Kültür Eserleri > THKK 2/C - Tarım Teknikleri > Festivaller

Festivaller

Günümüzde sosyal anthropoloji “ilkel”liği bir yaşam türü, bir üretim şekli olarak ele alır ki “ilkel” yaşam savaşında insanoğlu doğayla yakın ilişki içinde olur. Ancak doğaya egemen olmada yetersiz ve güçsüz kalması itibariyle bir takım insanüstü güçlerle ilişki kurup onların yardımını sağlamak, ya da öfkelerini dindirmek üzere çeşitli ritüelleri uygular.

 Sözünü ettiğimiz insan-doğa ilişkisinin en açık belirtilerinden biri, buraya kadar irdelemiş olduğumuz “Halk günbilgisi-takvimi” olmaktadır: Gün geldi insanoğlu toprağı işleyip içine tohum saçmayı öğrendi, özellikle Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki “Verimli Hilâl” vadiinde suların belirli zamanlarda taşıp çekilmesi ve sair doğa olaylarının zamanını algılama durumuna geldi.Tüm günbilgilerine kaynaklık eden güneş ya da ay, kırsal yaşamda bildiğimiz “çoban hesabı” denen günbilgisine de kaynak oldu: Kasım doksan. Kasım yüz, Kasım yüz on, Kasım yüz elli… Ve de cemre’ler[1].

 Ve bütün bunlar havada, mevsimlerde değişmeleri, dönüşleri intaç eder ki, sevinmeye ya da aksine mateme bürünmeye vesile olur ve festivallerle kutlanır.

 Bu festivallerin çok eski bir tarihçesi vardır. Ülkemizde halen uygulananlara geçmeden önce bunların konumuzla ilgili olanlarını irdeleyeceğiz. Bu arada, unutulmamasının gerektiği bir gerçek de, dinin, son tahlilde, insanoğlunun toprakla ilişkisi olduğudur. Şöyle ki, toprağın verimi hayvan ve insanların doğurganlığı vs.yi sağlayacak, tasavvurda yaratılmış insanüstü varlıklara yakarma ritusları da bazen festivallere dönüşmekte ve dolayısıyla dini görünümlü bu uygulamalar aslında konumuzla doğruca ilişkili olmaktadırlar. Ayrıntılarını vereceğimiz Hıdrellez bunlardan biridir. Helenlerin Theogonisi ile Babilonya’nın Hilkat mitos’u arasındaki benzerlik rastlantı eseri değildir. İki belge dizesi son yıllarda bir istiare varsayımına kesinlik kazandırmıştır. Bir yandan Finike’nin Ras Shamra tabletleri (M.Ö. XIV. yy.) öbür yandan da küneiform yazı ile Hitit tabletleridir bunlar. Bu iki theogonik bütünün az çok her zaman olarak ortaya çıkması, Hesiodos’un anlattıkları arasında yersiz ya da anlaşılmaz gibi görünen ayrıntıları izah eden bütün bir yakınlaşma dizisini gün ışığına çıkarmıştır. Böylece de Helenlerin tekvin mitosları, bunların yaygınlık ve sınırları, … üzerindeki Doğa etkileri sorunu kesin ve sağlam şekilde vazedilmiş olmaktadır.

 Bu Doğu Theogonilerinde, kendilerine model oluşturdukları Grek’lerinkinde, tekvin temaları geniş bir kraliyet destanı ile bütünleşmiş halde olup bu sonuncusu, dünyaya egemenlik için tanrı ve çeşitli kutsal güç nesillerini çarpıştırıyor, tanrıların ikamet ettikleri yukarıdaki gök, ilkel kaos veçhesine yeniden bürünüyor. (Hesiodos, Theogonia 700-740): Karanlık ve baş döndürücü bir yar, dipsiz bir açıklık, her yönden esen rüzgâr girdaplarının gelişigüzel dolandıkları yönsüz bir uçurum. Zeus’un zaferi her şeyi yerli yerine oturtuyor…

 Ve Marduk’un Tiamat’la döğüşü. Titanları bozmuş Typhée’yi yıldırımla kül etmiş Zeus, tanrıların baskısıyla, hükümdarlığı üstüne alıyor ve ölümsüzlerin tahtına oturuyor; sonra da Olympos’lular arasında görev ve rütbeleri dağıtıyor. Aynı şekilde, tanrıların kralı ilân edilen Marduk Tiamat’ı öldürüyor, cesedini ikiye kesiyor, bunun birini havaya fırlatıp gök’ü oluşturuyor; bundan sonra gök cisimlerinin yer ve hareketlerini tanzim ediyor…

 Görüldüğü gibi her ikisinde de hükümranlık gücünün tesisi ve nizamın kurulması, ayrı bir tanrısal dramın birbirinden ayrılmaz iki veçhesi, ayrı bir mücadelenin ucundaki amaç, ayrı bir zaferin meyvesi olarak görünmektedir. Bu genel hava işbu mitos öyküsünün kraliyet rituslarına bağımlılığını ifade eder, onların başlangıçta bir unsuru olur. Böylece Babilonya’nın Hilkat şiiri, Enuma eliş, Bâbil’de her yıl, Nisan ayında Yeni Yılın kraliyet Hilkat bayramının dördüncü günü terennüm edilirdi. Bu tarihte, havanın devresini bitirmiş olduğu sanılırdı: Dünya, hareket noktasına geri gelmişti. Bu, bütün nizamın yeniden sorun haline geldiği kritik an oluyordu. Bayram sırasında Kral bir ejderle bir ritüel dövüşü taklit ederdi. Bununla da, Marduk tarafından Tiamat’a karşı kazandığı zaferi her yıl, tekrarlardı. Kralın mücadele ve zaferinin çift anlamı oluyordu: Kralın hükümranlık gücünü teyit edip sosyal, mevsimlik kozmik nizamın yeniden bir yaratılmasının değerini kazanıyordu. Kralın diyanetkâr fazileti ile evrenin örgütlenmesi, bir kriz döneminden sonra, yenilenmiş ve bir yeni zaman devresi için idame edilmiş olmalıdır [2].

 Bütün bunlardan Ön Asya’nın, Helen dünyası düşünce sisteminin temelinde yattığı bir kez daha görülüyor. “Helen uygarlığı ışıdığında doğu, gerisinde binlerce yıl tarihe sahiptir” demiyor muydu, Sabatino Moscati?[3]

 Bu doğrultuda olmak üzere önce Hitit festivallerini anlatacağız:

Hitit festivalleri

Aşağıda aynen alıntılar yaptığımız Dr. Mustafa Selçuk Ar’ın makalesinin[4] kaleme alındığı 1943 yılında Hititlere “Etiler” deniyordu (ETİBANK…)

 “Etiler, memleketin ve milletin hayatında vukua gelen uğurlu, iyi olan tabii ve içtimai hadiseleri kutlamak için birçok bayram törenleri tertip etmişlerdir. Etilerin ülkesi olan Anadolu’nun yüksek yaylasında umumiyetle kış şiddetli geçer ve bahar büyük bir sabırsızlık ile beklenir. Tabiata hayat veren güneş yaylanın karlarını eriterek toprağı ısıtmağa başladığı zaman gerek insanlarda ve gerekse tabiatta bir canlanma kendini gösterir. Bundan sonra toprak yeşillenmekte ve insanları da kışın kapanık, sıkıcı hayatından ayrılarak iş ve faaliyet hayatına atılmaktadırlar. İşte gerek memleket ve gerekse millet için aranan, beklenen iyi ve uğurlu bir mevsim olduğundan dolayı Atalarımız baharı hemen her çağda kutlamışlar ve onu karşılamak için parlak törenler tertip etmişlerdir.”

 “Etilerin baharı kutlamak için tertip ettikleri tören bir tane değildir. Elimizdeki metinlerden anladığımıza göre bu törenlerin adedi her halde ikiden fazla idi. Fakat hepsi de baharda yapılan bu törenlerin birbirlerinden ayırt edilmesi icap etmektedir. İşte bu ayırmayı yapabilmek için Etiler her törene ayrı ayrı birer ad koymuşlardır. Yalnız bu adlar gelişi güzel konmuş değildir. Yapılan tören bir bahar bayramı töreni olduğundan dolayı baharda ilk defa, turfanda olarak yetişen bir bitkinin adı aynı zamanda bu törenler için birer ad olarak seçilmiştir. Bahar bayramlarından ikisinin adını sarahatle bilmekteyiz. Bunlardan biri “Puruliyaş” bayramı, diğeri de “AN. TAH. ŞUMsar” bayramıdır. Birinci kelimenin ne manaya geldiğini henüz bilmiyoruz. Fakat ikinci kelimenin “soğan” manasına geldiğini katî olarak biliyoruz. Bu kelime de aslen Sümerce olup bunun bir bitki nevini ifade etmek için kullanıldığını “sar” açık olarak göstermektedir.”

 “Hatti şehrindeki tanrı ZABABA tapınağı, Hatti şehri fırtına tanrısının tapınağı yakınında bulunan şimşir ağaçlarından mürekkep orman, himaye tanrısı olan tanrı LAMA’nın tapınağı… gibi yerler için ayrı ayrı ‘bahar bayramı törenleri’ tertip edilmiştir. Verdiğimiz bu adlardan da anlaşılacağı gibi tören hemen daima dinî bir kıymet vasfı taşıyan tapınak, orman, kaynak ve vadide icra edilmekte idi.”

 “Metinlerden anladığımıza göre tören bizzat Eti hakanının başkanlığı altında yapılmakta idi. Eti devletinin bütün teşkilâtının başı ve tek mesul şahsı olan Eti hakanı aynı zamanda dini kuvvetlerin de başı vasfını taşımakta olduğundan bütün bu nevi törenlerin icrasına başkanlık etmek onun en tabii hakkı idi. Törenin bütün seyirlerinde hakan en mühim mevkii işgal etmekte, tanrılara yapılan kurbanlar bizzat onun tarafından yapılmaktadır.

 “Saray memurları, Türkçe karşılığı bulamadığımız MEŞEDİ’ler, çalgıcılar, şarkıcılar, sofracılar, aşçılar, saki, teşrifatçı, muhtelif tanrılara hizmet eden kadın ve erkek tanrı ve tapınak hizmetçileri ve nihayet putçular… Bütün bunların törende gördükleri hizmet tamamıyla ayrı ve muayyendir…”

 “Çalgıcılar ile şarkıcılara gelince, bunlar bilhassa tapınak içinde tanrıya karşı yapılan her nevi ibadet sahnelerinde vazife görmektedirler…”

 “Aşçılar ve sofracılara gelince, bunlar tören esnasında yapılan ziyafetlerde kurulması zaruri olan sofraları hazırlamakta ve yemekleri getirip sofrada taksim etmektedirler. Bu ziyafetlerde yenen yemeklerin en mühimini et suyundan yapılmış bir nevi çorba teşkil etmektedir.”

 “Saki ise, gerek tanrıya kurban takdimi sahnelerinde ve gerekse ziyafetlerde hakanın içtiği ve tanrıya da sunulan içkiyi getirmek ve boşalan kapları geri götürmek vazifesi ile mükellef bulunmaktadır.”

 “Bu gibi törenlerin en mühim simalarından birini de teşrifatçı vazifesini gören ve metinlerin “lu GİŞ.PA=asalı adam” adı altında gösterdikleri adam teşkil etmektedir. Bu adam, Ortaçağda hanedan saraylarında verilen ziyafetlerde her yeni gelen davetlileri daha evvel gelmiş olanlara elinde bulundurduğu asasını yere vurarak ve yüksek ses ile yeni gelenin adını söylemek suretiyle takdim eden teşrifatçıların gördükleri aynı vazifeyi görmekte ve belki de taşıdıkları aynı kıyafeti taşımakta idi. Bu, bilhassa yemek ziyafetlerinde ve büyük toplantılarda vazife ifa etmekte, her yeni gelen davetlinin önüne düşerek onlara oturacakları yerleri göstermektedir.”

 “Bahar bayramı törenlerinin ne zaman ve nasıl başlandığını biliyoruz. Çünkü bu bayram törenlerini tasvir eden tabletlerin baş kısımları oldukça sağlam olarak elimizde bulunmaktadır. Fakat törenin nasıl ve nerede bittiğini gösteren safhayı, tabletlerin son kısımları tamamıyla kırık olduğundan, bilmiyoruz. Yalnız, elimizde bulunan ve ‘bahar bayramı törenleri’ni tasvir eden metinlerden biri, her ne kadar son kısmı gene kırık ise de, hiç olmazsa bir hayli uzun ve sağlam bir tarzda korunmuş bulunmaktadır. Bahis mevzuu ettiğim bu tablette tasvir edilen törenin sağlam kalan son kısmı tanrı ZABABA tapınağının iç kısmında, bizzat tanrı ZABABA’nın kendi heykelinin bulunduğu yerde cereyan etmektedir. Fakat burada yapılan muameleler ile törenin tamamıyla sona erdiğini kabul edemeyiz. Çünkü metinde törenin henüz bitmemiş olduğu sarahatle kaydedilmiş bulunmaktadır.”

 “Tapınaklarda, tanrı huzurunda, mukaddes orman ve kaynaklarda yapılan törenlerde tanrılara üç türlü kurban takdim edilmektedir. Bunlardan birini şarap, bira gibi içkiler, diğerini irmik, ekmek gibi kuru gıda maddeleri, üçüncüsünü de koyun, keçi ve sığır etleri teşkil etmektedir. Törenlerde şarap ve biranın çok kullanılmış olmasından biz, Etiler zamanında da Anadolu topraklarının bol üzüm yetiştirdiğini ve Etilerin bu bol üzümden iyi şarap yapmasını bildiklerini anlamaktayız. Törenlerde yapılan koyun, sığır kurbanlarının miktarı pek çok olduğundan biz bütün adetleri verilen bu koyun ve sığırların bilfiil kesilmedikleri, yalnız sembolik bir tarzda tanrıya kurban edildikleri manasını çıkartmaktayız. Fakat birçok ahvalde koyun ve sığır hakikaten kesilmekte ve etlerinden de tanrılara sunulduktan sonra geri kalan kısımları mukaddes addedilen ocak, kapı mandalı ve pencere gibi yerlere gene kurban mahiyetinde aşçılar veya sofracılar tarafından konmaktadır. Adlarını son olarak saydığım mukaddes yerlere icap eden kurbanlar konmadan evvel, alâkadar memurlar tarafından et, ekmek veya içki her hangisi olursa olsun evvelâ hakana arz edilmekte ve hakan da elini bu kurban maddeleri üzerine koyarak onu takdis ettikten sonra ait olduğu yerlere konabilmekledir. Gene bu gibi törenlerde tanrılara karşı yapılan ekmek kurbanlarının nevi bakımından çokluğu karşısında biz Etilerin türlü türlü ekmek yapmasını bildikleri manasını çıkartmaktayız. Ekmek kurbanları tanrılara sunulurken ya ufalanmakta veya kırılmaktadır. Bu suretle elde edilen küçük ekmek parçaları tanrı heykellerinin önüne veya mukaddes addedilen diğer yerlere dökülmektedir.”

 Törenin uygulanışının ayrıntılarına girmiyoruz. Sadece önemli bulduğumuz bir bölümü aktarıyoruz:

 “…Çorbalar içilip yemekler yendikten sonra hakanın yemekten önce dizine konmuş olan peçeteyi etrafta beklemekte olan memurların arasına nasıl attığı… izah edilmektedir…”

 Bu “havlu atma” konusunu daha önce irdelemiş, bunun “eski-geçmiş” ile ilişkiyi kesip yeni bir döneme girilmesini sembolik hareketi olduğunu söylemiştik[5]. Burada da Kral, bu törende, bahara girmekle çıkan yılı kapatmış, yeni bir yılı açmış oluyor, bu hareketleriyle. Çeşitli bitkilerin (ve bu arada soğanın), hayvanların bolluğu talep ediliyor bu festivallerde: Tanrılara sunulan kurbanlar, irmik, ekmek, içki, et… bunların “hammadde”lerinin bol olması dileğini ifade ediyor.

 Yıllar, mevsimler ve aylar bayramları, kutsal zamanların temelinde yatıp her yıl yenilenen toprağın verimliliğinin kutlanması, Hitit’lerde bir özel önem alıyor. Bayramın mihrakı olan kurban, metinlerin ayrıntıları ile verdikleri bir çapraşık usulle icra ediliyor: İnceden inceye ayrıntıları saptanmış kaidelere göre, seçilmiş ve arıtılmış içki ve besin maddelerinin sunucusu yapılıyor[6].

 Nebo ile Bel, Edessa (Urfa)’nın başlıca tanrılarıydılar. Yazınsal kaynaklardan Nisan’ın sekizinci gününde, kentin merkezinde büyük mezbahın çevresinde bütün tanrıların bir araya getirildikleri bir büyük bayramın kutlandığını öğreniyoruz. Nisanın sekizi tam Babilon’da Yeni yıl ya da akitu büyük Festivali’nin yapıldığı döneme rastlıyor. Nebo ile Bel, doğruca Babilonya tanrıları olduklarından bu tarih çok uygun düşüyor. Tıpkı Babilonya’da olduğu gibi bu şenlikler döneminde törenler düzenleniyordu[7]. Bunların arasında sabah tuvaletleri için tanrılara su ikramı yer alıyordu ve bunu et ikramı ve sair faaliyetler takip ediyordu. Bu, salutationes matutinae Bizans ve Avrupa saray teşrifatında yeniden ortaya çıkıyor[8].

 Yeni Yıl Festivali teşrifatında Nebo’nun rolü az çok Bel’in ki kadar önemlidir. Babilonya theolojisine göre Nebo Bel’in oğludur ve Nisan ayında şenlikler sırasında heykeli babasının mabedine taşınır ve burada bulunan mescidine yerleştirilir. Nebo en âlâsından tanrısal kâtip olup dolayısıyla yüksek derecede bürokratik Mezopotamya toplumunda bir özel grup oluşturan kâtiplerin şeyhidir. Bir tanrısal kâtip olarak Nebo yazının mucidi ve kader ve herkes için geçerli tanrısal yasalar tabletlerinin sahibidir. Tanrısal kader beşerî yaşamın uzunluğunu saptadığından Nebo, aynı zamanda, ölüleri bile kaldıran ve mümbitlik sağlayan hayat verici tanrı olmaktadır.

 Bel’in Jupiter-Müşteri (Farsçada Bercîs) gezegeniyle özdeşleştirilmiş olması gibi Nebo da Merkür-Utarit’i teşahhus eder; hattâ “parlayan” ya da “parlak” anlamında olan adı bile bu gezegeni gösterdiğini ima eder. İkonografik olarak Nebo, çoğu kez sol elinde taşıdığı yontu kalemi ile simgelenir. Ama tanrının boyuna göre hayli büyük olan kalem, daha çok bir ok ya da mızrağa benzemektedir. Uzun zamandan beri bilindiği gibi Nebo Grek tanrı Apollo ve Hermes-Merkür’le özdeşleştirilmişti[9].

 Buna karşılık Bel, “uca çıkmış”, yani insanlardan uzak, dünyanın idarecisi, bir gerçek kosmokrator olarak beliriyor. Bel tapınağının Kuzey bölümünün tavanında tanrı, ay, güneş ve öbür dört gezegenle çevrelenmiş Jupiter olarak temsil ediliyor, gezegenlerin her biri dairenin altmışar derecesini işgal ediyor. Bir ikinci daire üzerinde Zodyak’ın işaretleri resmedilmiş. Bu astrolojik kabartmanın dört köşesinde dört rüzgâr, kanatları açılmış kartallar şekilde temsil edilmiş: Bel, yıldızları, gezegenleri, ay ve güneşi idare eden kosmokratordur. Palmyra’daki Bel Tapınağı’nın hücresi M.S. 32’de, Nisan’ın altısında kutsanmıştı ki bizi bu ayda kutlanan Babilonya Yeni Yıl Festivali bağlamına götürüyor[10].

Mihrigân

 Takvimdeki yeri itibariyle üzerinde uzunca durduğumuz Mihragân, Mithra-Mihr’e ithaf edilmiş bir İran Mazdeist festivalin adı olup geleneksel olarak bu ülkede güz ekinoksu civarında kutlanırdı. Bunun kökeni, takvimdeki yeri, süresi, ritüelleri ve ona bağlı inançlar, sair kültürel alanlara yaygınlığı ve İslâm döneminde sürüp gitmesi konuları birçok sorunu ortaya çıkarmış ve hayli tartışmaya neden olmuştur. Bunu ayrıca toponimi, patronimi (soyadı, lakap) ve musikide kullanılan bir ad olarak da görüyoruz.

 Festivalin adının nereden geldiğini anlatmıştık, takvim sorunları gibi: Burada sadece bazı özellikleri zikretmekle yetineceğiz.

 İslâm öncesi festival hakkında en geniş bilgileri veren Bîrûnî, bunun muarrebi mihracan’ın meleğin ya da ruhun aşkı (mihr) demek olduğunu düşünüyor. Müslüman müelliflerinin çoğunluğu bu yoruma bağlı kalmış ve İran şairleri çoğu kez mihrcan’ı mihribân, munis, cömert ile kafiyeye sokmuş (gerçekten ilkbahar hem “munis”, hem de “cömert”tir).

 İranlıların, özellikle Babilonyalıların, Mısırlı, Grek ve Arapların etkisiyle, kullandıkları çeşitli takvim türlerinin tarihî evrimini çizmek güç olmakla birlikte bu, tören ve devri festivallerinin yer ve süresi saptamaktadır. Gündönümünde kutlanan festivaller Hint-İranlılar arasında özel bir önemi haizdiler. Her ne kadar örneğin İran’da yüzyıllar boyu kalmış Yahudiler arasında yılın birçok “başlangıç”ı her zaman olarak bilinmişse de Hint-İranlılar yılı güz ekinoksu ile başlamış olmalıydılar. Ahmenî idaresi, ilkbahar ekinoksu ile başlayan, Babilonya takvimine benzer, ama ondan farklı bir “şemsî-kamerî” yılı kullanmışlardı.

 Sâsânîlere gelene kadar MithrakânalMihragân, hiç değilse resmen, tek bir gün olarak kalmış. Ahmenîler zamanında (M.Ö. VI-IV. yy.) yılın yedinci ayı güzde kutlanan festivale, izah edilemez şekilde, ilkbaharda riayet edilirdi; Nev-rûz da Arşakî Parthlar (M.Ö. III. yy.-M.S. II. yy.) döneminde güzde kutlanmıştır.

 Sâsânîler döneminde daha önce sözünü etmiş olduğumuz takvim reformunun yapılmasıyla festival, hiç değilse halk uygulamasında, ikiye katlanmıştı. Yedinci ay (mihr mâh)’ın 16. günü (mihr rûz), “küçük” (hurdak ya da küçek) veya “genel” (âmma) Mihragân ve 21. günü (râm rûz)de, “büyük” (buzurg) ya da “özel” (hassa) Mihragân olarak kutlanıyordu. Bîrûnî’ye göre Sâsânî kralı I. Hürmüz (M.S. 272-3) Nev-rûz ve Mihragân festival günlerini birleştirmişti ve bu festival altı gün süre ile kutlanırdı. Sonra da İran kralları ve halkı bu iki festivali otuz gün süre ile kutlar olmuşlardı. Bütün Farvardîn ayı (yani Nev-rûz’unki) sırasıyla kral ailesi, soylular, kral ailesi hizmetkârları, halk, çobanlar ve hayvan yetiştiriciler için beşer günlük altı diziye bölünmüş bir festivale tahsis edilmişti.

 Ritüelin gelişme ve yayılmasına gelince, bu festival muhtemelen güzde kutlanan bir Zerdüşt öncesi İran festivalini temsil eder. Keza, Zerdüştîliğin kabulünden önce İranlılar, Babilonyalılarla temasları sonucunda yeni yıllarını ilkbahara yerleştirmişler ama o zaman Mithrakâna tesmiye ettikleri güz festivalini de muhafaza etmiş gibidirler.

 Mithrakâna, Mezopotamya’ya, Mithra’nın muadili Shamash (Şems, güneş tanrısı)’nın korumasında bir Babilonya güz festivalinin etkisiyle yerleşmiş; etki, bu mitosun şemsî veçhesini geliştirmiş olmalıydı. Ve görünürde İranlılar bir festivali tek bir tanrıya ilk kez ithaf ediyorlardı. Bunun ritusunun başat veçhesi, bunun bir yeni yıl ya da yenilenmenin bir kralî festivali olup şenlikler, armağan teatisi, hayvan kurbanlarıyla kutlanmasıydı. Bu festivalle Nev-rûz’da mevcut çok sayıda müşterek veçhe bunların beraberce alınmış olduklarını gösteriyor.

 Mitos, İran epiğinde tarihîleştiriliyor, şöyle ki, yukarıda da anlattığınız gibi, meşru Kral Faridûn Mihragân festivalini, tahtı gasp etmiş olan zalim Dahhâk’a zaferini ve onu Dunbâvand/Damâvand dağında zincire vurmasını kutlamak üzere ihdas edilmişti. Festival tatil, şenliklerle ve ziyafetlerle kutlanıyordu. Bunun başat veçhesi onun kralî ve şemsî görünümüydü: Mithra, Ohrmazd ve Ahriman (iyilik ve kötülük, aydınlık ve karanlık) arasında arabulucu oluyordu. Çeşitli rivayetlere göre, güneş ilk kez Mihragân günü görülmüş, tanrı ışıkla karanlık arasında anlaşmayı Nev-rûz ve Mihragân günlerinde yapmış. Başka rivayetlere göre de Mihragân gününde tanrı dünya ve cisimleri yarattı; o zamana kadar ışıksız bir küre olan ayı aydınlattı. Mihragân’a bir dirilme işareti ve dünyanın sonu gözüyle bakılır. Şöyle ki; büyüyen ve gelişen her şey o zaman mükemmeliyete erişir…

 Bu festivalin yayılmasına gelince: Mihrakan/Mihragan adına her iki, Jerusalem ve Babilon Talmut’larında rastlanıyor. Görünürde halefleri Sâsânîlerden daha ortodoks Zerdüştî olan Arsakîler Nev-rûz ile Mihragân’ın yerlerini değiştirmişler. Bunların etkisiyle bazıları Mitra’ya ithaf edilmiş bazı İranî kült ve tapınaklar, Armeniyye’ye sokulmuş. Hristiyanlıkla, büyük Mihragân, Aziz Asker Georg’a yeniden tahsis edilmişti (bu Azizin halen ülkemizde “Curcis Nebi” olarak itibar gördüğünü anlatmıştık[11]. Görülebildiği kadarıyla Greko-Roman temaslar Mezopotamya’da değil, Küçük Asya’da tesis edilmiş ve bundan Mithra mysterionları[12] ortaya çıkıyor. Mithra’nın Helios Apollo ile ayniyetini bir senkretizmden çok, bir symbiosis olarak yorumlamak da mümkün görünüyor. Ancak, mysterionların Mithra’sı İran’ınkinden çok farklı olup Mithrakâna ritüellerinin (Armeniyye arasından?) Greko-Romen dünyasına yayılması, özellikle Mithraik kutlamaları üzerine doğrudan etki bahis konusu olduğunda tahminden öteye gitmiyor. Keza bu tahmin, 25 Aralık’taki Hristiyan Natalis invicti (İsa’nın doğumu) kutlamaları ile Phrygia’da üzüm toplama zamanında şarap sunusu ve hayvan kurbanları ile tesit edilen Mitrakâna için de geçerlidir.

 Her ne kadar Nev-rûz birçok yönden (Yeni Yıl’ın karşılanması, toprak vergisinin toplanması, valilerin tayini, mevkilerin değiştirilmesi, para basılması vs.) Mihragân’dan daha önemli olmuş gibiyse de hükümdar her iki festivalde de nedimleri, akraba ve maiyetinden armağanlar kabul etme hakkına sahipti. O, nedim ve akrabalarına Nev-rûz’da kış Mihragân’da yaz elbiseleri dağıtırdı.

 Tıpkı I. Dara’nın magus Gaumâta’nın ve yandaşlarının Mithrikâna’da kılıçtan geçirmesi gibi. I. Kavat (488-531) da Mithragân’da Mazdâkilerin katliamını tertip edecekti.

 Nev-rûz’da olduğu gibi Mihragân’da da panayır kurulurdu. İranlılar Dahhâk tarzında bir yıl yaşamayı dilerlerdi. Narın yenip gülsuyu koklanması, onları hastalıklardan korurdu.

 Abbasî hilâfetinden az çok bağımsız, ilk sülâlelerin ortaya çıkmasıyla, Mihragân kutlaması, Moğol istilâsına kadar, Türk-İran çevrelerinde birçok büyük küçük hükümdarların saraylarında büyük önem kazanmıştı. Örneğin Tahirîler ve Horasan sultanları o günde elbise dağıtım âdetini tesis etmişlerdi.

 Doğruca, Arap alanına geçmeden önce işbu İranî uygulamaların Mutaazıla’da uyandırmış olduğu tepkiyi dile getirelim: Rey kadü’l kudadı (baş kadısı) Mu’tazılî Abdül-Cabbar al-Hamadanî’nin Tasbit Dalâil Nübûwwat Sayyidinâ Muhammad adlı eserinde bu kadı (yaklaşık 325/936-7 ilâ 415/1024-5), “İslâm’ı bütün dinlerin fevkine oturtabilmek üzere” Kuran’ın bazı ayetlerini (9/34, 48/28, 61/9) tartışıyor. İslâm’ın öbür dinler üzerindeki zaferi “putların kırıldığı, ateşgedelerin tahrip edildiği, nevrûz, mihracân ve sadhak ve hac festivallerinin ihya edildiği astronomik hesaplama’nın (takvim) yırtılıp atıldığı ve usturlâbın kırıldığı” Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın hilâfetleri zamanında vaki olmuşmuş.

 Son ifadeden Abdülcebbar’ın ilm-i nücûmdan nefreti ayan oluyor; ancak, öbürleri İslâm’ın Arap Paganizmi, Zerdüştîlik ve Hristiyanlık üzerinde zaferini gösteriyorlarsa da İslâm’ın astroloji üzerindeki zaferinden yazarın neyi anladığı pek belli olmuyor[13].

 Bu satırların arkasında İran’da Arap hegemonyasına tepki olarak ortaya çıkan Şuûbîye hareketine[14] karşı bir tavır seziliyor.

* * *

Arap alanı

 Burada ilkbahar, hayatî önemini koruyor.

 Hicrî takvimin üçüncü ve dördüncü aylarının adı Rabî olup Süryanî muadili rbî’a, İbranî malkôsh (geç yağmur) karşılığı oluyor. Bu ve Rabî II’yi takip eden iki ayın Cumâdâ (don ayı) tesmiye edilmesi bu dört ayın başlarda kışa isabet ettiğini ve eski Arap yılının kış yarı yılında başladığını telkin ediyor. Rabî’in başlardaki manası, yağmurların sonucunda toprağın yeşile büründüğü mevsim oluyor; bu, daha sonra Rabî adının ilkbaharı ifade etmesine götürüyor. Bîrûnî ise güz’ü (harif) Rabî’in ifade ettiği mevsim olarak gösteriyor. Ancak araya gün sıkıştırılamadığından bu iki ay artık bir muntazam mevsime isabet etmiyor[15].

 Hicrî takvimin yedinci ayı Recep (Racab), Cahiliye döneminde ilkbaharda riayet edilen bir kutsal ayı idi. Tanrılarına, sürülerinin artmasının şükranı olarak bu ayda kurbanlar kesilirdi. Keza bu ay, Arap yarımadasında, musalaha ayı idi[16].

 Bu “ilkbahar”ı elden kaçırmadan bunun Osmanlı edebiyatındaki yerini de kısaca zikredelim.

 Osmanlı Divan edebiyatında rabî’iyyâd (bahâriyyât) tesmiye edilmiş bir özel edebî tür bulunmamakla birlikte ilkbahar, bunda, sair başka ulusal yazınlarda olduğu gibi, önemli bir yer tutuyor. Az çok her tür edebî biçim ve şeklin yapısına uygun düşen çeşitli işlevleri ile ilkbahar, 13. yüzyılın ikinci yarısında yazılı Osmanlı edebiyatı ile yaşıt çeşitli edebî biçimler içinde kendi özel yerini almıştı. Bu edebiyat, içinde her çeşit dinî öykü, dinî mitolojik çalışmalar, tarihler, yarı dinî öğüt kitaplarının yer aldığı mesnevi türünü tercih ettiğine göre ilkbahar, 13. ve 14. yüzyıllar üslûbunda yazılı, özellikle aşk serüvenlerini konu alan masallarda kendine yer edinmiş. Bunu, iki işlevi yerine getirirken yapmış: Bir nevi sabit dekor, ama aynı zamanda bu aşikâr işlevin ötesinde, bazı sembolik-mitolojik anlamları nakletmede araç olmuş.

 Osmanlı edebiyatında ilkbahar, doğal olarak meyvelik ve bağ bahçenin tasvirine bağlı olup, böylece zaman ve mekân kategorilerini bir araya getirmiş, okuyucu/dinleyicide tam teşbih hissini yaratma görevini ifa etmiş. Bu yazında, sevdalıların çoğu bir yeşil, tomurcuklanmış, yeniden hayata dönmüş çiçek ve bitkilerle dolu meyvelikte buluşurlar, ya da orada birbirlerini tanırlar. İlkbahar burada bir meyvelik hayaline, kışın kuruyup ölmüş bitkiler yaşama döndüklerinden de ebedî yaşam fikrine bağlıdır ve bu iki örge aracılığıyla da ayrıca, içinde ilkbaharda doğanın tüm unsurlarının idealleştirilmiş bir ifadesini içeren Cennet ve bunun edebî mutluluğu kavramına bağlıdır. Böylece, ilkbaharın tasvirlerinde Cennet ve bunun İslâm’ın din ve inançlarındaki merkezî rolü, şairin niyet ve hayalinin esasını oluşturur.

 Mesnevîlerde ilkbahar, güneşle yakın ilişki halinde gösterilir. Örneğin Şeyhoğlu Mustafa’nın Hurşîdname’sinde oğlu Hurşid için Sultan Siyavuş tarafından özel olarak sipariş edilmiş bağ-bahçe, ebedî ilkbahar halinde olan bir bağ olarak betimlenir. Burası fiilen cennetin bir ifadesidir. Bu bahçenin sahibi Hurşid olup hurşîd’in etimonu dikkate alındığında, bahçenin sahibinin güneş olduğunu anlarız.

“Bu şehr-i Stanbul ki….

Bir gevher-i yekpare iki

bahr arasında

Hursîd-i cihantap ile tartılsa

şezadır

…” (Nedim). 

Bunun ötesinde Hurşid bu eserde baştan aşağı yeşil giyinmiş, yeşil taç ve peçeli olarak görülüyor ki başka deyimle bu, doğruca Hızır oluyor. Aynı zamanda bahçe bir gûlistan olarak Hurşid’in simgesi halindedir. Böylece meyveliğin güneş, ilkbahar ve bu mevsimde hayatın yeniden canlanması ile ilişkisi hayali ve kavramı ve de meyveliğin sevgiliye, güneş ya da hükümdara aidiyeti düşüncesi, Babilonya’nın Asma Bahçeler’ni, takdis edilmiş tanrısal bahçeleri hatırlatıyor ki bunların bahçıvanı bir Sümer veya Akad kralıdır. Hattâ çok daha eski Sümer tapınaklarını, Dilmun tesmiye edilmiş Akat cennetinin Sümer kavramını ve nihayet Tevrat’ın Cenneti’ni, Ahd-i Atik’te Süleyman’ın Neşideler Neşidesi’nde tasvir edilmiş ebedî ilkbahar halindeki cenneti akla getiriyor. Aynı şekilde mesnevîde, iki âşığın ebedî ilkbahar halinde bahçelerde buluşmaları, şenlikler ve evlenme törenlerini burada yapmaları geleneksel ve tipleştirilmiş teması, eski Yeni Yıl festivaller geleneğine kadar geri götürülebilir. Örneğin Hurşîdname’de, sevgililerin ebedî baharlı bahçede buluşmalarından önce Ferâhşâd’ın yıkanma ve süslenme sahnesi açıkça, Yeni yıl festivalinde tanrı ve tanrıçaların izdivaçlarından önce ritüel yıkanma ve süslenmelerinin uzak bir yansıması oluyor.

Bu efsanevî unsurlar hüviyetlerini 14. ve 15. yy.larda da korumuşlar ama bunu daha sonra yapmamışlar ve değişen dünya ve Osmanlı imparatorluğunun değişen yaşam koşulları, sosyal sınıflar ve değişen ekonomik koşullar nedeniyle basit dekoratif öğeye indirgenmişler. Divan edebiyatı şairlerinin elinde bahar ve buna bağlı her şey, üslûp ve belâgat düzeyinde her çeşit edebî ifade ve kelime oyunu yaratmanın araçları haline gelmişler. İlkbahara müteallik bu efsanevî nokta-i nazarları ifade eden sözcükler, hem mesnevilerde, hem de sair edebî biçimlerde basmakalıp şekilde kullanıla gelmiş. İlişkiler neredeyse beylik ifadelerle anlatılmış. Bu ilişkilerin başlıca nitelikleri şöyle oluyor:

 1-İlkbahar, bağ-bahar-ebedî hayat- Cennet ilişkisi içinde ifade edilmiş.

 2- İlkbahar daima ebedî mutluluk heyecanı ile ifade edilmiş ve bu, ya Cennet, ya da gençlikle bağlantı halinde olmuş. Bununla birlikte müteakip asırlarda ebedîlik niteliği kaybolmuş ve mutluluk ilkbaharın geçici niteliğine bağlanmış.

 3- İlkbahar gençliğin simgesi olup dolayısıyla sevgili ve güzel kadını temsil etmiş.

 4- İlkbaharla güneş arasındaki ilişki, aşağıdaki şekilde olmuş. İlkbahar ekinoksunda gece ile gündüz eşit olduğundan güneş adaletin simgesi, ilkbahar da bu adaletin uygulandığı mevsim olarak telâkki edilmiş. Bunun ötesinde bitkiler ilkbaharda güneşin faydalı etkisiyle yaşama geri döner. Bu itibarla cömertlik, ilkbaharla güneşin münasebetlerinden meydana çıkıyor. Bunun sonucunda divan edebiyatında güneş, adalet ve cömertlik, âlicenaplıkla ilişkileri itibariyle daima ilkbahar olarak telâkki edilmiş ve hükümdar da, güneşle yakın ilişkisi dolayısıyla, ilkbaharın ayrılmaz bir parçası olarak takdim edilmiş.

 5- İlkbahar daima Nisan yağmurları ve nimet ve rahmet kavramlarıyla birlikte ele alınmış. Ayrıca Nisan’da bir istiridyenin içine düşen yağmur damlasından incinin oluşmasıyla bunun ifadesi, değeri, mükemmeliyet ve güzelliği, bu kavramlara eklenmiştir.

 6- Divan edebiyatında ilkbahar çok sık, ilkbahar festivalleriyle bağlantılı olarak bahçelerde tertiplenen gece toplantılarındaki kutlamalar, eyş ü nûş ve musiki ile birlikte takdim edilmiş[17].

 İlkbahar, hurşîd, yeşil, Hızır ile çıktık Hıdrellez’e!

 Ama mevsimlerle ve tarımsal yılla ilgili bu önemli bahse girişmeden önce Antikçağlarda tarımsal yılla ilişkili festivallere göz atalım. Konuya bu festivaller konusunda Prof. A. Metz’in aşağıdaki beyanlarıyla gireceğiz[18]:

 “İslâm cilâsının halkın hayatında ne kadar ince bir tabaka teşkil ettiğini bize bayramlar göstermektedir. Hristiyanların bütün sene zarfında icra ettikleri dinî ayinlere İslâmlar da iştirak etmektedir. Bundan başka Hıristiyan bayramlarının çoğunda Hristiyanlıktan çok eski olan memleket âdetleri mâkes bulmaktadır. Nitekim gerek Mısır’da ve gerekse Babilonya’daki Hristiyanların mukaddes şehirlerinden birçokları eski müşriklerin takdis ettikleri mahaller olduğu ve oralarda meydana gelmiş olan Hristiyan manastırlarının Azizlere ayırdığı gün isimlerinin eski ilâhlara ait bayramların üstlerine ilâve edilmiş olan yeni serlevhalar olduğu anlaşılmalıdır. Müslümanlar da müşrik ve Hristiyan babalarının hayatlarının şenlendirdikleri bugünleri kutlamaktan vazgeçmemişlerdir. Böyle olmakla beraber kilisenin aksine olarak Müslümanlar bu bayram günleri etrafında yeni bir efsane yaratmaya tenezzül etmeyerek Hristiyanları kendi aralarında istedikleri gibi dinî bayramlarda serbest bırakmışlar ve bu bayramların işlerine gelen kısımlarını da babalarının tarzlarına uygun olarak icra etmişlerdir. Bağdat ahalisinin bayramları, hemen tamamıyla Hristiyan bayramları idi. Her şeyden evvel muhtelif manastırların azizlerine ayırdıkları yortuları kutlamakla beraber çalışma günlerinde de bu mukaddes mahallerde cismanî ziyaretçilerden de hâli kalmazlardı (1); Büyük bahçeleri ve serin manastır….ları olan bu yerler eğlence arayan Bağdatlılar için gezinti yerleri idi. Tekkelerle meykedeler (meyhaneler) çok defa bir çırpıda söylenilen iki kelime halinde telâffuz edilirdi. Yağmurlu bir günde “muğan ile işret” hoşa giderdi ve şarabülkurban bilhassa meşhurdu. Kahire’de de vaziyet pek değişik değildi; 4./10. asrın sonunda Kahire’deki eğlence yeri şu yolda sayılmaktaydı. Ehram manastırı civarında Gazal Saydi, Cîzeh köprüleri ve meykedeleri, Magns’da kanala ve saraya bakan bahçe, Mar Hanna manastırı ve başlıca Muqattam üstünde manzarası ile meşhur olan aI-Qasair….”

 “İsa’nın Kudüs’e girdiği günün hatırasına ayrılmış olan gün (Scha’nin = Hasiannah) bütün halk için umumî bayram idi. Bu, bir eski ağaç bayramı olup bilhassa kullanılan ağaç zeytin olsa gerek. Mısır’da ise bu bayrama ‘zeytin bayramı’ derlerdi… Paskalyadan evvelki perşembe gününe (Gründonnerstag) Mısır’da ‘Mercimek Perşembesi’ derlerdi; çünkü umumiyetle bu günde mercimek yerlerdi. Suriye’de bu bayramın ismi ‘mavi’ veya ‘Yumurta Perşembesi’ idi; sokaklarda renkli yumurtalar satılırdı… Bağdat’taki Müslümanlar ile Hristiyanlar Paskalya’da birleşirler… Samâlû manastırına giderlerdi. Orada mükemmel bir içki âlemi yaşanır…dı… 25 Birinci Kânun’a düşen Noel gecesi, yani İsa’nın doğduğu gece (al-mîlâd) ile kış güneşinin doğum bayramı ile beraber kutlanırdı… Müslümanlar da bu kış güneşinin tahavvülü bayramını kutlarlar… ki bu yortu Masudicus’un dinî takvimince beşinci veya onunca Bahman ve İbnü’l Esir ile Abdülfida’ya göre ise Noel gecesine tesadüf etmektedir… Mısır’daki Fatımîlerin halifesi Noel’de memurlara tatlılar, üzüm hoşafı ve balık dağıtmıştı… Haçın suya atılması yortusu Mısır’da bilhassa pek parlak kutlanırdı; bu yortuya orada ‘suya dalma’ yortusu (îd al-gitâs) derlerdi; Çünkü Hristayanlar Nil’de yıkanırlardı… Gerek ahali ve gerek memurlarla âlimler bu yortuda eğlendikleri gibi senenin hiçbir bayramında eğlenmezlerdi. Mes’ûdî şu malûmatı veriyor: ‘Hristiyanların suya daldıkları gece… şem’alar satılan pazar yeri tabiatıyla fevkalâde donatılmıştı… burada kuvvetli bir gece hayatı vardı ve gece giyilen hususî elbiseler içinde – deri pantolon- meşhur fahişeler dolaşırdı…’ Oruç zamanının ilk pazarına tesadüf eden Hristiyanların yortu gecesi Bağdat Müslümanları için de neşeli bir bayram teşkil ediyordu. Bu yortu bilhassa bağlık Ukbarâ köyündeki kadınlar manastırında (dair al-chawwât) kutlanırdı…, “Bu gece kadınlar erkeklerin arasına karışırlar ve hiçbir kimse herhangi bir husustan elini uzak tutmazdı. Maden ocaklarında çalışan ameleler içki, raks ve alaydan kendilerini alamazlardı… Mısırlılarda büyük bir Hristiyan yortusu pek kolaylıkla Müslümanların bayramı haline geçerdi…” 

“Üç yeni sene yortusu vardı:

 1- İranîlerle Süryanîlerinki ilkbahara düşerdi;

 2- Mısır Kıptîlerinin, Ağustos nihayetinde;

 3- Müslümanların sene başlarında ki her defasında değişirdi;

 4- Bundan başka tahavvül-ü şemsî sayfî zamanında vaki olan İranîlerin pek eski olan yeni sene bayramları.”

 “…İranîlerle Kıptîlerin yeni sene bayramlarında su ile ıslanmak âdet idi. Milâdî 981- 83’de Garp’a seyahat yapan Çinli seyyah Wang Jente bunu Turfan (Kan- tschang)’da da görmüştü: “Kan-tschang halkı gümüş ve bakırdan borucuklar yaparak suyla doldururlar ve birbirlerine sıkarlar; bazen de can sıkıntısını def için birbirlerini, elleriyle su atarak ıslattıkları da vaki olurdu. Bu oyunlarıyla vücutlarının hararetlerini gidererek hastalıkların önünü aldıklarını iddia ederlerdi. Mısır’da halk bir yeni sene emîri (emîr en-naurôz) seçerdi ki bu emîr yüzünü un veya kireçle badana ederek kırmızı veya sarı bir libas içinde, bir eşek üstünde olduğu ve elinde bir defter tuttuğu halde ‘muhtasih’ gibi sokaklardan geçer ve maişetleri düzgün olanlardan vergi toplardı. Para vermeyenlere su ve çamur fışkırtılırdı. Fakirler sokakta ve zenginler evlerinde kayış (culûd) ve kordon’larla (antâ) dövünürlerdi. Polis bu yüzden vaki olacak şikayetlere hiç karışmazdı. Talebe mekteplerinde hocalarına taarruz ederler ve bazen de onu kuyunun içine atarlar, necat fidyesi vermeyinceye kadar kuyudan çıkarmazlardı. 335/945’de vali bu ‘su ile ıslatmak’ oyununu men etti. 363/974 tarihinde ise Halife bu bayramı yasak ettiyse de bir sene sonra halk daha büyük bir coşkunlukla üç gün müddetle bayramlarını kutladılar, ceza para etmemişti…”

 Evet, Antik çağların birçok inanç ve uygulamaları, günümüzde az veya çok değişmiş şekliyle, içinizde yaşamayı sürdürüyor. “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü” deyimimiz, Pandora’nın Kutusu efsanesinin devamından başka bir şey mi oluyor?…

 Aşağıda Atina ve Roma festival, tören, bayramlarından konumuzla ilgili olanları özetliyoruz. Yeni araştırıcılar bunları “Türkiye belirli günler takvimi”[19] içeriği ve sair tören, festival, panayırlar…la karşılaştırıp bir devamlılık saptama olanağına varabilirler.

 Atina’nın bu çağlardaki tarım teknikleri (makineli tarım ve yapay gübre dışında) ile ikliminde herhangi bir değişiklik saptanmış değildir.

 Akdeniz’in tahıllar, üzüm, zeytin üçlüsünden bölgenin bütün yaşama tarımının temelini oluşturmuş olarak söz etmek adeta geleneksel olmuştu. Buna, ekilip biçilmek – toplanmak suretiyle elde edilen ve o çağın yazarlarının tahıllarla birlikte mütalâa ettikleri sebzeleri de eklemek gerekiyor şöyle ki bugün dahi, etsiz bir beslenme rejimine tabi Helen köylüsü bunlarla uygun gıda alabilmektedir. Eskilerin kaydettikleri gibi, tahıl ekiminin zayıflattığı bir toprağı sebzeler güçlendirmektedir.

 Demeter’in toprak ve bereket tanrıçası olup özellikle buğdayı simgelediğini biliyoruz. Bu itibarla festivallerin ona yönelik yakarma karakteristiği akılda tutulacaktır.

 Proerosia, tarla sürme zamanından önce kutlanan bir festival olup Pyanopsion (Ekim/Kasım) ayının beşinde uygulanırdı. Festival, güz sürme ve ekme ile ilişkili olduğuna göre işbu Pyanopsion bu işi için mantıkî bir zaman oluyor. Hesychius Προηρ’οσια festivalini ekim (tohum saçma) öncesi kurbanları olarak tarif ediyor. Bunun da anlamı, Proerosia’nın güzde Arktouros’un (Orion) çıkışından önce olması gibi olup eski çiftçi takviminde bu, önemli bir olay olmakta. Bununla birlikte bir sürme zamanı değil, bundan birkaç hafta önce yer alan bağbozumunun işareti idi. M.Ö. 500’de Arktouros’un helikal yükselişi yaklaşık olarak 18 Eylül’e düşüyordu.[20]

 Eylül ayı içinde Malatya-Arapkir’de, üç gün süren “bağbozumu şenlikleri”, yine aynı ayın son haftası içinde Bursa-İznik’te pazar alışveriş günleri, üç gün süren “Üzüm bayramı” şenlikleri yapılıyor…[21] Devam edelim.

Thesmaphoria, Demeter ve Kore’nin (Demeter’in kızı Persephone’nin ikinci adı) bir pan-Hellenik festivali olup bunun kutlanması Yunanistan, Küçük Asya ve Sicilya’da en az otuz sitede saptanmıştır. Attika’da ekim ayı olan Pyanopsion (Ekim/Kasım) da kutlanırdı. Atina’daki çok iyi bilinen festivallerin yanı sıra, Attika’da başka en az dört demes’de kutlamalar vardı. Her ne kadar işbu mahallî Thesmaphoria’lar daha sonra ana Atina festivali ile birleştirilmişlerse de daha önceki dönemlerde herhalde bunlar bağımsızdılar şöyle ki bu festival ve bunun tarımsal yenilenme ritüeli, yılın bu çok önemli mevsiminde her küçük cemaatin duyduğu ilgiyi ifade ediyordu

 Bu festivalin adının kökeni üzerinde durmuyoruz.

 Bütünüyle Thesmhoria, Pyanopsion’un dokuzundan on üçüne kadar beş gün sürerdi. Bu ayın dokuzunda, kadınlar için bir festival olan Στη’νια yer alırlar. Bu her ne kadar başlarda ayrı olmuş olmalı idiyse, Thesmaphoria ile birleşmişti. Phoius (Konstantinopolis Patriği ilahiyatçı, doğ. yaklaşık 820), Demeter’in Ἀ’νοδοϛ (Geliş, cülus)u vesilesi ile bu günü tasvir ediyor ve gece boyunca kadınların birbirlerini suiistimal ettiklerini (birbirlerine aykırı davrandıklarını) ekliyor. Thesmaphoria’daki bu tuhaf âdetle kadınların dili, bir genelevde kullanılana benzeyip bunlar müstehcen davranışlar ve dişi ve erkek üretim uzuvlarına tapmakla itham ediliyorlar. Yine ekim zamanında tutulan Sicilya Thesmaphoria’sında kadınlar arasında müstehcenlik (α’ισχολογι’α) âdeti de görülüyor ki bu, Demeter, Kore için kederlendiği zamanda bunlara gülmüş olmasıyla izah ediliyor[22].

 Cinsiyet ilişkileri, phallus kültü…’nün toprağın verimliliği, hayvan ve insanların doğurganlığı üzerindeki olumlu etkilerini daha önce anlatmıştık[23].

 Atina Site devleti (Attika)da Themaphoria’nın, kış tahıllarının ekim zamanında kutlanması mutattı. Amacı ise hiç şüphesiz başarılı bir ekim sağlamaktı. Gerçi, festivalde uygulanan ritusların tümü, verimliliğe bağlanamaz. Ancak bütün bu ayrıntılarına girmediğimiz, çeşitli rituslara uygun düşen, Akdeniz havzasının birçok yerinde bilinen eski yeni yıl festivali modeli vardı. Kaydedilmeye değer bir husus da bunlara çok benzeyen âdetlerin günümüz Yunanistan’da hâlâ devam ettiğidir. Bu ritusa Arkichronia denilmektedir şöyle ki, Yunan ikliminde çiftçi için tohum atma zamanı, yılın başlangıcı olmaktadır. Her ne kadar günümüz Yunan devleti yeni yılı 1 Ocak’ta sayıyor ve çiftçi de bu tatili tanıyorsa da gözü yılın “sonu” ya da “başı” olarak düşünmeyi sürdürüyor. Hesiodos da tarımsal yılın özetini, ekimle başlatmaz mı?

 Ancak nasıl oluyor da aynı takvimde birden çok “yeni yıl” bulunabiliyor sorunu tartışma konusudur. Zaman dönemlerin ilk anlayışı sistematik dışı ve astronomik olarak basitti. Tefrik edilen mevsimler, doğada olduğu gibi, birbirine biniyordu ve ancak çok geç bir tarihte şemsî yılda standartlandırılmıştı. Örneğin, bir aydan sonra bir kamerî ayın elma toplama zamanına denk düşmesi halinde “elma zamanı” tesmiye edilebilirdi; ertesi yılda, bu aynı ay, kamerî ay elma toplama zamanına bindirmiş zeytin toplama zamanına rast geldiğinde, “zeytin zamanı” diye adlandırılabilirdi. Böylece de bir ilkel takvim, bunu kullananların şemsî yılın tam uzunluğundan bîhaber olmaları halinde, on iki veya on üç aydan fazlasına sahip olabilirdi. Bunların birimi yıl olmayıp “mevsim” olduğunda tek bir şemsî yıl içinde üç ya da dört mevsimin nasıl birden fazla “yeni yıl” meydana getirdiği anlaşılır.

 Bir tamamen rasyonelleştirilmiş takvimin kabul edilmiş olması halinde bile hâlâ eski mevsimli adların, artık kesin aylara bağlanmış olarak kullanıldığı görülür: Günümüz Yunanistan’ında θεριστη’ϛ (Haziran-hasat), Λωνευτ’ηϛ (Temmuz-harman) Άλλαξο’μηναξ (Ağustos-havanın değişmesi), Σπορ’ιατηϛ (Kasım- Ekim)… buna benzer Anadolu halk ay adlarını görmemiş miydik?

 Birkaç mevsimlerle ilgili ay adına eski Grek takviminde rastlanıyor: Σπέρμιοϛ – tohumlama; ϕυλλιχ’οϛ -yapraklı; Ϻεγαλα’στιοϛ -buğday hasadı Ϻαλοϕοριο’ϛ– elma toplama; (ϕοινιχαιο’ϛ -hurma; ‘Αζο’σιοϛ -kurumuş;  Αληϕιω’υ –öğütme; Πρα’ρατιοϛ -ekimden önce; Κορ’υδιοϛ -tarla kuşu zamanı. Bu keyfiyet, zamanı algılamanın “ilkel” yolunun klasik dönemde bile kaybolmadığını gösteriyor gibidir. Toprakla ilişkili olanların site devlet takvim babında ne emrederse etsin mevsimleri işbu geleneksel şekilde kavramlaştırdıklarını tasavvur edebiliyoruz.

 Atina’nın yeni yılı doğruca sivil amaçlı olup, hesapların tesviyesi ve memuriyetlerin süresinin bitmesi için saptanmış bir zamandı ve hiçbir dinî anlamı yoktu. Öbür yandan, birçok ilkel uluslar bir takvim yeni yılına ek olarak doğal yılda (genellikle hasat) tespit edilmiş bir zamanda, dinî- tarımsal yeni yılı oluşturan törenlere riayet ederler.[24]

Chloaia adı, hiç şüphesiz Demeter’in χλο’η, “yeşil” lâkabından daha doğru olarak η’χλο’η’den, yani botanik kullanımda bir bitkinin yeşil filizi, ot ya da yaprağından türemiştir. Bu, bitkinin kök, tohum ya da meyvesinden farklı bir şey oluyor. Bir lâkap olarak Chloe, Demeter’in yeşil sürgün, gelişen ürünün efendisi rolünü ifade ediyor.

 Kült ve mitoloji üzerindeki risalesinde Cornutus[25] festivali şöyle anlatıyor: “İlkbaharda Chloe’ye sportif şenlikle kurban keserler şöyle ki, tarlaların yeşillendiğini görmüşlerdir ve bolluk umudu içindedirler”. Ve bu vesile ile tanrıçaya gelincik çiçeği ithaf edilir. Bu da, kabaca Şubat/Mart’a tekabül eder. Demeter Chloe’nin festivali, tarlaların “yeşillenmesi”ne, yani günün Attika’sında Mart ortasında yer alan bir olguya bağlı oluyor. Gelincik çiçeğinin kullanılması da bir tarihe işaret ediyor, şöyle ki, en erken ekim gelinciği Mart’ta açar.

 Bu festival daha çok Eleusis’e özgü gibi görünüyor. Bunun anlamı, uzun bir soğuk kış uykusundan sonra toprağın bitki örtüsünün yeniden gelişmeye başladığı ilkbaharın ilk aylarına rastlaması olgusunda yatıyor gibidir. Birdenbire, akşamdan sabaha, toprak sanki kahverengi yerine bir yeşil görünüme bürünmüş oluyor. Kışın dondurucu soğuğuyla durdurulmuş, koyunların kemirdiği bitkiler, mücadele vererek Mart’ın ilk sıcak ve yumuşak yağmurlarına hızla cevap veriyor ve bol sürgünle dalgalanan bir yeşillik tarlası hâsıl ediyor. Tabii ki çiftçiler, Cornulus’un dediği gibi mahsullerinin sağ olarak kıştan çıktığına seviniyorlar. Bu, itibarla Chloaia bir şükran, gelecek hasada bir ümit töreni oluyor[26].

 Hasat festivalinin adı Thalysia (θα’λλω, olgunlaşma’dan) olup bu büyük devlet festivali olmayıp çeşitli yerlerde özel, mahallî törenlerden ibaretti θαλυ’τια, harfiyen tahılın ilk meyveleri idi ve bunlar ya panspermia, kaynamış tane ve tohum karışımı ya da, thalysion tesmiye edilen bir somun şeklinde Demeter’e ve bazen de Dionysos’a sunuluyordu.

 Ve Thargelion ayında (Mayıs-Haziran) uygulanan tarımsal tören, Thargelia, bir başka hasat festivali olan Kalamaia (καλαμη’ buğday sapı-Türkçe “kalem”, kamıştan olmak itibariyle, buradan gelir); Skira (Tıbbî kullanımda Σκι’ροϛ bir sertleşme-nasırlaşma, tarımsal olarak da işlenmemiş, dolayısıyla sert hattâ ormanlaşmış toprağı ifade ediyor. Skiron adı muhtemelen zeminin kireçli tabiatından türemiştir)…[27]

 Eleusis törenleri ve mysterionlar üzerinde burada yeniden durmayacağız[28].

* * *

 Geç Cumhuriyet dönemi Roma’sında kamu törenleri, “bugün kentte ne var?” sorusunu haklı çıkaracak kadar birbirini takip ederdi. Bu törenlerin çoğu hiç değilse başlarda dinî festivaller ya da dinî mahiyette Oyun-Şenlik’lerdi ve çoğunluğun tarihleri resmî takvimde tespit edilmişti. Aradaki bazı daha dünyevî fırsatlar, ezcümle siyasî toplantıların bile bir dinî arka planı vardı şöyle ki “dua ile açılırlardı”.

 Her ne kadar geç Cumhuriyet’te kamu yaşamı festivallerle dolu ve Çiçero, gününün Romalıları için “biz başka hususlarda başka uluslara eşit ya da onlardan aşağı olabiliriz, ama din (religio), yani tanrıları tazim (cultu deorum) de çok üstünüz” diyebilmişse de bu ritüellerin köken ve anlamı, o dönemin hattâ münevver kişileri için bile meçhul ya da kısmen malûm oluyordu ve Varro gibi büyük bir bilim adamı ancak bir antikacının biraz fazlasını söyleyebiliyordu. Bu uygulamaların birçoğunun kökleri Demir ve Bronz Çağlarına kadar, hattâ Romalıların atalarının kentsellik öncesi koşullarda yaşadığı daha eskilere kadar dayanıyor idiyse de, muhafazakâr Romalıların, manaları karanlıkta kalmış olmasına rağmen terk etmekte isteksiz davrandıkları işbu birçok ilkel düşünce, rituslarda yaşamını sürdürüyordu: bunlar “Devlet’in iyiliği için” korunuyordu; kırsal kesimde eski düşünceler kuvvetle yaşıyordu. Halka da bir “afyon” gerekliydi… Çiftçiler ve genelde kırsal kesim halkı, ev ve ürünlerini kem etkilerden korumak amacıyla basit kurban ve dua ritusların etkinliğine inanmayı sürdüreceklerdi.

 Feriae’ler genel anlamda tatil günleriydi ve iki grupta toplanırdı: Devlet tarafından tertiplenen ve masrafları ödenen feriae publicae ile kişi ve aileler tarafından Uyulan feriae privatae’ler. Bu sonuncular bizi ilgilendirmiyor.

 Feriae publicae’ler de üç grupta toplanıyordu: stativae, conceptivae, imperativae Bunlardan ilki, Lupercalia’lar gibi, yıllık festivaller olup resmî takvimde tespit ve kayıt edilmişti. Feriae conceptivae’ler de yıllıktı ama tarihleri her yıl hâkimler ya da rahipler tarafından saptanırdı. Sonuncularına gelince bunlar, gayrimuntazam, fevkalâde hallerde ya da bir zaferi kutlamak için konsüller veya diktatörler tarafından ilân edilirlerdi. Bunlar birkaç gün sürebilirlerdi ve taş yağmuru veya bir yersarsıntısı gibi, tanrıların teskin edilmelerinin gerektiği hissini veren musibetler sonucu uygulanırdı.

 Feriae’nin esası, o günlerde dinî ritusların yerine getirildiği, dava ve kavgalardan kaçırıldığı ve her erkeğin, köleler dâhil, bir dinlenme dönemine sahip olduğu günler olmasıydı. Bunlar “tanrıların aşkına tesis edilmiş günler”di.

 Tarım üzerine yazanlar o günlerde karada hangi işlerin yapılıp hangilerinin yapılmayacağını kaydetmişler. Nitekim Cato, feriae’lerde öküzlerin, ambarlanmak üzere yakacak odun, bakliyat veya tahıl sapları sürüklemek için boyunduruğa vurulmayacağını, ama katırlar, at ve eşekler için, aile tatilleri dışında, tatil olmadığını söylüyor ve Columella’ya göre de rahipler, bir tahıl tarlasının etrafının o günlerde çevrilmeyeceğini ve de koyunların yıkanmayacağını söylemişlermiş… Bütün bunlara riayetsizlik, az ya da çok çeşitli cezayı müstelzim oluyordu.

 Ludi, “oyun”lar, her ne kadar mutlaka feriae değillerse de takvimlerde mukayyet olup dies festi’lerde uygulanan ve başlarda bir dinî kökeni olan, önceleri bir general tarafından başarılı bir askerî hareketten dönüşünde kutlanmış, Jupiter Optimus Maximus şerefine adanmış Oyun’lar oluyordu. Bununla birlikte, en azından M.Ö. 366’da, her Eylül’de uygulanan ve M.Ö. 220’ye kadar, Plebeian Games, Halk Oyunları tesis edilene kadar, tek kalmışlar. Sonra da, Hannibal savaşlarının yarattığı endişe içinde kamu maneviyatını yükseltmek üzere idare 212’de Ludi Apollinare[29], 204’de Ludi Megalenses[30] ve 202’de de Ludi Ceriales’i[31] ve nihayet 173’de Floralia[32]yı ihdas etmişti. Bu oyunların bazılarının süresi, sayısı gibi, birkaç güne ayrılmıştı: Geç Cumhuriyet döneminde Nisan’ın en az 17 günü Oyunlar’a; 7 günü Megalenses’lere, 8 günü Ceriales’lere ve 2 günü de Floriala’ya tahsis edilmişti[33].

 Roma takviminin genel yapısını daha önce görmüştük. Bunda ayların günleri birbirini takip eden sıra numarası almayıp belli sabit noktalara göre geriye sayarak saptanırdı: daima ilk gün olan Kalends’ler, İdes’lerden dokuz gün öncesine rastladığı için Nones adına almış günler ve başlarda kamerî ayın dolunayına tekabül eden İdes’ler, bu “sabit nokta”ları oluşturuyordu. Örneğin Roma’nın 21 Nisan’da kuruluş yıldönümü, “Mayıs Kalends’inden on gün önce” idi.

 Her ne kadar takvimlerde böyle kaydedilmemişse de bazı günler uğursuz sayılırdı. Aulus Gellius’a (II. yy., Romalı yazar) göre “religiosi adı verilmiş günler kötü şöhretli olup uğursuz sayılmaktadır şöyle ki o günlerde dinî faaliyetlerden geri durmalı ya da herhangi bir yeni girişimde bulunulmamalıdır; bunlar, cahil kalabalığın yanlış olarak nefasti (dokuncalı) saydıkları günlerdir”. Ayrıca Çiçero’nun Atticus’a ‘Romalıların Golualar tarafından Allia’da bozguna uğratılmasının hâlâ religiosus kaldığını söylediği bir mektubu zikrediyor. Festus’a (Sextus Pompeius, II-III. yy. Latince dilbilgisi uzmanı) göre religiosi, gerekli olmayan bir şeyin yapılmasının fena olduğu günlerdi. Böylece, bu günlerin birinde bir ritüel çukur, mundus, açıldığında, savaşa girilmez, askere alınmaz, Forum’da toplantı (comitia) yapılmaz, yola çıkılmaz ya da evlenilmez. Geç Cumhuriyet döneminde bile bu kısıtlamaların ciddiye alındığı, Çiçero’nun, Latin Festivali’nden sonra iki dies religiosi’nin birbirine karışması nedeniyle kızının nişanını ertelemesiyle görülüyor.

 Her ayın Kalends, Nones ve İdes’lerini takip eden günler, Kara Gün’ler (dies atri)di; bu 36 günde hiçbir yeni iş yapılmayacak ve öbür dies religiosi’ler gibi olmayıp Devlet kültü törenleri bile bu günlerde icra edilmeyecekti.

 Bu günlere ek olarak daha başkaları da resmen uğursuz sayılmıştı. Sadece Kalends, Nones ve İdes’lerden sonraki günler değil, bunlardan önceki dördüncü gün de kötü olarak biliniyordu. Aulus Gellius buna bulabildiği tek sebebin, söylendiğine göre Canne felâketinin (M.Ö.216’da Hannibal’in zaferi) Ağustos Nones’inden önce dördüncü günü vaki olmuş olduğu idi.

 Sair askerî bozgunlar da hatırlanacaktı… Kalends, Nones ve İdes’lerde evlenmelerden kaçınılacaktı çünkü gelinlerin evlilik yaşamlarına başlamak için bunların müteakip günleri uğursuzdu. Keza Mayıs ya da Haziran’ın ilk yarısında evlenmek de iyi değildi. Ayrıca hiç değilse M.Ö. son asırda, Ocak Kalends’lerinin ya da herhangi bir ayın Nones’lerinin nundinae (pazar-panayır)’lere rastlamaları halinde bütün yılın uğursuz gideceğine inanılmıştı: M.Ö. 78 ve 52’de karışıklıklar yaşanmıştı[34].

 Roma yılının aslında bu işlerin tarihi açısından ilginç günlerinin ayrıntıları, bizi konumuzun uzağına taşır. Bu nedenle bunlara ünlü Dumézil’in bakış açısından devam edeceğiz.

 İlâhiyat, sadece bölümlerinin, özel noktalarının, eklemlerinin saptanmasının gerektiği bir büyük düşünceler bütünü, bir birleşiktir. O ise ki dinî uygulama bir yaşanmış süreklilik (continuum) olup bu, belli sürelerde yinelenen ya da tesadüfî koşullara kendini, teoriye dayanarak uydurur ve bunu seçimlerde, uyuşumlarda, sıralamalarda büyük bir esneklikle yapar. Kamu dini için bu uygulamanın başlıca çerçevesi takvim, takvimin içinde de sabit bayramlar çizelgesi oluyor. Bu itibarla bunun yıl içinde dağılımında ilâhiyatın takip edilmesi gerekir ki o, işbu dağılımın hem kanıtı hem de süresinin nedeni olmaktadır.

 Jüliyen takviminin kabulünden önce herhangi bir dinî tatil gününün yorumu için elzem olan başlıca dayanma noktalarından biri, elden kaçıyor gibidir: Gerçekten yıldan yıla değişen günlere, zorunlu olarak yıllık zamanın bir kesin anına bağlanmış ekinoks ya da gündönümü bayramları ya da tarımsal bayramlardan söz edilemezdi.

 Birçok ulus gibi Romalılar da on iki kamerî ay günlerinin toplamı ile şemsî yıl günlerininki arasında görülen tutmazlıktan rahatsız olmuşlardı ama akl-ı selim sahibiydiler ve gökyüzünü gözlemeyi bilmişlerdi. Bazı birkaç ayarsızlık dışında, araya sıkıştırılan günler yastığı, aylar içinde sabit olan bayramların, mesnetlerinden kayarak, yıl içinde taşıdıkları anlamın kaybolmasını kesinlikle önlemişti. Kış gündönümünün dışında, çok sayıda örnek bu kavramı zorunlu kılıyor: 21 Nisan’da sürüler bayramı Parilia’lar, koyunların çiftleşme zamanı olup, ilkbaharın bu noktasından fazla uzaklaşamazdı. 21 ve 25 Ağustos Consualia ile Opiconsivia’ları ancak hasat edilmiş ürünün kesin, yıllık ambarlanma anında düşünülebilirlerdi; yine, olgunlaşmanın sonuna gelmiş üzüm salkımlarından fırtınaları uzaklaştırmaya matuf Vinalia rustica’lar nasıl 19 Ağustos gününden kayabilirlerdi?

 Aşağıda sırası geldikçe az çok izah edilecek nedenlerle yaz gündönümünden kış gündönümüne kadar yayılan bütün yıllık tatil – bayramların yarısını tek bir bakış açısı içinde ele almak mantıkî görünmektedir. Bu arada önemli bir hususun da vurgulanması gerekiyor: Roma, Ekim Equus bayramının ereğini eldeki veriler açık seçik belirtiyorsa da buna benzeşik bir Hint töreni, bunun eskiliğini ortaya çıkarıyor (Romalıların Hint-Avrupa kökenli oldukları unutulmayacaktır). Bu arada Vedik “At kurbanı, kraliyet kurbanlarının bir genel ve biçimlenmiş teorisi içinde kendine yer edinmiş olarak Roma’da, yaz ve güz dışında, Hindistan’ın sair kraliyet ritüellerinin arkaik benzeşiklerini meydana çıkarma olanağını sağlayacaktır[35].

Neptunalia: Yunan Poseidon’un Latin muadili, sular tanrısı Neptün bayramı günü (Neptuno), Sirius’un güneşle birlikte doğduğu ve “Eyyambahur”un başlangıcı (23 Temmuz) olduğu gün, Latium da bir sönmüş volkanın krater gölü Albain, resmî ritusların hatalı uygulamasına tepki göstererek taşmış ve denize doğru tahripkâr ve uğursuz bir dereyi saçmış. Romalılar da işbu mucizenin etkilerini yok edecek önlemleri (procuratio) alıp suların önünü kesmişler ve bunları yararlı kanallara sevk etmişler. Burada mitos’un anlamı ve dolayısıyla buna bağlı bayramın ereği açıkça belli oluyor: mitos, düzeltilmiş afet şeklinde, bir tahripkâr aşırılığın yararlı ölçüye getirilmesini hikâye ediyor ki bu, aslında, insanoğlunun aşırı sıcakların suların akışını azalttığı, hattâ tümden durdurduğu bir zamanda aradığı şey oluyor.

Furrinalia: Tarım uzmanı Palladius, Eyyam-ı bahur günleri için iki tür hidrolik işlem öneriyor; biri gördüğümüz, dinî olarak Neptunalia’ların (23 Temmuz) kapsadığı derivasyonların tesisi; öbürü de yeraltı sularının aranması ve kuyuların kazılması oluyor. Bayramın 25 Temmuz’da kutlanan yeraltı suları tanrıçası Furrina, yerini tümden Neptün’e bırakacaktı.

 Lucaria I ve II: Neptunalia ve Furrinalia’lara anlamlı üç günlük fasıla ile bağlı esrarengiz Lucaria’lar (19 ve 21 Temmuz), adlarını “bir ormanda ağaçsız alan” demek olan lucus’tan alıp ormanda alan açma zamanını tarım uzmanları (Palladius, Columella), Temmuz’un ikinci yarısı olarak öneriyorlar. Bu açık alanların, mesken ve ekin için işgali, ilkel Latinlerce çok önemli olmuş ve Lucaria’ların nedensel efsanesi, bunun anısını muhafaza etmiş olmalıydı.

 Ancak burada bir belirsizlik ortaya çıkıyor: lucus, etimolojik olarak ormanda açıklık alan olmanın yanı sıra mutat olarak “kutsal orman” karşılığında kullanılmış. Öbür yandan kimse, rastladığı ormanın cin dediklerimizi barındırmadığından emin değildi. Belki de ekilmiş Roma tarlası ager’e mücavir ormanlarda yaşayan tanrılara bir kült bahis konusuydu: ekinin biçildiği, kadın erkeğin tarlalarda bulunduğu yılın bir anı, bu tür bir tanrı rızası için çok uygundu. İnsanoğlu, işbu Temmuz’un ikinci yarısında luci’lerle, ormanın görünmez sahipleri ile görüşmeye girmiş olamaz mıydı?

 İnsanın aklına ister istemez Anadolu’daki ağaç kültü ve Tahtacının “ağaçla pazarlığı” geliyor[36]. Devam edelim.

 Romalı tarım uzmanları, ormanlardan tarla açma işi için en uygun zamanın “Temmuz’un küçülen ay sırası” olduğunu yazıyorlar.

 Görüldüğü gibi iki Lucaria, Neptunalia ve Furrinalia’ların müşterek öğesi, kırsal yaşamın ve insanoğlunun doğaya yerleştirilmesi çerçevesi ve de en genel koşulları ile yakın ilişki içinde olmaktır: Mesken, besin, içecek, ekin, hayvancılık, ormanlarla sulara bağlıdır. Temmuz’un sonu ve Ağustos’un tümü bu düzenleme için uygun zaman olmaktadır[37].

 Bütün bunlardan sonra yeni bir kaygı egemen oluyor: bu, doğruca, olgunlaşma, yolunda ya da olgunlaşmış olan toprak ürünlerinin emniyeti ile ilgilidir. Bunların birincilerini atmosferik tehditlerden, fırtına ve boralardan; öbürlerinin ambarlanmasını da daha yersel tehlikelerden, bozulma ve özellikle doğanın kurumasının ve güneşin hâlâ hissedilir yakıcılığının teşvik ettiği yangınlardan korunması bahis konusudur. 19 Ağustos’un Vinalia rustica’sı, 27’nin Volturnalia’sı, ilk ihtiyaca cevap veriyorlar. Öbürlerine de 21’in Consualia’ları, 23’ün Volcanalia’ları, 25’in Opiconsivia’ları destek oluyor.

 Bu çift takım şöyle örgütlenmiş oluyor: Consualia’lar, tamamlayıcıları Opiconsivia’larla birlikte önlemlere, esas itibariyle teknik çalışmalara, tahıl tane ambarlarının inşa ve bakımı ve bunların içeriği ile ilgili oluyorlar; Vinalia rustica’lar, Volcanalia’lar, Volturnalia’ların bazıları, insanoğluna değil, olayların hâkimi tanrılara, tempestates’lerin Jüpiter’i Volturnus’un soluğuna bağlı atmosferik koşullara; bazıları da insanoğlunun karşı koyabileceği ama her zaman önleyemeyeceği ve özellikle kapalı, kaygı verici bir tanrıya, Volcanus’a ait bir afete müteallik oluyor.

 Volcanus’un yanı başında boy gösteren tanrısal personelden beklenenin 23 Ağustos Volcanalia’larının başlıca amacı olan yangınları, özellikle sıcak mevsimin teşvik ettiği samanlıkların tutuşmalarını önlemek olduğu anlaşılıyor. Bunun üzerine fazla yayılmayıp, Volcanus’un Hint ateş tanrısı Agni ile muhtemel bağlantısını belirtmekle yetinelim[38].

 İstanbul’da da yangınlar hep “patlıcan mevsimi”nde (patlıcan kızartması yaparken), yani Ağustos ayında çıkmaz mıydı?… Evlerde buna karşı “Yâ Hâfız” (Yâ Koruyucu) levhası bulunurdu…

 Volturnus ise bağbozumu yaklaştığında ya da o sırada Jüpiter fırtınaları kadar salkımlara zararlı, korkulacak rüzgârdır. Komşusu Eurus’la bazen karıştırılan bu Güney-Doğu rüzgârı, tarımcılar için önemli olmaktadır. Nitekim Columella şöyle yazıyordu (II, 2, 65): “Ekim ayı Kalend’lerinden önce on beşinci gün (=18 Eylül), Sirius’un doğuşu. Rüzgârlar: Favonius ya da Africus, bazen de kiminin Volturnus tesmiye ettiği Eurus”.

 Tanrılara inanmayan ama bütün fizikler kadar takvimin ilahiyatını bilen Lucrecius da bu rüzgârları zikrediyor.

 Titius-Livius, Roma tarihinin karanlık günlerinden biri vesilesi ile Volturnus rüzgârını anıyor: Hannibal, Romalıları ezdiği Canne muharebesinde Volturnus rüzgârını arkasına almış ve toz dalgalarından gözleri körlenmiş düşmana bindirmiş…

 Hiç şüphesiz 27 Ağustos’un Volturnalia ritusları bu yele yönelikti. Onun hışmı önlenmeliydi, aksi halde üzüm salkımları bir ateş soluğu altında yanacaktır[39].

 Eski Roma yılı, hasattan itibaren ambarlanmış tahılın tüketime arz edildiği 17 Aralıkta, Saturnales’lerin kutlanmasıyla son bulurdu. Böylece çalışma hayatında bir faal süreden bir boş durma, hareketsizlik dönemine bu geçişin önemini vurgulayan bir dizi ritüel işlemler başlardı. Cumhuriyet döneminde Saturnales’ler 7 gün sürerdi. Bir büyük kamu kurbanı, gladyatör oyunları, avlar, büyük bir kalabalığın huzurunda icra edilirdi. Her evde özel rituslar vaki olurdu: fecirden önce ritüel abdest; bir süt domuzunun kurbanı ve bir bayram süresinin açılışını ifade eden hediyelerin alıp verilmesi. Bu sonuncular arasında mumlar da vardır ki işbu Sigillaria, bu bitkisel mumdan meşaleler, kış gündönümünden sonra her gün, yavaşça daha canlı hale gelen güneş ışığını simgeliyordu. Bu, Sigillaria ritüeli, Compitalia ritüeliyle yakınlaştırılmıştı. Bu sonuncusu, Roma dünyasında Saturnales’lerden sonra kutlanan sınır çekmelerin görkemli bayramı olup, tarlaların koruyucuları, Lares’lere adanmıştı. Köylüler, mülklerin bir ortak sınırı üzerinde, bir tapınağın yanında toplanırlar, Lares’lerin mezbahının dibine, tarımsal faaliyetlerin kapanmasının simgesi olarak bir kırık boyunduruk, kutsal çörekler, her mülkte çalışan köle sayısına eşit sayıda yün yumakları (maniae), her ailenin fertlerini temsil eden bebekler bırakılırdı. Lares’lerin anası tanrıça Mania’ya takdim edilen bu bebekler, bir insan kurbanının görüntüsü ile yaşayan insanları bağışlatacakları. Kült, köleler tarafından uygulanır ve kurban, efendisinin yerine mülkün kâhyası tarafından yapılırdı: böylece de, Compitalia bayramı, köleleri sahiplerinin karşısına getirme yerine onları aynı bir ritusa iştirak ettiriyordu: şölende köleler, efendileri ile birlikte yiyorlar. Kırsal kökenli bu bayram, sonradan, köleleri, azat edilmişleri, küçük esnafı ve fakir hür insanları karıştırarak kent halk tabakası içinde de gelişmiş. Cumhuriyet’in sonuna doğru Compitalia’lar halk ayaklanmalarına vesile oluyor ve M.Ö. 65’te yasaklanıyorlar. Sonradan Augustus bunu yine ihdas ediyor[40].

 Bayram çok ama hepsini burada zikretmeye gerek yok.

* * *

Vardavar- Vartavar, Hristiyan Ermenilerde Transformatio Christi-Μεταμο’ρφωσιϛ (İsa’nın şekil değiştirmesi) bayramı olup bu tabir tam Ermenice değildir; genellikle bir Asianik-Kappadokian: Alarodian ifadedir ve “gül”ün bayramı (Ermenice vard= gül), harfiyen “gülün ışıldaması (Ermenice var)” demektir. Ancak gerçekle, yıllık devrenin, bir çağın dönüşünün, Kozmos ya da gökcisimleri düzeninin, Vardavar- Vartavar adı verilmiş bir eski tanrısını düşünmek yerinde olur. Nitekim yıl dönümünün bayram dönemine az çok rastlayan (Yeni yıl, Erm. Amanor) ve önce putperest Armeniyye’nin şemsî yılının başında kutlanıp II Ağustos gününde doruğuna varan Vardavar Bayramı, bu şemsî yılın başıyla bir türdeş bayramlar bütünlüğü oluşturur. İsa’nın Metamorphosis’i gelişmenin bir ciddî noktasını, başka bir deyimle tanrısal Münci’nin (kurtarıcı) mesleğinde gündönümünü oluşturarak başlarda gökcisimleri devresi tanrısına, sırasıyla kozmik kaderin nâzımı Tanrı’ya izafe edilmiş eski vardavar adlandırılmasının, İsa’nın “Yüz Değiştirmesine intikal ettirilmiş olması doğaldı. Kappadokya Küçük Asya’sında, burada ilkbaharda tespit edilmiş bir Vartuvaria bayramı, Aziz Theodoros, (Vartuvares) ve Aziz Johannes Vartuvares (Jean-Baptiste) unvan ve onuruna kutlanıyor; bu iki aziz, bilindiği gibi, halk inanışına yaz gündönümü meleği olarak yerleşmiştir. Bu bayram Güller’in, Çiçekler’in, Meyve ve Dallar’ın kutsanması, takdis edilmesi gibi görünen tabiatına simgesel olarak bağlanıyor.

 Daha sonraki bir zamanda, yani Armeniyye’nin putperest Arşakî döneminin çıkışında, Vardavar, tanrıça Astlik’in, yani Venüs-Aphrodite’nin, ilkbaharın, çiçekler mevsimi, özellikle güllerin hamisi olarak, tanrısal bir sıfatı olarak beliriyor. Gül ise Işık’ın, doğan güneşin zaferinin belirgesidir. Bu noktada, Van ve sair yerlerde taziz edilen Lucifer, Çoban Yıldızı da işin içine giriyor[41].

 “Ermeniler yazın ortasında Vastavar adını verdikleri bir bayramı kutlarlar. Birbirleri üzerine gül suları ve çiçekler atarlar… İranlılar bu günde âb-pâşân adı verdikleri bu bayramda, takliden yada istihza kastıyla, birbirlerine kokulu sular atarlar[42].

 Biz, 70’li yıllarda, yaz ortasında Kınalıada’da Ermenilerin birbirlerine (kokusuz) suları kovalarla attıklarını gördük.

 Ahmet Caferoğlu, Rize “yayla ahalisinin yaptığı bir şenliktir. Temmuz ayının on beşinden yirmi beşine kadar devam eder. Şenlikte delikanlılarla kızlar karşı karşıya mani söylerler” diye anlatıyor bugün yaşayan bu Vartivor bayramını[43]. Gerçekten bu şenlik, Kınalıada’da olduğu gibi, Çamlıhemşin Çat köyünün yöresindeki Ambarlı Cocon yaylalarında Temmuz’un on beşinde başlar ve ay sonuna kadar sürer.

* * *

 Buraya kadar özetle verdiklerimiz doğruca yeni araştırıcılara bazı ipuçları vermek amacını taşıyordu. Ülkemizde de, bugün, “belirli günler takvimi”, her gün için bir şenlik, festival, fuar, panayır, bayram… sergiliyor. Çok çeşitli vesileler var bunlar için: Üzüm, elma, kayısı, çilek, vişne… ve tabii Nevruz. Bu arada Hakkâri- Çukurca’da ayın l. ve 2. Çarşamba günü Mart’ta kutlanan, Zipe günü, var:

1- Çarşamba’ya “işkembe zipesi” deniyor ve işkembe dolması yeniyor.

2- Çarşamba’ya da “dane zipesi” deniyor, kırda yemek yenip eğleniliyor. Kıra çıkıldığına göre o günler ilkbaharın müjdecileri olmuş olmalılar.

 Yine dikkati çekenler arasında Gümüşhane’nin 5 Mayıs’ta bir günlük “Doyduk şenlikleri”, Yozgat’ın “Eğrice günü” (yani Nevruz), Tekirdağ Malkara’nın “Bahar Şenlikleri”, Trabzon, Ordu’nun “Mayıs Yedisi”, Haziran’ın 1.Pazar günü “Kalburcu günü”, yine aynı ayın 1., 2. ve 3. pazar günlerinde Malatya Pütürge “Sülük gölü panayırı”, Temmuz’un 16’sında Elazığ-Sivrice’nin “Hazar gölü şenlikleri”, Erzurum-Pasinler’in 27 Temmuz’da “Çermik (Kaplıca) şenlikleri”, Malatya-Arapkir’in Eylül içinde “Bağ bozumu şenlikleri” (3 gün) (bu aynı şenlik Denizli’de Ekim’in birinci haftası içinde kutlanıyor), Bitlis-Hizan’ın 8 Ekim’de “Bal bayramı”…

 Ve her yıl Temmuz’un 3. Cuma günü kutlanan Trabzon “Kadırga yayla şenlikleri”, Trabzon -Sürmene’nin “Yaylaortası” şenlikleri (4 gün), Vakfıkebir’in 2 gün süren “Sisdağı şenlikleri”; 14 ağustos’ta Trabzon yöresinin “Karaptal şenlikleri”… 3 Eylül’de Nevşehir’in “Mehtap festivali”… Bütün bunlarda gladyatör karşılaştırmaları yok; Yağlı güreşler, cirit oyunları, at yarışları… var…

 Kars’ın Sarıkamış ilçesinin Yenigazi köyünde Kafkas göçmenlerinin uyguladıkları bir gelenek de ilginç olmaktadır, bir tarımsal mevsim festivali olarak: “Çift ekmeği adlı bu âdet yıllardır köy eşrafı tarafından tekrarlanıp durur… Nisan-Mayıs ayları içinde Çift Çıkarma (kara sapanı ilk sefer toprağa vurmak) âdeti tekrar edilir. Karların erimesinden sonra tarlalara tohum atma mevsimi yaklaştı mı şenliği yapan aile reisi köyün ihtiyar heyetinden gün tespit edilmesini ister… Delikanlılar da şenliği yapan aile reisini hazırlamakla meşgul olurlar. Üzerine, tersine çevrilmiş büyük bir kürk giydirilir… Beline tohum peştamalı asılır…. Sapanı renk renk boyalarla nakışlar yapılarak süslenir… Köyün bütün aile reisleri… çiftini çubuğunu da alarak törenle tarlaya götürmek üzere yola çıkarlar”.

 “Çiftin önünde birkaç delikanlı ellerinde burki(?) dolu tepsilerle herkese dilim dilim çift ekmeğini dağıtırlar, delikanlılar çiftçinin sırtına yumurta atarlar, üzerine su serperler… Köyün ileri gelenlerinden en yaşlı olanı iki âdet çiğ yumurtayı öküzlerin alınlarına vurarak kırar ve öküzlere çift ekmeği yedirilir.”

 Duaların yanı sıra “… davul ve zurna, daçu (balaban veya çift borulu kamıştan yapılmış bir nevi zurna) çalınır”.

 “Çiftçi peştamalına tohum doldurulur; köyün hocası bundan bir avuç alır; ona dualar okur ve tekrar peştamala döker… büyükler, bu tohumun içine atılmak üzere bozuk paraları toplar ve buğdaya karıştırırlar. Çiftçi besmele çeker ve eteğindeki tohumları toprağa serpmeye başlar başlamaz çocuklar paraları ve (kürkün dışına gelen tüylere bağlanmış) şekerleri toplamak için onun arkasına üşüşürler… Sonra çift toprağı sürmeye başlar ve şenlik en neşeli anını yaşar. Toplu halde tarlanın boyunca birkaç sefer gidilip dönülür. Hagos’lar (sapanın toprağı yararak bıraktığı izler) bir evlek (on, on iki çizgi) olunca çift tekrar açılır. Boyunduruğu tersine asılarak tarladan köye yola çıkılır… Köy eşrafından gelecek yıl aynı şenliği tekrar etmek isteyen birisi gönüllü olarak kalkar ve ilk olarak kırmızı şerbeti içer… Onu herkes tebrik eder. Bu seneki vazifesini bitiren ev sahibi, topraktan alacağı ilk mahsulden ona tohumluk vereceğini taahhüt eder. Artık sıra oyun ve eğlencelere gelmiştir…”[44]

 Burada bütün bolluk rituslarını görüyoruz: Hititlerden beri yumurta, su serpme… Bu arada, kürkün ters çevrilmesinin, kara kış aylarının mülâyim iklime dönüşmesi dileğini ifade ettiğini de vurgulayalım.

* * *

 Ve nihayet Hıdrellez!

 Bildiğimiz gibi eskiler yılı ikiye bölmüşler, birine yaz, öbürüne kış demişler. Günümüz takvimine göre yaz 6 Mayıs’ta (Rumî Nisan 23’te) başlar, 7 Kasım’da (Rumî Teşrinevvel’in 26’sıda) biter. 186 gün süren bu bölümün günlerine ruz-u hızır (yeşil, yeşeren gün) derlerdi. Kış ise Kasım’ın sekizinde başlayıp Mayıs’ın beşinde biterdi. 179 gün çeken kış günlerine de ruz-u Kasım (bölen gün) denirdi.

 Arapça “yeşil” anlamına gelen “Hızır” sözü “Hıdır” olarak da söylenir ki yazın bu ilk gününe, “Hızır-İlyas”tan galat “Hıdrellez” deniyor. (Bazı yerlerde İlyas’a Ellez denir).

 Evet, o gün, doğanın yeşile büründüğü gündür. Artık dondurucu soğuklar bitmiş toprakta ve hayvanlarda verimsizlik sona ermiş, doğa her haliyle insanoğluna çok şey vaat eder olmuştur. İnsanoğlu da bugünü büyük coşkuyla kutlamaktadır[45].

 Eskiden olduğu gibi, günümüzde de “Hızır” sözcüğü dillerden düşmemektedir. Başı daralan “Hızır, neredesin? yetiş!” diye istimdat eder. Bu bapta efsane çok. Bunlara inananların çok olduğu gibi… Ramazan’da kadir gecesi Ayasofya Camii’nin top kandili altına sığınan, hulûs-u kalple dua edenlere Hızır görünür, her ne muradı varsa yerine getirirmiş.

 Ortada iki ad dolaşıyor. Bunların sahipleri hakkında Kuran’dan başlamak üzere çok sayıda rivayet olup, bunları burada tafsil etmeyeceğiz[46]. Bu iki, Hızır ve İlyas adları, Ortodoks takviminde Aya Yorgi (Curcis Nebi) karşılığı oluyor[47]. Bunların ikisi de ölümsüzlük iksirini içmişler.

 Hızır’ın sular ve denizlerle ilgisi, Gılgamış destanından başlayarak günümüzde de yaşayan halk inanışlarına kadar izlerini muhafaza etmiştir.

 “Evliya Çelebi, İstanbul’daki evliyalardan bahsederken Beşiktaş’ta bir tepede gömülü Yahya Efendi adındaki zatı zikreder; O, sağlığında, yine o tepe üzerinde her Cuma Hızır’a mülâki olurmuş… Evliya Çelebi bu Yahya Efendi (Ölm. 978)den kitabının bir yerinde daha başka bir münasebet ile bahseder… Bu mübarek zat, İstanbul’da baş gösteren büyük bir taun salgını sırasında, Ayasofya’da halka vaaz ve nasihat vermeye memur edilmiş. Evliya Çelebi bu vesileyle, Kelâmî Ağa adında saf bir adamın başından geçtiği nakledilen rivayetleri anlatır. Bu adamcağız da o gün vaaz dinlemek üzere, camiye gitmiş; fakat kalabalık azamî haddini bulduğu bir anda, karnı ağrımaya başlamış, dışarı çıkmak ihtiyacını duymuş; kalabalıktan kıpırdamak imkânsızlığı içinde, Yahya Efendi’nin maneviyatından istimdat etmiş. O zaman yanında sipahi kıyafetinde biri belirmiş. Onu bir lâhzada Kağıthane deresine iletmiş ve işi bittikten sonra yine camiye eski yerine getirmiş. Bu kerametin ancak Hızır’dan gelebileceğine hükmeden Kelâmî Ağa artık Sipahi’nin eteğini bırakmamış…”

 Sipahi’nin adamı başından savmak için yaptıkları Musa’nın öyküsüne müşabih bir olay olmuş.

 “Bektaşî ve Alevî şairlerinin şiirlerinde de Hızır’ın bu zümreler büyüklerinin ve ermişlerinin dostu, musahibi…, yoldaşı… sayıldığına işaretler mevcuttur. Bazılarında Hızır Ali ile bir arada, yardımı istenen, tabiat üstü, kutsî bir kuvvet olarak zikredilir. Bazı Alevîlerce Ali’nin adlarından birinin Hızır olduğuna, onun Hızır adı ile dünyada yaşadığına dair bir telâkkinin mevcut olması ihtimalini Pîr Sultan’a isnat edilen bir şiir hatıra getiriyor…:”

 “Bin bir adı vardır, bir adı Hızır

Her nerde çağırsan orada hazır

Ali padişahtır, Muhammed vezir

Bu fermanı yazan Ali değil mi?”

 Hızır-İlyas gününde geleceği keşfetmek için halk, bir takım eylemlere girişiyor. “…İnanışlar ve sıhhi ameliyelerin çoğu Hızır’ın âdeta bir bahar ve bereket tanrısı vasfı ile telakkisine bağlıdır[48]; Ritüel bir karakter gösteren bir takım hareketler, Hızır’ın o gece dokunduğu, bastığı nebatlar, ağaçlar veya otlar ve onun ölmezlik vasfını sağlayan unsur, (hayat suyu) ile ilgili olduğu sanılan sular vasıtası ile sıhhat, servet, bereket, kısmet (izdivaçta, ticarette) temin etmek, kötülükleri, zararlı kuvvetleri bertaraf etmek… maksadı ile yapılır…”

 “Her halde Türk halk edebiyatındaki Hızır şahsiyeti gibi, Hızır İlyas inanış, âdet ve menâsıkı de Gılgamış destanından beri gelişen Hızır mithelerinden olduğu kadar Anadolu’nun eski ve yaşayan dinlerinin ibadetlerinden de birçok şeyler almış olmalıdır.”[49]

Ve bu “Hıdır-Ellez”i bir de doğruca Alevî Tahtacı ağzından dinleyelim:[50] “Eski zamanlarda bir çeşme varmış, fakat nerede olduğunu kimse bilmezmiş. Onun suyundan içenler ölmezmiş, Hızır bu sudan içmiş (Hak Teâlâ’nın emriyle) ve onun için her zaman yaşamaktadır. O gün herkes çeşitli dileklerde bulunur. İlyas da bu sudan içmiş ve o da ölümsüz olmuş. Her sene su kenarlarında buluşurlarmış. Gün doğmadan bir su kenarında buluşacaklarından, herkes gün doğmadan kır çiçekleri toplayıp (41 çeşit)[51]  kapılara asarlar…”

 “Hıdır İlyas günü başına bir gül takan bir sene gülermiş…” Burada “gül” ile “gülmek” arasındaki fonetik yakınlaşmanın kullanıldığı aşikâr oluyor, (acaba Ermenicedeki gibi gülün adı Türkçede “Vard” olsaydı, Tahtacı başına yine gül takacak mıydı?…)

 Yukardan beri bir “takvim ilâhiyatı”ndan söz ettik.

 Pagan Anadolu’nun en eski dinlerini İslâmi (ince) cilâ altında sürdüren Alevîlerin bu Hıdır İlyas’ı önemsemiş olmaları bunun doğruca kış aylarında yer altına sürüklenmiş tanrı ve / veya tanrıçaların baharda yeryüzüne çıkışları (ve doğayı şenlendirmeleri) onuruna yapılan antik festivallerin bir “İslâmî” devamı olduğunu ayrıca kanıtlamış oluyor. Ve işin içine “Peygamber Nebi” unvanlı kişilerin karışmış olması, işbu “takvim ilâhiyatı” kavramını destekliyor. Her festivalin ardından doğanın çeşitli yanlarına hükmeden ve onun vesile olduğu bir tanrısal varlık bulunuyor. İsa’nın da “dirilip göğe çıkması”nın baharda vaki olması bir rastlantı olmayıp, halkın direnci karşısında kilisenin kabule mecbur olduğu bir pagan ilâhiyat temasının devamından ibarettir.

 Hızır’ın temelini Kuran’da bulan en esaslı niteliği ilâhî rahmet ve sırların bilgisine sahip olması olup, bütün bunlara zamanla birçok insanüstü kabiliyet de eklenmiştir. Bu fevkalâde kabiliyetler veya tasavvufi deyimle kerametler, Hızır’ın mutasavvıflarca daha çok bir veli hüviyetinde düşünüldüğünü gösterir. O, mistik yolda kılavuzluk ve mürşitlik etmektedir. Hızır’ın bu cephesi tasavvufta, onu Musa’ya nazaran daha üstün bir mertebede tutulmasına götürmüştür: Şöyle ki, Musa şeriatı temsil ediyorsa, beriki tasavvuftaki en üstün mertebeyi, hakikati temsil ediyor. Hızır ilm-i ledünnî (Tanrı bilgi ve sırlarına ait ilim) sahibidir; Musa ise bunu ondan öğrenmek için arkasından koşmuştur, Hızır da ona mürşitlik etmiştir.

 Hızır’ın bu irşat işleri, çeşitli tasavvufi eserlerde bazen hayli ilgi çekici şekilde vurgulanmıştır. Örneğin Sultan Veled, babası Mevlânâ ile Şems-i Tebrizî arasındaki ilişki, babasını Musa’ya, Şems’i de Hızır’a benzeterek şöyle ifade etmiş:

 “Onun da Hızır’ı Tebriz’li Şems idi.”

“O, gizlilerden de gizli bir erdi, bütün uluların padişahıydı”.

“Musa Hızır’ımıza kavuşsaydı, tavus kuşu gibi kanatlarını yalardı.”

“Hattâ Hızır’ımızı görseydi, Hızır’ın ardından koşar mıydı hiç?”

“Hattâ Hızır’ımız Hızır’a görünseydi o bile- aşkla deli olurdu”[52].

 Bazı yerlerde bahar festivali Hıdır-Ellez’den başka ad da alır. Nitekim “Mayıs ayının ilk haftaları Zara ve Hafik yörelerinde daha başka, tam anlamıyla şiirdir bu mevsim. Günü çok yerlerde değişirse de “Eğrilce” dendiği zaman herkes kırda bayırda, yamaçtadır… Köyde, kentte, evde tek kişi kalmaz… Eğrilce, dilek kapılarının açık olduğu gündür. Bu gün tüm dilekler kabul olur…[53]

 Baharı karşılama şenlikleri, törenleri bunlarla bitmiyor. Sivas’ın Üçtepe köyünde olanlara bir göz atalım;

 “Burada ilk tohum rastgele saçılmaz. Kendine özgü bir geleneği vardır. Adına tohumu dışarı çıkarma yahut öküz koşma denir…”

 “…bütün köy halkı, … en yeni elbiselerini giyer, köy meydanında toplanırlar… Diğer köylerdeki davetliler de gelince, davul çala çala ve güle eğlene tarlaya gidilir. Köyün ileri gelenlerinden biri… öküz koşma işinin hayırlı uğurlu olmasını diler… bu yıl sıra hangi evdeyse o evin reisi koşulmuş öküzü ile tarlaya gelir, çiftini sürer ve torbadan bir avuç tohum alıp tarlaya saçar. Böylece bahar tohumu ekilmiş olur.”

 “Sıra bundan sonra törenin şenlikler bölümüne gelir…”

 Ve yine aynı köyde “yağmur şenliği”.

 “Bu şenlik köyün delikanlıları arasında yapılır. Meydanda toplanan gençler aralarından bir gönüllü seçer. O gencin adına Yağmurcu denir.”

 “Yeşermeye başlamış selvi yaprakları toplanıp yağmurcunun etrafına dizilir. Başının üzerinden ve belinden bağlanır. Belden aşağı kısmı açıktır[54]. Yine de dallar yerlere kadar sarkar. Öyle ki yağmurcu dallardan ve yapraklardan görünmez hale gelir.”

 “…kapılar çalınıp ‘yağmurcu bereket getirdi’ denir. Ev sahibi yağmurcunun başından aşağı bir kova su boşaltır, arkasından hediyesini verir.”

 “Gezme işi tamamlanınca gençler topluca yakındaki bir dağa veya tepeye çıkar, yer, içer, eğlenirler.”[55]

 Evet, Dionysos bir Anadolu tanrısıydı.

 * * *

 Günümüzde yapılan festivallerin, şenliklerin nereden, neyi Helen-Roma-Bizans ve / veya İran-Mezopotamya-Hint-Asya, ya da doğruca köklü bir Anadolu geleneğinin devamı olduğu hususu, yeni araştırıcıları bekliyor. Biz burada onlara ışık tutabilecek bazı ipuçlarını sergilemekle yetindik.

 Hep söylediğimiz gibi, sorun çözmek kadar varlığından habersiz olunan sorunları gündeme getirmek önemlidir. Birçok yerde bunu yapmaya çalıştık. Artık yeni araştırıcılara başarı dilemekten fazlası elimizden gelmez.

 Yahudi ve Hristiyanların Eliyahı’nın, kısmen farklı biçimlerde de olsa, Hızır’ın öncüsü olmuş olduğunu, biliyoruz[56].

 “…Hızır ile Kitab-ı Mukaddes ve Talmud’daki gibi İlya (Eliyah) tipi arasındaki sıkı benzerlik dolayısıyla Hızır’ın İlya, yani İlyas’tan başkası olmadığını zımnen de olsa kabul etmek durumunda kalan İslâm ilâhiyatçılarının çözüm yolu olarak Kuran’ı Kerîm’deki İlyas Peygamber’den yararlanmak istedikleri belirtilmiştir. Ancak İlyas Peygamber’in Hızır’ın zikredilen özellik ve nitelikleri ile uzak yakın hiçbir ilgisi bulunmaması sebebiyle, söz konusu kaynakların Hızır’ı ayrı İlyas’ı ayrı mütalâa etmek zorunda kaldıklarına da işaret edilmiş. Ne var ki şüphesiz İlyas tarafından gelişen, Ehl-i Kitap rivayetlerinin cazibesi, çeşitli Müslüman halklar üzerinde daha erken devirlerden başlayarak kendini göstermiştir. Hızır’ın ayrı, İlyas’ın ayrı mütalâa olunması, İlyas’a da aynı niteliklerin izafe edilmesi sonucunu doğurmuş, bunları anlatan rivayetlerin İslâm ulemasınca tenkit ve reddi, genelde Müslüman halkları pek ilgilendirmemişti… İlyas Peygamber’in işte bu suretle Kuran’ı Kerîm’dekinden bambaşka bir kimliğe büründürülüp Hızır’a eş niteliklere sahip bir figür olarak onun yanında halk inançlarında yer bulduğunu görüyoruz…”

 “Zulmet deryâsını nur edip gelen

Hızır-İlyas Şah-ı Merdan Ali’dir

Garibin mazlûmun halini bilen

Hızır-İlyas Şah’ı Merdan Ali’dir.” (Şükrü Metin Baba)[57]

 Ve halk inanışının özgün bir örneği:

 “Binlerce yıl önce Hatay’a bağlı Samandağ’ın Hıdırbey Köyünde bir ‘Hayat Suyu’ varmış. Bu suyun başını yedi başlı bir ejderha tutar ve her yıl bir kız kurban edilirse, suyun akmasına izin verirmiş. Kurbanlık sırası kralın kızına gelmiş, kızın elleri bağlanmış ve ejderhanın önüne atılmış. Ejderha tam kızı yutacakken bir çoban çıkagelmiş ve kılıcını ejderhanın kalbine saptamış. Ejderha acıdan kıvranırken çobana bir darbe daha indirmesini ve acısına son vermesini yalvararak istemiş. Ancak çoban bu isteği yerine getirmemiş. Ejderha da korkunç pençeleriyle yerleri tırmalayarak uzaklaşmış ve gide gide Lübnan’da sert kayalara çarpmış, çarptığı yerde bir ırmak oluşmuş. Irmak, ejderhanın açtığı yoldan Hatay’a ulaşmış, o çoban da Hızır peygambermiş. Halk ona Hıdır Bey adını yakıştırmış ve onu kralın kızıyla evlendirmiş. Hızır’ın yere sapladığı kılıç da koca bir çınar olmuş.”

 “Samandağ’a ait bu söylencenin devamı, Hızır ile Musa Peygamber’in buluşmasıdır. Bu buluşma yeri günümüzde bir ziyaret mekânıdır. Buraya ‘buluşma kayası’ denilmektedir. Dokuz Kardeş Çayı’nın kolları arasında, Musa ile Hızır’ın konakladıkları yerler kutsal sayılmakta ve bu inanca sahip Anadolu’nun dört bir yanından gelen ziyaretçiler, buradaki Şeyh Hızır türbesini ziyaret ederek adaklar adamaktadırlar.”[58]

 Ama bütün bunların ötesinde Hızır-İlyas, ilkbaharda doğayı tümden canlandıran ve insanoğlunun kışın daldığı yeisten kurtarıp ona umut ve neşe bahşeden kişi kişilerdir…

*  *   *

 Buraya kadar gördüğümüz gibi insanoğlu güneşi günlük ve ayı da uzun süreli yaşantılarını düzenlemekte kullanmış. Gündüz saatlerini ölçmek için Mısırlılar güneşin gölge uzunluğundan faydalanıyorlardı. Şek.1, kullanılan dirsekli cetvelle bunun kullanılış şeklini gösteriyor.

 Üzerinde saatleri gösteren taksimat çizgileri bulunuyor. Dirsek kısmının meydana getirdiği gölge uzunluğu ve bu çizgiler yoluyla saat tayin ediliyor. Bir çubuk gölgesinin uzunluğu prensibine dayanan güneş saati, yani gnomon da Mısırlılarca biliniyordu.

 Şek. I (Aydın Sayılı’dan)

 

 Bittabi bu aletlerin iş görebilmesi için havanın açık, güneşli olması şarttı. Ya böyle olmaz da hava güneşsiz veya doğruca gece olursa? İşte bu zamanlarda Mısırlılar su saatini kullanmışlardı. Bu sonuncusundan örnekler elimize geçmiş olup, bunların en eskisi M.Ö. XIII. yy.dan kalmadır. Bu saatin üzerinde kurban saatlerinin tayini işine yaradığını ifade eden bir yazı bulunmaktadır. M.Ö. XVI. yy.da su saatlerinin kullanıldığına dair elde belge bulunuyor[59]. Çok eski zamanlardan beri düşey bir obelisk veya bir gnomonun öğle gölge uzunluğunun bütün yıl boyunca değiştiği bilinmektedir. Gölgenin en kısa olduğu zaman yaz başlangıcı, en uzun olduğu zaman da kış başlangıcına işaret eder[60].

 Kitabımızın konusu “halk teknikleri” ağırlıklı olduğundan saat’in (alet) tarihi ve yapı ayrıntılarına girmiyoruz şöyle ki toplumun başlıca üretim süreci tarım ve hayvancılık olduğundan onu esas itibariyle mevsimler ve hava koşulları ilgilendirmektedir. O, günlük yaşamını, kolundaki saate göre değil, gördüğümüz gibi doğal nesnelerin, hayvanların, (kuşların) hareketlerine göre ayarlamaktadır. Ancak dinin emrettiği amellerin ifası için dakik zaman ölçüsüne gereksinmesi vardır ki bunu da uzman kişi olan muvakkit, bu işe tahsis edilmiş binalarda, muvakkithanelerde, yapar. Buralarda ortaçağın “bilgisayarı” sayılacak daha önce gördüğümüz usturlaplar, rub’u tahtaları kullanılır ki bunların da ayrıntılarına girmiyoruz[61] 

“Şeb-i yeldayı muvakkitle müneccim ne bilir?” (Fikret)

[1] Ali Rıza Balaman.- Gelenekler Töre ve Törenler. Bornova 1983 s.46-7

[2] Jean-Pierre Vernant.-Les origines de la pensée grecque PUF. Paris 1962, s.104-7

[3] Sabatino Moscati.-L’Orient avant les Grecs, PUF. Paris 1963, önsözde

[4] Mustafa Selçuk Ar.- Etilerde bahar bayramı törenleri, in AÜDTCF Dergisi, C. III, Sayı  I- 1943 İkinci teşrin-Birinci kânun, s.57-63.

[5] Başka kaynaklara dayanan ifadelerimiz için bkz. Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, C.I.s.3

[6] Sabatino Moscati.-L’Orient avant les Grecs. s.192

[7] H. J. Drijvers.-op.cit., s.43-  ibd., s.60. Fransız tarihinde özellikle XIV. Louis’nın sabah Le Petit lever’si ile Le Grand lever’si (ilki uyandığında küçük abdestini yaptığı, öbürü oturağa oturduğu sahneler olup bunlara iştirak edebilmek soylulara has bir şerefti) pek meşhurdu.

[8] ibd., s.59-60

[9] ibd., s.62-3

[10] ibd., s.64-5

[11] Bkz. Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, C.II, Res.7I’in uzun yazısı.

[12] Ayrıntılar için bkz. Türkiye Halkının Kültür Kökenleri. C.II/I s.539-42

[13] S. M. Stern.-Studies in early İsmâilism, Jerusalem. 1983, s.157-8

[14] Ayrıntılar için bkz. C.II/2 s.903

[15] M. Plesner.-Rabî’, in EI.

[16] Daha fazla bilgi için bkz. M. J. Kister.- Radjab, in EI.

[17] G. Alpay Tekin.- Rabî’iyyâd, in EI.

[18] A. Metz.- Orta Zaman Türk-İslâm Dünyasında Bayramlar. in Ülkü.62, Nisan 1938. s.102- III. Çev. Cemal Köprülü.

[19]  Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı, MFAD yay.8, Ank.1973.

[20] Allaire Chandor Brumfield.- The Attic festivals of Demeter and their relation to the agricultural year, N. Y. 1981, s.54-6. Bildiğimiz gibi Orion’un şafak vakti (güneşle birlikte), doğması (helikal yükselme) yazın yaklaşmakta olduğuna; akşam doğması, kışın başladığına ve fırtınalara; gece yarısı doğması, bağbozumu zamanının geldiğine işaret eder. (AB).

[21] Türkiye belirli günler takvimi, s.66

[22] Allaire Chandor Brumfield.-The Attic Festivals of Demeter and their relation to the agricultural year, N.Y. 1981. s.54-81

[23] Bkz. C.II/1. Passim

[24] Allaire Chandor Brumfield.- op.cit. s.81-91

[25] Afrika doğumlu (I.yy.) Lucius Annaeus Cornutus, stoacı feylesof olup onu hicvettiği için Nero’nun emri üzerine ölüme mahkum edilip, öldürüldüğü söylenir. Elimizde kalan tek eseri “Tanrıların mahiyeti üzerine” adlı eseridir. (M.L.)

[26] A.Ch.Brumfıeld. op.cit,. s.l32-6

[27] ibd. .s.149-175

[28] Bkz. C.II/I. s.1127-1182.

[29] Apollinaris, bir Roma lejyonu (legio) için kullanılan bir sıfat olup Apollinaris oyunları (Ludi), ikinci Pön savaşları sırasında Roma’da yapılan oyunlar oluyor (ML), öbür yandan Latince “apollinaria”, “strychnos” gibi, itüzümünü ifade ediyor ki bu sonuncusu patlıcangillerden (Solanaceae) bir yıllık, 20- 50 cm yükseklikte, kenarları dişli ve dalgalı, tüylü yapraklı, beyaz çiçekleri ve siyah üzümsü meyveleri (bakla) olan bir bitki olup boş tarlalarda ve yol kenarlarında yetişir. Eczacılıkta Kara itüzümü yaprakları, yumuşatıcı ve uyuşturucu nitelikleri yüzünden halk hekimliğinde, kaynatılmış, losyon ve vajina şırıngası halinde kullanılır, ağrı dindirici merhemlere katılır(AB ve ML).

[30] “Megale”, “büyük” anlamında Yunanca bir sözcük olup “Büyük Tanrıça” Kybele’nin lakabıydı. Eski Megale şenlikleri (Megalesia), Kybele onuruna düzenlenen şenliklerdi. Bu şenlikler Anadolu’da düzenlenirdi. Yukarda sözü edilen Ludi Megalenses, Roma’da M.Ö. 204’ten itibaren her yıl 4-10 Nisan arasında, İmparatorluk döneminde de Mart ayında yapılan başka bir şenlikten sonra kutlanmaya başlanmıştı, (Senato, Pessinus-Galatia bölgesinde günümüzün Balahisar’ından Roma’ya bir Kybele heykeli getirtmişti) (ML).

[31] Bildiğimiz gibi Ceres, Romalılarda ekin, tarım ve uygarlık tanrıçasıydı ve Demeter’le bir tutulurdu. Köy halk kültlerinin önem kazandığı tarım bölgesi zengin Campania’da verimlilik çok çabuk kişileşmiş bir tanrıça (Ceres) biçimini almıştı. Bu tanrıça özellikle ürünlerin yaratıcısı olarak benimsenmişti. M.Ö. 496’da bir kıtlık sırasında Sibylla kitapları, uzun süreden beri Büyük Yunanistan’da var olan Demeter adına bir tapınak yapılmasını emretmişti. Bu Demeter, Ceres, Dionysos Liber ve Kore Libera’nın ortak tapınağı, Aventinus üzerinde bina edilmişti. 12-19 Nisan arasında düzenlenen plebius (halk) oyunları bu tapınağın yapılmasına bağlanır (ML).

[32] Flora, ilkbaharda çiçeklerin açmasını sağlayan tanrıça olup Ovidius’a göre Zephyros’un karısıdır. Şerefine Floralia adı verilen şenlikler yapılırdı (ML).

[33] H. H. Scullard.- Festivals and ceremonies of the Roman Republic, London 1981, s.38-40

[34] ibd., s.41-6

[35] Georges Dumézil.-Fêtes romaines d’été et d’automne, Gallimart, Paris 1975. s.9-13

[36] Bkz.C.II/1, s.273-4, 561-575, 602-650

[37] Georges Dumézil.-op.cit., s.22-55

[38] Bkz.ibd.,s.6l-77

[39] ibd.,s.78-82

[40] Michel Meslin.,Saturnales ve Conpitalia, in. Dictionnaire des Religions

[41] Joseph Karst.-Mythologie Arméno-Caucasienne, s.23 ve 58

[42] Henri Massé.-Croyances et contumes persanes, I, s.163

[43] Ahmet Caferoğlu.- Kuzey Doğu illerimiz ağızlarından toplamalar, Ankara 1946

[44] Adli Eğiter.- Kars’ta Çift Çıkarma Geleneği, in (Hayat) tarih mecmuası 9 Ekim 1963

[45] Bu konulan C.II/1’de ayrıntıları ile irdelemiştik.

[46] Bkz. Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış. C.I. s.57-60 ve C.2, s.594-5 ve Kerim Yunt.- Türkiye’de Hıdrellez in TFA 130 Mayıs 1960 ve Pertev Naili Boratav.- Hızır in İA.

[47] Sermet Muhtar Alus.-Ruz-u Hızır, in TFA. 23, Haziran 1951.

[48] Tarafınızdan belirtildi

[49] Tarafımızdan belirtildi. Pertev Naili Boratav, op.cit.

[50] Rıza Yetişen.-op.cit, s.23

[51] Bu 41 rakamı için bkz. B.Oğuz, C.II/I, s. 737.

[52] Sultan Veled’in Şems’i bu denli ululamasına karşın vücudunun, kardeşi Alâaddin ve babasının bazı müritleri tarafından (Rasputin gibi…) ortadan kaldırılmış olması arasındaki çelişkiye de dikkat edicek…

[53] Emin Kuzucular.-Hafık ve Zara’da Eğrilce, in SF 9, Ekim 1973, s.II

[54] Tarafımızdan belirtildi.

[55] Ayşe Özen.-Sivas’ın Üçtepe köyünde baharı karşılama törenleri, in SF 54,Temmuz 1977, s.19

[56] Bkz. Türk ve Yahudi kültürlerine bir mukayeseli bakış, s 61, 335 ve passim

[57] Ahmet Yaşar Ocak.-İslâm-Türk inançlarında Hızır yahut Hızır-İlyas kültü, Ank.1985, s.86-100, 117-119

[58] Haydar Köse, – Hızır’la buluşmak, in THY, SKYLIFE 9/92.

[59] Aydın Sayılı.-Mısırlılarda ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve tıp.Ank.1991, s.106, 7.

[60] Muammer Dizer-İslam’da ve Osmanlılarda saat, in Bilim Tarihi 3. Ocak 1992. s.3.

[61] Bkz. Kemal Özdemir.-Osmanlı’dan günümüze saat, İst.1993; Muammer Dizer.-Rubu Tahtası. İst.1987; Perran Ülkümen.-Saatçiliğimiz, in TED IV, s.l4-19.