Wilhelm Reich, faşizmin kitle psikolojisini, bu doktrini, tamamen başka bir görüşle irdeliyor; bunun izahı için insan ruhunun derinliklerine iniyor.
Beşerî tepkiler hakkında karar vermek için, prensip itibariyle, biopsikolojik yapının üç farklı tabakası hesaba katılmalıdır. Karakter dokusunun bu tabakaları, sosyal evrimin tortuları, özerk olarak hareket eden tortulardır. Varlığının yüzeysel tabakasında ortalama bir insan sakınımlı, nazik, merhametli, vazifesinin bilincinde, vicdanlıdır. Bu yüzeysel, doğasının derindeki çekirdeği ile doğruca temas halinde olsaydı, beşeri hayvan sosyal faciayı bilemeyecekti. Ama maalesef durum böyle değil: Sosyal işbirliğinin yüzeysel tabakası, kişinin derin biolojik çekirdeği ile hiçbir temasta bulunmuyor; bu tabaka, bir ikinci karakter tabakası, münhasıran zalim, sadık, şehvetperest (kösnücü), açgözlü, hased (kıskanç) dürtülerden oluşur. Bu sonuncusu, Freud’un “bilinçdışı” ya da “içine kapanık, doyumsuz” tipini temsil eder.
Orgon (bionerji, yaşam enerjisi) biofiziği Freud’un “bilinç dışı”nı yani insanın sosyal karşıtı unsurunu, birincil biolojik dürtülerin bastırılmasının sonucu olarak izah edebilmiştir. Sapkınlığın bu ikinci tabakasının içine, beşerî hayvanın en derin biolojik temeline kadar dalındığında, genel kaide olarak üçüncü tabakayı, biolojik çekirdek dediğimiz alt tabakaya rastlanır. Bu çekirdekte insanoğlu, sosyol koşulların ona elverişli oldukları kadarıyla, namuslu, çalışkan, işbirlikçi, seven ve belki bir ussal bağlamda nefret etmesini de bilen bir hayvan olur. Önce aslına uygun olmayan ve sahte olarak toplumcul bugünün adamının karakter yapısını gevşetmek ve vaadlarla dolu derin tabakaya inmek mümkün değildir. Nezaket maskesi düşecek olursa ortaya, ilk önce doğal toplumculluk değil, kötülüğe eğilimli, sadist karakter tabakası ortaya çıkar.
Bu can sıkıcı, aksi dokusal yapının sonucu olarak, her doğal, sosyal libidoya ait itiş (dürtü), biolojik çekirdeği terkederek harekete geçmeyi arzu eder; bunun için de, onu saptıran kötülüğe eğilimli tali itişleri katedecektir. Bu sapma, sosyal itişlerin (zorlamaların) başlangıçtaki toplumcu karakterini kötülüğe eğilimli hale getirip yaşamın bütün gerçek ifadesini bilinçaltına atar.
Bu beşerî dokuyu sosyal ve politik alana oturtalım.
İnsan topluluğunda çok sayıda politik ve ideolojik ayrıntıların, insanın karakter yapısının sadık aksi (yansıması) olduklarını farketmek güç değildir. İdealist felsefenin, işbu insan yapısının ebedî ve değişmez olduğuna dair yanlış görüşlerini benimsemek olanaksız oluyor.
İnsanoğlunun ilkel biolojik ihtiyaçlarını bazı koşul ve değişimlerin bir karakter yapısına dönüştürülmesinden beri o, toplumun sosyal yapısını ideolojiler halinde yeniden veriyor.
1933’te faşizm, genellikle örgütlenmiş haliyle, başka “toplumsal topluluklar” gibi, bir “politik” fikri temsil eden bir “siyasî parti” olarak geçiyordu. Bu görüşe göre “faşist parti, faşizmi şiddet ya da siyasî manevralarla kabullendiriyordu”.
Dr. Reich’in tüm sosyal tabakalar, ırk, milliyet ve inançlarda erkek ve kadınlar üzerindeki tıbbî deneyimi, bu görüşe ters düşerek ona “faşizm”in, orta insanının karakter yapısının siyasî olarak örgütlenmiş ifadesinden ibaret olduğunu öğretmiş; bu yapı, ırklara, ulus ya da belli partilere özgü değildi. İşbu karakterolojik açıdan görüldüğünde, “faşizm”, otoriter makinacı uygarlıkla onun mekanist-mistik ideolojisinin ezdiği insanoğlunun temel heyecana bağlı tavrından ibarettir.
Faşist partileri, zamanımızın mekanist-mistik karakterini(60)– uyandırrmakta, bunun tersi görülmemektedir.
Yanlış bir siyasî düşünme biçimiyle bugün hâlâ faşizm, özgül bir Alman veya Japon olayı olarak sayılmaktadır. O ise ki bu ilk hatâ başka hatâların da sıkıntılarını sürüklüyor.
Böylece de faşizmde herzaman küçük bir gerici hizbin diktatörünü görmekten hoşlanılıyor; bu kanı ise, tüm gerçek kurtuluş hareketlerine zarar veriyor. Bu hatânın sürekliliği, gerçeğin açık ve seçik olarak görünmesinin insanlarda yarattığı korku ile izah edilir: Gerçekte, faşizm, insan topluluğunun dünyanın tüm uluslarında bütün uzuvlarına varan bir uluslararası olaydır. İşbu istidlâl son yılların uluslararası olaylarıyla mükemmelen uyum halindedir.
Reich’ın karakter analizi babındaki deneyleri onu, karakter dokusunda faşist düşünce ve hassasiyetinin unsurlarını taşımayan tek bir yaşayan insanın mevcut olmadığı inancına götürmüş. Siyasî hareket olarak faşizm, bütün öbür gerici partilerden, kitleler tarafından kabul edilip övülmüş olmasıyla ayrılır.
Adî militarizm ile faşizm arasındaki farkın bütün açıklığıyla görülmesi gerekir: II. Wilhelm Almanya’sı militarist idi, ama faşist değildi.
Faşizm daima insan kitleleri tarafından sürdürülen bir hareket olarak ortaya çıktığına göre, kalabalıkta sıradan adamın karakter yapısının bütün çizgilerini ve çelişkilerini taşır. İnanma eğiliminde olunduğu gibi faşizm, sadece bir gerici hareket olmayıp devrimci heyecanların ve gerici sosyal kavramların bir bileşimi olarak görünür. Faşist isyanlara daima bir devrimci heyecanın, gerçeğe karşıdan bakmaya korktuğundan, bir yanılsamaya (düş’e) dönüştüğü zamanlarda tanık olunuyor.
Saf haliyle faşizm, ortalama adamın bütün usa aykırı karaktere değin tepkilerinin toplamı oluyor.
Beşer tarihinde usdışının başlıca rolünü görme cesaretini haiz olmayan dar görüşlü sosyoloğa göre faşist ırkçı teori, sadece emperyalist çıkarların ifadesi, ya da, daha ılımlı bir düsturda, bir “önyargı” oluyor. Bu aynı zamanda sorumsuz ve çenebaz politikacıların da görüşü oluyor. “Irkçı önyargılar”ın etki ve geniş yayılması, kaynaklarını, yani insan karakterinin usdışı bölümünü, kanıtlıyor. Irklar kuramı bir faşist icadı değildir, tam aksine: Irkçı kin, onun siyasî ifadesi olan faşizmi doğurmuştur. Bu itibarla bir Alman, İtalyan, İspanyol, Anglo-Sakson, Yahudi, Arap faşizmi vardır. Irkçı ideoloji, cinsî bakımdan güçsüz insanın biopatik karaktere değin ifadesi oluyor.
Irkçı ideolojinin sadık ve kötülüğe eğilimli karakteri keza, onun dine karşı tavrında da meydana çıkıyor. Faşizmin paganizme dönüşü, dinin ölümcül düşmanı olduğu iddia edilmiştir. O ise ki bunun aksi doğrudur. Faşizm, dinî mistisizmin doruk noktasına varmış bir şekli, onun özgül sosyal ifadesidir. Faşizm, kökeni cinsî sapıklıkta bulunan bir özel dincilik şeklini savunur, eski peygamberlikler döneminin ıstırap dininin mazoşist karakterini sadık dine tahvil eder. Böyle yapmakla da dini, ıstırap çekme felsefesine özgü, öbür taraftan, sadık cinayetin “yersel” çevresine kadar taşır.
Faşist zihniyet, ezilmiş, otoriteye susamış ve aynı zamanda başkaldıran “aptal kafalı”nınki oluyor. Bütün faşist diktatörlerin daima edna (ortanın altında) ve gerici küçük burjuvaziden çıkmış olması, tesadüfün işi değildir. Büyük sanayici ve feodal militarist, hayatın evrensel ezilmişliğinden çıkan bir sosyal olgudan fayda sağlarlar. Otoriter ve makinalaşmış uygarlık, faşizmin şekli altında, ezilmiş küçük adamların arasında sürekli dağıttığı mistism, militarizm ve otomatikleşmeyi toplamaktadır. Küçük burjuva sadece “büyükler”in tavrının taklidini yapıp bir karikatürsü ve abartılmış şeklinin bir suretini sağlamıştır. Faşizm, sınaî ve hasta uygarlığımızın devasâ ordusunda başçavuş oluyor. Küçük burjuva ceza görmeden “büyük politika” komedisini oynayamaz: Acınacak başçavuş, emperyalist generali fazlasıyla geçti; askerî marşlar çınlatmak, geçit resmi adımlarıyla ilerlemek, kumanda edip itaat etmek, her türlü özgür düşünceden vebadan kaçar gibi kaçmak, diplomasi, strateji, taktiği örgütlemek, üniformalar, geçit resimleri, nişanların teşhiri babında, ondan daha güçlüdür. Baldırı çıplak ve memuroğlu Hitler’e kıyasla II. Wilhelm gibi bir imparator, bu konularda beceriksiz olarak kalır. Bu “proleter” general, göğsünün iki yanma madalyalar iliştirip enseden göbeğine kadar nişanlarla süslendiğinde (61)– , “halk adamı”nın büyük “resmî, gerçek” generali haset edecek bir şey kalmadığını böylece ispat etmiş olur.
Görünümünün arkasında nelerin vaki olduğunu, faşizmin hangi güçlere dayandığını iyice anlamak için, yıllar boyu alaya alınmış küçük burjuvanın karakterini tetkik etmiş olmak gerekir.
Kudurmuş faşistin izini, siyasî konjonktüre uyarak, sadece Alman ve İtalyanlar arasında sürüp bunu Amerikalılar ve Çinliler arasında da yapmadan, bizzat kendimizi hesaba katmadan, onun hergün içinde doğduğu sosyal kurumları bilmeden, onu etkisiz hale getirmek mümkün olmaz.
Faşizmle etkin olarak mücadele etmenin tek yolu ona, yaşam süreçlerinin nesnel ve pratik bir bilgisini karşı koymaktır. Kimse ona siyasî gevezelik, diplomatik dolambaçlar, geçit resimleri alanlarında dama diyemez. Ama varlığın pratik sorunlarına yanıtı yoktur, zira o herşeyi ideolojinin aynasında ve Devlet üniformasının görünümleri altında görmektedir.
Bu mülâhazalar şöyle bir sonuca götürüyor: Uluslararası faşizm, siyasî manevralarla yok edilemeyecektir. O, çalışma, sevgi ve bilginin doğal, uluslararası örgütlenmesine boyun eğecektir. Bugün artık “faşizm”in Hitler ya da Mussolini’nin bir başarısı olmayıp kalabalık içinde bir hizaya getirilmiş insanın usdışı yapısının ifadesi olduğu evrensel olarak kabul edilmiştir. Bugün kolaylıkla ırkçı teorinin bir biolojik mistisizmden başka bir şey olmadığı görülür. Kitlelerin orgazm nostaljisi artık daha iyi anlaşılıyor ve az çok heryerde faşist mistisizmin mistik sapma ve doğal cinsîliğin bilinç altına atılmasından hasıl olan orgazm nostaljisini temsil ettiğinin farkına varılıyor. Artık faşizmin cinsîliğin ekonomisi ile izahı revaç bulmuştur. Buna karşılık yan tutan marksist kavramların istisnasız üstü çizilip bunlar başkalarıyla değiştirilecektir. XIX.yy marksizmi “sınıf şuuru” kavramını, el ile çalışanlara ayırmıştı. Bunlara “entelektüel” “küçük burjuvalar”, onlarsız toplumun işleyemeyeceği elzem meslek sahibi başka çalışanları mukabil tutmuştu. İşbu sematik karşıtlık, Almanya’da faşizmin zaferine geniş ölçüde yardımcı olmuştu. “Sınıfına ait olma bilincinde çalışan” kavramı, çok dar olmakla kalmayıp tüm el işinin dokularını bile kapsamıyor.
Kitle psikolojisini bilmemiş olan marksist sosyoloji, “burjuva”yı “proleter”e karşıt tutuyordu. Bu, bir psikolojik hatâ idi. Karakter dokusu sadece kapitalisti damgalamıyor, bütün mesleklerin çalışanlarını da kapsıyor. Liberal kapitalist bulunduğu gibi, gerici işçiler de var. Toplumun bir “sınıf”ını sınırlayan bir karakter sınırı mevcut değildir.
.
. .
Hitler’den önce Alman kurtuluş hareketi, Marx’ın ekonomik ve sosyal kuramına dayanmıştı: Alman faşizminin anlamına varabilmek için, dolayısıyla, marksizmin bilinmesinden hareket etmek gerekir.
Almanya’da, nasyonal sosyalizmin iktidara gelmesini takibeden aylarda, hattâ yıllarca hürriyet uğuruna devrimci sağlamlıklarını ve özveri ruhunu ispat etmiş olanların bile, sosyal gelime babında marksizmin temel düşüncesinin doğruluğu hususunda şüpheye düştükleri görülebiliyordu.
Bu şüphe ilk bakışta kavranılamaz ama su götürmez bir olguya dayanıyordu: Amaçları ve özü ile faşizm, siyasî ve ekonomik en uç ifadesi olarak kendini eden bir uluslararası olay olmuş ve birçok ülkede, açık ve yadsınamaz şekilde, devrimci sosyalist hareketleri geriye sürmüş, ileri derecede sanayileşmiş ülkelerde çok daha büyük şiddetle tepelerine binmişti; bu keyfiyet, sorunu ancak ağırlaştırıyordu. Uluslararası milliyetçiliğin kuvvetlendirilmesine, modern tarihin bir safhasında işçi hareketinin başarısızlığı tekâbül ediyordu; o ise ki marksistlere göre o, “kapitalist üretim tarzının dağılması için olgun haldeydi”. Buna, I. Dünya Harbi başında işçi Enternasyonalinin yetersizliğinin sürüp giden hatırası ve Rusya dışında 1918 – 1923 devrimci hareketlerinin boğulması eklenecekti. Bu itibarla bütün bu şüpheler, oldukça ağır vakıalara dayanıyordu; haklı çıkmış olsalardı, Marx’ın temel tezi yanlış idiyse, işçi hareketini amacına varma olanağını sağlamak üzere ona kararlı bir yeniden yönlendirme gerekiyordu; buna karşılık, şüpheler haklı değil idiylerse, Marx’ın temel sosyolojik tezi doğru idiyse, işçi hareketinin kronik iflâsı sebeplerinin derin ve ayrıntılı bir tahlili gerekli oluyordu, aynı zamanda yeni bir tür kitle hareketinin, faşizmin, doğuşu da izah edilmeliydi.
1930’a doğru Almanya’da, bazı toplantılarda, milliyetçi ve metafizik zihniyete bulaşmış olmakla birlikte akıllı ve namuslu, Otto Strasser tipinde devrimciler, marksistlere şöyle sitem ediyorlardı : “Siz marksistler, mutad olarak Karl Marx’ın doktrininin yolunda olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Marx, teorinin kendini uygulama ile doğrulamadığını öğretiyordu. Marksizmimiz iflâs etmiştir. Siz 1914 bozgununu “sosyal – demokrasinin” kopmasıyla, 1918’dekini de, onun “ihanet politikası” ve yanılsamalarıyla izah ediyorsunuz. Şimdi de, büyük ekonomik kriz sırasında, kitlelerin, daha çok sola değil, sağa kaymalarını izah için başka deliller ortaya atıyorsunuz. Ama bütün izahlarınız terslikleri silemez! O halde, seksen yıldan beri, sosyal devrim doktrinini pratik düzeyde doğrulayan olgular neredeler? Siz, ruh ve anlığı inkâr etme, bunlara önem vermemek ve herşeyi harekete geçirenlerin bunlar olduğunu anlamamak temel hatasına düşüyorsunuz. “İşte, marksist hatiplerin nasıl yanıtlayacaklarını bilmedikleri bir kanıtlama türü. Bunların erekler, sosyo-ekonomik kriz süreçlerinin tartışmasıyla sınırlı (kapitalist üretim tarzı, ekonomik anarşi vs.) politik kitle propagandasının daha önceden zaten sol’a kazanılmış küçük bir insan azınlığından ötesine hitâbetmediği açıkça ortaya çıkıyordu. Maddî sıkıntıyı, açlığı ileri sürmek yetmiyordu, çünkü her politik parti, hattâ kilise bile, bunu yapıyordu; ve böylece de kriz ve yıkımının en üst noktasında, nasyonal sosyalist mistizminin sosyalizmin ekonomik doktrini üzerindeki zaferine tanık olunuyordu. Bundan şöyle bir sonuç çıkıyordu ki bu, sosyalizmin propaganda ve anlayışı, onun “politik hataları”nı izah eden ağır eksiklikler içeriyordu. Kusur, marksizmin siyasî gerçeğe dönmesi hususundaki imkânsızlığında olup diyalektik materyalizm, bunu ifna etme olanağını sabğlayabilirdi. Ama bunun içerdiği bilkuvve varlıklar kullanılıp bunlardan yararlanılmamıştı; şimdiden, marksist politikanın uygulamada, kitlelerin karakter yapısı ile mistizmin sosyal etkilerini hesaba katmadığını söyleyelim. Yeni tarihî olgulara diyalektik materyalizmin uygulanması merak edilmiyordu: Faşizm, Marx ve Engels’in bilmedikleri, Lenin’in de ancak ilk ışıltılarını farkettiği böyle bir olgu olmuştu. Gerçeğin gerici kavramı, ne çelişkiler, ne de gerçek vakıalarla ilgilenir; gerici politika, evrime karşı koyan tüm sosyal güçlerden otomatik olarak faydalanır. İlerde yine ifade edileceği gibi, faşizmin kitle temeli, isyan etmiş küçük burjuvazi, sadece gerici güçleri değil, aynı zamanda kararlı olarak terakki edici güçleri de seferber etmişti; kimse işbu çelişkiyi farketmemiş olup, Hitler tarafından iktidarın ele geçirilmesine az kalana kadar küçük burjuvazinin rolü göze çarpmamıştı”(62)– .
Marx’ın kendi deyimiyle radikal olmak, “işi kökünden tutmak” demektir: İşler kökünden tutulduğunda, bunların çelişki süreçlerinin farkedildiklerinde, gerici unsur üzerine zafer müemmen olur. Başka türlü hareket edildiğinde, kaçınılmaz olarak mekanist, ekonomist veya metafizik görüşlere, başka ifadeyle, felâkete varılır.
Dejenere olmuş bilimsel Marksizm, “âdi, sıradan markizm”e dönüştü. İşte bu “âdi marksizm”, 1929 – 1933’ler vûs’atindeki bir ekonomik krizin ister istemez, bundan müteessir olmuş kitlelerin bir sol ideolojik evrimine varacağını iddia etmişti. Ama Almanya’da gerçek başka türlü tecelli edecekti; kitlelerin ideolojisine bir sola hareketi damgalaması beklenen ekonomik kriz, gerçekte halkın tüm proleter tabakalarını ele geçiren sağa doğru bir ideolojik kaymaya müncer olmuştu. Böylece de, sola doğru iten ekonomik temelin gelişmesi ile sağ aşırıcılık tarafından cezbedilen kitle ideolojisi arasında bir mesafenin hasıl olduğu görülmüştü, ama bunun tam farkına varılamamıştı. Bu nedenle de fakirleşmiş kitlelerin milliyetçiliğe nasıl geçtikleri sorusu vaz edilmemişti. Esasen, sağa yöneliş sadece küçük burjuvanın değil, aynı zamanda proleteryanın hiç te kabil-i ihmal olmayacak önemli bir bölümünün işi olmuştu. Rus ihtilâlinden gözü korkmuş burjuvazinin, işçi hareketinin tahlil etme zahmetine katlanmadığı yeni ve o tarihlerde anlaşılmaz birtakım tedbirleri yerli yerine oturtması olgusu ihmal edilmişti; faşizmin büyük burjuvaziye karşı bir kitle hareketine dönüşmesinden önce dikilmekte olduğunun farkına varılmamıştı.
O halde sorun nerede düğümleniyordu?
Sosyal devrimin ekonomik koşulları, Marx’ın kuramına uygun olarak mevcuttu: Sermaye birkaç elde toplanmış, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine geçiş, Ulusal Devlet’lerin gümrük tertipleriyle engellenmiş, kapitalist ekonomi, üretim kapasitesinin yarısına bile çıkamamıştı; heryerde kaos vardı. Yüksek derecede sanayileşmiş ülkeler halkının çoğunluğu, çok büyük bir yoksunluk içinde yaşıyordu ve Avrupa’da 50 milyon kadar işsiz olup yüzlerce milyon işçi, sefilâne şekilde sürünüyordu. Ama Marx’ın öngörmüş olduğu “devrim”, kendini bekletiyor, “sosyalizm ya da barbarlık” alternatifinin önünde bulunan sosyal gelişme, geçici olarak barbarlığı yeğlemişti. Faşizmin güçlendirilmesinin ve işçi hareketinin çiğnenmesinin anlamı burada yatıyordu. İyice fakirleşmiş kitleler, faşizmin, yani en acımasız politik gericiliğin teessüsüne yardımcı olmuşlardı (63)– .
.
. .
Kitlelerin ekonomik durumuyla ideolojik durumlarının mutlaka tekabül etmeyecekleri (birbirlerine uygun düşmeyecekleri) aşikâr oluyor ve hattâ, ikisi arasında, hatırı sayılır bir açıklık dahi olabiliyor. Ekonomik durum derhal ve doğruca siyasî bilince intikal etmez. Etmiş olsa idi sosyal devrim çoktan vaki olmuş olurdu. Sosyal durumla sosyal bilinç arasındaki açıklık hesaba katılarak toplumun açınması iki düzeyde yürütülmek zorunda oluyor: Yapının ekonomik varlıktan türediği olgusuna karşın sosyal durum, karakter yapısınınkinden farklı yöntemlerle tetkik edilmelidir. İlki sosyo-ekonomik yönteme bağlı iken öbürü bio-psikolojik yöntemle gözlenecektir. Çok basit bir örnek, bu düşünceyi belirgin kılıyor: İşçiler, aldıkları gündelik yaşamlarına yetmediğinden greve gittiklerinde, hareketleri doğruca ekonomik durumlarından ötürü oluyor. Aynı şiy, aç imanın yiyecek çalması keyfiyeti için de doğrudur. Yiyecek hırsızlığını ya da sömürünün kışkırttığı grevi izah etmek için psikolojiye başvurmaya gerek yoktur. İdeoloji de, hareketler de, ekonomik baskıya cevap veriyorlar. Bu durumda gerici psikoloji, hırsızlık ya da grevi izah etmek için usdışı sebepleri keşfetmeye girişir ve bunun için de tipik olarak gerici – tutucu delillere başvurur. Sosyal psikoloji alanında ise sorun aksi yönde belirir: Aç ya da sömürülen adamı hırsızlık veya greve iten sebepler üzerinde durmaz, buna karşılık açların çoğunluğunun neden çalmadıklarını, sömürülenlerin çoğunluğunun neden greve gitmediklerini izaha yönelir. Psikolojiyi dışlayan sıradan ve ekonomist marksizm, bu tür tezatlar karşısında âciz kalıyor. Sosyal ekonomi, bu itibarla, düşünce ya da hareketin ekonomik durumla çelişkili halinde olduğu, birinin ya da ötekinin rasyonel olmadıkları zaman vâki oluyor. Bir sosyolog, ne denli mekanist ve ekonomist ise, insanoğlunun içyapısının o kadar cahilidir. Kitle psikolojisi, doğruca sosyo-ekonomik durumuyla uyuşmaz olduğunda, daha eski bir sosyo-ekonomik duruma dayanır. Sosyal bilincin içe atmalarını, gelenek tesmiye edilen şeyle izah etmek mutad olmuştur. Ama buraya kadar, işbu “gelenek”in ne olduğu, hangi psikolojik olgu düzeyinde iş gördüğü kendisine sorulmuş değildir. Ekonomikçilik bugüne kadar işçilerde sorumluluk bilincinin gelişmesini neyin engellediğini bilmemiştir.
Kitlelerin karakter yapısının bilinmemesi çoğu kez kısır sorunlara varır. Nitekim komünistler faşizmin iktidara yerleşmesini sosyal-demokrasinin yolu şaşırtıcı politikasıyla izah ediyorlardı. Bu izâh, anlamsızdı, şöyle ki sosyal-demokrasinin karakteristik çizgilerinden biri düşler yaymaktır ve bir pratik yeniden yönlenmeye imkân verecek hiçbir unsuru içermiyordu.
Kezâ işçi hareketinin sağ kanadı ile sol kanadı arasındaki tartışma da, aynı derecede kısırdır; sağ kanat, işçilerin mücadelecilikten yoksun olduğunu iddia ediyor, sol kanat da bu suçlamayı reddediyor: İşçiler devrimcidir ve aksini iddia etmek, onların düşüncesine ihanet etmektir. Her iki sorunu vaz etme şekli çok salt, çok katı, çok mekanisttir. İşlerin derinine gidilseydi, ortalama bir işçinin kendi içinde bir çelişki taşıdığı, onun ne kesin olarak devrimci, ne de kesin olarak gelenekçi olmadığı, bir çatışma durumunda olduğu saptanırdı: Onun ruhî yapısı bir yandan devrimci tavırları hazırlayıcı sosyal durumundan, bir yandan da otoriter toplumun genel havasından ileri geliyor: Bu iki etki, birbirlerine karşıt oluyorlar.
Herşeyden önce bu karşıtlığı anlamak ve işçide gerici eğilim ile ilerici-devrimci eğilimin somut olarak nasıl kendilerini tanıttıkları hususunu derinleştirmek önemlidir. Bu uyarı keza orta sınıflara da şamildir. Bunların kriz durumunda “sisteme” isyan etmeleri bizi şaşırtmamalı. Ama hattâ yıkılmış halde terakkiden korkmaları ve aşırı sağcılara iltihak etmeleri keyfiyeti, sosyo-ekonomik sebeplerle doğruca izah edilmiyor. Böylece, orta sınıfın üyeleri de bir isyan hissi ile gerici amaç ve içeriler arasında aynı şekilde sağa sola çekilmektedirler.
1914’de, Almanya’nın, Fransız Briey ve Longwy maden ve metalürji havzaları, Belçika sınaî merkezleri üzerine ilhak edici emelleri, Alman idarecilerinin Yakın-Doğu’da kolonyal mülklerini artırmak niyetleri, ya da II. Dünya Harbi sırasında Hitler emperyalizminin Bakû petrol kuyuları üzerindeki amaçları, Çekoslovakya’nın sinaî tesislerini zikretmekle yetinmekle bir harbin sosyolojik izahı tam olmaz. Gerçi, Alman emperyalizminin ekonomik çıkarları kesin güncel âmil oluyorlardı, ama biz kendimize iki dünya harbinin temelini oluşturan kitle psikolojisi, kitlelere emperyalist ideolojiyi aşılayarak onları ele geçirme olanağını veren psikolojik koşullarına ait sorular sormalıyız, şöyle ki, bu kitleler, Alman halkının apolitik ve sakin zihniyeti ile çok çelişyi halinde bulunuyorlardı. Soru, “II. Enternasyonal şeflerinin dümen kırmaları”nı ileri sürerek fena yanıtlanmış olur. Neden liberal ve anti-emperyalist milyonlarca işçi kendilerine ihanet edilmeye müsaade etmişlerdi? 1914 seferberliğini yaşamış herhangi biri, bunun çalışan kitlelerce çok değişik şekillerde karşılanmış olduğunu bilir. Bir azınlık bunu kesinlikle kınıyordu, geniş kitleler bir tür zihin durgunluğu ile garip bi r boyun eğmekle, münhasıran orta sınıflara ait olmayıp sanayi işçisi grubunda da bağlı başkaları büyük bir muharip heyecan sergiliyorlardı. Sorun, kitle yapısı açısından ele alındığında, birilerinin zihin durgunluğu, öbürlerinin heyecanı hiç şüphesiz harbin temelleri oluyorlardı. İki dünya harbi sırasında bu psikolojik işlev, ancak emperyalist ideolojinin, çalışan kitlelerin yapılarını fiilen bir emperyalist yola eğip değiştirmiş olmasıyla anlaşılabilir: Sosyal felâketler “savaş çıldırısı” ya da “kitlelerin körlüğü” ile izah edilemez. Kitlelerin kendilerini “birleştirmeye” izin vereceklerini sanmak, bunlar hakkında fazla basit bir kanı olur. Gerçekte, her sosyal nizam, üyelerinin kitlesinde başlıca ereklere varmak için ihtiyacı olduğu yapıları hasıl eder. Kitle psikolojisi alanında olan bu yapılar almadan, harp imkânsız olurdu (64)– .
.
. .
Sosyal sürecin tarihi, gerici tarihçilere, birkaç onyıl sonra, Almanya’nın geçmişi üzerinde mülâhazalarda bulunma zamanını bıraksa, bunlar 1928-1933 yıllarında Hitler’in başarısını, büyük adamların kitlelere “fikirlerini” üfleyerek tarahi yaptıklarının delili (65)– – olarak göstermekten geri kalmayacaklardı: Gerçekten nasyonal – sosyalist propagandası “şef ideolojisi” üzerine kuruluyordu. Nasyonal – sosyalistler başarılarının mekanizmasını, hareketlerinin tarihî sonuçlarına bağlıyorlardı. Nasyonal sosyalist yazar Wilhelm Stapel, “Christendum und National-Sozialismus” adlı eserinde “nasyonal-sosyalizm, bir salt veri (belit) türü hareket olup onunla “deliller” yoluyla başedilemez. Deliller, ancak hareketin deliller yardımıyla icbar edilmiş olması halinde etkil olabilirlerdi” diyordu.
Nasyonal-sosyalist propaganda söylevleri bu görüşle tam mutabakat halinde, kitle tarafından düzleştirilmiş kişilerin duygularına ustaca çağrılar ve mümkün olduğu kadar her türlü nesnel kanıtlamada feragat’la belirgin oluyorlardı. Hitler, ünlü Mein Kampf (Kavgam) adlı eserinin birçok yerinde “psikoloji babında iyi taktiğin, her türlü kanıtlamadan vazgeçmekten ibaret olup halklara sadece “nihaî büyük erek”i göstermektir, diyor. İşbu “nihaî büyük erek”in ne olduğu, iktidarın ele geçirilmesinden sonra İtalyan faşizminde çok açık şekilde ortaya çıkıyor; aynı şekilde Göring’in kararnameleri, orta sınıfların ekonomik örgütlenmelerinin aksine, partizanlarca beklenen “ikinci devrim”in reddi, vaadedilmiş olan sosyalist tedbirlerin yerine getirilmemeleri vs. şeklinde kendimi gösteriyordu; faşizmin gerici işlevi aşikâr olmuştu. Hitler’in kendisi bile, başarısının mekanizmasında bîhaberdi.
Bu itibarla hiçbir surette Hitler’in başarısı kapitalizmin tarihi içindeki gerici rolü ile izah edilemez zira bu rolü, propagandasında açıkça ortaya koymuş olsaydı ters etkiyle karşılaşırdı. Hitler’in kitleler üzerindeki psikolojik etkinliğinin tetkiki, bir “führer”in ya da bir fikrin temsilcisinin ancak (tarihî değil, esas itibariyle geçici) başarıyı, kişisel kavramlarının, ideoloji ya da programlarının, kitle tarafından düzlenmiş geniş bir birey tabakasının ortalama yapısı (straktürü) ile ahenkli olması halinde yakalayabileceği fikrinden hareket etmeliydi.
Bir ikinci soru ortaya çıkıyor: Bu kitle yapıları kökenlerini hangi tarihî ve sosyal durumdan çıkarıyorlar? Böylece de “şef kavramı” metafizik alanını terkeden bir kitle psikolojisi sorunu, sosyal hayatın gerçeği içine vaz edilmiş oluyor. Bir führer (önder, şef) tarihi ancak, kişiliğinin yapılarının, halkın geniş tabakalarının kitle psikolojisi açısından görülen yapılarıyla uygun halde olması durumunda yapılabilir. Hitler’in başarısını münhasıran hiçbir manası olmayan nasyonal-sosyalistlerin demogojisine, “kitlelerin yollarını şaşırmış olmalarına”, “nazi çıldırısına” bağlamak hatalı olur; o ise ki komünist propagandacılar, daha sonra işbu belirsiz izahlardan faydalanmışlardı. Asil bahis konusu olan soru, kitlelerin niçin aldatılmış olabildikleri, yollarının şaşırtılmış olması, çıldırtıcı etkilere maruz bulundukları’dır. Kitlelerin içinde olup bitenler bilinmeden bu sorun çözülemez. Hitler hareketinin gerici karakterinin altını çizmek yetmez. Zira Nasyonal-Sosyalist Parti’nin kitleler nezdinde başarısı, onun gericilik rolü ile çelişki halindeydi: Milyonlarca insan köleleştirilmişliklerini alkışlıyordu; bu çelişki siyasî ve ekonomik değillerle değil, sadece kitle psikolojisiyle izah edilebilirdi.
Nasyonal-sosyalizm, hitabettiği çevrelere göre farklı yollara başvuruyor ve bir an için ihtiyacı olduğu sosyal tabakalara göre vaadlerini ayarlıyordu (66)–. Nitekim 1933 ilkbaharında propagandası, nazi hareketinin devrimci karakterini vurguluyordu zira sanayi işçilerini kendi yanına çekmeyi istiyordu; keza Potsdam’da soylulara bir kemik attıktan sonra Bir Mayıs’ı kutluyordu. Bundan, Hitler’in başarısının sadece bir politik dolandırıcılıktan ileri geldiğini istidlâl etmek, hürriyetin temel fikri ile çelişki haline düşmek olup sosyal devrim imkânının pratik olarak inkâr etmek demektir. Esas soru şu oluyor: Niçin kitleler politik aldatmacaya yenik düşmüşlerdi? O ise ki farklı partilerin propagandaları üzerine fikir yürütülebilirdi. Neden Hitler’in bir yandan işçilere üretim vasıtalarının istimlâkini vaadederken öbür yandan kapitalistlere istimlâk olmayacağı teminatını verdiğini farketmediler?
Hitler’in kişisel yapısı ve biyografisi, nasyonal-sosyalizmin anlaşılması babında bir değer taşımıyor. Bununla birlikte fikirlerinin küçük burjuva kökeninin, esas itibariyle onlara kucak açacak kitle yapılarına intibak ettiğini saptamak ilginçtir.
Hitler, her gerici hareket gibi küçük burjuvazinin birçok tabakasına dayanıyordu. Nasyonal-sosyalizm küçük burjuvazinin kitle psikolojisini niteleyen çelişkilerin tümünü
Bütün çıplaklığı ile açığa çıkarmıştı (67)– – .
Hitler’in başarısının ne onun “kişiliği”, ne de ideolojisinin tam bir kargaşa halinde bulunan kapitalizm içindeki objektif rolü ile izah edilmediğini gördük. Keza, kitlelerin “aldatılmaları” da bir izah şekli olmuyor. Ağırlık, kitlelerin, şefleri çalışanların çıkarlarına objektif ve subjektif olarak ters düşen bir politika takibeden bir partiye iltihak etmeleri için bunların içlerinde neler döndüğünü bilme sorusunda oluyor.
Bu soruyu yanıtlamak için nasyonal-sosyalist hareketin, başlarda orta sınıflar denen geniş tabakalara, yani milyonlarca müstahdem ve memura, orta boy tüccarlara ve küçük ve orta köylülüğe dayandığını hatırlamak gerekir. Sosyal temeli açısından ele alındığında nasyonal-sosyalizm, başlangıçta bir küçük burjuva hareketi olmuş ve bu, ortaya çıktığı her ülkede, İtalya’da, Macaristan’da, Arjantin ve Norveç’te de böyle olmuştu. Vaktiyle çeşitli demokratik burjuva partileri içinde mücadele eden bu küçük burjuvazi, siyasî yer değiştirmek için herhalde bir iç değişikliğe uğramıştı. Burjuva-liberal ve faşist ideolojilerin temel benzerlikleri ve de farklılıkları, küçük burjuvazinin sosyal durumu ve bunun sürüklediği psikolojik yapı ile izah edilir.
Faşist küçük burjuvazi, liberal küçük burjuvazi ile özdeştir, şu küçük farkla ki bunların her ikisi de farklı dönemlere aittirler. 1930 ilâ 1932 seçimlerinde nasyonal-sosyalizm kazançlarını, az çok münhasıran Alman National, Ekonomi partileriyle Alman Reich’inin alt gruplarından elde etmiştir. Sadece Katolik Merkez (Deutsche Zen trumpartei) hattâ 1932 Prusya seçimlerinde bile durumunu muhafaza etmiştir. İşte ancak bu sayede nasyonal-sosyalizm endüstri işçileri arasında da ayak atmayı başarmıştır. Ama evvelce de, sonra da gamalı haçlı birliklerinin çoğunluğunu orta sınıflar sağlamışlardı. Kapitalist sistemin, daha başlangıcından itibaren görmüş olduğu en büyük kriz (1929-1932) sırasında, orta sınıflar, nasyonal-sosyalizmin bayrağı altında siyasî sahneyi ele geçirip toplumun devrimsel yeniden yapılanmasına karşı çıkmışlardı. Politik gericilik, küçük burjuvazinin bu rolünü iyice kavramıştı: 8 Nisan 1932 tarihli Alman Milliyetçiler’in bir el ilânında “bir Devlet’in varlığı, son tahlilde orta sınıflara bağlıdır” diye okunuyordu.
Orta sınıfların sosyal vus’atı sorunu 30 Ocak 1933’ten sonra solun tartışmalarında önemli bir yer işgal eder olmuştu. O zaman kadar orta sınıflar ihmal edilmişti; şöyle ki zihinler, otoriter rejim tarafından politik gericiliğin gelişmesine takılmışlardı; politikacılara gelince, kitle psikolojisi ve bunun sorunlarıyla hiç ilgilenmiyorlardı. O halde, “orta sınıflar isyanı”nın sahnenin önünü işgal etmesi için 30 Ocak olaylarını beklemek gerekmişti. Bu sorunun tartışmasına daha yakından bakıldığında, başlıca iki eğilim görülür: İlkine göre faşizm, yüksek burjuvazinin siyasî muhafızından başkası değildi; öbür eğilim, işbu görüşü ihmal etmeden “orta sınıfların isyanı”nı ileri sürüyorlardı ki bu görüşün temsilcileri faşizmin gerici rolünü karartmakla suçlanıyorlardı; işbu kanıtlamaya ağırlık vermek üzere, Thyssen’in ekonominin diktatörü olarak atanması, orta sınıfların ekonomik örgütlerinin feshi, “ikinci devrim”in iptali ileri sürülüyordu. Kısaca, Haziran 1933 sonundan itibaren faşizmin ortaya çıkan hergün daha gerici karakteri vurgulanıyordu.
Çok hareketli geçen tartışmada bazı karanlık noktalar farkadilebiliyordu: Nasyonal-sosyalizmin, iktidarı ele geçirdikten sonra emperyalist karakterini açığa vurması, hareketin içinden her türlü “sosyalist” unsuru bertaraf etmede acelesi, her yola başvurarak harbi hazırlaması keyfiyetleri, faşizmin kitle temeli açısından görüldüğünde, pekâlâ orta sınıfların bir hareketi olması vakıasıyla çelişmiyordu. Hitler, büyük sermayeyle mücadele vaadinde bulunmasaydı, orta sınıfları hiçbir surette kendine çekemezdi. Bu sonuncular, büyük sermayeye karşı olduklarından kazanmasında ona yardımcı olmuşlardı. Baskılarıyla nasyonal-sosyalist idareciler anti-kapitalist tedbirler almaya mecbur olmuşlardı; ama daha sonra büyük sermayenin baskısıyla bunları geri çekeceklerdi.
İktidarı ele geçirmeden önce ve biraz sonra nasyonal-sosyalizmin “orta sınıfların hareketi” karakterini öne sürmek zorunluluğunda olduğu ölçüde, gerçekten anti-kapitalist ve devrimci idi; ama iktidarını güçlendirip muhafaza etmek üzere (büyük sermayedarları haklarından mahrum etme yolunda hiçbir şey yapmadığına göre) anti-kapitalist maskesini hergün daha çok çıkarıp münhasıran kapitalist işlevini ileri sürecek ve kendini emperyalizmin fanatik savunucusu ve büyük sermayenin ekonomik nizamının destekçisi olarak gösterecekti.
Orta sınıflar seferber olmuşlardı ve faşizm kılığı altında, sosyal güç olarak politika sahnesine girişlerini yapmışlardı. Önemli olan, Hitler ve Göring’in gerici niyetleri değil, orta sınıfların sosyal çıkarlarıydı. Karakter yapıları sayesinde orta sınıflar, ekonomik düzeylerini çok uzaktan geçen çok büyük bir sosyal güce sahiptiler. İşte bu tabaka, binlerce yıl boyunca babaerkil sistemi elinde ve tüm çelişkilerine rağmen onu canlı tutmak için gerekli güç oyununu gerçekleştirmişti XIX.yy.’da kapitalist ekonominin hızlı gelişmesi, üretimin tedricî ve sürekli makinalaşması, üretimin çeşitli dallarının tekelci sendika ve tröstler elinde toplanması, küçük burjuva tüccar ve zanaatkârların acımasız fakirleşmesine yol açmıştı. Daha ucuza ve daha rasyonel şekilde üreten büyük endüstrinin rekabetiyle baş edemeyen küçük teşebbüsler yıkıma gitmeye mahkûmdular.
“Orta sınıfların bu sistemden acımasız yok olmasından başka ümit edecekleri bir şey yok. Sorun basit: Ya herşey proletaryanın, herkesin aynı şeye malik, yani hiçbir şeye sahip olmadığı karanlık ve donuk kitlesine karışacak, ya da, güç ve inatla tüm yaşam boyunca sıkı bir çalışma ile kendi öz varlıklarını iktisabetme olanağı bireylere geri verilecek. Orta sınıf ya da proletarya. İşte sorun”!
Bu uyarı 1932’de Reich başkanının seçimlerinden önce Alman Milliyetçileri tarafından ortaya atılmıştı. Nasyonal-sosyalistler ise böyle beceriksiz ifadelerle orta sınıfla endüstri işçileri arasında bir gedik açmamaya dikkat etmişlerdi ve propagandaları da daha etkin olmuştu. Küçük burjuvazi, sosyal demokrasinin “marksist rejimi” olarak gördüğü “sisteme karşı” isyan etmişti.
Küçük burjuvazinin bu tabakalarının kriz sırasında biraraya gelip örgütlenme arzusu ne denli olmuşsa da büyük girişimler arasındaki ekonomik rekabet, endüstri işçilerindekiyle kıyaslanabilecek bir dayanışma duygusunun yerleşmesine mani olmuştu. Sosyal durumu, küçük burjuvaya, sosyal tabakası ya da endüstri işçileriyle özdeşleşmesine izni vermiyordu; sosyal tabakasıyla özdeşleşemiyordu, çünkü bunda rekabet ağır basıyordu; endüstri işçileriyle özdeşleşemiyordu çünkü proleterleşmekten korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmuyordu. Ama bütün bunlara rağmen faşist hareket, küçük burjuvazinin biraraya gelmesi sonucunu vermişti. Kitle psikolojisi açısından bu toplanma hangi temel üzerinde vâki olmuştu?
Bunun yanıtını bize Devlet memurlarıyla küçük ve orta müstahdemlerin sosyal durumu sağlıyor: Orta müstahdem ve memur, orta endüstri işçisinden daha düşük ekonomik konumdadırlar; müstahdemlerin ekonomik düşüklüğü Devlet’in memurlarında kısmen azıcık bir ilerleme ümitleriyle, yaşamlarının sonuna kadar belli bir ekonomik emniyet hayali ile kısmen telâfi oluyordu. Bu sosyal tabakayı niteleyen yerleşmiş yetkelere bağımlılık, meslekdaşlarına karşı bir gerçek dayanışma duygusunun oluşmasıyla bağdaşmıyordu. Memurun sosyal bilinci, meslekdaşlarıyla bir kader birliği duygusuyla değil, yerleşmiş yetkeye ve “ulus”a karşı tavrıyla belirli oluyor. Bu tavır, memur için devlet erki ile mutlak bir özdeşleşme’den ibarettir; müstahdem de, onu istihdam eden müessese ile özdeşleşme bilinci içinde olur. (Psikanalizde “özdeşleşme”nin manâsı, kendini bir başkasıyla bir hissetmeye, daha önce kendisinin malik olmadığı onun özel nitelik ve tavırlarını benimsemeye ve hayalinde yerine geçmeye başlayan bir kişinin zihnî halik oluyor). Gerçekte her ikisi de endüstri işçisiyle aynı sıfatta kişilerdir. O halde memur-müstahdemler neden, öbürleri gibi, bir dayanışma duygusunu geliştirmezler? Cevap: Çünkü onlar, yetke ile bedenen çalışanlar arasında bir ara konumdadırlar. Yetkeye karşı bağımlı olarak yetkenin, astlarıyla ilişkilerinde, temsilci oluyor ve böylece de bir özel manevî (maddî değil) korunmaya sahip oluyorlar. Dünyanın bütün ordularının erbaşları, kitle psikolojisinin işbu ürününün en belirgin tipini verirler.
Bir idare, bir girişim, bir Devlet, bir Ulus’la işbu özdeşleşme “Ben Devlet’im, idareyim, teşebbüsüm, ulusum” düsturu ile tarif edilebilir ve maddî güç haline gelmiş bir ideolojinin en güzel örneklerinden birini sağlar. Başlangıçta, müstahdem, memur, üstleriyle ideallaştırdıkları bir benzerlikle yetinirler, ama yavaş yavaş, bir maddi bağımlılığın etkisiyle, kişilikleri egemen sınıfın suretine dönüşür. Gözleri sürekli olarak yukarıya dönük küçük burjuva, sonunda, kendi ekonomik durumu ile ideolojisi arasında bir hendek açar. Zor maddî koşullar içinde yaşamaya çalışır, dünyaya karşı karikatüre kadar kaçan bir temsilî tavır takınır. Kötü ve az beslenir ama “doğru dürüst” giyinmiş olmaya büyük değer verir. Bir halkın kitle psikolojisi açısından işbu giyimin tedkikinden hiç bir şey daha belirleyici olamaz. Bu “yukarıya dönük bakış”la küçük burjuva yapısı, endüstri işçisinin yapısından esas itibariyle farkeder (68)– .
.
. .
Küçük burjuvazinin bireysel kitle yapısında, millî ve ailevî bağlar birbirlerine tastamam gelirler. Kitle psikolojisi açısından milliyetçi führer (önder, şef) , ulusun tecessüm etmesinden (cisim haline gelmesinden) başka bir şey değildir. Führer’in ulusu, kitlelerin millî hisleriyle uygun olarak tecessüm ettirdiği ölçüde, onunla bir kişisel bağ oluşuyor. Kitlenin düzlediği bireylerde ailevî duygusal bağları uyandırmayı biliyorsa, aynı zamanda otoriter babayı temsil edecektir. Nasyonal-sosyalist yandaşları, partilerinin programının çok çelişki içermesine göre savunulamaz dendiğinde çoğu kez yanıt olurdu : Hitler daha iyi bilir, “herşeye çözüm bulur!”. Bu yanıt, babanın tam gücü içinde çocuksu itimadı yansıtıyor. Sosyal gerçekte işte bu itimat, halkların korunma ihtiyacı, diktatörlere “herşeye çare bulma!” imkânını veriyor.
Daha önemlisi de, kitle içinde düzlenmiş bireylerin “führer” (lider) ile özdeşleşmesi oluyor. Birey, eğitim şekli itibariyle bağımsızlık bilincini kaybettikçe, führer’le müşvik bir özdeşleşme yoluyla çocuksu bir destek ihtiyacı daha çok beliriyor. Bu eğilim, ulusal narsisizmin psikolojik temeli, yani “ulusun büyüklüğü”nden alınmış bir gurur hissi oluyor. Gerici küçük burjuva kendini führerde, otoriter Devlet’te keşfediyor, işbu özdeşleşme nedeniyle de kendini “ulusallığın” savunucusu hissediyor. Ama bu, yine bu özdeşleşme ile de, kişiliğini karşısına koyduğu “kitle”yi küçük görmesine mani olmuyor. Maddî ve cinsî sıkıntı, “efendilerin ırkına mensup olup bir deha tarafından idare edilmek coşturucu düşüncesi içinde o denli “boğulmuştur”ki bazı özel anlarda, koroda sesi çıkmayan önemsiz bir basit “takipçisi” olmuş olduğunu unutuveriyor (69)– .
.
. .
Faşizm, işçi dünyasına iki yönden dalıyor : “Alt proletarya” (Lumpenproletarya) denilen dolambaçlı, (aşikâr olarak tiksindirici tâbir), en aşağı şekilde maddî baştan çıkarma yoluyla; ve de “işçi aristokrasisi” yoluyla; bu sonuncusunda maddî rüşvet kadar ideolojik telkin de kullanılıyordu. Hiçbir siyasî utanıp sıkılma olmadan Alman faşizmi herkese herşeyi vaadediyordu: Böylece de Dr Jarmer’in bu makalesinde (24.09.1930). “Stettin’de Almanya Milliyetçileri’nin Kongresi’nde Hugenberg’in açıkça uluslararası kapitalizme cephe aldığını keyifle müşahede ediyoruz”.
“Bununla Alman Milliyetçileri ile Nasyonal-sosyalistler arasındaki ayırım çizgisini bir kez daha çizmiş oluyor : Gerçekten birinciler, bütün dünyada çökmekte olan kapitalist ekonomi sisteminin bir başkasıyla değiştirildiğine kanidirler, şöyle ki ulusal kapitalizm bile adaletin hükümranlığını dışlıyor”.
Sanki bir komünist metnini okuyoruz. Bilinçli bir aldatma niyetiyle nasyonal-sosyalist propagandacı, endüsti çalışanının devrimci ruhuna hitabediyor. Bununla birlikte insan kendine neden nasyonal-sosyalist işçilerin faşizmin herkese herşeyi vaadettiğini farketmediklerini sorabiliyor. Hitler’in büyük sanayicilerle ilişki halinde olduğu, onlardan para aldığı, onlara grevi yasaklamayı vaadettiği biliniyordu. Ancak bu gibi çelişkilerin ortalama işçiyi etkilememiş olması keyfiyeti, şüphesiz onun psikolojik yapısına bağlanır.
Eğer devrimci propagandanın başlıca görevinin “proletaryayı aldatma” olduğu kabul edildiğinde, onun “sınıf bilinci”ne hitabetmek, onun önüne durmadan ekonomik ve politik durumu sermek, ona sürekli olarak kurbanı olduğu sahtekârlığı açıklamak yetmiyordu. Devrimci propagandanın herşeyden önce çalışanda iç çelişkileri hesaba katması gerekiyordu.
Burjuva demokrasisinin “sakin” dönemlerinde, iş sahibi bir sanayi işçisi, iki tavır arasında seçim yapabilir : küçük burjuvazinin temsilcileriyle özdeşleşebilir ya da aynı şeyi kendi öz sosyal konumu ve bunun ortaya çıkardığı yaşam biçimleriyle yapabilir; bu sonuncular gerici yaşam biçimlerine karşıttırlar. Birinci halde gericiyi haset ediyor, onu taklibedip, maddî olanakların müsaade ettiğinde, onun yaşam tarzını benimser. İkinci halde, gerici ideoloji ve itiyatları atar, kendini ondan farkettirir ve mesafe alır, onu beğenmez ve kendi öz yaşam tarzını açıkça sergiler.
Gerici büro müstahdemini taklidetme eğiliminin en önemli unsurlarından biri olan bedenî çalışmanın değerden düşürülmesini faşizm, işçi dünyasına daldığında kullanıyordu. Faşizm, sınıfların yok edilmelerini, yani proletaryanın ortadan kaldırılmasını, bunu da el işçisinin kendinde hissettiği utanma hissine hitab ederek, vaadediyor. Kırsal kesimden kente doğru göçmüş işçiler, beraberlerinde kutsal aile ideolojisini de getirmişlerdi, bu emperyalist-milliyetçi ideoloji için en iyi besleyici zemini oluşturuyordu.
Kautsky, İngiltere gibi çok sanayileşmiş bir ülkede çalışanların politik düzeyinin az sanayileşmiş bir ülkede yaşayan Rus işçilerininkinden aşağı olduğunu saptamıştı. Dünyanın değişik ülkelerinde son elli altmış yıldır yaşanmış olaylar, devrimci hareketlerin Çin, Meksika, Hindistan gibi sanayi bakımından az gelişmiş ülkelerde İngiltere, ABD ya da Almanya’dan daha kolaylıkla hasıl olduklarında hiç şüphe bırakmıyor. Ve bütün bunlar da, bu sonuncu ülkelerde işçi hareketlerinin daha iyi teşkil edilmiş, daha iyi örgütlenmiş, eski gelenekler üzerine dayanan varlığına rağmen vâki oluyor. Kendisi dahi bir patolojik âraz olan işçi hareketinin bürokratlaşmasından sarf-I nazar edilirse insan kendine Batı ülkelerinde sosyal demokrasi ve sendikacılığın neden bu denli derinlemesine köklenmiş olduğunu sorabilir. Sosyal demokrasi, kitle psikolojisi ışığında tedkik edildiğinde, bunun temelinin yandaşlarının muhafazakâr yapıları olduğu saptanır.
Faşizm için olduğu gibi sorun, parti liderlerinin politikalarından çok, çalışan kitlelerin psikolojik temellerinden doğuyor.
Kapitalizmin ilk aşamalarında, burjuvazi ile proletarya arasındaki ideolojik ve özellikle yapısal sınır, ekonomik sınır kadar belirgindi. Her türlü sosyal politikanın yokluğu, onaltı ve hattâ onsekiz saatlik öldürücü çalışma günleri, fabrika işçilerinin aşağı hayat seviyesi, proletarya ile burjuvazinin her türlü yakınlaşmasını imkânsız kılıyordu. XIX. yy proletaryasının yapısı, kadere mütevazi bir boyun eğme ile belirgindi. Kitle psikoloji açısından bu proletarya ile köylünün ruh haleti uyuşukluk ve kayıtsızlığınki oluyordu. Burjuva zihniyeti yoktu, genel kayıtsızlık iklimine rağmen, kesin olayların patlak verdikleri anî devrimsel alevlenmelere tanık olunuyordu ki bu hareketler nadir şiddet ve beraberlikte sâki oluyorlardı. İleri kapitalizmde durum artık böyle değildi: Örgütlenmiş işçi hareketinin elde edebildiği sosyal iktisaplar, ezcümle çalışma süresinin azalması, oy hakkı, sosyal sigortalar, bir yandan işçi sınıfının pekişmesi, öbür yandan da tamamen ters etkili bir süreçle kendilerini gösteriyorlar; böylece hayat seviyesinin yükselmesi, orta sınıflara bir yapısal benzemeye müncer olmuştu; daha gelişmiş bir sosyal konuma yerleşmiş işçi de, “gözlerini yukarıya çevirme” alışkanlığını almıştı. Refah dönemlerinde burjuvalaşma artmıştı; daha sonra bu keyfiyet, devrimci zihniyetin gelişmesine bir köstek olmuştu.
Kriz yıllarında sosyal-demokrasinin münhasıran politik mülâhazalarla izah edilemeyen gücü, işçi dünyasının muhafazakârlığa bulaşmasının en açık ifadesiydi. Şimdi bundan temel unsurlar çıkartmak bahis konusudur. İki olgu birinci plânda beliriyor: İdarecilere bağlılık, yani siyasî idarenin yanılmazlığına sarsılmaz bir itimat ve de işçi ahlâkî telâkkilerinin muhafazakâr küçük burjuvazininkinin çizgisine gelmiş olması. O ise ki, burjuvalaşma eğilimleri her yerde yüksek burjuvazi tarafından teşvik edilmişti. Bu sonuncusu başlarda, tam tâabiriyle kamçıyı kullanmış idiyse onu şimdi yedekte tutuyor, faşizmin henüz götürmemiş olduğu yerde, sadece devrimci çalışana karşı kullanmak üzere, tutuyordu; sosyal-demokrat çalışanlar kitlesi için elinin altında çok daha tehlikeli bir araç, tüm faaliyet alanlarında muhafazakâr ideoloji vardı.
Böylece, krizin vurduğu sosyal-demokrat çalışan birden kendini bir koloni işçisi, Hintli ya da Çinli seviyesine düştüğü zaman, onlarca yıl boyunca düçar olduğu muhafazakâr yapılaşmanın etkisiyle devrimci duyarlılığı körlenmişti. Ya eleştirileri ve isyanlarına rağmen sosyal-demokrasi tarafında kalıyordu, ya da devrimci ve muhafazakâr eğilimler arasında kararsız ve mütereddit idareciler hakkında düş kırıklığına uğramış halde Nasyonal-Sosyalist Parti’ye, daha iyisini bulmak ümidiyle, iltihak ediyordu.
Devrimci örgütlenme olmayınca sosyal-demokrasideki hayalleri kırılmış ve fakirleşme ile muhafazakâr düşünce arasındaki çelişkiden şaşırmış çalışan adam, ister istemez kendini faşizmin kollarına atıyor (70)– .
.
. .
Alman faşizminin etrafında döndüğü birleşme noktası, ilerde ayrıntılarına gireceğimiz ırk teorisi oluyor. Ama bu sonuncusu, faşist ideolojinin emperyalist işlevine bahane olarak yardımcı oluyor. Şöyle ki, Arî’ler tek uygarlık yaratıcı ulus idiyseler, kendilerine Tanrı hakkı olarak, dünyaya hâkim olmayı talebedebilirler (71)– . Hitler’in başlıca taleplerinden biri Alman Reich’ının sınırlarını, bilhassa Doğu’ya, yani Sovyetler Birliği ülkesine doğru genişlemesi olmuştu.
Gamalı Haç’ın sembolizmini daha önce ayrıntılarıyla irdelemiş bulunduğumuzdan (72)– , burada bunları tekrarlamıyoruz.
.
. .
Sosyalizmin sosyal önkoşullarının bilimsel keşfinden çok önce sosyalist hareketler ve bir sosyalist özlem var olmuştu. Binlerce yıldan beri yoksullar, onları ezenlerle mücadele etmişlerdi. İşte bu mücadeleler ezilenlerin hürriyete özlemlerin ilmini doğurmuştu ki faşist karakterlerin iddia ettikleri gibi, bunun aksi vaki olmamıştı. O ise ki sosyalistler özellikle 1918 ile 1938, yani devasa sosyal olaylarla vurgulanmış yıllarda en ağır yenilgilere uğramışlardı. Sosyalist kurtuluş hareketlerinin olgunluk ve ussallığını ispat etmesinin gerektiği bir dönemde işçi hareketi bölündü ve bürokrasi içine gömüldü, böylece de ona vaktiyle günü göstermiş olan bu hürriyet ve gerçeğin tutkusunu kaybetti.
Kitlelerin sosyalist özlemi (nostaljisi) her tür ezilmeden kurtulma nostaljisi idi. Ama bu hürriyet nostaljisi, sorumlulukların korkusu ile bir uzlaşma tutumu haline girmişti: Sosyal sorumluluk korkusu sosyalist hareketin kitlelerini Devlet’in dümen suyuna sürüklemişti. O ise ki Marx’ın bilimsel sosyolojisi, sosyal hürriyetin ekonomik koşullarını ayırdedip “Devlet”i sosyalist hürriyetin ereği olarak “Devlet”i bilmezlikten gelir. Sosyalist “Devlet”, parti bürokratlarının bir icadı olmuştu. Hürriyeti tesis etmek için ona “Devlet”e dehalet etmişti (sığınmıştı); şunu özellikle kaydedelim: Devlet’e dehalet ediliyor da insan kitlelerine edilmiyor. Bir Sosyalist Devlet düşüncesi, ilk sosyalistlerin teorilerinden uzaklaşmakla kalmayıp salt şuursuz şekilde hürriyet özlemiyle dolu kitlelerin yapısal güçlükleri’nden ileri gelen sosyalist hareketin bir çarpıtılmış şeklini temsil ediyor.
“Sosyalizm, kurucularının sosyolojisine göre, ancak uluslararası plânda tasavvur edilebilirdi. Bir milliyetçi sosyalizm (nasyonal sosyalizm = faşizm) bir sosyolojik anlaşmazlık ve sözcüğün tam manasıyla, bir aldatmacadır” (73)– . Ama yine Hitler, Mussolini ve Stalin de böylece Marx’ın uluslararası sosyalizminin vârisleri oluverdiler.
Sapkın bir etki ile, kesin olarak milliyetçi bu kitle hareketlerinden bazıları, muhtemelen, mensuplarının eski uluslararası zihniyetinin etkisiyle, uluslararası hareketlere dönüştüler. Böylece İtalyan ve Alman milliyetçiliği, uluslararası faşizmi doğurmuştu. Uluslararası kitleleri cezbedip ve tâbirin tam anlamıyla sapkın bir “ulusal uluslararacılık” oldu. Böylece de, İspanya ve Avusturya’da gerçek olarak demokratik başkaldırmalarını boğmayı başardı.
Bu tür vakıalarla kitlelerin yapıları ve genellikle politikanın usdışılığı meydana çıkıyor. Yıllar boyunca Alman çalışan kitleleri, devrimci uluslararsıcılığının programına muhalefet etmişti; ama 1933’ten itibaren, meyvelerinden bir tekini bile elde etmeden gerçek bir sosyal devrimin tüm acılarını çektiler. Kendi öz usdışılıklarına, yani sosyal sorumluluklar korkularına mahkûm olarak kendilerini aldatmışlardı (74)– .
– (60) Mussolini, faşizmini tarif ederken, “o bir inanç, bir imandır” diyordu.
– (61) Örneğin mareşal Hermann Göring (Resim 10)
– (62) Wilhelm Reich . – La pschologie de masse du fascisme , çev. P. Kammitzer, Paris 1972, S.9-31.
– (63) ibd., S. 32 – 40.
– (64) ibd., S. 41-44.
– (65) Hitler, kitlelere hitaplarında, “size sezlilerim yol gösteriyor” diyordu. Peygamber de, Allah’ın bir “salt veri” olduğunu üflememiş miydi? …
– (66) Hitler, kimi çevrelere, “bin yıllık bir dünya hâkimiyeti”ni vaadediyor.
– (67) Wilhelm Reich . – op. cit . , S.53-55
– (68) ibd., S.58-64.
– (69) ibd . , S. 75-76 Yukarda bahsi geçen “führer’le özdeşleşme” kavramı bizde bir çağrışım yarattı : İslâm tasavvufunda sûfînin amacı, “uzun talim” sonunda “Tanrı’da yok olarak O’nunla özdeşleşmek”tir.
– (70) ibd., S.78-84.
– (71) Hitler, Alman ulusuna “bin yıllık dünya hâkimiyeti”ni vaadediyordu.
– (72) Bak. Burhan Oğuz – Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, C.II/1.
– (73) Tıpkı Türkiye’deki “ortanın solu” gibi bir şey …
– (74) W. Reich – op. cit., S.201-204.