Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > Fief

Fief

Frank çağının commendé’leri arasında çoğunluk, daha önce de söylediğimiz gibi, yeni efendilerinden sadece koruma değil, bu zengin efendinin aynı zamanda karınlarını doyurmasını da bekliyorlardı. Senyör için ise amaç insanlara egemen olmaktan başka, bunlar aracılığıyla bir takım varlıklara erişmekti. Yani kısaca, başından beri tâbiiyet ilişkilerinin bir iktisadî veçhesi olmuştu.

Bağlılığın temelinde şefin sahaveti yatardı. Vassal’ın bağı koparması yasaklanmışsa da bunun bir koşulu vardı: senyöründen bir altın akçe almış olması. Gerçek efendi, veren kişiydi.

O ise ki bir vassal grubunun şefine, ekonominin genel şartları ancak iki tür ödeme olanağı bırakıyordu. Adamı kendi evinde tutup kendi hesabına onu besleyip, giydirip, teçhiz edebilirdi. Ya da ona bir toprak veya hiç değilse topraktan elde edilen bir gelir tahsis ederek ona kendi gereksinmelerini sağlamak olanağını verebilirdi. İş kalıyor şimdi, bu sonuncu halde, ihsanın ne şekilde verileceğinin bilinmesine.

Veraseti ilga eden ya da sınırlayan kaydın bulunmadığı basit ihsan geçmiş zamanlarda geniş ölçüde uygulanmışa benziyor. Bir şef böylece “yoldaş”ına küçük bir mülk temlik ederdi. Bu gibi bağışta bulunanlar, vassal’larını “hizada” tutmak amacını güderler, çoğu kez de, bu beklentinin gerçekleşmemesi halinde bağışı geri alma hakkını saklı tutarlardı. Bununla birlikte senyör tarafından maiyetine muntazaman dağıtılan, mal mülk ödülden çok bir maaş mahiyetinde olup, hizmetin son bulması halinde bunların zorluk çıkarılmadan iadesi önemliydi: bu iş en geç ölümün bağı koparması anında olmalıydı. Başka deyimle, vassal’lık ırsî olarak intikal etmediğinden vassal’ın tediyesi de, miras yoluyla intikal edemezdi.

İki taraflı kesin akit sistemleriyle ne resmî Roma hukukunda, ne de Cermen geleneğinde böyle hiçbir teminatı olmayan, tarifi gereğince geçici mahiyette mülk temliki bulunmuyordu. Buna karşılık Ortaçağ imparatorluğunda bu sistem, güçlü kişilerin etkisiyle geniş uygulama alanı bulmuştu. Bu anlaşma şeklinin esasında, korunanın (mahmiin) gözetiminin (bakımının) efendiye bağlı bulunduğu prensibi bulunuyordu. Meşruiyetin sınırında bulunan tüm kurumlarda olduğu gibi, bu işin terminolojisi de hayli kaypaktı. Kâh korunandan geldiği farz edilen rica (preces) dolayısıyla yukarda görmüş olduğumuz precarium’dan, kâh “iyilik-hasenat” (bienfait-beneficium)dan söz ediliyordu.

Buraya kadar bir yandan toprak hukukunun evrimi, öbür yandan da kişisel sadakatinki ayrı ayrı ele alındı. O ise ki gerçek, iki münhaniyi kavuşturuyor. Bu itibarla yeni bir değişim unsuru ortaya çıkıyor. Vassal’lık beneficium’la birleşiyor.

Hizmetlerin tediyesi için intifa hakkının ferağı olarak beneficium Mérovingien çağda açıkça görülüyor. Carolingien çağda comitatus sözcüğü, bugün “kontluk” dediğimiz daire ile birlikle kontluk işlevinin tediyesi olan beneficium’u da ifade ediyor. Bu yüzden de Carolingien metinlerinde honor sözcüğü çoğu kez beneficium ile eşanlamlı oluyor. Kralın “honneur”lerini geri çektiği kont, azledilmiş kont demektir. Beneficium’un ferağı, memurun sadakatini sağlamanın etkin bir çaresi oluyor zira beneficium’un geri alınması, bugünkü anlamda, maaşın kesilmesi demek oluyor.

Ama beneficium, memurların dışındaki kişilere de ferağ edilebiliyor, örneğin vassal’lara. Burada da sistem pratik görünüyor. Bir topraktan faydalandırılarak bir kişisel sadakati ödüllendirmek, yoldaşın eski beslenmesi ve eski ganimet payını toprak çıkarı haline getirmek demek oluyor. Tabii, obsequium’da kusur edilmesi halinde ödülün geri alınması tehdidi, aynı memurlarda olduğu gibi, vassal’ın da başının üstünde duruyor.[1]

Zamanla précaire (precarium), kira hukukundan alınan unsurları da kendine katarak köşeleri yeterince belirgin bir akit haline geldikçe bu adı, yükümlülükler karşılığında temliklere hasretme eğilimi doğmuş. Buna karşılık “iyilik-hasenat” yaftası, bir rica-niyaz fikrini ilham etmediğinden, tercihan senyörün evine bağlı kişilerle özellikle vassal’lar lehine vaki sahavetlere ıtlak olunmuş.

Feodal çağlar boyunca, belki XI. yy.dan itibaren Fransız kâtipler beneficium yazdıkları zaman fief’i düşünürlerdi. Eski Cermen dillerinin hepsi, uzaktan Latin pecus’la yakınlığı olan ve sırasına, ya da lehçelere göre kâh genel olarak menkul malları, kâh bu malların o zaman en yaygın ve en değerli olanının, yani büyük ve küçükbaş hayvanları ifade eden bir sözcüğe sahip bulunuyorlardı.[2] Bu manaların ikincisini muhafaza etmiş olan Alman dili bugün bunu Vieh olarak kullanmaktadır. Gallo-Roman dili, Cermen müstevlilerden alarak bunu fief yapmış; bunda ilk amaç, geleneksel anlamlarından hiç değilse ilkini, yani en genişini, menkul malları, korumak olmuş. Alışverişte fiyat, adi para birimiyle saptanıyor ama piyasada nakit bulunmadığından feos’la ödeniyor: “Senden, üzerinde anlaştığımız bedeli, şu kadar lira değer biçilmiş feos olarak aldık” diye yazıyor bir belge. Bu feos’un genellikle silâh, at, elbise bazen de yiyecek maddesi gibi şeylerden oluştuğu anlaşılıyor.

O güne kadar şef tarafından beslenen bir “yoldaş”a şef bir toprak verdiğinde bu toprak adamın feus’u olurdu. Sonra toprak yavaş yavaş vassal’ın mutat ücreti haline gelince, tümden ters bir anlamdan yola çıkmış olan bu eski ad bu tür tediyeye inhisar etmiş: “Avam ağzında fief tabir edilen beneficium…” diye yazıyor bir belge, 1087’de.

Cermen dillerini konuşan ülkelerde yine de Vieh, mevaşi anlamını taşımaya devam ediyordu. Gaule noterleri ise Roman fief’e birkaç Latin müteradif uydurmuşlardı. Bunlardan en yaygını ve Alman bürokrasisinde iltifat gören feodum idi. Ama bir günlük gerçeği ifade etmek için avam dilinin kendine özgü bir sözcüğe gereksinimi vardı. Hizmet erbabının lehine vaki toprak dağılımları, prensip olarak geçici olduğundan bunları çok yaygın ve manası “ariyeten-eğreti vermek, süreli temlik” olan bir fiilden türetilmiş bir isimle ifade etmek mutat olmuş. Fief, bir ödünç verme oluyor: Lehn. Hiç değilse halk dilinde bu sözcük her türlü toprak temlikine sürekli olarak uygulanmış.

Bu üç anlamdaş, bienfait, fief ve Lehn, aslında çok belirgin bir kavramı ifade etmeyi amaçlıyorlardı. Bu kavram, esasta, ekonomik düzeyde bir kavramdı. Fief dendiğinde, ödeme zorunluluğu değil, “yapmak” karşılığında temlik anlaşılırdı (ödeme, ancak tali düzeyde bahis konusu olurdu). Daha doğru olarak, fief olması için mülkün esas yükümlülüğünün hizmetler olması yetmeyip bunların bir de çok açık bir meslekî uzmanlık öğesini içermesi gerekir. Köylü yıllık çeşitli vergilerin yanı sıra birçok hizmet mükellefiyeti altında bulunuyordu: Efendisinin arazisini ekip biçmek, çeşitli nakliye işleri, ev sanaatlarının ürünlerinden senyöre vermek… gibi işlerin miktarı örfî olarak saptanmıştı. Buna karşılık bir toprak öbür kesimcileri sadıkane idare koşuluyla senyörün bir “çavuş”una; efendileri olan rahiplerin kilisesini süslemek göreviyle bir ressama; bundan böyle sanatını senyörün emrine verecek olan bir dülger ya da bir kuyumcuya: hattâ ruhların sağaltılması karşılığı bir papaza ve nihayet silâhlı yoldaş ve meslekten asker bir vassal’a ihsan edilmişse, her durumda bir farklı anlaşma ya da geleneğin saptadığı çok özel cinsten hizmetler karşılığı bu tür toprak temliki her şeyden önce ücret karakteriyle belirgin olurdu: buna fief denirdi. Ve bunda kişilerin içtimaî sınıfı bahis konusu olmazdı ve kişi bir sıra işçisi ise, ondan hommage istenmezdi. Senyörün zabiti çoğu kez bir serfti ve ne Benedictin keşişlerinin ya da Poitou kontunun aşçıları, ne de keşişleri belli aralıklarla hacamat eden neşterci bu mutat işlerinden her halde büyük bir nüfuz sağlamıyorlardı. Bunlara, efendinin evinden dağıtılan yiyecek ve giyecek yerine toprak “ikta” edilmiş olmasıyla bu meslek sahibi hizmet erbabı, fief’li tâbi sayılırdı. Başlangıçta çok genel manalı olan bu kurum yavaş yavaş bir sınıf kurumuna dönüşmüştü: Feodal çağlarda fief’in kaderi, vassal’lığın ve daha başka birçok hukukî şekillerin olduğu kadar, bu yönde gelişmiştir.

Zira kolayca anlaşılabileceği gibi, bir köy muhtarı, “bir aşçı, bir muharip, birçok köylünün senyörü, bir kont ya da dük gibi zıt koşulları haiz kişilere verilmiş ve kendileri dahi çok değişik vüsat ve nitelikte olan arazileri, aynı adla tesmiye etmenin rahatsız edici yönü vardı. Bununla birlikle karışıklık uzun süre devam etti. XIII. yy. Fransa’sında senyör zabitlerinin ve sınaat erbabının fief’lerinden söz ediliyordu; şu kadar ki vassal fief’lerini tefrik kaygısına düşen kanun adamları bu sonuncuları “franc”, yani tamamen hür bir insana yaraşır mükellefiyetlere tâbi, sıfatını eklemişler. Sözcüğü Fransızcadan almış olan başka diller onda ücret genel manasını, hattâ her türlü toprak ihsanı dışında; daha uzun süre muhafaza etmişler: XIII. yy.da İtalya’da bazı yargıç ve büyük memurların nakden ödenen maaşlarına fio denirdi; bugün İngiltere’de avukat ya da tabip ücretine fee demekte ısrar edilmekledir. Bu fief’in etrafında doğruca “feodal” bir hukuk gelişmişti. “Fief (Lehn), şövalyenin maaşıdır” denecektir XIV. yy.da.[3]

* *

Vassal’ın iki tediye şekli, yani fief ve senyörün evinde yedirilip, giydirilip yatırılmak (provende) şekilleri arasında uyuşmazlık yoktu. Mülkü üzerine bir kez yerleşmiş tâbi, senyörün öbür cömertlik gösterilerinden vazgeçmezdi. Birçok âdetin sonunda yasa haline soktuğu özellikle at, silâh, elbise, kaftan (hil’at) armağanlarına kimse dudak bükmez, bir büyük İngiliz baronunun etrafında, bolca toprağa sahip şövalyeler buna rağmen onunla birlikte ve ondan “ihtiyaç”larını sağlarlardı.

Piç (Le Bâtard) Guillaume İngiliz adalarını fethettiğinde ilk işi bu yeni ülkeye Normandiya dukalığındaki dikkate değer feodal asker celbi örgütlenmesini taşımak olmuştu. Başlıca yakın adamlarına sürekli olarak emre hazır belli sayıda şövalye tutmalarını emretmişti; bu sayılar bir defaya mahsus olmak üzere her baronluk için saptanmıştı. Böylece her büyük senyör de, doğruca krala tâbi olarak, belli sayıda askerî vassal’ı kendine bağlı tutmak zorunluluğundaydı. Birçok piskopos ve rahip, başlangıçta, tasarrufları altında bulunan ayrılmaz toprağı herhangi bir müdahaleye bulaştırmaktansa bu vassal’ları “mahallen” iaşe ve ibate etmeyi yeğliyordu. Ama İngiliz ruhanî reisleri, gönüllerine bu kadar yatkın bir sistemden, vazgeçip kraliyet askerî ordugâhının yükünü kilisenin topraklarından tefrik edilen fief’ler üzerine oturtmak zorunluluğunda kalmışlardı: vassal’lar, doğruca manastırda beslendikleri sıralarda, gürültülü istekleriyle kilerci papazın başının belâsı haline gelmişlerdi!

Gerçekten ilk feodal çağda biraz genişçe bir grubu muntazaman beslemek pek göze alınır bir serüven değildi. Birçok halde, efendi için olduğu kadar silâhlı tâbi için de en emin yol bu sonuncusunu, gerekli olanaklarla donatarak, kendi nafakasını sağlamaya terk etmekti. Kaldı ki fazla yüksek sınıfa mensup bir vassal için tüm ömrünü efendinin gölgesinde geçirmek onur kırıcı da oluyordu.

Bütün fıef’lerin kökeninde senyörün vassal’a bir gerçek ihsanını aramak, feodal ilişkiler kalabalığı hakkında çok noksan bir fikir edinmek olur. Aksine birçokları, her ne kadar garip görünse de, gerçekten vassal tarafından senyöre yapılmış bir armağandan doğmuştur. Kendine hami arayan kişi bu himayeyi çoğu kez satın almak zorundaydı. Bir zayıfı kendine bağlanmaya zorlayan güçlü, pekâlâ nesnelerin de insanlar gibi kendine tabi olmasını isterdi. Bu itibarla küçükler, kendileriyle birlikte topraklarını da şefe takdim ediyorlardı. Kişiyi bir kez kendine bağladıktan sonra şef, yeni tâbiine, böyle geçici olarak kendisine ferağ edilmiş emlâki iade ediyor, ama bu arada da onları kendi üstün hukukuna sıkıca bağlamayı ihmal etmiyordu: bu bağlantı, çok somut ifadesini çeşitli yükümlülüklerde buluyordu. Bu büyük toprak nükûlü hareketi, Frank ve ilk feodal çağlar boyunca toplumun üst tabakasından aşağıya doğru sürüp gidiyor. Ancak, şefe sığınan kişi (commendé)nin içtimaî seviyesi ve yaşayış tarzına göre bunun şekilleri de haylice farklı oluyordu: sığıntı “ésâfil-i nâs”tan ise, toprağı ona aynî ve nakdî vergiler ve tarımsal angaryalarla yüklü olarak iade edilirdi. Buna karşılık daha yüksek seviyeden ve muharip takımından kişi, hommage’ı takiben, eski mülkünü saygıdeğer bir vassal’lık fief’i olarak geri alırdı. Böylece de iki büyük gerçek hukuk kategorisi karşıtlığı ortaya çıkmıştı: bir yanda zavallı köylünün senyörlük örfüne tabi tasarrufları ve fief’ler; öbür yanda da, her türlü bağdan masun mülk’ler (alleux).

“Fief” gibi “alleu” de Cermen kökenliydi. Onu bazen “tam tasarruf-mutlak mülk” şeklinde tarif ederlerdi. Ama bunu yaparken de bu ifadenin Ortaçağ hukukuna pek uymadığını unuturlardı. Gerçekten, her zaman var olan akrabalık hisselerinden doğan güçlükler dışında bir alleu sahibinin, kendisinin de bir senyör olması itibariyle, pekâlâ kendi altında toprağa genellikle irsî olarak tasarruf eden çiftçileri bulunabilirdi ve bunların tasarruf hakkı, senyörünkini ciddî şekilde sınırlayabilirdi. Başka deyimle alleu mülk her zaman, aşağı doğru bir mutlak hak değildi. Ama yukarıya doğru mutlak hak sayılırdı. Ortaçağ sonlarının Alman hukukçuları ondan “güneşin fief’i”, yani senyörü olmayan diye söz ederlerdi.

Mülkün cinsi, küçük köylü işletmesinden en geniş vergiler ve kumanda yetkesi manzumesine kadar, ne olursa olsun; toprağı işleyenin içtimaî sınıfı ne olursa olsun, doğal olarak her türlü gayrimenkul mal ya da bunun geliri, bu imtiyazdan faydalanabilirdi. Şu halde ortada bir alleu-fief antitezi vardı. Carolingien devletinin çözülmesini izleyen anarşi, birçok fief sahibine, kendilerine tasarrufu şartlı olarak bırakılmış toprakların üstüne oturup bunları mülk (alleu) şekline dönüştürme fırsatını vermişti.

Sonraki çağların vassal’ı artık bizzat çalışmaya razı olmuyordu. Bu itibarla başkasının çalışmasıyla yaşamak zorunluluğundaydı. Kendisine bir toprak verildiğinde bunun hem vergilerle hem de angaryalarla bağlanmış, toprağı işleyecek kişilerle dolu olması gerekiyordu. Efendinin genellikle doğruca kendi tarafından işletilmesine ayırdığı toprak parçasının ekilip biçilmesi bu angaryalarla sağlanıyordu. Yani kısaca, vassal’lık fief’lerin birçoğu büyük küçük birer senyörlüktü.[4]

* *

Gaule ülkesinin çeşitli bölgeleri arasında olduğu gibi sair ülkelerin feodalitelerinde de, ayrıntılarda bazı farklara rastlanırdı. Bunlar değişik ethnik grupların (İskandinav vs.) ulusal geleneklerinin, kendi yetkeleri hesabına çok iyi kullandıkları feodal ilişkiler şebekesinin altından sırıtmasından ibaretti. Normandiya’da, Garonne nehri kıyılarında olduğu gibi, fief sözcüğü hızla genel arazi idaresi, tasarrufu (tenure) anlamına kaymıştı. Ama nedeni her yerde tam aynı olmamıştı. Zira burada, eksik kalmış gibi görünen şey, başka yerde çok güçlü olmuş olan, sınıfların ve dolayısıyla da hayat tarzı itibariyle toprakların farklılaşması duygusuydu. Nitekim “vavasseur”lerin özel statüsü bunu kanıtlıyor. Bu sözcük tüm Roman bölgelerinde, askerî fief’ler zinciri içinde en aşağıda bulunanları, krallar ve büyük baronlara nazaran sadece vassal’ların vassal’ları (vassus vassorum) olanları ifade ediyordu. Ama Normandiya vavasseur’ünün ayırıcı niteliği, mülkü üzerine genellikle çöreklenmiş bayağı karışık yükümlülükler manzumesiydi. Kâh yaya, kâh atlı silâhlı görevin yanı sıra vavasseur’ler çeşitli vergiler veriyor, angaryalar çekiyordu; yani kısaca yarı fief, yarı ırgatlıktı. Bu gayritabiîlikte Vikingler çağının kalıntıları kendini gösteriyor. Bunu kanıtlamak için “Danimarka örflü” İngiliz Normandiyası’na yani Kuzey ve Kuzey-Doğu kontluklarına göz atmak yeter. Aynı mükellefiyet ikiliği, orada dreng tesmiye edilen tâbilerin de omuzlarına yüklenmişti; bu, tamamen kuzey kökenli dreng sözcüğü de “oğlan-uşak” anlamına geliyordu. Gerek vavasseur, gerekse dreng, az çok tebellür etmiş sınıflandırmaların esiri kalmış hukukçulara, müteakip yüzyıllar boyunca epey kök söktürecekti.

Lombardlar İtalya’sında, hiç değilse kralların, düklerin, başlıca şeflerin etrafındaki savaş yoldaşları (Cermen kökenli) gasindi tesmiye edilirdi. Bunların çoğuna toprak verilirdi ancak çoğu kez bunun koşulu, itaatten vazgeçmeleri halinde bu toprağın şefe iadesiydi. Zira bu tür ilişkilerin başlangıcında her yerde karşılaşılan itiyatlara uygun olarak, bağın çözülmez bir tarafı yoktu: Hür Lomsardiyalıya yasa, krallığın sınırlarını aşmamak kaydıyla “soyu sopuyla birlikle istediği yere gitme” hakkını özellikle tanıyordu.

Öbür taraftan X. yy. başlarına doğru teşekkül etmiş olan Alman Devleti’nde hommage, Almanın “kanına dokunan”, “soyluluk” ve “hürriyet’e halel getiren bir uygulama olarak görülmüş, özellikle Kuzey’de, sosyal bünyeye derinlemesine işlememiştir. Ayrıca sınıfların ayrışmasının gerçek temeli olan silâhlı hizmetle toprağın işlenmesi keyfiyeti arasındaki karşıtlık burada, yerleşmek için daha uzun süre beklemiştir. X. yy.ın ilk günlerinde kral I. Henri, sürekli olarak Slav ve Macarların tebdili altında bulunan Saksonya’nın Doğu sınırını müstahkem mevkilerle pekiştirip bunların savunmasını dokuzlu gruplar halinde muntazaman dağıtılmış muhariplere emanet etmişti. Bunlardan ilk sekizi, müstahkem mevki civarına iskân edilmiş olup sadece saldırı anında korunaklara giriyor, dokuzuncusu ise buralarda sürekli olarak yaşayıp yoldaşlarına ayrılmış ev ve erzaklara göz kulak olurdu. Bunlarla Fransız şato muhafızları arasındaki derin fark, sonuncuların nafakalarını kâh efendinin erzak dağıtımından, kâh onun ihsan ettiği fief’lerden vergi şeklinde sağlamalarına karşılık öbürleri gerçek köylü olup toprağı elleriyle işlemelerindeydi. Bunlara ağrarii milites denirdi.

İki özellik, Ortaçağ’ın sonuna kadar Alman toplumunun değişik feodalleşme şeklini belirtir. Bunların başında fief’lerin, bilhassa şef fief’lerinin, sayı ve vüsatı geliyor. Bavyera ve Saksonya dükü Arslan Heinrich 1180’de, İmparatorluktan aldığı fief’lerden mahrum bırakılınca, ahfadının elinde kalan fief topraklarının genişliği, bunların, geleceğin Cermen Konfederasyonu’nda, Brunswick ve Hannover Devletleri’nin esasını oluşturma olanağını yaratacak ölçüdeydi! Bunun dışında fief ve vassal’lık hukuku, Fransa’da olduğu gibi ayrılmaz şekilde tüm hukuk sistemiyle iç içe olma yerine apayrı bir sistem teşkil ediyordu: Lehnrecht, fief’ler hukuku, Landrecht, ülkenin genel hukukundan ayrılıyordu.

Anglo-Saxon İngiltere’sinde, Danimarkalıların istilâsından sonra evrimi tamamlanan tâbiiyet sistemi ağı içinde yasalar bu ilişkileri tanzim edip küçüğün inkıyadını Latin comnendatio, efendinin sağladığı himayeyi de Cermen Mund sözcüğü ile ifade etmişler. Bu sonuncusu, özellikle, genel nizam için elzem görülmüş. Senyörü olmayan bir adamın bu durumu, yasal müeyyidelerin uygulanmasına engel oluyorsa ailesi, kamu yargısı önünde, ona bir lord tayin ederdi. Bunu istemez ya da yapmazsa adam yasadışı ilân edilir ve ona rastlayan herhangi biri onu bir eşkıya gibi öldürebilirdi. Yeterince yüksek sınıftan olup da doğruca hükümdarın yetkesine tabi kişiler bu kaidenin dışındaydılar. “Thegn”ler diye adlandırılan askerî tabiler, vassi dominici olarak bütün ülkeye dağılmışlardı ve özel bir statünün koruması altında kendilerine gerçek kamu görevi yüklenmişti. “Thegn”, tüm vassal gibi, başlangıçta “genç oğlan-gulam”; Alman Knecht’le aynı olan knight da hizmetkâr ya da köle anlamına gelirdi. Senyöre hlaford denirdi ki bugünün İngilizcesinin lord’u bu sözcükten türemişti. Doğruca manası “ekmek verici” olup evinde toplanmış olan adamları onun “ekmek yiyicileri” (hlafoetan) idi. Bir hami, aynı zamanda bir karın doyurucu değil miydi?

Silâhlı maiyetler içinde, yan yana “soylu muhariplerde “asaleti olmayanlar bulunuyordu: bu tür birliklerde bu tür ayrılıklara hep rastlanırdı. Sonra bu silah adamlarını toprağa yerleştirmek âdeti hızla yayıldı ve adamın niteliğine göre farklılık, ihsanın vüsat ve cinsi, tezadı iyice belirtir oldu. Terminoloji de değişime uğradı: knight, kölelik “ayıb”ından kurtuldu. Norman fethinin arifesinde işbu knight’ların çoğunluğu toprağa yerleşmişti.

Frank Gaule’ünde, vassal’lıkla commendé’liğin alt şekillerini bu denli belirgin bir çizgiyle ayırt etmeye götüren ayrılığın büyük prensibi ikili bir görünüm arz ederdi: bir yandan iki yaşam türü ve dolayısıyla yükümlülükler arasındaki (muhariple köylününki) aykırılık; öbür yandan da, hukuken serbestçe seçilmiş kayd-ı hayat şartıyla bağla, irsi bağlar arasındaki gedik. O ise ki bu etkenlerin hiçbiri Anglo-Saxon toplumunda aynı derecede müessir değildi.

Agrarii milites, “muharip köylüler”, burada da vardı; bazı adlar değişikti: bu hem köylü hem asker radmen’ler, maiyet ya da posta hizmetinin yanı sıra tarımsal vergi ve angarya mükellefiyetlerine de tâbi idiler. İngiltere, Norman fethinden önce, Avrupa kıtasında ülfet edilen “vassal” ve “chevalier” muadeletini hiçbir zaman bilmemiş ve Normanların gelişinden sonra knight’ın, bu terimlerin ikincisini ifade eder olması, herhalde müstevliler tarafından getirilmiş şövalyelerin çoğunluğunun, knight’larınki gibi, topraksız muharipler olmalarından kaynaklanmalıydı.

Bağın az ya da uzun süresinden doğan çelişkilere gelince, bunlar İngiltere’de fazlaca belirgin olarak ortaya çıkma olanağını bulamıyorlardı; zira bütün kademelerde bağlılık ilişkileri, kolaylıkla çözülebilirlik niteliğini koruyordu. Gerçi yasalar, senyörün muvafakati dışında onu terk etmesini men ediyor idiyse de bu izin, yükümlülükler karşılığı terk edilmiş mal ve mülklerin iadesi kaydıyla, reddedilemezdi. Sonsuza dek yenilenebilen “Lord arama” eylemi, hür insanın tarif edilemez bir imtiyazıydı. Gerçekte, özel anlaşmaların, yerel ya da ailevî âdetlerin, kuvvet suistimallerinin etkisi bazen yasal nizamlardan daha güçlü oluyordu: bir hayli tâbiiyet, uygulamada, ömür boyu, hattâ irsi şekle dönüşüyordu. Bazen çok aşağı seviyeden tabilerden birçoğu, buna rağmen, Domesday Book’ın dediği gibi, “bir başka senyöre doğru gitme” yeteneğini muhafaza ediyordu.

Anglo-Saxon İngiltere’sinde önemli duruma girdiği ölçüde, himaye ilişkileri tarafından üstlenilen içtimaî birleştirici rolünün her türlü başka bağları kırmış olması doğaldı. Senyör, herkesin önünde, adamlarından sorumluluğunu yineliyordu; ama öbür taraftan da bu efendi-tâbi dayanışmasının yanı sıra, çok güçlü ve yasayla özenli şekilde örgütlenmiş eski akrabalık ve komşuluk dayanışmaları yer alıyordu. Aynı şekilde, varlığa göre, herkesin askerî mükellefiyeti mevcudiyetini sürdürüyordu.

İki tür muharip, pür silâh, krala hizmet ediyordu: az çok Frank vassal’a muadil thegn ile belli bir servete sahip olması kaydı mahfuz tutularak sıradan hür adam. Tabii, her iki kategori birbirine kısmen tedahül ediyordu, şu kadar ki thegn genellikle bir fakir adam değildi. Bu itibarla, X. yy.a doğru thegn’ler diye, bu koşula bağlı imtiyazlarla donatılmış kralın bütün hür tabilerine denirdi; bunlar doğruca kralın özel commendé’leri olmasalar bile, yeterince vasi toprağa sahiptiler ve hattâ oldukça kârlı saygın denizaşırı ticaretini icra ediyorlardı.

İspanya’da şefler, beraberlerindeki muhariplere criados, yani “besleme” adını verirlerdi. Bunlar “şefin ekmeğini yiyen”ler takımıydı.

* *

Feodal çağın özelliği, ilişkiyi aşağıdan yukarıya doğru tasarlamış olmasındaydı. Böylece iktisap edilen hatırşinaslık ve şükran-ı nimet duygularının zorunluluğu çok kuvvetliydi. Yaşamı boyunca dünün genç oğlanı, senyör tarafından “beslenmiş” olduğunu hatırlayacaktı.

Fransa, İngiltere ve Güney İtalya’ya olduğu gibi Suriye’ye de, Haçlılar eliyle, feodal kurumlarını ihraç edecek, burada mevcut olan sistem temelinden yıkılıp bu yenisi dikilecekti. Ama Arap emirlerinin hükümran oldukları bölgelerde, vassal’lığa uzaktan yakından benzeyen bir şey yoktu. Bu çok önemli olguya döneceğiz.

Bu ithal feodalitelerinin müşterek özelliği, menşe memleketlerindekine göre çok daha düzenli olmalarıydı. Yavaş yavaş fethedilen Güney İtalya’da buranın ne eski yüksek sınıfları, ne de bunların gelenekleri tümden yok oldu: Her zaman için “mülk” topraklar baki kaldı. Bunların çoğu kentlerin eski aristokrasilerinin elindeydi. Buna karşılık ne Suriye, ne de İngiltere’de “mülk” toprağa izin verilmiş. Her toprak bir senyörden alınmış ve bu zincir hiçbir yerde kopmayıp halkadan halkaya krala varmış. Her vassal, dolayısıyla, sadece tâbii olarak değil, aynı zamanda insandan insana çıkan bir bağla hükümdara bağlanmış. Eski Carolingien senyörün “cebr”i prensibi bu yabancı topraklarda ideal bir mükemmellikle uygulanmıştı.[5]

* *

Hiçbir zaman bir fief’in tasarrufu, bir önceki sahibin ölümüyle, doğruca vârisine kendiliğinden intikal etmezdi. Ama iyice saptanmış geçerli nedenler dışında, senyör tabii vârise bu intikali reddedemez olmuştu. Bu yeni tevcihe bir yeni hommage takaddüm ederdi. Böylece kabullenilen irsiyedin zaferi, hükmünü kaybetmiş bir hukuk üzerine sosyal güçlerin zaferi olmuştu.

Herhangi bir toprak temliki bahis konusu olmasa bile sadakat, iki kişiden çok iki soyu birleştirmeye meylederdi; bunlardan biri kumanda, öbürü de itaat etmeye “mahkûm”du. Bütün Ortaçağ “tabii”, yani doğuştan senyör sözcüklerine büyük duygusal değer atfetmiştir. Ama işin içine toprak, daha genel olarak mülk tasarrufunun temliki girince, oğlun babasının yerine geçmekteki çıkarı, âdeta icbar edici oluyordu. Hommage’ı reddetmek ya da bunu kabul ettirmeyi becerememek, fief’le birlikte baba mülkünün önemli bir kısmını, hattâ tümünü kaybetmek demekti. Hele kaybedilen fief aslında bir eski ailevî mülk ise, keyfiyet herhalde çok daha acı gelebilirdi.

Senyörün durumu daha az açıktı. Onun için birinci derecede önemli olan, “yeminini bozmuş” olan vassal’ın cezalandırılması, yükümlülükler yerine getirilmemişse, fief’in daha iyi bir hizmetkâr için elde tutulabilmesiydi. Çıkarı, kısaca, onu rücu prensibinde kuvvetle direnmeye itiyordu. Buna karşılık irsiyet, bunu aleyhte bulmuyordu. Zira her şeyden önce adama ihtiyacı vardı ve bunu en iyi şekilde ona daha önce hizmet etmişlerin zürriyetinde bulabilirdi. Kaldı ki, oğla babanın fief’ini reddetmekle senyör, yeni commendé’lerin cesaretini kırmakla kalmayıp, haklı olarak kendi öz ahfadının kaderi hususunda kaygılı olan öbür vassal’larının da keyfini kaçırma tehlikesini yaratırdı.

Bu ilk kolaylık ve uygunluk temeli üzerine gerçek veraset, Carolingien imparatorluğunun dağılmasıyla başlayan bulanık ve yeniliklerle dolu çağda yavaş yavaş yerleşmişti. Her yerde evrim, bu sonuca götürmüştü. Ama sorun fief’in bütün şekilleri için aynı ölçülerde ortaya konulmuyordu. Bunların arasında “makamlık” denecek olanlar, yani kral tarafından tevcih edilen kamu hizmetlilerinki vardı.

Daha ilk Carolingienlerden itibaren kral, Devlet’in başlıca görevlerini yüklediği kişileri vassal’lık bağlarıyla kendine bağlıyordu; bunlar özellikle büyük mülkiye âmirleri, kontlar, sınır boyu eyaletlerin kumandanları, düklerdi. Ama bu işlevler, eski Latin “d’honneur” (“şereflik”) adını muhafaza edip “ihsan”lardan özenle tefrik edilirlerdi. Gerçekten bunlar, sairlerin arasında özellikle çarpıcı bir nitelikle ayrılırlardı: her türlü hayat boyu karakterinin yokluğu.

Bununla birlikle, iktisadî koşulların müsaadesizliği nedeniyle nakdî ücret bahis konusu olamıyor, işlevin (görevin) kendisi bir ücret oluyordu. Kont, kendi dairesinde kesilen cezaların üçte birini kendine alıkoymakla kalmıyor, özellikle ona geçimi için bırakılmış bazı vergili araziye de tasarruf ediyordu. Bu itibarla bir kontluğun itası, bir vassal’ı ödüllendirmek için en güzel bir armağan oluyordu.

O günlerde illerin yeni “satrap”ları denilen bu kişiler bir yandan, bundan böyle kendi lehlerinde kullanma eğiliminde bulundukları yetkelerin aslını kraliyet temlikinden alırlarken bir yandan da, ülkeyi sağlamca elde tutabilmek için bundan daha fazlasına göz dikiyorlardı: orada burada yeni topraklar ele geçirmek, yol kavşaklarında şatolar inşa etmek ve her şeyden önce, mahallen kendine sadık bendeler sağlamak. Bu uzun vadeli iş, aynı zemin üzerinde birbiri ardından gelen nesillerin sabırlı çalışmasını gerektiriyordu. Tek kelimeyle, verasete doğru çaba, doğal olarak, mülkî yetkenin gereksinmelerinden kaynaklanıyordu.

Feodal tahsilât her yerde özgün şekilleriyle kendini belli ederdi. XIII. yy.a kadar veraset vergisi de senyöre, çoğu kez aynî olarak ödenirdi. Ama köylü vârisin bir baş hayvan verdiği yerde askeri vassal’ınki bir silâh takımı, örneğin bir at, ya da silâhlar veya her ikisi birden olurdu. Böylece senyör isteklerini, toprağın yüklü bulunduğu hizmetlerin şekline göre ayarlardı. Aslında böylece sağlanmış silâh takımı, adamın ölümünde, iade edilirdi. Ama mademki oğul vassal olarak kabul edilecekti, bu iade işlemine gerek kalmazdı. Feodal tahsilâtta yakın cinsten sair yükümlülükler arasında açık benzerlik bulunuyordu: bazı mesleklere girişte ödenen harç yine senyörün cebine, mükellefin mesleğine uygun eşyalar şeklinde girerdi.

Ama gün geldi, hiç değilse XII. yy.dan itibaren, fief’ler az çok serbestçe satılır ya da verilir oldu. Artık sadakat, ticaret metaı olmuştu ve bu durum sadakati pekiştirmeyecekti.[6]

* *

Frank vassal’lığının kaçınılmaz yasası, bir vassal’ın iki efendisi olamayacağı idi. Commendé, sadakat yemini ettiği kişinin bunu kendisine iade etmesi halinde, senyör değiştirebilirdi. İlkinin adamı olarak kalıp kendini bir ikinci efendiye vakfetmek, kesinlikle yasaklanmıştı. İmparatorluğun çeşitli nahiyeleri her türlü vassal’lık tedahülünü önlemek üzere gerekli önlemleri almışlardı. Tabii Papa-İmparator ikiliği bunda istisna teşkil ederdi.

Ama her şey gibi bu kaide de gevşeyecekti. XIII. yy.ın sonlarında bir Alman baron değişik yirmi senyörün fief adamı olabiliyordu! Bu durumda kişinin tümden vakf-ı nefsinin, sadakatinin aldığı şekil, kolaylıkla tahmin edilebilir… Güzel güneşli toprakların cazibesi birçok muharibi arz-ı ubudiyeti çoğaltmaya sürüklüyordu. Gerçek sadakat yemini, bir ticaret metaı olmuştu. İyi ama bu bağ çokluğu rahatsızlık da yaratıyordu. Aynı şövalyeden sadakat yemini almış iki senyör, aralarında kavga ettiklerinde şövalye hangisinin yanında olacaktı? Tümden kaçınmak, ihaneti iki katına çıkarmak olurdu. O çağın hukukçuları bunun helâli-haramı üzerine az mürekkep harcamamışlar. Ama işi yine de doğal eğilimler çözecekti: En saygın senyör, en zengin fief’i temlik etmiş olanıydı!…

* *.

“Hizmet” ya da “yardım etmek” ile “himaye” terimleri silâhlı sadık adamla şefinin karşılıklı mükellefiyetlerini ifade ederdi. Ama zamanla kişiler birbirlerinden uzaklaşmışlar, vassal fief’ine yerleşerek efendisinin yüzünü nadiren görür olmuş. Böyle olunca da her an “kendisine emredilen bütün görevlerde senyöre hizmet etme” olanağı ortadan kalkmış. Bu kez, arz-ı ubudiyet formüllerinin yerini iyice ayrıntılı mukavele almış. Bir ihtiyat fazlası olarak da vassal’a, genellikle yardım vaadiyle yetinmeyip zarar vermemek de taahhüt ettirilmiş.

Aslî görev, tarif gereğince, savaş yardımı olmuş. Sadakat yemini etmiş kişi, her şeyden önce bizzat, at üstünde, pür silâh, hizmet edecektir. Ama o nadiren yalnız olarak çıkagelirdi. Eğer varsa, kendi öz vassallarının dışında en az bir veya iki silâhtarı da bayrağının altına toplamak âdet olmuştu. Buna karşılık, genel kaide olarak piyade alınmazdı. Bunun savaşta rolü küçük görülürdü. Ordu komutanı için, kendi öz topraklarıyla resmen hamisi bulunduğu kiliselerin topraklarının sağladığı köylü kalabalığını beslemek bir sorun oluyordu. Çoğu kez vassal ya sadece muhasematın sürdüğü zamanlarda, ya da, bir kale nöbetçisiz kalamayacağına göre, daimî olarak, kendi gibileriyle nöbet değiştirerek, senyörün şatosunda garnizon tutmaya icbar edilirdi. Kendisinin dahi muhkem evi varsa, onu senyöre açmak zorundaydı.

Bir önemli sorun hommage’ların mertebeleştirilmelerinden doğuyordu. Hem tâbi, hem efendi, birçok vassal da, sırasıyla, vassal’lara sahipti. Senyörüne olanca gücüyle hizmet etmeyi emreden görev, ona senyörün ordugâhına tabilerinin tümüyle çevrili olarak varmayı öngörüyordu. Ama âdet, zamanla, bir defaya mahsus saptanmış ve kendi savaşlarında kullanabileceğinden çok aşağı sayıda hizmetkârla gelme olanağını vermiş.

Her şeyden önce, büyük küçük bütün vassal’lar müddetsiz olarak hizmette kalmama eğilimindeydiler. O ise ki hiçbir yasa bu süreyi kesin olarak saptamamıştı. Tâbi, evdeki muharip gibi, varlıkları krala ya da şefe gerekli göründüğü kadar silâh altında kalırdı. Buna karşılık eski Cermen hukuku bu süreyi kırk “gece”ye bağlamıştı. Bu geleneksel rakam XI. yy.ın sonundan itibaren, vassal’lara icbar edilen sürenin genel kaidesi oluyor. Bu süre dolunca, çoğu kez bütün yıl için, evlerine dönmekte serbest kalırlardı.

Senyör vassal’larını sadece savaş halinde çağırmazdı. Barışta onlarla “divan”ını ve mahkemesini oluştururdu ve bunu belli tarihlerde, çoğu kez başlıca bayramlarda yapardı. Vassal’ın görevi senyörüne her şeyde “yardım etmek”ti, kılıcıyla yardım, öğüdüyle yardım etmek. Ama gün geldi, bu yardımlara kesesiyle olanı da eklendi. Hiçbir kurum bu malî yardımdan daha iyi feodal toplumun üzerine oturduğu bağlılıklar sisteminin derin vahdetini ifade etmez. Serf; bir senyörlüğün “hür” mültezimi; bir krallıkta tâbi; nihayet vassal: Her itaat eden, şef veya efendisine, gereksinmelerinin sağlanmasında yardımcı olacaktır. O ise ki para sıkıntısından daha büyük sıkıntı düşünülebilir mi?… Örneğin Langevin’de bir fief’in dört nakdî mükellefiyeti bulunuyordu: Esir düştüğü takdirde senyörün fidyesi; büyük oğlu şövalye naspedildiğinde; büyük kızı evleneceği zaman; kendisi bir şey (toprak) satın alacağı zaman. Bu mükellefiyetlerin ilk üçü az çok her yerde kabullenilmişti. Bazen bunlara başkaları da eklenirdi; özellikle Haçlı seferi yardımı ve yine senyörün, kendi üstleri tarafından “yardım”a çağrılması halinde onun bunu vassallarına yansıtması, yani doğruca yüklemesi. Böylece para yavaş yavaş eski sadakat ve hareket ilişkilerinin içine sızmış oluyordu. Ama bunun bir başka yolu daha olmuştu. İster istemez savaş hizmetinde bazen aksama olurdu. Bu takdirde senyör nakdî ceza veya tazminat talep ederdi; bazen de vassal bunu peşinen takdim ederdi. Aslında bu “bedel’ler ancak iki tür fief’lerde geniş uygulama yeri buluyordu: Silâh taşımaya muktedir olmayan dinî toplulukların eline düşmüş fief’lerle doğruca büyük monarşilere bağlı olanlar; bu monarşiler, her türlü sistem noksan veya bozukluğunu maliyelerinin lehine çevirmede gerçekten ustaydılar.[7]

* *

Yukarda gördüğümüz gibi, bir adamın senyörü yok, ailesi de onun kaderini eline almazsa, Anglo-Saxon yasaları bu adamı yasadışı ilân ederdi. Vassal, senyörüne karşı, senyör vassal’ına karşı bir ek akraba, kan bağıyla birbirine yakın kişilerin hak ve görevlerini yüklenmiş bir akraba oluyorlardı. Vassal’lığın bu yarı ailevî niteliğinden hukuk kaideleri ve âdetlerde bazı kalıcı hatlar meydana çıkacaktır. Suç işlemiş birini şatosunda saklamak, “bu kişi, saklayanın senyörü, vassal’ı ya da yakını olması hali dışında”, suça iştirak sayılırdı…

Soydaşın ilk görevi öç almaktı. Aynı şey hommage’da bulunmuş veya bunu kabul elmiş kişi için de geçerliydi. Akraba takımıyla vassal’lık bağı arasında doğal eğilim eşitliği bariz olmaktaydı. Senyör vassal’a karşı, vassal senyöre karşı aynı güçle mecburdu.

Feodalitenin büyük kusuru, gerçekten tutarlı ve etkin bir hukuk düzeni kurmayı becerememiş olmasındaydı. Günlük yaşantıda birey, haklarına tecavüz olarak gördüğü şeyin kurbanı sıfatıyla ipleri koparırdı ve kavganın sonucu, kuvvetler dengesine bağlı kalırdı. İtalya’da bir senyörün ihanetine maruz kalmış vassal, fief’ini kolayca alıcı (mülk)e tahvil edebilirdi. Bu da en sıkı feodal kavramların bu ülkede ne derecede gevşek olduğunu kanıtlayan çeşitli emarelerden biriydi.

Avrupa vassal’lığının ortaya çıkardığı çok sayıda özel sorunun ötesinde bir büyük beşerî sorun bunların tümüne hâkim durumdadır: davranış ve gönüllerde bu sosyal tutkalın gerçek gücü ne olmuştu? O ise ki bu konuda belgelerin bıraktıkları ilk tesir, üzerine dikkatle eğilinmesinin gerektiği bir garip çelişkidir.

Metinler, vassal’lık kurumunda, çok değerli bir bağı ululamaktadırlar. “Vassal’ın cari anlamdaşı “dost”tur. Bu bağ, hiçbir zaaf eseri göstermeyen bir sadakati tazammun edip adam “dost”u için “soğuğu da çeker, sıcağı da.” Bir Anglo-Saxon commendé “senin sevdiklerini seveceğim, nefret ettiklerinden nefret edeceğim” diye yemin ediyor. Kıta Avrupa’da da başka metinlerde “dostların dostum, düşmanların düşmanım olacak” diye okunuyor. İyi bir vassal’ın ilk görevi şefi için kılıcı elinde ölmesini bilmektir. Bunun cennetin kapısını açtığını söylüyor şairler ve… Kilise. Şövalyenin biri, üstüne yürüyen senyörünü öldürüyor. Piskopos ona “onun için ölümü kabul etmeliydin. Sadakatin seni bir Tanrı şehidi yapardı” diyor. Senyörünü öldürenden fidye kabul edilmiyor, adam en acımasız işkencelerle öldürülüyordu.

Ortaçağ şiir ve romanının ünlü nazik aşkında mükemmel sevgilinin sadakati, vassal’lık fedakârlığı modeli üzerine kurulmuştu. Tüm Katoliklikte, commendé’liği takliden, başlıca dua hareketi, bugün süregeldiği gibi, iki elin kavuşması haline dönüşmüştü. Tanrı huzurunda, ruhunun derinliklerinde, iyi bir Hristiyan kendini senyörü önünde diz çökmüş bir vassal gibi görürdü.

Hommage’a sadakat, Devlet’e sadakatin üstünde tutulurdu. Kan bağları dahi, kamu hukukundan çok daha kutsal sayılmış olmalarına rağmen, kişisel tâbiiyet görevlerinin gerisinde kalırdı: “Hiçbir akraba bize lord’umuzdan daha değerli olamaz” diyor. Anglo-Saxon İngiltere’si, “Tanrı emirleri ve Katolik imanına karşı geçerli düzen olmaz” diyedursun resmî kitabet.[8]

* *

Yukarda söylediğimiz gibi, vassal artık efendisinin sürekli olarak sofrasında oturmaz olmuştu. Efendinin çıkarları çoğu kez vassal’ınkilerle çakıştığından bu sonuncusu artık onun kaderini de pay etmez olmuştu. Senyörün ihsanlarıyla zenginleşmek şöyle dursun çoğu zaman kendi öz mülkünü, bir sürü mükellefiyetle yüklü olarak geri almak kaydıyla ona terk etme durumunda kalan vassal’ın senyöre karşı aranılan imanı her türlü canlı içeriğini yitirmişti. İnsanın insana tâbiiyeti kısa süre sonra bir toprağın bir başka toprağa karşı tâbiiyetinin muhassalasına dönüşmüştü.

Veraset bile, iki kuşağın dayanışmasını perçinleme yerine, tersine bağın gevşemesine yardım etmişti: O, her şeyden önce toprak çıkarlarına uygulanmıştı, vâris, sadece fief’i muhafaza etmek; için hommage’ını arz ediyordu. Sorun, mütevazı sanaatkâr fief’leri için, olduğu kadar saygın şövalyelik fief’leri için de mevcuttu. Her iki taraftan da görünürde benzer şekilde çözülmüştü. Ressamın ya da dülgerin oğlu babasının varlığına ancak onun sanatını tevarüs etmiş olması kaydıyla konabilirdi. Aynı şekilde şövalyenin oğlu da, babasının hizmetlerini sürdürmesi koşuluyla şövalye naspedilirdi. Fakat işçinin mahareti elle tutulur bir keyfiyet olup kolaylıkla vaat edip sözünden dönebilen bir muharibin sadakatinden çok daha emin bir gerçekti.

Serbest seçim duygusu o derece kaybolmuştu ki vassal’ın, fief’i ile birlikte, vassallık görevlerini de ferağ ettiğini görmeye alışılmıştı, tıpkı senyörün tarlaları, orman ve şatolarıyla birlikte, adamlarının sadakatini da satmasına, ya da vermesine olduğu gibi. Gerçi fief, prensip itibariyle, senyörün izni olmadan el değiştiremezdi. Öbür yandan da vassal’lar, ancak kendi rızalarıyla başkasına bırakılmalarını talep ederlerdi, o kadar ki bu hakkın resmen tanınması, İmparator Conrad’ın İtalya vavasseur’lerine ihsan ettiği bir lütuf olmuştu. Ancak, uygulama bu çürük setleri çabuk yıkmıştı. Hep söylediğimiz gibi sadakat, bir ticaret metaı olmuştu. Bağlılığı sürekli olarak alınan armağanlar ve insan varlığıyla beslenen bir silâh arkadaşlığından, vassal, hizmet ve inkıyat borcunu ödemede fazla aceleci olmayan bir nevi kiracı haline gelmişti. Ortada tek bir fren kalmıştı: Yemine saygı. Bu da güçsüz sayılmazdı.[9]

* *

Aşağı sınıflarda tâbiiyet bağlarına gelince, askerî hommage’ın damgasını vurduğu nispeten yüksek sosyal ortamlar, içinde başka insanların “adamları”nın bulunduğu tek çevreler değillerdi. Ama daha aşağı düzeyde, tâbiiyet ilişkileri doğal kadrolarını, vassal’lıktan çok daha eski olmakla birlikte onun zevalinden sonra daha uzun süre yaşayacak olan bir gruplaşmada bulmuşlardır: Toprak senyörlüğü. Bunun feodal toplum içindeki yeri neydi?

Vassal’lık hommage’nın kaynağı olduğu kumanda etme hakları ancak çok sonraları ve ilk anlamlarından bir gerçek sapma sonucunda çıkarlara yol açmıştı; senyörlükte ise ekonomik cephe başta gelirdi. Şefin yetkilerinin, işin prensibinin vazedildiği günden beri en önemli amacı, toprağın ürünleri üzerinden ayırıp almak suretiyle kendine gelir sağlamaktı. Şu halde bir senyörlük, her şeyden önce, bir “toprak”tı, tabi insanların iskân ettikleri bir toprak. Mutat üzere böylece sınırlandırılmış alan da, kendi başına, bir sıkı karşılıklı bağın birleştirdiği iki bölüme ayrılıyordu. Bir taraftan, senyörün tüm ürününü doğruca topladığı, tarihçilerin “réserve” adını verdikleri “domaine” (senyör mülkü). Öbür taraftan da, küçük ya da orta köylü işletmeleri, “tenure”ler. Bunlar az ya da çok sayıda olup senyör mülkünün etrafında toplanırdı. Senyörün, köylünün kulübesi, ekini, otlağı üzerindeki gerçek üstün hakkı, onun bir yeni ve nadiren bedava, temlikinde, bu kulübe ekin… el değiştirdiğinde, yasal el konma veya vârissiz ölüm hallerinde bunları temellük etme kabiliyetinde ve nihayet ve özellikle vergi ve hizmet tahsilinde, ifadesini bulurdu. Hizmetler çoğunlukla, réserve-senyör mülkü üzerinde tarımsal angaryadan ibaret olurdu. Böylece de toprağı çeşitli aynî ve nakdî vergiler karşılığında işleyen köylü aynı zamanda senyör mülkünü sürekli ekinsiz kalmaktan kurtaran bir el emeği ambarı teşkil ediyordu.

XII. yy.da senyörün el attığı toprakların sınırları çoğu kez, yeni açılmış tarlalar üzerinde senyörlüklerle köylerin beraberce kurulduğu bölgelere tekabül ediyordu. Böylece de köylülerin çoğunluğu aynı zamanda mütemadiyen kaydırılan iki gruba tâbi oluyordu: Bunlardan biri aynı bir efendinin tâbileri, öbürü de aynı bir tarımsal cemaatin üyelerinden oluşuyordu. Zira evleri yan yana yükselen, tarlaları aynı bir nahiye içinde birbirine girift olmuş rençperler ister istemez çıkar bağları, müşterek tarımsal yükümlülüklere boyun eğme gibi bağlarla birleşmişlerdi. Bu ikilik, uzun sürede, senyörlüğün kumanda yetkeleri bakımından bir ciddî zaaf nedeniydi.

Bu kargaşayı biraz ayıklayabilmek için özenle hiç değilse iki tâbiiyet şeklini tefrik etmek münasip olacaktır: Adamın üzerine, şahsına binecek olanla belli bir toprağı işleten sıfatıyla binecek olan tâbiiyet. Gerçi bunların arasında, çoğu kez birbirlerini sürükleyecek derecede sıkı ilişkiler mevcuttu. Bununla birlikte bu ilişkiler, fief ve hommage dünyasının aksine, aşağı sınıflarda birbirlerine pek karışmamaktaydılar.

Bununla birlikte, senyörlüğün işbu muzafferane gelişmesi içinde kuvvetin suistimali hiç de ihmal edilecek bir öğe olmamıştı. Carolingien çağının resmî metinleri “güçlüler” tarafından “fakirler”in ezilmesinden yakınıyor. Aslında “güçlü”ler hiçbir suretle insanı toprağından etmeyi düşünmüyorlardı; zira işleyecek kolun bulunmadığı toprak hiçbir şey etmezdi. Bütün dilekleri, küçükleri tarlalarıyla birlikte, kendilerine bağlamaktı.

Her nasılsa senyörün yetkesinden paçasını kurtaran, prensip itibariyle doğruca krala, aslında ise onun memurlarına bağlı oluyordu. Her ne kadar yasal olarak kamu yetkesine sahip olmak için bir resmî görevde bulunmak gerekiyor idiyse de “Frank” muafiyeti oyunuyla Kilise senyörlerinin çoğu ve yine çok sayıda nüfuzlu lâdinî kişi, Devlet’in yargı yetkisinin hiç değilse bir kısmını ele geçirmişlerdi; iş bununla kalmayıp bu yetkinin sağladığı gelirlerin bazılarını da kendi lehlerine çevirme yetkisine de sahip olmuşlardı. Tabii bütün bunlar sadece, kendilerine bağlı ya da ilerde bağlı olacak topraklar için varitti. Muafiyet, senyörlük gücünü pekiştiriyordu, ama onu yaratmıyordu. Gerçi senyörlüklerin hepsi aynı kalıba dökülmüş modeller değillerdi; küçük mülkler (alleux) araya sıkışmıştı. Kralın memurları bunlara ulaşmakta güçlük çekiyorlardı. Bu küçük mülkler bazen de, hükümdarın özel kararıyla, işbu bağışıklıklardan faydalananın yargı ve vergi denetimine terk ediliyorlardı. Çoğu kez de bu küçükler, kralın kararını beklemeye vakit bulamadan, kendiliklerinden bu duruma düşüyorlardı. Suistimal, itiyat, örf haline gelmişti.

Ve nihayet, hiç de nadir olmayan, düpedüz zorbalık karışıyordu işe: Birçok müstakil küçük köylü işletmesi, herhangi bir muamele uygulanmadan, doğruca senyörün topraklarına katılıyordu. Bununla birlikte senyörlükler, hiç değilse görünüşte ayıbı olmayan bir yolla da genişliyorlardı: Sözleşmeyle küçük mülk sahibi köylü, bazen kendi şahsıyla birlikte toprağını, onu sonradan yükümlülükler karşılığında işletmeye almak üzere senyöre terk ediyordu, tıpkı mülkünü fief’e dönüştüren şövalye gibi. Her ikisinin de açık nedeni, kendine bir hami bulmaktı. Bazen bütün bir köy, olduğu gibi, bir güçlünün sultası altına giriyordu: Müstakil köylü gerçekten zayıftı.

Senyörle toprağı işleyenler arasındaki ilişkilerin tek yasası “toprak örfü” idi şu kadar ki Fransızcada köylünün senyöre ödediği vergilere (redevances) basitçe “örf (coutumes), mükellefe de “örfün adamı” (homme coutumier) denirdi. Senyörlük rejiminin cari olduğu her yerde bu özel gelenek, insan topluluğu olarak her senyörlüğü gerçekten tarif eden, onu komşularından ayıran bir nitelik arz ediyordu. Bir verginin, işletmenin birinde, uzun süreden beri alınmaz olmuş olması, onun komşu işletmelerde bu arada muntazaman tahsil edilmiş olması halinde, bu işletme de zorunlu olma durumunu ortadan kaldırmazdı: Hukukçuların yorumu bu yoldaydı.

Askerî fief’ler müessesesinin ortaya çıkardığı en dikenli sorunlardan biri olan veraset sorunu, köylü işletmelerinde hiç önemli değildi. Az çok her tarafta köylüler, kuşaktan kuşağa aynı tarlalar üzerinde, birbirlerinin yerini alıyorlardı. Mamafih bazen, toprağı işleyenin köle sınıfından olması halinde kardeş çocukları bu haktan mahrum bırakılıyordu. Buna karşılık ahfat hakkına, bunların çok erken aile çevresini terk etmemiş olması koşuluyla, saygı gösteriliyordu. Senyörlerin bu örfü bozmakta çıkarları yoktu. Toprağın insandan bol olduğu bu dönemlerde, ücretli ya da hanede beslenen işçilikle çok geniş réserve’leri (senyörün özel olarak işlettiği toprak) değerlendirmedense, kendi geçimlerini kendileri sağlayan yeterince çalışacak kolu daimi olarak elinin altında bulundurmak yeğleniyordu.

* *

Toprağı işleyenlere yüklenen tüm yeni “yasadışı vergi”ler arasında en karakteristiği şüphesiz senyörün köylü aleyhine kendine hak tanır olduğu tekellerdi. Kâh, yılın belli mevsimlerinde şarap veya bira satışını kendine tahsis ediyor, kâh, bedel karşılığı damızlık boğa veya koçu sağlama münhasır hakkını elinde tutuyordu; buna bazı yerlerde harmanlarda kullanılan atların sağlanması da ekleniyordu. Çoğu kez de senyör köylüyü, buğdayını kendi (senyörün) değirmeninde öğütmeye, ekmeğini kendi fırınında pişirmeye, şarabını kendi maseresinde (cenderesinde) yapmaya zorlardı. Bu salmaların adı dahi manidardı; bunlara genellikle “banalités”, yani “adîlik” denirdi. Bunların tek “hukukî” dayanağı senyörün kumanda etme yetkisiydi. Bu yetki onu Kilise’nin de bazı gelirlerine el atmaya itiyordu ki bunlar arasında, öşür kadar bir yekûn tutmasa bile yine de ihmal edilemeyecek bir gelir sağlayan “casuel” vardı. Bu vergi uzun süre sadece bir vicdanî-ahlâkî borç olarak ödenmişken ilk Carolingienler bunu Frank devletinde bütün müminler için zorunlu kılmışlar, Anglo-Saxon kralları da, onları takliden, bu zorunluluğu İngiltere’de uygulamışlardı. Bu, istisnasız her gelirden aynî olarak alınan bir öşür (onda bir) vergisiydi. Gerçekte bu, sonradan sadece tarımsal ürünlere uygulanır olmuştu. Mamafih senyör bu dinî-vicdanî verginin tümünün üstüne oturmuyor, onu köy papazı ya da piskoposla bölüşüyordu.

Feodal toplumun banalité’leri, senyörlük sömürüsü fikrine tercüman oluyordu. Bunlar, ortaya çıkmalarına neden olan prensipten dolayı değil, senyörlerin bunları uygulamadaki tutumlarından tahammül edilmez hal almışlardı. Gerçekten senyörler bunda sadece, hiçbir karşılığı olmayan bir kazanç membaı görmüşlerdi ve sömürü, sözcüğün tam anlamıyla şiddet, cebir ve tamahkârlığa terk edilmiş kitlelerin bir zalimane sıkıştırılması şeklini almıştı.

Senyörün tahsil ettiği bir başka vergi de adalet resmi olup bu da çoğu kez müsaderelere kadar varan benzer suiistimallere yol açıyordu; bunlara, damga resmi, ağaç aşısı resmi, noterlik resimleri gibi tali vergiler de ekleniyordu. Bugünün Devlet’inin damga (pul) resmi gibi senyörlük rejimi de her türden sözleşmelerin teminatı karşılığında para alıyordu.

Şüphesiz bu banalité’ler, bunun kurbanı olanlar açısından öfkeyi mucip zorlamalardı ama işin kendi mantığı içinde mütalâasında bunların bugünün Devlet (ya da özel teşebbüs) tekellerini kabullenmemiz gibi o çağlarda tabii görülmüş olduklarını da düşünebiliriz.

Senyörlük haklarından biri de para basma hakkıydı. Gelişmiş feodal toplumda para basma hakkı kralla senyörleri arasında pay ediliyordu. Bu itibarla birçok senyör bunu kendi hesabına kullanıyordu. Böylece, her türlü ferağdan masun olması gereken bu hak da ufalanmıştı.

Bu ufalanmanın hareket noktası, paranın da “yarar” sağlaması olup senyörleri kısmen bu işe el atmaya götürmüştü. Gerçekten para basma kazançlı bir işti ve bunu yapma yetkisine sahip olanlar, basım sırasında metalin bir kısmını kendilerine saklıyorlardı ki bu da sonradan basılarak, kârı oluşturuyordu. Bunun dışında, piskoposlara, para basma gelirlerinden bir pay verildiğini de görüyoruz. Herhalde kral, ortağı olmuş piskoposa para basma işini devredip basım atölyesinin idaresini tevdi ediyordu. Tabii, ayarı düşürme gibi oyunlar da kâra kâr katıyor idiyse de büyük ekonomik rahatsızlık yaratmaktan da hali kalmıyordu.

Hükümdarın jus eminens’i, yani toprağı ferağ edenin hakkı, “konak” (“gîte”) hakkı’nı da haklı gösterebiliyordu. Bunun kökeni Carolingien memuruna verilmiş olan bir imtiyaz olmalıydı. Senyör, tüm cevelanları sırasında, vassal’ları tarafından ağırlanacak, (kendisine yaraşır şekilde) yedirilip içirilecek, yol için gerekli at, araba ve sair gereksinmeleri sağlanacaktı. Dolanan vassal’ın kendisiyse, bu yük toprağı işleyen’in (“mutasarrıf-tenacier”) sırtına binerdi.

Feodal toplum senyörünün iki veçhesi olan bir kişi olduğu bellekten çıkarılmamalıdır: Bir yandan ister fief’li, ister mülk (alleu) sahibi olsun, toprağın intifa hakkını, bir yandan da kamu görevlerini üzerine almış olmaktan ölürü donandığı özel imtiyazlar dolayısıyla bir takım hakları kullanırdı. Bu iki tabiat senyörün şahsında birleşirdi. Bunun sonucunda Carolingien hükümetinin tahsil ettiği tüm dolaylı resimleri de kendi hesabına tahsil ederdi, ezcümle bütün münakale, çarşı pazar, fuar ve sair resimler (“leudes”, “tonlieux”, “haubans”)…[10]

Senyörün, halkın sırtından çıkardıkları saymakla bitmezdi. Senyörün hür (köle sınıfından olmayan) “mutasarrıf”ının efendisine nakdî “yardım”ı, daha önce anlattığımız vassal’ınkiyle aynı zamanlarda, her tâbinin şefinin imdadına koşma mükellefiyeti kanunundan doğmuştu. Hep olduğu gibi, ilk günlerde bir “armağan” maskesi takmıştı. Vassal’ların “yardım”ı gibi köylününki de âdetin tanzim edici etkisinin dışına çıkamazdı. Ancak burada ciddî bir fark ortaya çıkıyordu. Mükellef, bu “verginin hangi koşullar altında ödeneceğine dair kesin bir tarifi talep etme gücünden yoksun olduğundan bu, para tedavülü arttıkça, her geçen gün daha yakın fasılalarla tahsil edilir olmuştu. Miktarı da, her seferinde, senyörünün keyfî kararına bağlı kalıyordu. İtirazlara kim kulak asıyordu?…

Böylece bir XII. yy. “mutasarrıf”ı öşür (dîme), ”yardım”, casuel, birçok banalité resmi öder olmuştu.

Avrupa’nın büyük bir bölümünde senyörler zamanla “has” topraklarını parçalayıp bunlardan yeni “tenure”ler, yani köylü işletmeleri, vassal fief’leri tesis etme yolunu tutmuşlardı. Vassal’lar da bunları bölüp yine “tenure-censive”e dönüştürüyorlardı. O ise ki “has” toprakların azalması, angaryanın azalması sonucuna götürüyordu. Charlemagne zamanında haftada birkaç gün olan bu angarya, sonraları yılda birkaç güne inmişti. Böylece de daha çok toprak ve zamana sahip olan köylü, daha çok ödeyebilirdi… Fief ve köylü işletmelerinin tarihi, son tahlilde, hizmet esasına dayanan bir sosyal yapıdan bir toprak geliri sistemine geçişin tarihi olmuştu.[11]

Senyörlük “mültezim”leri, kul-köle sınıfından olmamaları halinde, resmi belgelerde genellikle “kolon” Latin adını taşırlardı. Ama bu kolonluk şartının; esas niteliği olan toprağa bağlılık keyfiyeti aşağı yukarı battal olmuştu. Birçok yüzyıl önce her insanı irsî görevi ve vergi zırhına bağlı kılma düşleri gömülüyordu: Asker, kışlasını; sanaatkâr, mesleğini; “decurion”[12], il idare kurulunu; rençper tarlasını terk etmeyecekti. Bu düşü, geniş ülkeler üzerinde hükümran bir idarenin gücü, az çok gerçek haline getirmişti. Ama bundan sonra gelen Ortaçağ idarelerinin hiçbirinin, kaçak köylüyü kovalamak veya onu yeni bir efendinin almasını önlemek kudretini haiz olmaması ve ayrıca da ehil olmayan idareler altında toprak vergisinin iptizale uğraması nedeniyle bu gibi çabalar tümden anlamsız hale gelmişti.

* *

Serf, özet olarak, hiçbir surette sadece toprağa bağlılığıyla nitelendirilemezdi. Onun özgü, damgası, aksine, başka bir kişiye sıkı sıkıya bağlı olmaktı: Nereye varsa bu bağ onu izler ve zürriyetine yapışırdı. Serflerin çoğunluğu eski köle sınıfından olmamakla birlikte yaşam koşulları, eski Roma kölelik ve kolonluğunun az çok sulandırılmış şeklinden başka bir şey değildi. Eski adlar altında ve çeşitli geçmişlerden alınmış veçheleriyle müessese, onun oluşmasına tanık olmuş ortamın müşterek gereksinme ve temsillerini yansıtmaktaydı. Metinlerin buz gibi edalarının altında çoğu kez feci bir huşunet havası yatardı: “Senyörü filânca tarafından boğazlanmış falanca…” gibi dava kayıtlarına rastlanırdı. Bir manastır başrahibinin, serflerinden biri için “o, ayağının tabanından kafasının tepesine kadar bana aittir” dediği kaydedilmiştir, bu “çok Hristiyan” başrahibin! Mamafih başka bir rahip de manastırının serflerinin, yaşam sükûnet içinde geçerken, bağları inkâra yeltendiklerini, bir koruyucuyu elzem kılan ani bir tehlikenin zuhurunda onları hemen ilân etmekte olduklarını yazıyor. Rejim, ister istemez, himaye ve baskı kutupları arasında gidip geliyordu.[13]

*

* *

İpliklerini beşeri kademenin yukarısından aşağıya doğru dokuyan bütün bir tâbiiyet bağları ağı, Avrupa feodalite uygarlığına en özgün damgasını vurmuştur. Feodal düzenin hangi koşullar altında ve hangi geçmişten neler alarak ortaya çıktığını yukarda özetledik. Bununla birlikte “feodal” sıfatının geleneksel olarak yapıştığı toplumlarda bireysel kaderler sadece yakın tâbiiyet ve birinci elden kumanda ilişkileriyle ayarlanmamıştı. İnsanlar, bu ilişkiler içinde de gruplara ayrılıyor, gruplar meslekî istidatlar, güç ya da nüfuz derecesinin tefrik ettiği birbiri üzerine binmiş kademeler oluşturuyordu. Ayrıca; sayısız küçük her türlü şefliğin tozu üzerinde her zaman için daha geniş vüsatlı ve değişik tabiatlı yetkeler de var olmuştur. İkinci feodal çağdan itibaren sınıflar daha kesin olarak sıralanmış ve güçlerin, bazı büyük yetke ve büyük hedefler etrafında toplanması, artan bir şiddetle gelişmiştir.

[1] J. Calmette.- op. cit., s. 19-20.

[2] Halen Anadolu’da büyük baş hayvanlara “mal” deniyor. Döneceğiz konuya.

[3] M. Bloch.- op cit.,- s. 251-60.

[4] ibd., s.261-8.

[5] ibd., s.269-92.

[6] ibd., s.293-324.

[7] ibd., s.324-45.

[8] ibd., s. 354-59.

[9] ibd.,s. 354-65.

[10] J. Calmette.- op. cit., s. 59-67.

[11] M. Bloch.- op. cit., s. 367-88.

[12] Roma’da, ahalinin bölündüğü nahiyelerden birinin başkanı.

[13] M. Bloch.- op. cit., s. 404-5.