“Feodalite” Kavramından Ne Anlaşılır?

Kültür Eserleri > THKK 2/B - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > “Feodalite” Kavramından Ne Anlaşılır?

“Feodalite” Kavramından Ne Anlaşılır?

Çağrı Beğ’in istikşaf hareketi gibi biz de Batı, özellikle Frank Ortaçağı içinde, kısa-fakat ana hatları itibariyle derinlemesine bir cevelanda bulunduk, Osmanlı müesseselerini sağlıklı şekilde yerine oturtabilmek amacıyla. Daha başka alanlarda da aynı şeyi yapacağız, bir önemli hususu, köy (rüstaî rural) senyörlüğü ile feodalite arasındaki farkı, sürekli olarak göz önünde bulundurarak. İlki, ekonomik faaliyetler içinde irdelenebilirken öbürü sosyo-politik sorunu bütün görkemliliğiyle ortaya atıyor.

Osmanlı toprak nizamının bir feodal nizam olduğunu iddia edenler, genellikle ekonomistler,[1] toprak-köylü-sipahi ilişkisini bir feodal ilişki olarak görmekte, “işin siyasî tarafı” olarak mütalâa ettikleri devlet otoritesinin yokluğu, bunun yerine “özel” senyörlerin kaim olmuş olmaları keyfiyetini kale almamaktadırlar.

Öbür cephede saf tutanlara daha sonra söz vereceğiz. Şimdilik, en başta vurgulamış olduğumuz gibi, “feodalite” kavramından, ne anlaşılmasının gerekliğini araştırmaya devam edeceğiz. Buraya kadar, ekonomik sömürü düzeninin yanı sıra üst sınıflardaki tâbiiyet bağlarını kısaca gözden geçirdik, ana konumuzu ilgilendirmeyen ayrıntılardan kaçınarak. Senyörlüğün temel yapıları, bunun tarımsal rolü ile sosyal işlevlerini özetledik. Mukayeseli tarih metodu, rehberimiz olacaktır.

Ama bunu derken karşımıza, bu kez çok daha çapraşık bir soru çıkıyor: Feodal rejimin kafa kâğıdında, baba adı olarak Carolingien Avrupa mı yazılacak? Yoksa Batı feodalizmi, kadim toplumların deneyinden geçmiş uygulamaların bir muhassalası mı oluyor?

Biz bu bahisle senyörlükle teşekkül halindeki feodalizmin etüdünü koşut şekilde yürüttük. Birçok ülkede bu feodalizmin oluşması, Loire ve Rhin suları arasındakine göre, XI. yy.ın başlarında, çok daha geridedir. O zamana kadar sadece köylü tâbiiyetini bilmiş Bizans’ta, az çok aynı aşamaya varmış yapılar arasında mukayese unsurlarını ele geçirebilmek için bu dönemin epey ötesine gitmek gerekir. Bütün geçmişler ve teselsül sorunları gibi bu da tuzaklarla doludur. Gerçekten sadece evrensel tarihin eksiksiz bilinmesi dünyada oluşmuş tâbiiyet şekillerini meydana çıkarma olanağını sağlayabilir. Bu şekillerden biri ya da birkaçı, varsa, ortaya konur, yoksa niçin bulunmadığı anlatılır. Bu kıyaslamayı yapacak olanlar çok değişik uygarlıklarla karşı karşıyadırlar ve bizim olduğumuz gibi şahsen bunlara fazlaca sokulamamaktadırlar. Bunun dışında bir imdat simidi gibi, bunlarla çoğu kez ancak yüzeysel benzerlikleri bulunan politik ve sosyal rejimleri nitelemek için “feodalite” sözcüğüne asılan bir lügatçeye de çarpmaktadırlar.

Claude Cahen, konunun büyük uzmanlarından biri olarak, şunları söylüyor[2] bize: “Biz tarihçiler arasında kesin dil anlayışı yoktur, şu kadar ki kâh aynı olguları farklı tabirlerle ifade ederiz, kâh gerçekten bağdaşmaz başka olayları aynı adla tesmiye ederiz.” Emmanuel Laroche da, aşağıdaki mülâhazaları serdediyor: “Hitit toplumunu nitelemek için, feodalite tabiri kullanılır. Ortaçağ Batı’sının lûgatçesi seferber edilmiştir… O ise ki insan, Hitit feodalizmi doktrininin üzerine oturduğu belgesel temelin çok dar olup olmadığını düşünüyor… Hitit imparatorluğu örgütlenmesinin fief ve angarya sistemiyle benzerlikler arz ettiğini kimse inkâr etmemektedir. Ama mukayeseli tarihçinin iyi bilmek isteyeceği husus, bu benzerliklerin bittiği, farklar ve boşlukların başladığı noktanın kesin yeridir…”[3]

Aradan yirmi yıl geçecek, Cl. Cahen, yukardaki görüşünü değiştirmemiş olarak bize yine çok değerli bilgiler verecektir. Sonra değineceğiz bunlara.

* *

Avrupa büyük senyörünün buraya kadar saydığımız sayısız yetkelerinden başka onun tarih içinde belirgin bir de nişanesi vardır: Şatosu (castrum, castellum).

Sayıları kiliselerinkinden az olmakla birlikle şatolar, Ortaçağ adamının yaşam çerçevesinin alışıla gelinmiş arka planını oluştururdu. Engebeleri, akarsuların kıvrımlarını, orman bölgelerinin ve tabii sığınakların tertibini kullanan ya da yapay tepecikler üzerinde yükselen bu hisarlar, büyük fief ve önemli sayılacak lâdinî veya Kilise’ye ait mülklerin başlıca idare merkezi, eli ayağı, gözü olmuşlardı. Her haris senyör, kendi kanununa baş eğmiş nahiyeyi kalesinin tepesinden gözlemeyi hayal ederdi.

Ortaçağ şatosu olarak bizim her gün göz önüne getirdiğimiz tasvir, X. yy. içinde belirmeye başlamıştı.

Genellikle şato, feodal kargaşa, anarşinin bir simgesi olarak görülür. Köyleri, manastırları, tacir kervanlarının çiğnedikleri yollarıyla ülke, sürekli olarak hevesleri tahrik ediyor, bir hisarda kendini emniyete almış garnizonlara müsmir “çıkış”lar olanağını sağlıyordu. Hele Tanrı barışını yayma görevini yüklenmiş manastır ve kiliseler, bu “çıkış”lardan hiç de memnun değillerdi…

Hemen bir kıyaslama yapmakta fayda var: Anadolu yollarını süsleyen, kamu yararına arz edilmiş Selçuklu müstahkem kervansarayları; işbu şatoların aksine, birer koruma mahalli olarak inşa edilmişler, tacir, yolcu buralarda kendini eşkıya ve sair muzır unsura karşı emniyete alıyordu. Devam edelim.

Azametli bir özel korunma aracını, zengin adam zevki ya da megaloman gösterişini temsil eden bu şatoların inşası, her senyörün harcı değildi. Bunun dışında bütün Ortaçağ boyunca hâkim olmuş bir prensip de söz konusuydu: Müstahkem mevki inşası hakkı hükümdar ya da onun temsilcileri tarafından münhasıran kullanılacak bir haktı. Ama bu da kâğıt üstünde kalmış, ilgililerin öz mülkleri, ya da mülkiyetleri içinde bulunan kontlukların dışında etkinliğini kaybetmişti. Kral veya prense, toprakları üzerinde şato yükseltmesini men etmekle yetinmeyen bazı becerikli senyörler, hiç beklenmedik yerlere kendi burçlarını yerleştiriyorlardı. Ama bazen bu gözü pek senyörlerin, fazla ileri gitmenin faturasını pahalı ödedikleri de oluyordu: Kral ya da mahallî şeflerin gazabına uğrayıp şatoları, bir mülk (alleu) üzerinde kurulmuş olsa dahi, müsadere ediliyordu, tabii buna kral veya öbür yerel şeflerin gücünün yetmesi koşuluyla.[4]

* *

Tekrar edelim ve büyüklerle esafil-i nâs’ı bir kez daha göğüs göğse getirelim. İster istemez dikkat “zengin adamlar”, toprak ve insanların efendileri üzerinde toplanıyor. Bunların çoğu, ikili oynuyordu ve kendilerine tâbi olanlara farklı görevler yüklüyorlardı; feodal senyörler, vassal’larına kendilerini kabul ettiriyorlardı. On binlerce hektar arazi ve bunun üzerinde tutunmaya çalışan binlerce köylü ocağı üzerine yaygın senyörlüklerinden kral ve önde gelen toprak ağalarının (prenslerinin) mutluluk saikleri doğruca kibir ve kâr unsurlarıydı. Gerçekten bu adamların varlıkları dillere destan olacak ölçüdeydi: Bavyera eyaletlerinde Falkenstein kontunun (Graf), “mülk”ler (alleu) dışında hükmü yaklaşık iki bin beş yüz mans, yani otuz bin hektardan fazla bir araziye uzanıyordu.

Tanrı’nın yeryüzündeki hizmetkârlarının şikâyet etmeleri için sebep yoktu: Bavyera’da Freising piskoposluğunun defterlerinde birkaç bin mans kayıtlıydı…

Bütün idarî, bakım ve insaniyetperverlik görevlerine rağmen toprak servetleri, bir güzideler zümresine (élite) yaşam çeşnisi veriyordu. Güçlü kişiler, günlerini birkaç villae arasına dağıtıyorlar veya mülklerinin her birinden gerekli erzakı talep ediyorlardı.

Kırsal kesime burjuva sızması, XII. yy.ın ilk çeyreği içinde kesin hal alıyor: Feodal rejim, bu nevzuhur kişilerin, birtakım yükümlülüklerin üstünden atladıkları ölçüde sarsılıyor. Çağdan çağa genç senyörlük tabakaları gelişiyor, güçlüler kıyılarına yeni dalgalar çarpıyor.[5]y

* *

Bir adam “dedelerinin oldukları gibi, çocuklarının olacakları gibi” serftir. İrsiyet, serfliğin temel kaynağıdır. Hangi irsiyet dendiğinde, yanıt hiçbir güçlük arz etmez, yakın kişiler, akrabalar serf olduktan sonra. Arada farklar doğuyor mu? Doğsa bile esasî bir değişiklik yapmıyor.

Serfliğin, irsiyetten başka da kökenleri vardı: Bir korunma peşine düşmüş kişiler, hür olmayanlarla izdivaç etmiş olanlar, gırtlağa kadar borçlu olanlarla mücrimler, gayri meşru çocuklar (piçler), aynı kaderi paylaşırlar, tâbiiyet durumuna sürüklenirler, böyle olmakla da cezalandırılmış olurlar. Bu “eli kolu bağlı” kişilerin omuzlarına, ömür boyu, bir takım yükümlülükler oturmuştur, yaşama zevkini tümden kaçıracak ölçüde. Ve birçok medenî haktan da yoksundurlar, bu kişiler. Çeşitli meslek ve rütbeler kapalıdır bunlara.

Ve büyük bir çelişki: O çağların Kilise’si serf’i, papazlık mesleğine yanaştırmıyor! Gerekçesi de, zamanın mantığına uydurulmuş: Başkalarının mülkiyetine saygılı Kilise, başkalarına, efendilerine bağlı olmakla Allah’a hizmette kusur edebilecek insanları bünyesine dâhil etmiyor…[6]

O ise ki Kilise Pederleri’nin temel dogmalarına göre fakirin tek dayanağı Tanrı’nın Evi olacaktı. Orası ona dünyevî ve uhrevî necatı sağlayacaktı. Ama ilerde ayrıntılarıyla ele alacağımız gibi, III. yy.dan itibaren çok şey değişecekti, bu demokratik vaatlerde: Tanrı Evi, aristokratik (ve daha sonra da burjuva) bir karaktere bürünecektir.

Ancak, XIII. yy.da serfliğin kesin tarifi üzerinde hayli gevşek bir anlaşma, gerçekleşme yoluna girecektir. Bundan önceki iki asırda böyle bir şeyi hiç göremiyoruz. Araştırıcılar hep aynı insandan söz ediyorlar. Kimi bunları hür olmayan kişiler, köylü dünyasını da bir kul kitlesi olarak görüyor; kimi ise bunların hür insanlar olduğu düşüncesine meylediyor. Aslında sorunlar yerel olarak değişiyor. Çözümler, ipucu olarak ele alınan tek bir grubun kaderi içinde görülemez.

IX.yy.ın sonundan itibaren ve müteakip çağda kul sınıfına dair Bloch’un ifadesiyle “ağır ve derin bir devrim” sırasında bir kırsal kesim kalabalığını ağına takmıştı, bir zümre: Toprağa yerleştirilmiş (casés) kölelerin ahfadı, zorla ya da gönüllü olarak hürriyetlerinden feragat etmiş azatlı köle ve kolonların torunlarıydılar, bunlar. Bir takım mütevazı mülk (alleu) sahipleri de katılmıştı bunlara. Senyörlük çerçevesi içinde hapsolmuş bütün bu güruh, üç özgül mükellefiyetin yükünü müştereken taşıyordu: inkıyat kaydıyla (cum obsequio) azat edilmişe tarh edilen, evvelce gördüğümüz kelle başına chevage vergisi; formariage, yani serfin senyörlük dışında ya da kendi sınıfının dışından birisiyle evlenmesi halinde senyörün tahsil ettiği resim ve de mainmorte, yani çocuğu olmaması halinde mülküne tasarruf edebilme hakkından yoksun bırakılma keyfiyeti.[7]

XI.yy.ın ortalarında şu köyde hangi ailenin köle, hangisinin hürriyetine sahip bulunduğu bilinirdi. Ama iki asır sonra servus ve francus sözcükleri artık muattal olmuştu. Tâbilerin efendileri için tek önemli şey, bu insanların “çalışanlar” takımından olmasıydı: Şatonun arazisi üzerinde oturan bütün köylüler efendi ve onun maliyesine boyun eğeceklerdi.[8] Serflik bu devirde “Hristiyan iklimine intibak etmiş bir kölelik kalıntısı”ydı.

Bütün bunlardan bir sonuç çıkarmak mümkün gibi görünüyor. Kulluk tarihinin, kölelik ve sonra serflik olmak üzere iki büyük döneme ayrılması gibi serflik de, kendi başına, iki müteakip hal arz etmiştir: Değişilebilir hürriyetsizlik kavramı lehine kölelikten tedricî kopma ve yerel farklara rağmen, Batı’nın bir bölümünde benzer karakterlere bürünmüş yeni serflik anlayışı.

Hür olmayanlar, bir ghetto’ya itilmeden ve Hristiyan toplumunun dışına atılmadan, her zamankinden fazla aşağılanıyordu: Azatlı, sanki bir günahtan affedilmiş gibi “serflikten tebriye” edilirdi… Yukarda saydığımız üç karakteristik mükellefiyetten başka, “efendinin keyfine” vergiler, “aşağılık” yükümlülükler, “toprağa bağlılık”, bir “kulluk lezzeti” iktisap etmişti. Bazen de bu yükümlülüklerin bazılarına ya da tümüne, serf olmadan da, bağlı olunabiliyordu. Bu itibarla bir insanı “serf yapan”, mutlaka yükümlülüklerin cinsi değil, bunların icbar ediliş şekliydi. Keyfîlik, hürriyetsizliğin simgesi olmuştu.[9]

XIII. yy.dan itibaren ise toplu bir azat edilme hareketine tanık oluyoruz: Ekonomik koşullar, sosyal koşullar üzerine ağırlığını duyuruyor. Köylerden baskı geldiği gibi senyörler bu yöntemde gereğinden fazla bir çalışanlar güruhundan kurtulma yolu görmüşlerdi, böylece “firar”lar önlenmiş ve yeni tahsilât kapısı açılmış oluyordu: Azat edilme, para karşılığında elde ediliyordu: Herkes, varlığıyla orantılı olarak, senyöre bir ödemede bulunuyordu.[10]

* *

Senyör, envalini doğruca işletmek, angaryalıların peşinden koşmak veya idareyi kâhyalara bırakmak yerine neden bazı tarlaların, vergilerin, “hassa mülkü”nün (réserve) veya tüm senyörlüğünün gelirini iltizama vermeyecekti? XI. yy.da Manş ötesinde, XII. yy.da Kuzey Almanya’da gelişmiş olan bu iltizam sistemi, 1200’den sonra Batı’da çok revaç bulmuştu.

İltizam, çeşitli şekiller almıştı. Önce süresi itibariyle. Müstemir ya da bir iki ömürlük icara, ekinlerin devrine uygun olarak geçici sözleşmeler yeğlenir olmuştu. İhaleyi yapan, bunun maddelerini mukannen aralıklarla gözden geçirir, bunları fiyat hareketleri ve piyasa koşullarına intibak ettirir, anlaşmanın bitiminde topraklarını teslim alır, bir başka şahsa müracaat eder ya da eski mültezime itimadını sürdürürdü.[11]

* *

Fief kavramı, temeli bir toprağa dayalı olsun ya da olmasın, gelirler, hak ve yetkelere kadar uzanmıştı. Keyfî vergilerin, cizyeler, öşür ve meyve hisselerinin, av ve hattâ arı (kovan) resimlerinin, bir ormanın atmacaları veya bir konağın doğanlarının deflerinin yanı sıra kaza (adalet), “para basma kârları”, liman gelirleri, yol, köprü vs.den alınan geçit ücretleri (müruriye), fuar ve pazarlardan alınan resimler ve Kutsal Topraklar’da, akınların muhtemel ganimetlerinin fief’leri de yer alıyordu. Dalyanların, kömür madenlerinin, şarap mahzenlerinin, değirmenlerin, kent, şato, kilise rüsumatı, senyörlük içinde görevlerin fief’leri de bunlara eklenirdi. Tabii XI. ve XII. yy.ların çok yaygın, daha önce gördüğümüz vaasseur’lük fief’ini unutmayacağız.

* *

Ve şimdi de soruna bir kez “üretim tarzı” açısından yaklaşalım. Bunu yapmak için de çeşitli tarzların mürekkiplerini saptamak gerekir ki feodal toplumların, öbürlerinin olduğu gibi, üretim yasaları ve aynı zamanda strüktür ilişkilerinin bir özgül bütünü vardır.

Servaj, gerçekten, feodal üretim tarzının başlıca öğesi olmaktadır. Bu itibarla onu biraz daha derinlemesine irdelemek, çıkaracağımız sonuçların selâmeti açısından faydalı olacaktır.

Bu “servaj” tabiri boş yere iğlâk edilmiştir. Takahashi çok haklı olarak servajın, feodal üretim tarzı içinde çalışma gücünün var olma şekli olduğunu vurguluyor. Bunun tabiatı, senyör tarafından köylü ailesinin, aileye yaşamak ve ekonomik yeniden üretim için gerekli olanın ötesinde üretim fazlasına tesahup edilmesinde odaklanır. Bu fazla üretim doğruca senyörün (yakın) mülkü üzerinde fazla çalışma şeklinde olabileceği gibi aynî ya da nakdî bir gelir şeklinde de olabilir ki bu takdirde bu fazla ürün köylü işletmesinden elde edilmiş demektir. Toprak fiilen köylü ailesinin mülkiyetinde olduğuna göre bu fazla ürünü çekip alabilmek için cebir kullanmak gerekirdi zira köylü, ücretli işçinin aksine, yaşamak için çalışma gücünü satmak zorunda değildi.

Servajın bu, cebren sağlanmış fazla çalışma ya da cebren alınmış ürün fazlası şeklindeki geniş tanımlanmasını kabul ettikten sonra bağımlılığın çok sayıda hukukî ve kurumsal şekilleri bulunduğunu ekleyelim. Kaldı ki bunlar yasaya göre mutlaka bir bağımlılık sayılmayıp bu keyfiyet tarihçilerin hayli başını ağrıtmıştır. Gerçekten Avrupa servajının ilk döneminde, feodal toprak aristokrasisi klasik şeklinde görünür olduğunda, çeşitli gelişme türlerine nazaran çok sayıda köylüyü tâbiiyet altına alma tipi mevcut bulunuyordu: toprak verilmiş, bağımlı yükümlülüğü olan veya olmayan eski köleler vardı; güçlü ya da tehditkâr komşulara boyun eğmiş köylüler vardı; bir azizin veya toprağa sahip ve sözüm ona bir azize nispet edilmiş bir manastır topluluğunun himayesini aramış hür köylülerin bağımlılığı, mahalden mahalle, boyun eğmenin şekline göre ve hattâ, senyörün kâtip-idarecilerinin keyfine göre, değişiyordu. Bütün bunlar tarihçilerin o denli başını döndürmüştür ki çoğu kez, sosyal sınıf olarak köylülük nitelikleri tümden gözden uzak tutulmuştur.

IX.yy.da Kilise ve has mülklerin örgütlenme şekilleri, bu asırdan öncesine aittir. Belgeler hür ya da serf mutasarrıflara yüklenmiş mükellefiyetlerin ağırlığından söz edip her ne kadar aynî ve nakdî gelir’lere (rant) de rastlanıyorsa da başat tür çalışma şeklinde rant gibi görünmektedir. Bu dönemde modern çağların başlarında Doğu Avrupa’da rastlanan[12] bu çalışma fazlası koparılmasının az rantabl bir şekli olmuş olması muhtemeldir.

Bu dönemde egemen feodal sınıfın karakteri ciddî bir değişme arz etmişti. Kazaî yetke, yani tâbiiyet altında tutulan sınıfı yargılama ve bundan da kâr sağlama keyfiyeti aşağıya doğru kontlara ve şato sahiplerine (bir şatoya bağlı bölge senyörlerine) ve hattâ bir veya iki köylük küçük senyörlere kadar intikal etmişti. Büyük mülkler, özellikle manastırlar bir ölçüde istismar şekillerini muhafaza etmişler ama öbürleri parçalanmış olup ya devlet memurları tarafından denetlenmiş, ya da ikinci elden mutasarrıf köylülere kiraya verilmiştir.

Kazaî yetke de, kontluklarda olduğu gibi, adem-i merkeziyete uğramış. Feodal gelirin başlıca şekli olarak angaryalar yok olmaya yüz tutmuş. Gerçekten XII. yy.dan itibaren toprak aristokrasisi tarafından sahip çıkılan köylü fazla çalışması (surtravail), tasarrufların yüzölçümüne göre hesaplanmış bir aynî ya da nakdî rant şeklinden çok bir senyörlük vergisi (taille) ya da yargı yetkisinin kullanılmasından elde edilen kârlar (beneficium) şeklinde olurdu. Bu kârlar sadece mahkemeye ödenen nakdî cezaları içermeyip bunun dışında, kazaî yetkeye tâbi kişilere, bunlar ister hür, ister serf veya mutasarrıf olsunlar, buğdayını senyörün değirmeninde öğütmek, ekmeğini onun fırınında pişirmek, ya da onun cenderesini kullanmak (şıra, şarap, yağ çıkarmak için) gibi zorunlu banalité’leri de içine alıyordu. Bütün bunların dışında, her türlü kişiye icbar edilmiş angaryalar da vardı, yol ve şato inşası, senyörün çayırının otunun biçilmesi ya da bağının bakılması gibi. Bu yeni feodal rantın tutarı hesap edilmiş ve bunun, bundan önceki mülk sahibinin domenlerinin geliri üzerinden takdir edilmiş tutarı büyük ölçüde geçtiği görülmüştür. Bununla birlikte, yükler ağırlaştıkça, “serf” tabiri ortadan kalkıyor ve XII. yy.ın ortalarında sadece az sayıda köylüyü ifade ediyor.

Bu dönem içinde, feodal gelirin evrimi ile kentlerin, küçük pazar ya da büyük kentsel merkezlerin gelişmesi arasındaki muhtemel bağ, bir temel konu olmaktadır şöyle ki XI. ve XII. yy.ların kent Rönesans’ı, yeni servaj şekillerinin gelişmesine rastlar. Mutasarrıflardan icbar edilen gelir türlerinden çok kaza bac’ı ve banalité’ler şeklinde cebren alınan köylü fazla çalışması (surtravail), senyörün gelirinin her geçen gün nakdî türe dönüştüğünü gösterir. Kırsal kesimle kent arasında işbölümü, kentlerin sadece köylünün senyöre para olarak borcunu ödemek üzere ürününü satmaya getirdiği pazar olarak değil, aynı zamanda bir sınaat merkezi olarak tanımlanması, daha ayrıcalıklı ve de kültürel gereksinmeler açısından, daha karışık bir aristokrasi tarafından fazla çalışmanın ele geçirilmesine karşılık, izahını bulur. Bu süreçler daha çapraşık şekilde betimlenmelidir. Bir takım küçük kentlerin, senyörlerin inisiyatifiyle, aynı zamanda çarşı tekâlifi, ihtisap resmi ve imrariye (geçiş resmi) şeklinde de bazı kârlar getiren müsait pazarlar olarak kurulmuş olduklarında şüphe yoktur. Sair yerlerde hirfetin ve mahallî ya da ithal edilen lüks mamullerin pazarlarının geliştiği merkezler çoğu kez Kilise veya bazı büyük feodalin, dük veya kontun maiyetindeki muharip gruplara ait olurdu. Her halükârda gerekli koşul, senyör gelirinin olanak ve artması oluyordu.

Max Weber, Asya kent topluluklarına nazaran Batı feodalizmininkilerin politik özellikleri üzerinde ısrarla durmuştur. Hiç şüphesiz bağımsız kent topluluğu Avrupa feodalizminin karakteristiklerinden biri olmuştu. Feodal denetime göre çeşitli kentsel özerklik dereceleri vardı ve en büyük politik bağımsızlığa sahip olan şehirler mutlaka ekonomik ya da sosyal olarak en gelişkinleri değildi.

Köyle kent arasındaki işbölümünün sınırları da kesin çizgilerle belirmiyor şöyle ki lâik ya da ağa mülklerinin ekonomisi içinde bütünleşmiş uzman hirfet ehli vardı; ayrıca köylerde, tasarruflarındaki toprakları işleyen, fakat çalışma fazlası ürün şeklinde alınan sınaatkârlar, özellikle demirciler vardı ki işbu çalışma fazlası at nalı, saban demiri tamiri… şeklinde cebren alınırdı.

Avrupa’da kent ahalisinin büyük bölümünü barındıran küçük kentlerde sınaat erbabının feodal sömürüsü, köylünün sömürülmesine koşut haldeydi. Zira bu kentlerin senyörleri hirfet ehlinin çalışma fazlasını, kiralar, pazar rüsumu, fırın ve değirmen banalité’leri, imrariye ve çeşitli vergiler şeklinde süzüyordu. Bazılarının ileri sürdükleri sözde ticarî devrim hiçbir surette feodal üretim tarzını değiştirmemişti.

Bu denli geniş kapsamlı bir tarihî dönem üzerinde çok uzman yazıp çizmiştir. Bunlardan burjuva ideolojisine bağlı olanların da söyledikleri doğru söz eksik değildir. Bunlar çoğu kez tek yanlı ve eksik olmakla suçlanmakta ve bir genel toplumsal kanun içinde değil de bireysel olgularmış gibi olayları mütalâa etmektedirler.

Marx “feodalizm” tabirini bir toprak aristokrasisinin, köylünün başlıca bölümünü oluşturduğu toplumun geri kalanı üzerindeki egemenliğini betimlemek için çağdaşlarının nispeten alışık oldukları bir manada kullanıyordu. Bu egemenliğin tahlilini, işbu tahlili doğruca müstahsillerin çalışmasının, bunların esasî gereksinmeleri karşılandıktan sonra, egemen sınıfın geliri haline dönüşmesinin özgül sürecine yönelterek yapıyordu. Feodal üretim tarzının aslı, büyük toprak sahipleriyle bunlara inkıyat etmiş köylüler arasındaki sömürü ilişkisidir. İşte “servaj” tesmiye edilen olgu, bu ilişkinin kendisidir.[13]

P.-M. Sweezy’nin, bu tarifin ruhuna sadık kalmış Dobb’u eleştirisi de anlamlıdır. Onu da özetleyelim.

Dobb feodalizmi “mutat olarak servajdan anladığımızla, ezcümle üreticiye zorla ve iradesinin dışında bir senyörün ekonomik gereksinmelerini ya angarya ya da aynî veya nakdî gelir şeklinde karşılamak mecburiyeti ile zımnen aynı” şekilde tarif ediyor. Buna göre Dobb, bütün yapıtı boyunca “feodalizm” ve “servaj” tabirlerini pratik olarak eş manada kullanıyor.

O ise ki bu tarif bir üretim sistemi ile aynı olmamaktadır. Bir servaj şekli, gerçekten feodal olmayan sistemlerde bulunabilir. Bunun dışında, başlıca üretim ilişkisi olarak dahi servaj, değişik dönem ve bölgelerde, değişik ekonomik örgütlenmelerle müzdeviç olmuştur. Bu konuda Engels, Marx’a son mektuplarından birinde “muhakkak ki servaj ile angaryaya bağlanma özgül olarak (spezifisch) Ortaçağ’a ait ve feodal bir şekil değildir; biz buna her yerde, ya da az çok her yerde rastlıyoruz ki buralarda fatih, toprağı kendi hesabına eski sekeneye işlettiriyor.” Bu itibarla Dobb’un tanımladığı, gerçekte, bir sosyal sistem değil, hepsi servaj üzerine müesses bir sosyal sistemler ailesidir. Özgül tarihî sorunların etüdünde, sadece feodalizmden bahis edildiğinin değil, aynı zamanda hangi sistem tipinin bahis konusu olduğunun da bilinmesi önemlidir.

Eleştiriyi dinlemeyi sürdürmeden önce hemen esas konumuz itibariyle önemli gördüğümüz bir noktayı vurgulayalım: Sweezy, feodalizmde mutlaka servaj unsurunun bulunduğu’nu yadsımıyor. Sadece bu unsurun, daha başka sistemlerde de bulunabileceğini iddia ediyor. Devam edelim onu dinlemeye.

Dobb, Avrupa feodalizminin temel niteliklerinin kısa bir özetini veriyor:

  1. Üretim araçlarının basit ve genellikle az pahalı, üretim ediminin bir bireysel karakteri haiz bulunduğu bir ortamda tekniğin düşük düzeyi; işbölümü de üzerinde işlenmemiş bir düzeyde.
  2. Daha geniş bir pazarın değil, sadece köy aile ya da aile topluluklarının basit gereksinmelerini karşılayan bir üretim.
  3. Malikâne ekonomisi: Senyörün mülkünün, çoğu kez büyük ölçüde vaki, cebren elde edilmiş çalışmalarla değerlendirilmesi.
  4. Politik adem-i merkeziyet.
  5. Toprakların senyör tarafından angaryalarla müzdeviç bir tasarruf şekli üzerine oturan, şartlı zabt ve tasarrufu.
  6. Bağlı sekene üzerinde icra edilen kazaî yetkenin senyör tarafından kullanılması.

Dobb, bu karakteristikleri haiz sistemi “feodalizmin klasik şekli” tesmiye ediyor. Ama buna “Batı Avrupa feodalizminin şekli” demesi daha münasip olurdu.[14]

Dobb’un betimlemesinden hareket ederek Batı Avrupa’da feodalizm, Servajın başat üretim ilişkisi olduğu ve üretimin de senyörün mülkünün içinde ve etrafında örgütlendiği bir ekonomik sistem olarak tanımlanabilir. Bu tanımlamanın “doğal ekonomi” ile uyuşma ya da muhasebe yokluğunu istilzam etmediğine dikkat etmek önemlidir. Bu, gerçekten, pazarların az çok her daim yerel olup uzak ticaretin, tümden yok değilse bile, üretim yöntem ve araçları üzerinde hiçbir rol oynamadığını müstelzimdir. Bu anlamda feodalizmin temel niteliği, kullanım için bir üretim sistemi oluşudur.

Topluluğun gereksinimi malûm olup üretim işbu gereksinmeleri karşılayacak şekilde plânlanıp örgütlenmiştir. Bunun son derece önemli sonuçları vardır: Burada, kapitalizmde görüldüğü gibi, üretim yöntemlerini sürekli olarak inkılâp ettiren baskılar yoktur. Teknikler ve organizasyon şekilleri rutin içine yerleşir. Bunun vaki olduğu yerde, toplumun bütün yaşamı âdet ve geleneğe doğru yönelir.

Ancak bütün bunlardan, böyle bir sistemin tümden müstakar ya da durağan olduğu istidlâl edilmemelidir. Senyörlerin toprak ve nüfuz kazanmak için birbirleriyle rekabetlerinde bir istikrarsızlık unsuru mevcuttur. Bu rekabet az çok sürekli bir savaş durumu yaratmaktadır; ama yaşam ve varlıkları tehdit eden emniyetsizlik, üretim yöntemlerini kökünden değiştirmekten uzak olarak senyörle vassal arasında karşılıklı bağımlılığı artırıp feodal ilişkilerin temel yapısını pekiştirir. Feodal savaş toplumu altüst eder, onu fakirleştirip tüketir ama hiçbir surette değiştirmez.[15]

Marx’la Engels, XV. yy.da feodal şekillerin özlerinden çok şey kaybettiklerini ve servajın bütün Batı Avrupa’da başat üretim ilişkisi olmaktan çıktığını düşünüyorlardı. Christopher Hill de şunları söylüyor: “Dobb’un feodalizm tarifi XI. ve XVI. yy. İngiltere’sinin kırsal kesimini nitelemek olanağını engelliyor. O, feodalizmle angaryanın eş tutulma görüşünü reddediyor ve İngiltere’de servajın ilgasına bir temel mana veriyor. Dobb, bir nakdî rant ödeyen köylüler (XVI. yy. İngiltere’si kırsal kesiminin kahir çoğunluğu) çok çeşitli yollardan senyöre bağlı kalabilirlerdi. XVI. yy.da İngiliz tarihinde kapitalist ilişkiler genişlemiş olmakla birlikte kırsal kesimin çoğunluğunda hâkim sömürü ilişkileri hep feodal kalmıştı… Önemli nokta, senyörle köylü arasındaki münasebetlerde yasal şekil yokluğunda olmayıp iş bu münasebetlerin ekonomik içeriğindedir.”

Feodalizm kavramı bu türlü yayılacak olursa, onun bilimsel olarak kullanımı için gerekli sıhhat ve kesinliği yok edilmiş olur. Mutasarrıfların sömürülmesi ve “çok çeşitli şekillerle” senyöre bağımlılıkları feodalizmin işareti olacak olursa, şu anda ABD’nin bazı bölgelerinin tümden feodal olduğu sonucuna varmamız gerekir…[16]

Bu savlara Dobb’un yanıtı da şöyle oluyor:… Çeşitli ekonomik şekiller aynı bir karakteristiği haiz olduklarında müşterek öğe, değişiklik sağlayan öğelerden (örneğin pazarla üretim ilişkisi) çok daha anlamlıdır. Gerçi bu üretim ilişkisi, artık ürünün cebren alınma şekline, angaryalar, ya da aynî veya nakdî bir vergi’ye (cizye) göre çok değişik olabilir. Fakat bu öğeler arasındaki fark Batı Avrupa feodalizmi ile Doğu Avrupa’nınkine tekabül etmez… Hiç şüphesiz Batı Avrupa koşullarıyla Doğu Avrupa’nınkiler arasında önemli farklar mevcuttu, ama aynı zamanda “doğruca üretimciden cebren alınan ödenmemiş çalışma fazlası’nın (surtravail)” işbu alınış şekli itibariyle de şaşırtıcı benzerlikler vardı.[17]

Bir üretim tarzı olarak feodalizmle, değer fazlasını cebren alma mekanizması olarak serflik kurumu, en küçük köy birimi düzeyinde ekonomik istismar ile sosyal ve yasal zorlamayı kendi içinde mezcetmişti.[18]

Yukarıdaki önemli tartışmaya ağırlığıyla iştirak eden H. K. Takahashi’ye göre Sweezy, servajın bir özgül tarihî kategori olduğunu yadsıyor. O ise ki feodal ya da burjuva, eski üretim tarzlarını, ekonomik tarihin başlıca aşamaları olarak dikkat nazara aldığımızda ilk ele alınacak husus, çeşitli üretim şekillerinin kesin etkeni, temeli olan çalışma gücünün sosyal varlık şekli olmalıdır. O ise ki temel çalışma şekilleri kölelik, servaj ve ücretli işçilik olup servajı feodalizmden, bir toplu kavram içinde tefrik etmenin hata olacağı muhakkaktır.[19]

Feodalizmle kapitalizm arasındaki çelişki, “kullanım için bir üretim sistemi” ile “pazar için bir üretim sistemi” arasındaki çelişki olmayıp bir yandan toprağın feodal mülkiyeti ve servaj, öbür yandan da sınaî sermaye ve ücretli işçilik sistemi arasındaki zıtlaşmada yatar.[20]

Ve ekliyor Takahashi: Feodalizmin gelişme kanunu ancak bizzat köylülerin kurtuluş ve bağımsızlığı yönünde gidebilir. Keza, mutlakıyetin, işbu kaçınılmaz gelişmenin ürünü olan feodalizmin krizine set çekmek üzere ortaya çıkmış bir merkezî güç sistemi olduğu da muhakkaktır.[21]

Eric Hobsbawm’ın da önerileri var, bu önemli tartışma içinde, feodalizmin evrenselliği babında. “Pratikte her şeyin içine tıkıldığı ‘feodalizm’in bugün artık ilkel toplumlardan kapitalizmin zaferine kadar, Çin’den Batı Afrika’ya ve hattâ Meksika’ya kadar uzandığını ifade ediyor”, bu evrensellik. Her ne kadar bugün ‘‘feodalizm”e verilmiş bu geniş manayla mutabık değilsek de bunun son derece yaygın bir sosyal şekil olduğu açıktır.

Daha önce, Ortaçağ’da, genel teknolojik düzeyinin sınırları itibariyle, değişik bölge ve sistemlerde bir müşterek unsurun bulunmasının doğal olduğunu biz, ısrarla ifade etmiştik. Adı geçen ünlü tarihçi-sosyologlar da bunu, disiplinlerine özgü şekilde söylüyorlar ve de keyfiyetin, her yerde “feodalizm”i görmek için yeterli olmayacağını vurguluyorlar. Devam edelim, Hobsbawm’a kulak vermeye.

Hiçbir Marksist, Avrupa’nın ekonomik evrimini mümkün kılan güçlerin, sosyal ve tarihî koşulların farklılıkları karşısından her yerde mutlaka aynı sonuçlara varmamasına rağmen, her yerde var olduğunu yadsımayacaktır.[22]

Yukarıdaki mülâhazaların ışığında, “Asya feodalizmi”nden sadece Japon feodalizminin anlaşılması gerektiği meydandadır şöyle ki Batınınkine en yakın, en çok benzer unsurlar içeren tek sistem, Japon feodalizmidir. Ancak kitabımızın konusunun Osmanlı toplumsal yapısının kökenleri, yani bunun oluşmasında etken olabilecek akımların araştırılması olduğuna ve Japon etkisinin de bahis konusu olmadığı savına göre bunun tetkikinden sarfı nazar ediyoruz.

* *

Dönelim Takahashi’nin yukarıdaki sözlerinden birine, “mutlakıyetin, …feodalizmin krizine set çekmek üzere ortaya çıkmış bir merkezî güç sistemi olduğu…” konusuna. Düşüncenin ana theması olarak Devlet’in kendisini almak hususunda birkaç söz faydalı olacaktır: Tarihî maddeciliğin temel belitlerinden biri sınıflar arasında dünyevî mücadelenin nihaî çözümünün toplumun, ekonomik ya da kültürel değil de, politik düzeyinde olduğudur. Başka deyimle, sınıflar baki kaldıkları sürece üretim ilişkilerindeki temel değişmeleri damgalayan keyfiyet, Devlet’lerin bina edilmesi ve tahribidir.”[23]

Artık XV. yy.da feodal üretim tarzının sınırları aşikâr olmuş, bu sınırın yetersizliği Avrupa ekonomisi ve toplumunu krize götürmüştü. Bunun nihaî politik sonucu olarak, XVI. yy. içinde, Batı’da Mutlakıyetçi Devlet’ler zuhur etmişti. Fransa, İngiltere ve İspanya merkezî monarşileri, Ortaçağ sosyal yapılarından kesinlikle kopmayı temsil ediyordu. Ama bu monarşilerin tarihî tabiatı hakkındaki tartışma Engels’in bunların eski feodal soylulukla yeni kentsel burjuvazi arasında bir sınıf dengesinin ürünü oldukları hükmünden[24] beri sürüp gitmiştir.

Ama Engels’le Marx, bu hükmü, daha sonraki yazılarında, iyice pekiştireceklerdir.

Bizi bunda ilgilendiren husus, Osmanlı Mutlak Devleti’nin böyle bir denge “karşı ağırlığı”ndan ibaret olup olmadığıdır ki yanıtın “olmadığı” merkezinde bulunduğu açıktır. Döneceğiz konuya.

Ortaçağ’ın sonunda zuhur eden feodal sömürü şekilleri’ndeki değişmeler, çok manalıdır. Gerçekten Devlet şekillerinin değişmesine yol açan, bu değişmeler olmuştu. Mutlakıyet, an asıl, feodal egemenliğin yeniden yayılmış ve güçlenmiş mekanizması olmuştur. Bu mekanizma köylü kitlesini geleneksel içtimaî mevkiine kenetlemek için tasarlanmıştı. Başka deyimle Mutlakıyetçi Devlet hiçbir zaman aristokrasi ile burjuvazi arasında bir hakem, hele doğmakta olan burjuvazinin aristokrasiye karşı bir âleti, kesinlikle olmamıştır: O, tehdit altında bulunan soylular takımının bürünmüş olduğu bir yeni kabuk olmuştur. Christopher Hill, bu konuda akıtılmış mürekkebi şöyle özetliyor: “Mutlak monarşi, kendisine takaddüm eden feodal-devletler monarşisinin farklı şekliydi; ama egemen idareci sınıf aynı kalmıştı, tıpkı bir cumhuriyet, meşrutî monarşi ya da faşist diktatörlüğün, burjuvazi idaresinin değişik şekilleri olduğu gibi.” Althuser de bu yönde mutlak monarşinin tabiatını doğruca şöyle ifade ediyor: “Mutlakıyetçi monarşinin siyasî rejimi sadece, mal ekonomisinin gelişme döneminde feodal egemenlik ve istismarının idamesi için gerekli yeni siyasî şekilden ibarettir.”

Serflik kurumunun tedricen yok olmasıyla feodal senyörlerin sınıf gücü doğruca tehdit altına girmişti. Bunun sonucu olarak siyasî ve hukukî zorlamanın yukarıya, merkezî, militer zirveye, Mutlakıyetçi Devlet’e doğru kayması vaki olmuştu. Köy düzeyinde oldukça “sulanmış” bulunan işbu zorlama-baskı, “ulusal” düzeyde yoğunluk kazanmıştı. Böylece de, sürekli işlevi köylü ve halk tabakalarını sosyal kademenin tabanında tutmak olan kraliyet gücü mekanizması pekişmişti. Bununla birlikte bu yeni Devlet makinesi, aynı zamanda tabiatı icabı, bizatihi soylu sınıfının içinde dahi birey ve grupları kırıp zabt ü rapt altına almaya muktedir bir cebir gücüyle donatılmış oluyordu. Bir merkezî monarşide siyasî iktidarın sosyal nizamın doruğunda temerküz etmesinin somut mütemmimi de feodal mülk birimlerinin kendi eli altında ekonomik teminata kavuşması olacaktı.[25]

Bütün bu evrim içinde bizi ilgilendiren husus, merkeziyetçi, mutlakıyetçi monarşinin, feodal yapının dağılmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir kategori olup olmadığıdır. İlerledikçe, Osmanlı içtimaî düzenini “feodal” olarak nitelemenin güçlüğü aşikâr olacaktır. Devam edelim.

Yeni bir aşama olarak ortaya çıkmış mutlak monarşinin kapitalist ya da yarı-kapitalist karakteri de yadsınmakladır.[26] Batı’nın bu Mutlakıyetçi Devlet’leri, derun yapıları itibariyle birer harp makinesinden başka bir şey olmuyorlardı.

Fransa’da ilk muntazam ulusal vergi, taille royale, Avrupa’nın ilk muntazam askerî birliğini finanse etmek üzere zırh olunmuştu ki bununla XV. yy.ın ortalarının compagnies d’ordonnance’ları kurulmuştu. “Batı Avrupa’da modern idarî monarşi tipine doğru dürtü, V. Karl’ın 1535’ten itibaren Batı Akdeniz’de Türklere karşı giriştiği büyük deniz seferleriyle başlamıştı” diye yazacaktır İspanyol tarihçi J. Vicens Vives, bir kongre bildirisinde.[27] O ise ki o tarihlerde Osmanlı Devleti’nin malî, idarî ve askerî örgütü, en ince ayrıntısına kadar dikkatle hazırlanmış olarak çoktan yerine oturmuştu. Şu halde I. Selim’in merkezî, mutlakıyetçi Devlet’i; V. Karl’ınkinden tamamen değişik bir kategoride bulunuyordu. Bu çok önemli sava tekrar döneceğiz.

[1] Meselâ, özel sohbetlerimizde İsmail Hüsrev Tökin Bey.

[2] “Réflexions sur l’usage du mot féodalite”. in JESHO III, 1960-61, zikreden R. Boutruche, op. cit. s. 238.

[3] R. Boutruche.- op. cit.

[4] ibd., T. II, s. 31-9.

[5] ibd., s. 40-6.

[6] ibd.,s. 56-8.

[7] ibd., s. 73-5 ve G. Duby.- op. cit. II, s. 385-6.

[8] G. Duby.- op. cit. II, s. 403-4.

[9] R. Boutruche.- op. cit. II, s. 76-8.

[10] ibd., s. 80-2.

[11] ibd., s. 105.

[12] Bkz. Burhan Oğuz.- Yüzyıllar boyunca Alınan gerçeği ve Türkler, İst. 1983, s 420 ve dev. ve passim.

[13] Rodney Hilton.- Introduction, in Coll.- M. Dobb, M. Sweezy. Du féodalisme an capitalisme: problémes de la transition, C.I, Paris 1977,

  1. 13-42.

[14] Paul Sweezy.- Une critique, in ibd., s. 45-7.

[15] ibd., s. 47-9.

[16] ibd., s. 65-7.

[17] Maurice Dobb.- Une réponse, in Coll.- M. Dobb…, s. 80-1.

[18] Perry Anderson. – Lineages of the absolutist state, London 1980, s. 19.

[19] Tarafımızdan belirtildi. H. K. Takahashi.- Contribution à la discussion, in M. Dobb…, s. 97-8.

[20] ibd. s. 100.

[21] ibd., s. 124.

[22] Eric Hobsbawm.- Du féodalisme au capitalisme, in Coll.- M. Dobb… II, s. 8-9.

[23] Perry Anderson.- Lineages of the absolutiste state, London 1980, s. 11.

[24] ibd.,s. 15.

[25] ibd„ s. 18-20.

[26] ibd. s.19, infra-9.

[27] Zikreden P. Anderson.- op. cit., s. 32.