve üstat tanır, ama onlar bunu Batı’daki esnaf ve zanaatkârların duyduktan zorunluluk ve kaygı ile başlatmamışlardır.

Zaten Ahîliği Doğu ve Batıdaki benzer kuruluşlardan ayıran en büyük fark, din adamlarının da, devlet otoritesinin de, onlar üzerinde herhangi bir etkisi olmaması ve olamamasıdır.

Ortaçağ başlarında Türkistan’da kurulmuş olması kuvvetle muhtemel bu kurumun aynı niteliklerde bir benzeri hiçbir ulusta görülmüyor. Her Ahînin kesin olarak bir mesleği ya da zanaatı olması gerekir. Yamak, çırak, kalfa ve usta hiyerarşisinden geçerek “Ahî” olan kişinin, bu basamakların her birinde en az “bin gün” çalışması gerekir. Ortaçağ dinî tarikatlarının basamaklarında da böyle bir çile süresi vardı. Ancak, Ahîlik bir tarikat değildir.

XIII. yy.ın ilk yansında acımasız Moğol saldırıları önünden kaçıp Anadolu’ya gelen şehirli zanaatkâr ve tüccar Türkler, burada tarihî ve sosyo-ekonomik nedenlerle Ahîliğin konukseverlik, yardımseverlik ve sanat, meslek eğitimine büyük ağırlık vermişlerdi. Ahî kuruluşunun Doğu Türkleri arasında da konukseverlik ve yardım etme özelliğinin ağır bastığı mutlak olmakla birlikte, yeni göç edenlerin yardıma muhtaç olmaları durumu, yardım etme niteliğini daha da artırmıştı. İşte Moğol saldırılarından Batı’ya kaçan şehirli Türk esnaf ve zanaatkârlarından Anadolu içlerine dek gelenler, daha sonra gelenlere kucak aça aça “akı örgütü”nü Kırım Yarımadası’na ve Balkanlar’a yerleştirmişlerdi.

Malazgirt savaşı ile Anadolu’ya giren Türk toplulukları çoğunlukla göçebe-asker yapısındaydılar. Bu İlk gelenler arasında kaliteli esnaf ve zanaatkâr bulunmuş olamazdı; ama 1220’lerden sonra korku içinde gelen ve çoğu esnaf ve zanaatkâr olan Türk halkı, yerlerinden ayrılıp güvenli bir yer olan soydaşlarının yanına, Anadolu’ya geldiler.

Ahî zanaat birliklerinin ve sivil halkın kabul ettiği kurallar, eski Türk kültürü, İslâm’ın ahlâk kuralları, İbni Sînâ, Fârâbî ve Ahî Evran’ın akılcı felsefeleri, Hace Ahmed Yesevî, Mevlana, Hâce Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre’nin tasavvuf düşünceleri ve Anadolu’da karşılaşılan değişik kültürleri yoğurarak yepyeni bir kardeşlik, konukseverlik, yiğitlik, cömertlik, diğerkâmlık anlayışını ortaya çıkarıyordu. Bu kurallar aklın, ahlâkın ve bilimin süzgecinden geçirilerek “Ahîlik kuralları”na dönüştürülüyordu. Mevlevîlik, Bektaşîlik ve vb. kuruluşlar, ahlâkî kurallarını Ahîliğinki ile aynı kökenden aldıklarından, aralarında bu yönden benzerlikler olması doğaldır. İşte Ahîliğin Sünnî ya da Şiî, bâtınî tarikatlarla aynı nitelikte görülmesinin nedeni, bu ortak köken oluyor. Ayrıca Ahîlik, bünyesi içine yeni üye almak için onda belli bir nitelik aradığı, bu üyeyi işbaşında ve iş dışında olmak üzere iki başlı bir eğitimden geçirdiği ve dolayısıyla aranan niteliği taşımayanların kuruluşun toplantılarına sokmadığı için, öteden beri gizli derneklerden sayılmıştır. Ahî birlikleri, çalışmalarını sürdürebilmek ve sosyal dayanışmayı sağlayabilmek için Ahîlik düşüncesine uygun bazı kurumlar geliştirmişlerdir. Esnafın gereksinmesi olan işletme kredisini sağlayan “Sanayi Kredi Bankası” niteliğindeki bu kurumlara “Orta Sandığı”, “Esnaf sandığı” ve “Yardımlaşma Sandığı” denilmiştir.

Her Ahî birliğinde bir “Orta Sandığı” vardı. Bunun gelir ve giderleri belirli bir muhasebeye bağımlı tutulur; sandık, birlik yönetim kuruluna bağlı ayrı bir şube olarak çalışmalar yapardı. Sandığın kredisi olarak oluşturulan “Fon” ile yardımlar için ayrılan paralar, farklı hesaplarda toplanırdı.

Orta Sandığı’nın gelirleri, üyelerin aidatları, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçişte, ustanın, işyeri sahibinin verdiği terfi harçları; birliğe ait mülklerin gelirleri; askere alınan kalfa veya ustanın eşi ve çocukları için birlikçe toplanan paralar; diğer bağışlar, sandığın gelir kaynaklarını oluşturmaktaydı.

Orta Sandık’ın giderlerine gelince: Orta sandık’la biriken kredi fonu hesabından, usta olarak en az üç yıl çalışmış ve birlikçe yeni işyeri açma izni verilen birlik üyesine faizsiz kredi verilirdi. Verilen kredilerin bir bölümü yeni iş sahibine yardım olarak verildiğinden geri ödeme istenmezdi.

Birlik üyesinin anî, küçük nakit gereksinmesini karşılamak için yönetim kurulu kararı gerekirdi. Bu karara Orta Sandık’ta üye olan iki kefilin imzası istenirdi.

Aynı zanaat kolunda faaliyet gösteren birlik üyelerine, üretimini yaptıkları malların maliyetlerini düşürüp fiyatlarını ucuzlatmak için bağlı oldukları birlikçe toptan hammadde alınırdı. Alınan hammadde, belli kurallara göre üyelere dağılırdı. Öncelik, zanaatında en eski ve en çok usta yetiştirmiş kıdemli işyeri sahibi ustaya verilirdi. Hammadde gereksinimini sağlayan işyeri sahibi, geri ödemeyi hemen yapabileceği gibi, hammaddeyi mamul hale getirdikten ve satışı yaptıktan sonra da aldığı krediyi ödeyebilirdi. Ancak, sandıktan çekilen paranın vadesinden dolayı önemli bir kazanç sağladıysa, bu kazancının bir kısmını hibe etmek üzere borcuyla birlikte öderdi.

Ahî birliklerince kurulan Orta Sandık’ların paralarını ve değerli evraklarını sakladıkları altı ayrı kesesi (hesabı) vardı. Bu keselere konulan para veya evraklar birbirlerine karıştırılmazlardı.

1.Atlas kese: Esnaf vakfına ait her türlü yazışma evrakı burada saklanırdı. Atlas kese, arşiv hizmetlerini gören bölümdü.

2.Yeşil kese: Esnafa ait vakıf gelirleri, senetler ve tapuların toplandığı bölümdü.

3.Örme kese: Sandığın nakit paralarının korunduğu ve saklandığı bölümdü.

4.Kırmızı kese: Gelir getiren senetlerin ve evrakın saklandığı bölümdür.

5.Ak kese: Giderlere ait belgelerin ve yıl içinde gelir-gider hesaplarının saklandığı bölümdü.

6.Kara kese: Vadesi geldiği halde ödenmeyen senetler ve bunlarla ilgili diğer evrak burada saklanırdı. Bu kese, sandığın öbür keselerine göre en az işlem gören bölümdü, şöyle ki esnaf, borcuna sadıktı.

Ahî birliklerinde “Haricîler” ve “Dahilîler” olmak üzere iki grup üye bulunurdu.

a) Haricîler: Emekliler, düşkünler, sakatlar ve fiilen çalışamayanlardı. Emekliler: Çalışamayacak kadar yaşlı ustalar olup işyerlerine gidip gelemeyecek durumda olan kimselerdi. Bunların işyerleri kapatılmayıp daha önce yetiştirdiği ustalardan biri tarafından işletilirdi. Bu gruptakilere sandıktan herhangi bir para ödenmezdi. Bunlar, sandık aidatlarını ödemeye devam ederlerdi.

Düşkünler: Bunlar da çalışamayacak kadar yaşlı olan üstatlardı. Ancak, işyerleri ve herhangi bir gelirleri olmadığı için aralarında sıkıntıya düşenler çıkabilirdi. İhtiyarlığında böyle güç duruma düşen ustalara sandıktan olanaklar ölçüsünde, düzenli ödemeler yapılırdı.

Sakatlar ve hastalar: Bunlar birliğin daimî üyesiyken bir kaza sonucu sakat kalıp çalışamaz duruma gelenler veya herhangi bir hastalığa yakalanarak iş göremez hale gelenlerdi. Bunlara, Orta Sandık’ın yardım fonundan ödeme yapılırdı.

b) Dahilîler: İşyerinde fiilî olarak çalışan yamak, çırak, kalfa ve ustalardan meydana gelirdi. Birliğe gelir getiren grubu oluştururlardı.

Doğu’da ve Batı’da, türlü amaçlarla kurulmuş gizli açık birçok dernek vardı. Bunların bir kısmı uluslararası nitelikteydi. Derneklerin her birine, belli koşulların benimsenmesiyle girilebilirdi. Aksi halde üye alınmazdı. İşte bunların çoğunun gizli dernekler sayılmalarının nedeni de, her canı isteyenin bunların içine dalamamış olmasından dolayıdır.

Bu derneklerin büyük bir çoğunluğu, tasavvufî ya da ideolojik, yani fikrî ve felsefî görüş ve anlayış birliğindeki kişilerin kurduğu derneklerdi. Ahîliğin de bir terbiyevî, ahlâkî görüşü vardı, ama buraya üye olmanın ilk koşulu esnaf, zanaatkâr ya da meslek sahibi olmaktı.

Böylece de Türk sosyal tarihinde önemli bir yer tutan Ahîlik kurumunu bütün boyutlarıyla irdelemiş olduk. Bunun için de, erişebildiğimiz uzman kişilerin yazılarını kullandık.


[1] Mevlana’nın daima birinci sıradakilerin yanında, halk ve sair çalışanların karşısında olmuş olduğunu daha önce çok kez belirtmiştik.

[2] Mustafa Akdağ – Türkiye’nin iktisadi ve içtimaî tarihi, C.I, İst. 1974, s.15-16

[3] Bu işi genç araştırıcılara bırakıyoruz.

[4] Fuad Köprülü – op. cit. s.,63-64

[5] ibd., s.89-93

[6] Bu hususlarda bkz. Kültür Kökenleri C. II/3, s.245-252

[7] W.Ruben – Anadolu’nun yerleşme tarihi ile ilgili görüşler, in AÜDTCF Dergisi V/4, 1947, Eylül-Ekim

[8] Bkz. Türk halk düşüncesi ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, C.I, s.20; C. II s.121, 140-146, 173-180, 204-206, C.III/s.98, 215, 333.

[9] C.Cahen – Sur les traces des premiers Akhis, in Coll-Fuad Köprülü Armağanı, s.81-91

[10]  M.Zeki Oral – Anadolu köylerinde Gençler Derneği yahut Ahiliğin devamı, in TED III, 1958, s.60-67.

[11]  “Kodhgıl manğa akılık bolsun manğa ayağa”

      Idhgıl meni tokışla yüwgil manğa ulağa”

                               “Beni bırak, seleklik (cömertlik) benim takma adım

                               (lakabım) olsun. Beni savaşa gönder, bana at yardım et” (DLT III/172)

[12]  Fr.Taeschner – Akhî, in EI

[13]  Fr.Taeschner – Ahî baba, in EI

[14]  Fr. Taeschner – Akhî Evrân, in EI

[15]  Osmanı Nuri. – Mecelle-i umur-u belediye, C.I, tarih-i teşkilat-ı belediye, İst. 1338/1922, s.506

[16]  ibd., s.506-507

[17]  ibd., s.518-520

[18] Tarafımızdan belirtildi.

[19] Osman Nuri, –op. cit., s.537-540

[20]  ibd., s.546

[21] ibd., s.551

[22] İsmail Hakkı Uzunçarşılı – Osmanlı tarihi, C.I. Ank. 1961, s.105-106

[23] Ahmet Refik – Onaltıncı asırda İstanbul hayatı (1553-1591), İst. 1935, s.119

[24] ibd.

[25] Zeki Arıkan-XVI. yüzyılda Sultanönü sancağında ahîler ve Ahî zaviyeleri. Halime Doğru’nun bu adlı kitabının tanıtım yazısı, in Tarih ve Toplum 106, Ekim 1992.

[26] Bu konuda bkz. Kültür Kökenleri C. 4, Dokuma ve giyim teknikleri, İst. 2001, s..

[27] Bu konuda bkz. Kültür Kökenleri, C.4, Dokuma ve giyim teknikleri, İst. 2001

[28] Şerafettin Turan. – Türk Kültür Tarihi, Ank. 1990, s. 316-318

[29]  Sabahattin Güllülü. -Ahî birlikleri, İst. 1977, s. 12-13

[30]  ibd., s. 19-20.

[31]  ibd., s. 24-25.

[32] Burhan Oğuz.-La Melâmetiyye et l’idéologie Ottoman, in Coll.-Melâmis-Bayrâmis. Etude sur trois mouvements mystiques Musulmans, ed. ISIS, İst. t. y

[33]             S. Güllülü, op. cit. s.60-63

[34]             ibd. s.76-78

[35]  ibd. s.81-82

[36]  ibd. s.88-91

[37]  ibd., s.102

[38]  ibd. s.110-112

[39] ibd., s.125

[40]  Ziya Kazıcı, – Ahîlik, in YİA

[41]  Georges Vajda. – Les corps de métiers en Turquie, d’aprés deux publications de V. Gordlevskij. “Revue des Etudes Islamiques, 1934, Defter I’den ayrı basım, Paris 1934

[42] Galip Gültekin.-Ortaçağda Türk tecim ve sanat hayatı. Esnaf teşkilâtı, C.H.P. yay., 1938

[43] Şaban Kuzgun.-Ahîlikte kalite kontrolü ve tüketicinin korunması, in (TSE) Standard 321, Eylül 1988

[44]  Refik Soykut.-Orta Yol Ahîlik, Ank. 1971, s. 1-2.

[45] İbd., s.86

[46] Neşet Çağatay. – Bir Türk kurumu olan Ahîlik, Konya 1981, s. 52-54

[47]  ibd., s. 57 ve infra 1, s. 58

[48]  ibd., s.83

[49]  ibd., s.95

[50] ibd., s.111

[51] ibd., s.127-128

[52] Ömer Tuncer.-Anadolu’da aristokrasiye karşı burjuva düşüncesinin ilk izleri, in BİLİM VE ÜTOPYA, Aralık 1995

[53] Mikail Bayram.-Ahî Evren. Tasavvufî düşüncenin esasları, Ank. 1995, s. 29-32.

[54] İbd., s.35.

[55] ibd. s.38-39

[56] ibd., s.48-49

[57] ibd., s.71-72

[58]  Mübahat S. Kütükoğlu.- Osmanlı esnafında oto-kontrol müessesesi, in Coll.-Ahîlik ve esnaf, s. 55-57 ve infra 8.

[59] ibd. s.59-60

[60] Beşir Hamitoğulları.-İktisadî kalkınmamızda Ahîliğin anlam ve önemi, in Coll., Ahilik ve esnaf s. 134.

[61]  ibd., s.137, infra 5

[62]  Fuad Köprülü.-Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, s. 213, infra 40.

[63] Karmatî hareketinin ayrıntıları için bkz. B. Oğuz.-Türk halk düşüncesi ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, 3 cilt, İst. 1997, C.I, s.20; C.II, s. 83, 121, 140-146, 165… ve passim.

[64]  Ahmet Debbağoğlu.- İslâm esnaf birlikleri, in HAREKET 96, Aralık 1973.

[65]  Abdulbaki Gölpınarlı.-İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet teşkilâtı ve kaynaklan, in İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XI/1-4, Ekim 1949-Temmuz 1950.

[66] Süleyman Uludağ – Fütüvvet, in YİA

[67]  Ahmet Yaşar Ocak.-Fütüvvet. Tarih, in YİA.

[68] Ahmet Yaşar Ocak.-Fütüvvetnâme, in YİA.

[69] G. Amalis.-Futuwwa traditions in the Ottoman Empire. Akhis, Bektashi dervishes and craftmen, in Journal of Near Eastern Studies, XII., 1953.

[70] Gabriel Baer.-Guilds in the Middle Eastern History, in Coll.-Studies in the economic history of the Middle East (ed. MA. Cook), s.11-12.

[71]  ibd. s.16

[72]  ibd. s.18

[73] Fuad Köprülü.-Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Ank. 1959, s. 61-63.

[74] 1950’lere kadar Haliç’in Galata kesiminde, Perşembepazarı’ndan Unkapanı köprüsüne kadar olan sahil kesime kalafatyeri dendiğini çeşitli vesilelerle anlatmıştık.

[75] Robert Mantran.-İstanbul dans la seconde moitié du XVIIe. siécle, s. 349-352.

[76] Gabriel Baer.-The administrative, economic and social function of Turkish gilds, in IJMES I/1, January 1970.