Faşizm

Aralık 11, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler - Cilt 1 > Faşizm

Faşizm

Emperyalizmin günümüzde, emperyalist metropolleri da sarmakta olan ve daha henüz başlangıç halinde, dünya ölçüsünde ciddi bir bunalımla karşı karşıya olduğu gittikçe açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Böylece, bu geniş ve açık dönemi (gelecek uzun sürer) niteleyen sınıf mücadelesindeki keskinleşme nedeniyle, devrim sorununun güncelliği gibi, olağanüstü Devlet sorunu ve böylece de faşizm sorunu güncelleşmektedir.

 

Faşizm, olağanüstü Devlet biçiminin özel bir rejim biçiminden başka bir şey değildir; bunun dışında Bonapartizm ve çeşitli askerî diktatörlük biçimleri de vardır. Faşizmin kesin siyasî olgusunu ancak, öteki olağanüstü Devlet ve siyasî bunalım teorisini önermekle analiz edebiliriz.

 

III. Enternasyonal’in faşizm karşısındaki siyasetinin incelenmesi gerekir. Gerçekten, işçi sınıfından söz etmeksizin faşizmden söz edilemez; buna karşılık da iki dünya harbi arasındaki dönemde de, Komintern’in siyaseti ele alınmadan işçi sınıfından söz edilemez, şöyle ki işçi sınıfı hareketi hâlâ geniş ölçüde III. Enternasyonal’in damgasını taşımaktadır.

 

Faşist Devlet, kapitalist Devlet’in öbür biçimleri ile aslâ karıştırılmaması gereken özgül bir olağanüstü Devlet biçimidir. Faşist Devlet, siyasî bir bunalıma denk düşen kritik bir Devlet ve rejim biçimini oluşturur. Fakat her bunalımın özelliği de sadece kendine özgü olmayan özellikleri içinde taşımaktadır: Kritik ve özgül bir olgu olarak faşizmin incelenmesi, kapitalist Devlet’in bazı yönlerinin kendi yapısı içinde derinlemesine incelenmesine de elverir. Aynı şey, başka birçok sorun için de geçerlidir: Örneğin, faşizm çerçevesi içindeki işlevi açıklayıcı olan küçük burjuvazi sorunu böylece derinlemesine incelenebilir.(2)

 

Alman sosyologu Max Horkheimer, Faşizm ve Kapitalizm adlı kitabının sunuşunda “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir,” diyor. Poulantzas buna karşı çıkıyor: “Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.”

 

Gerçekten de faşizm, kapitalizmin emperyalist aşamasına rastlar. O halde önemli olan, bu aşamanın belirli bazı genel karakterlerini ve bunların faşizme etkilerini ortaya çıkarmak oluyor. Çoğu kez faşizmin temel nedenleri olarak kabul edilen ve onun vazgeçilmez koşulu sayılan bazı etkenler, eşcümle faşizmin kurulması döneminde Almanya ve İtalya’yı saran iktisadî bunalımlar, bu iki ülkenin ulusal özellikleri, I. Dünya Harbi’nin bıraktığı izler vs…, faşizmin en önemli nedenlerini oluşturmazlar. Bu etkenler, ancak emperyalist aşamaya bağlı olarak, bu aşamanın muhtemel konjonktürlerinden birinin öğeleri olarak önem kazanırlar.

Sorunun düğüm noktası şöyle gözüküyor: Kapitalist sürecin bütününün aşaması olarak ele alınan emperyalizm, sadece iktisadî bir olgu olmuyor; yani sadece iktisadî alanda olup biteni belirlediği ve sadece bu alanda tespit edilebilecek bir olgu değildir. O ise ki III. Enternasyonal, çok çabuk ve açıkça “ekonomist” bir emperyalizm görüşünden etkilenmişti. Ekonomizm, II. Enternasyonal’in içindeki akımların birleştiği nokta olarak gözüküyor. Bilindiği gibi Lenin’in hücumları, II. Enternasyonal’in bu yönü üzerinde yoğunlaşır.

 

Bu “ekonomizm” doğal sonucunu, kitle çizgisinin kaybolmasını da birlikte getirir ve proleter enternasyonalizmin giderek terk edilmesiyle birleşir: Ayrıca, bunlar sadece Komintern’in izlediği gerçek çizgiyi değil, aynı zamanda Bolşevik Partisi’nin ve bu partinin yönetiminin SSCB’de izlediği çizgiye de damgasını vuran karakteristiklerdir.

 

Devlet’in önemli bir iktisadî işlev üstlenmediği bir kapitalizm aşamasının hiçbir zaman olmadığı doğrudur. “Liberal Devlet”, rekabetçi kapitalizmin basit jandarma devleti, bir masal olarak kalmıştır.

 

Faşizm olgusu, ancak Devlet’in işlevinin geçirdiği değişiklikleri belirleyen bir aşama içine yerleştirildiği ölçüde kavranabilir. Almanya ve İtalya’da faşizm durumunda, Devlet’in belirleyici işlevi, sadece emperyalist aşamadaki yeni işlevi ile değil, aynı zamanda bu iki ülkenin tekelci kapitalizminin egemenliğine geçişlerinde yüklendiği temel işlevi ile ortaya çıkar(3) -.

 

.

.     .

 

880’den itibaren, Almanya büyük sanayi güçleri arasında İngiltere ve Fransa’nın önünde, ABD’nin arkasında ikinci sırayı almaktadır.

 

Yüzyılın başında Almanya, çok açık bir biçimde emperyalist aşamaya girmiştir. Tekelci kapitalizme özgü sermaye yoğunlaşması hızı, sanayi üretiminin, teşebbüs sayısından üç kat daha hızlı artmasına yol açacak şekildedir. Banka sermayesinin ve daha o zaman tekel karakterine sahip olan sanayi sermayesinin bu kesiminin birleşmesi XX. yy.’ın başında başlar ve büyük tröstler ve Konzern’de malî sermayeyi meydana getirir. Bu tarihten itibaren Almanya’da, sadece “çıkar ortaklıkları” ile birbirlerine ve iştirakler sistemiyle sanayiye sıkı sıkıya bağlı dokuz büyük Alman bankasından başka banka kalmaz. Sermaye ihracatı şaşılacak boyutlara ulaşır: 1913’te bu bapta dünyada üçüncü sırayı almıştır. Nihayet, Almanya bu tarihte, Fransa’dan sonra, tekelci sermayesinin en fazla uluslar arası kartele ortak olduğu ülke durumundadır.

 

1914-1918 Harbi’nin sonuçları, emperyalist zincir içinde Alman toplumsal formasyonunun çelişkilerinin bütünü içinde yer alır. Ayrıca harp de sonuçta bu çelişkilerin bir yargısıdır. Harpten sonra, iktisadî açıdan, Almanya 1927’de harp öncesi sanayi üretimi hacmine tekrar ulaşır. 1928’de bunu % 15 geçer ve sanayileşmiş ülkeler arasında tekrar ikinci sırayı alır. 1924-1929 döneminde teknik ilerleme ve emek üretkenliği harp öncesi düzeyini aşar ve ABD’nin düzeyine ulaşır. Sermayenin yoğunlaşma ve malî sermayenin oluşumu süreçleri hızlanır.

 

Harp, Almanya’ya, barış antlaşmaları gereği ödemek zorunda kaldığı tazminatlar yükler, öbür ülkelerden alacaklı durumdan, dışarıya borçlu bir ülkeye dönüşmenin önemli sonuçları olmuştur: Bu durum, 1929 dünya bunalımı sırasında hafifleyen sürekli bir enflasyon ortamının yaratılmasına özellikle yardımcı olmuştur. Yine bu durum, Alman sanayiinin kendini tekrar kurmak için dışarıya, özellikle ABD’ne, ciddi biçimde borçlanmasına yol açmıştır. Sermaye ihracatçısı olan bu ülke, böylece sermaye ithal eden bir ülke durumuna gelmiştir. Ancak, harbin bu sonuçları, Alman kapitalizminin özünde bulunan güçlüklerin üzerine eklenmiştir: Bu sonuçla, 1930 yıllarının başındaki bunalım durumunun yaratılmasını bir ölçüde etkilemiştir.

 

Daha I. Dünya Harbi’nden önce kapitalizmin gelişimi, başka örnekler yanında sanayinin büyüme hızının düşmesi ile görülebilecek derin çatlaklar gösteriyordu: 1880-1890 döneminde % 6,4 olan sanayi büyüme hızı, 1900-1913 döneminde % 4,2’ye düşer. Bu çatlaklar temel olarak, Almanya’da feodalizmden kapitalizme geçişin somut durumuna, Alman burjuva demokratik devriminin doğa ve sürecine bağlıdır. Bu “devrim” özellikle geç olmuştur. Bu “devrim” burjuvazi iktisaden oldukça ilerlemiş olduğu halde, burjuvazinin hegemonik önderliğinde yapılmamıştı. Daha o zaman oluşmuş olan proleteryanın korkusu nedeniyle devrim, Bismarck tarafından “tepeden” ve burjuvazinin Prusyalı büyük toprak sahipleriyle özel bir ittifakı yoluyla başarılmıştı. Bu toprak sahipleri, ittifak içinde uzun süre  etkin bir siyasî ağırlığı korumuştur.

 

Bu sürece sadece, Devlet aygıtının ve kurumlarının özgül şekilleri ve bunların içinde Devlet’in feodal tarzının dikkate değer bir süreklilik gösterdiği şekiller değil, Almanya’nın “ulusal birliği”nin sağlanmasındaki gecikme ve eşitsizlik de damgasını vuracaktı. Ulusal birlik demek, burjuva-demokratik devrimi çerçevesinde bir toplumsal formasyonun “iktisadî birliği” demektir; üstelik, bu iktisadî birlik, ulusal olma sıfatıyla, bir dizi siyasî veri (burjuva Devlet biçimi) ve ideolojik veri (burjuva siyasî ideolojisi) tarafından da belirlenir. Bütün bunlar Almanya’da büyük ölçüde eksikti.

 

Böylece, Zollverein (Gümrük Birliği) ve Bismarck’ın başlattığı iktisadî ve siyasî birlik, Weimar anayasasına rağmen, nasyonal-sosyalizm arifesinde daha henüz tamamlanmamıştı. Reich toprakları üzerinde, vaktiyle birer Devlet olan bölgeler ve birçok kent parlamentoları, hükûmetleri ve geniş ölçüde özerk Devlet aygıtları ile özel bir hukukî ve idarî statüye sahipti. Böylece burjuva ulusal Devlet’inin kuruluşu, Alman burjuvazisinin hegemonyasının zayıflığına bağlı olarak oldukça gecikmişti.

 

Büyük toprak sahiplerinin siyasî konumu nedeniyle sanayileşme, toplumsal formasyonun sınırlı kesimlerinde başlamıştır. “Prusya tarzı” kapitalizmin tarımda etkinliğine rağmen tarım sektörü, feodal üretim tarzının önemli kalıntılar bırakması nedeniyle, sanayi sektörünü çok geriden ve güçlükle izliyordu.

 

Almanya’daki bu “tepeden devrim”de Devlet’in işlevi kesin belirleyici olmuştur. Bu işlev, oldukça önemli iktisadî görevlerde ve Almanya’da kapitalizm süreci boyunca Devlet’in düzenli müdahalelerinde kendini göstermektedir. Alman burjuvazisi, açık iktisadî işlevi kendisine zorunlu olan Devlet’e bağımlı kalmıştır. Devlet’in bu işlevi aslında Devlet İktidarı’nın zorla koyduğu sınırların dışına çıkamamıştır. Bu Devlet İktidarı’nın, sınıf ittifakları içinde, temel olarak siyasî ve ideolojik nedenlerle uzun süre ayrı bir sınıf olarak kalmış, sonra burjuvazinin bağımsız bir bölümünü oluşturmuş olan büyük toprak sahipleri, iktisadî güçleri ve üretimdeki yerleri ile orantılı olmayan önemli bir yer ele geçirmişlerdir. Alman Devlet mekanizmasının önemli bir parçasını oluşturan Reichswehr’i hemen hemen tek başlarına ellerinde tutuyorlardı.

 

.

.     .

 

İtalya’da faşizmin kuruluş ve işleyiş süreci, Almanya’dakinden hissedilir ölçüde farklıdır. İtalya’da sanayileşme süreci özellikle gecikmiştir. Bu ancak 1880’lere doğru kesin olarak başlar. Tarım sektörünün egemenliği ile belirlenen feodalizm, birbirini izleyen yabancı işgaller yüzünden sürüp giden toprak dağınıklığı ve siyasî dağınıklılık ortamında, İtalya’da dikkat çekici bir kalıcılık göstermiştir.

 

Gerçekten İtalya’yı, sanayideki gelişme ile tarımda kapitalizmin yerleşmesinin yavaşlığı arasındaki temelli bir eşitsizlik nitelemektedir.

 

Savaşın zorlamaları ile yapay olarak büyümüş İtalyan sanayii, pazardan yoksun kalıyordu. Libya “sömürge” savaşı, İtalyan malî sermayesinin zamansız ve yapay gelişimi yüzünden, sermaye ihracına duyulan ihtiyaçtan çok, politik güdülere cevap veriyordu. Güney’in fakir köylülerini Libya’ya yerleştirmeyi denemek, buradaki köylülere Afrika toprağında bir tarım reformu vaat etmek gerekiyordu.

 

İtalyan toplumsal formasyonunun çatlaklarının kökü harpten çok daha geriye, İtalya’da burjuva-demokratik devrim sürecine kadar iner. Bu, bize gerçek yüzünü gösterdiği ünlü Risorgimento (“Yeniden doğuş” ya da “Dirilme”) hareketi oluyor.

 

İtalya’da bu burjuva-demokratik devrimi süreci, Avrupa’da 1848 devrimlerini izleyen yaygın karşı-devrimci hareketin arasına giriyor. Bu süreç sırasında İtalyan burjuvazisi çok zayıftı, durumu Alman’ınkinin iktisadî durumundan çok aşağı idi. Bu durumda Cavour’ın, tarihî işlevi, Kuzey’in doğmakta olan burjuvazisi ile Güney’in özünde feodal nitelikte olan büyük toprak sahiplinin ittifakına dayanarak, ulusal birlik sürecini başlatmak, Gramsci’nin dediği gibi “imalâtçı imal olmuştu”. Bunu da İtalyan burjuvazisinin iktisadî dayanaklarının gerekli koşullarını yaratarak sağlayacaktı.

 

Bu süreç ancak, ittifak içinde burjuvazinin Güney’in toprak sahipleri üzerinde kesin bir siyasî ağırlığı ile tamamlanabilirdi. Bu ağırlık Cavour idaresinde elde edilmiş ve Crispi idaresinde pekiştirilmiştir. Gerçekten burjuvazinin iktisadî egemenliği bu koşullarda, ancak sanayi ve tarım arasındaki eşitsizliğin genişlemesi yoluyla sağlanabilirdi. Bunun dışında tek yol, tarımda büyük mülkiyetin feodal niteli göz önüne alındığında, Fransa’da Jakoben hareketinde olduğu gibi, burjuvazinin köylülüğün desteğine dayandığı bir tarım reformu olacaktı. İtalya’da bu yol kapalıydı. Tarım reformunun olmaması, İtalyan burjuvazisinin büyük toprak sahipliğine, onun üzerindeki siyasî üstünlüğünü sürdürmek için ödediği bedel idi. Gramsci, İtalyan burjuvazisinin güçsüzlüğünü, başka nedenleri yanında, özellikle Fransız burjuvazisi gibi bir tarım reformu’nu zorla kabul ettirmemiş veya edememiş olmasına ve dolayısıyla, belirli bazı sınıfların ve köylülüğün orta tabakalarının desteğini kazanamamış olmasına bağlıyordu. Bu durum, ittifak içinde burjuvazi ve büyük toprak sahipliği arasında gittikçe artan ve Almanya’dakinden çok daha derin bir çelişkiyle sonuçlanmıştır.

 

Bazılarına göre tutucu bir devrim, Engels’e göre “zaferini tamamlamayı bilmeyen ve tamamlamak istemeyen” bir burjuvazinin devrimi, Gramsci’ye göre pasif devrim. Pasif devrim, böyle bir adlandırma Bismarck’ın tepeden devrimi ile yakınlık belirtmesine rağmen, tamamen farklıdır. İtalyan burjuvazisi, güçsüzlüğüne rağmen siyasâ iktidara ulaşmada geniş halk hareketinden, aynı zamanda toprak sahiplerine karşı yararlanmış ve bu halk hareketinin devlet eliyle boğulmasını garantiye almıştır.

 

Kuzey ile Güney arasındaki bu gelişme eşitsizliği ulusal birliğin oluşma sürecinin tamamlanamamasını da açıklar. Bütünüyle iktisadî eşitsizliğin siyasî sonucu olan bu durum, siyasî ideolojik mekanizmalarla bu iktisadî eşitsizliği daha fazla derinleştirir. Gramsci’nin vurgulamış olduğu gibi, egemen bir burjuvazinin olmayışı, Kuzey’in Güney’in üzerindeki baskınlığının sürüp gitmesi ve Güney’in, ulusal siyasî yaşantının dışında kalması üzerine kurulu bir ulusal Devlet’in güçsüzlüğüne katkıda bulunmuştur. Burjuvazi-büyük toprak sahipleri çelişkisini ifade eden bu süreç öte yandan Kuzey’deki halk kitleleri, özellikle işçi sınıfı ve Güney’deki halk kitleleri özellikle yoksul köylülük arasında siyasî-ideolojik bir çelişki yoluyla devam eder(4) -.

 

.

.     .

 

Komintern’in (Komünist Enternasyonal, nam-ı diğer III. Enternasyonal) emperyalist zinciri doğru olarak kavrayamamış olması şaşkınlık verici oluyor. 1935’de, VII. kongre’ye sunduğu raporda Dimitrov, bunu kabul edip”… Bizim saflarımızda faşist tehlikenin önemini, kabul edilmeyecek şekilde azımsayanlar vardı…; faşizm, İtalya’da zafere ulaşabilmiştir, fakat Almanya’nın sanayi bakımından ileri derecede gelişmiş, son derece uygar, işçi sınıfı hareketinin kırk yıllık bir geleneğe sahip olduğu bir ülke olmasından dolayı, Almanya’da faşizmin zaferi imkânsızdır, tarzında görüşler egemendi…” diyordu.

 

Faşizm, kapitalist süreçteki iktisadî geriliği nedeniyle İtalya’da ortaya çıkmıştı. Almanya’da ise, ileri derecede sanayileşmiş bu ülkenin iktisadî gelişmişliği nedeniyle gelişemeyecekti. Martinov 1929’da hâlâ bunu anlatıyordu: “Faşizm… geri kalmış ve yarı yarıya tarıma dayanan ülkelerde başlıca düşmanımız olacaktır…” Bu yorum, IV. Kongre (1922-1923) boyunca, Zinoviev’in faşizmin en başta toprak ağalarını temsil ettiğini açıklayan görüşüyle kongreye egemendi(5) -.

 

Komintern’in ünlü iktisatçısı Yevgeni Varga, şu görüşü işaretliyordu: “Son on yılda(6) – İtalya’da kapitalizmin gelişmesi, son derece ilginç bazı özellikler gösteriyor. Modern kapitalist gelişime girmiş olan büyük Avrupa devletlerinin sonuncusu İtalya, bu aşamaya çok kısa bir zaman süresinde geçmiş ve olağanüstü bir emperyalist karaktere sahip olmuştur… İtalya’da kapitalizmin gelişiminin ikinci ayrı özelliği ise burjuva diktatörlüğünün burada özel bir biçimi olarak faşizme bürünmüş olmasıdır…”(7) -.

 

III. Enternasyonal faşizmi çoğu kez bu biçimde ele almıştı; bu anlayışı burjuva Devlet’inin demokratik parlamenter biçimi ile faşizm arasındaki farkın nereye oturtulacağı konusunda Enternasyonal’in karşılaştığı güçlüğü bir kat daha artırarak ve faşizmin özgüllüğünü gözden kaçırtacaktır: “Faşizm organik biçimde burjuva demokrasisinden doğup büyür. Burjuva diktatörlüğünden açık baskı biçimlerine geçiş süreci, burjuva demokrasisinin özünü oluşturur”, veya “Almanya gösteriyor ki… Demokrasiden faşizme geçiş, öyle her şeyi alt üst eden şiddetli olaylar olmaksızın, belirli bir doruk noktasına ulaşmaksızın ortaya çıkan fakat yavaş ve kerte kerte tamamlanabilen organik bir süreçtir”. Faşizm tedricî ve neredeyse gözle görülemez geçişi görüşü böylece, “faşizm yeni bir hükûmet yöntemi olmadığından, faşizmle burjuva demokrasisi arasında sadece bir derece fark vardır” görüşüyle kesişir.

 

Faşizmin bu açıdan incelenmesi konusunda elimizde birbirine çok yakın, fakat ayrı iki görüş bulunuyor: August Thalheimer ve Antonio Gramsci ve ayrıca Trotsky’nin görüşü. İlk iki görüş, Marx ve Engels’in Lenin tarafından tekrar ele alınmış olan belirli bir takım analizlerine başvurduklarından birbirlerine oldukça yakındır. Bu analizler, temel niteliği egemen sınıflara göre özgün bir göreli özerklik olan ve bir toplumsal formasyonda, denge durumlarında temel sınıf gücü arasından ortaya çıkan bir Devlet biçimini ele alırlar; bunlar somut olarak mutlakiyetçi Devlet’e –burjuva ve toprak soyluluğu arasındaki denge– uygulanmış olan analizler oluyorlar. Bismarkizm ise bu iki durumun karışımı sayılmıştır. Ancak “denge” terimine dikkat etmek gerekir, çünkü denge burada özel bir anlam kazanmaktadır: Belli başlı iki uzlaşmaz tarafın “eşit güçlerle”, terazi örneğinde olduğu gibi, dengede olduğu “eşitlik” dengesi anlamına gelmektedir.

 

Gerçekten, ne Almanya’da, ne de İtalya’da faşizmin ortaya çıkışı, hangi anlamda olursa olsun, bir siyasî denge bunalımına denk düşmemiştir. Bir kez faşizmin ortaya çıkışı sırasında işçi sınıfı zaten yenik düşmüştü ve bu durum burjuvaziye bir felâketli dengeye mal olmamıştı. Başka bir deyişle ve tüm faşistleşme süreci boyunca, burjuvazi, ana çelişkinin ana görünümü olarak kalmıştı(8).

 

.

.     .

 

Faşistleşme sürecinin evreleri ele alındığında faşizmin sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak gibi gelmediğini belirtmek yeterli olacaktır. Sadece parlamenter demokrasinin içerdiği “tohumlar”ın basit bir özgelişimi değil de, sözü edilen demokrasiden önemli ölçüde farklı olan ve siyasî bir bunalıma tekabül eden bir süreç olduğu ölçüde faşistleşme sürecinden söz edebiliyoruz.

 

Dimitrov’un Enternasyonal’in VII. Kongresi’nde “faşizm bir burjuva hükûmetinin ötekinin yerine basit geçişi değil, devlet biçiminin değişmesidir” gerçeğini vurgulaması rastgele bir olay olmuyor; evrimsel süreç, teoride, ilk böyle kopmuştu. Dimitrov bu yolla, en azından faşistleşme sürecinin ana sorununu belirtmiş oluyor: “Faşizmin iktidara gelişi, finans kapitalizmin herhangi bir komitesinin belirli bir tarihte diktatörlüğünü kurmaya karar vermesi gibi yalın düşüncelerle açıklanamaz. Gerçekte faşizm iktidara, eski burjuva partileriyle bazen şiddetlenen bir savaş sonucunda gelir… Böyle olmakla birlikte, faşist diktatörlüğün kurulmasından önce, burjuva hükûmetlerinin bir dizi hazırlık evrelerinden geçtikleri ve faşizmin doğrudan gelmesine katkıda bulunacak bir dizi gerici önlemler aldıkları gerçeğini(9)  gözden kaçırmamak gerekir.”

 

Konunun açıklığı için faşistleşme sürecinde, faşizmin doğasına göre, aşağıdaki dönemler şimdiden ayırt edilebilir:

 

  1. a) Sürecin başlangıcından “dönüşsüzlük” (non-retour) noktasına kadar olan dönem. Faşizm kaçınılabilir ve karşı konulabilir bir olgu ise de, faşistleşme sürecinde artık sürecin gidişinin geriye çevrilmesinin çok güç olduğu bir an vardır.

 

  1. b) Dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara gelişine kadar olan dönem. Sadece faşizmin ortaya çıkışı ve zaferi yönünden değil, fakat özellikle faşizmin doğası ve belirgin siyasî karakteri yönünden de çok önemli bir dönem.

 

  1. c) Faşizmin iktidarda ilk dönemi. Bu dönem, faşizmin baştan gelen oldukça karmaşık sınıf niteliği, yani iktidara gelmesi sırasında yararlanmış olduğu halk desteğinin çok belirsiz oluşu nedeniyle bir istikrarsızlık ve belirsizlik dönemi niteliğini gösterir.

 

  1. d) Faşizmin stabilizasyonu dönemi. Bu dönemin kendisi de birçok evrelerden oluşur. İlk başta faşizm, sınıf kökenlerinden arınır veya en azından kökenlerinin belirsizliklerinden arınır(10) .

 

.

.     .

 

Geçiyoruz şimdi egemen sınıfların egemen fraksiyonları arasındaki çelişkilere. Faşistleşme süreci ve faşizmin ortaya çıkışı, egemen sınıflar ve bunların fraksiyonları arasındaki iç çelişkilerin derinleşme ve keskinleşme durumuna tekabül eder: Bu da, söz konusu siyasî bunalımın çok önemli bir öğesi oluyor.

 

Faşizm konjonktüründe egemen sınıf ve fraksiyonlar arasındaki çelişkilerin çoğu kez olduğu gibi sadece iktisadî düzeyde kalmadığına da işaret etmesi gerekir(11) . Faşistleşme sürecinde iktidar blokunun iç çelişkilerinin keskinleşmesi, siyasî ve ideolojik alanlardaki uzantıları ile kendini gösterir: Bu çelişkilerin keskinleşmesi, bu bloğu etkileyen derin ideolojik bunalıma ve derin parti yoluyla temsil bunalımına yansır.

 

İktidar bloku içinde durum böyle olunca faşizm, bu bloğun baştan başa ve özgül bir biçimde yeniden örgütlenmesine tekabül eder. Yeniden düzenlemeden kasıt:

 

  1. a) İttifak içindeki güçler dengesinde değişiklik, ittifaka katılan güçlerin göreli ağırlıklarının yeniden dağılımı;

 

  1. b) Faşizmin desteği ile blok içinde yeni bir sınıf fraksiyonunun, finans kapitalinin, yani tekelci büyük sermayenin hegemonyasının kuruluşu.

 

Şu halde faşistleşme sürecinin başlaması ile birlikte çeşitli sınıf ve fraksiyonların zaman zaman öne geçtikleri bir evre, bir hegemonya istikrarsızlığı evresi tespit olunur; faşizmin iktidara gelişi ile birlikte, o zamana kadar böyle bir rolü olmamış bir fraksiyonun siyasî hegemonyasının kuruluşu olgusu gözlenir.

 

Faşistleşme sürecinin başlangıcı, iktidar bloku göz önüne alındığında politik partilerin temsil bunalımı olarak ifade edeceğimiz bir olguya tekabül eder; bu olgu, söz konusu siyasî bunalımın en göze çarpan öğesi durumundadır.

 

Bu arada anlamlı bir olgu daha vurgulanmaya değer: Burjuvazinin ve yandaşlarının geleneksel siyasî partileri, faşizmi hiçbir zaman tamamen kabullenmemişler, hatta bazen, fakat oldukça geç, faşizmin gelişine açıkça karşı koymayı bile denemişlerdir. Bu partilerin, faşist partilerinde katıldığı hükûmetler oluşturmayı kabul ettikleri durumlarda, bunu sırf faşist partilerin tırmanışının önüne geçmek tasarısı ile, yani, halk yığınlarına karşı bunlardan yararlandıktan sonra başlarından atmak tasarısı ile yapmışlardır.

 

Ama temsil ettikleri varsayılan sınıflar ve fraksiyonları bu durumda kendilerini temsil ettiği varsayılan partilerin yolundan gitmemişlerdir. Fakat bu hiçbir zaman, çoğu kez ileri sürüldüğü gibi, burjuva sınıfı ve onun bütün yandaşlarının tüm faşistleşme süreci boyunca ve oybirliği ile faşizmin iktidara tırmanışını desteklemiş oldukları anlamına kesinlikle gelmez. Burada daha çok tekelci sermaye tarafından gittikçe daha açık olarak desteklenen faşist partisinin, temsil eden-temsil edilen bağının kopması ile klasik partilerin bıraktığı açığı gitgide doldurmaya geldiği iktidar blokunun derin bir siyasî yön şaşması söz konusudur. Bunu sonucunda, burjuvazinin ve yandaşlarının tümü, bu klasik partilerin faşist parti tarafından saf dışı edilmelerine pasif biçimde seyirci kalmışlardır(12) .

 

Ve nihayet, faşizmler konjonktürü ile ilgili, önemi ne denli vurgulansa az olan başka bir konu var ortada: Faşistleşme süreci, egemen Komintern görüşünün tersine, var olan güçler ilişkisinde kesin bir dönüm noktasına tekabül eder; burjuvazinin saldırıya geçtiği bir evreye ve bu dönemdeki saldırı stratejisine ve işçi sınıfının savunmaya çekildiği bir evreye bütünüyle denk düşer.

 

Faşistleşme sürecinin başlangıcı, burjuvazinin saldırıya geçmesine tekabül eder; bu dönemin özelliği, sınıf mücadelesinde yeni bir keskinlik gözlenmesi oluyor. Ve nihayet faşizmin gelişi, burjuvazinin güçsüzlüğünü ispatlamaz, uzun bir süre güçlü olduğunu gösterir. Şu halde faşistleşme sürecinde olup biten, burjuvazinin siyasî bunalım ve saldırı stratejisinin birbirine tekabül etmesi oluyor(13) .

 

.

.     .

 

Bütün bu az çok teorik mülâhazalardan sonra dönüyoruz Almanya gerçeğine.

 

Almanya’da faşizmleşme sürecinin başlangıcı, daha çok, son sosyal-demokrat hükûmetten (1928) öncesine, 1927 dolayına oturtulmalı gibidir. Gerçekten bu dönemde, Alman toplumsal formasyonunda, tekelci kapitalizmin kuruluşu ve egemen hale gelişi karakteristik bir ivme gösterir. Sermaye yoğunlaşması, bir süre yerinde saydıktan ve hattâ 1923 enflasyonist bunalımı nedeniyle geriledikten sonra, eskisine oranla çok daha radikal bir ilerleme gösterir: Kartellerin sayısı, 1923-1924’te 1500 iken, 1930’da 2100’e çıkar. Anonim şirketlere gelince, bunlardan yüzde 16’sı, ama sermayeleri toplam sermaye paylarının yüzde 65’ini temsil eden en önemlileri, bu dönemin sonunda Konzern’e katılırlar. 1926 yılından itibaren, dev tröst I. G. Farben egemenliğini kurar ve 1926-1927’de çelik üreten en büyük dört Alman firmasını bir araya getiren Vereinigte Stahlwerke kurulur. Eylül 1929’da, Deutsche Bank ve Disconto Gesellschaft’ın birleşmesinden sonra bütün önemli malî işlemleri üç büyük banka denetlemeye başlar.

 

Bu süreç, Alman toplumsal formasyonunun somut koşullarında, iktidardaki sınıflar ve fraksiyonlar arasındaki iktisadî iç çelişkilerin artışını da birlikte getirmektedir. Bu çelişkiler, tekelci kapitalizme geçiş sürecinin tipik çelişkileri oluyor. Faşizmin iktidara yerleşmesine kadar bu süreci nispî olarak frenlemiş olan ve yerleşmiş faşizm döneminde de, fakat farklı bir şekilde, devam etmiş olan çelişkilerdir bunlar.

 

Almanya’da her şeyden önce burjuvazi ve büyük toprak sahipliği arasındaki çelişkinin büyük bir önemi vardı ve bu çelişki hâlâ pek çok feodal özellikler gösteriyordu. Böylece, tekelci büyük sermaye ile büyük toprak sahipliği arasında, faşistleşme süreci boyunca ve faşizm sırasında, hiçbir zaman inkâr edilmeyen bir ittifakın sürüp gittiği saptanmaktadır. Bununla birlikte bu ittifak, içinde barındırdığı iktisadî çelişkiler gözden kaçırılmamalıdır. Toprak rantının sermayeleştirilmesi yönünde bir dönüş yapmış olan büyük toprak sahipliği, Kaustky’nin değindiği gibi, sanayi sermayesinden ve malî sermayeden nispeten ayrı kalır. Böylece büyük toprak mülkiyeti, tarım sektörünün sanayi sektörüne göre genel geriliğinin acısını çeker.

 

Almanya’da üretimin tümü içinde tarımın payı düşmeye devam eder ve Junkerler iktisadî ağırlıklarının gittikçe azaldığını görürler. 1924-1929 arasında, Almanya’nın toplam üretimi içinde tarımın payı yüzde 22,7’den yüzde 20,9’a düşmüştür.

 

Öteki önemli olay: Rant, yani toplam kârın bölüşüm biçimlerinden biri üzerinde bu dönemden önceki hükûmet tedbirleri, bu dönemde artırılır. Kapitalizmin tarıma büyük ölçüde girmesinin sonucu toprakta salt rantın düşmesi, sermaye tarafından el konulan genel artık-değer’in aynı oranda artması olmuştur.

 

Nihayet, tam bu dönemde, büyük toprak sahipliği, makineleşme yönünde kesin bir adım atar. Böylece bunun sonucunda, büyük bankalara gittikçe borçlanacaktır. Büyük sermaye tarım makineleri ve kimyevî gübre üretimi dallarında yoğunlaşarak kendi tekel fiyatlarını zorla kabul ettirir.

 

Bu zamana kadar “olduğu yerde”, yani üretim alanında yaratılan ve büyük toprak sahipliği tarafından denetlenen transformasyon sanayileri, malî sermayenin denetimine geçerler ve işlenmemiş tarım ürünü işlenmesinde gittikçe daha büyük bir önem kazanırlar. Büyük tüketim işletmelerinin (büyük mağazalar, “süper marketler” vs.) yaratılmasıyla, kazancın gittikçe artan bir bölümü, büyük toprak sahipliğinden büyük ticarî sermayeye transfer edilir.

 

Büyük toprak mülkiyeti ile tekelci büyük sermaye arasındaki “yeni” çelişkiler üzerinde durulduğunda, büyük toprak mülkiyeti ile sınaî ve ticarî orta sermaye arasındaki “geleneksel” çelişkileri gözden kaybetmemek gerekir. Faşistleşme süreci boyunca, dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara yerleşmesine kadar şiddetlenen çelişkiler, özellikle bu son çelişkiler oluyorlar. Orta sermayenin temsilcisi Brünning, işletmesi mutlak olarak açık veren, tamamen ipotek edilmiş birkaç büyük arazinin “kolonizasyonu” için bir plan hazırlar ve Doğu Almanya’da orta köylülüğe yardım ve reform projesi geliştirir. Brünning partisi, Katolik Zentrum, Güney-Batı ve Orta-Batı’nın zengin ve özellikle orta köylülüğünce desteklenmektedir.

 

Bu dönem, Agrar Bolchevismus (tarım Bolşevizmi) sloganına karşı herkesin hücum ettiği bir dönem olur.

 

Büyük toprak sahipliğinin direnişi tüm faşistleşme süreci boyunca kendini gösterir. Bu direnişin başlıca dayanak noktası ordudur. Ve bu direniş faşistleşme sürecinin ikinci döneminde Başkan Hindenburg ve “yüksek” icra mevkileri çevresinde kristalleşir. Faşizmin iktidara ulaşıp iktidarını sağlamlaştırması ile nötralize edilecek direniş, işte bu direniş oluyor.

 

Gerçekten de, Nasyonal-Sosyalizm’in iktisadî siyaseti, bu alanda, tekelci büyük sermayenin ve büyük toprak sahipliğinin ittifakını sağlamlaştırmayı, fakat bunu tekelci büyük sermayenin net avantajına ve kırsal alandaki halk kitlelerinin zararına sağlamlaştırmayı hedef alır. Her ne kadar büyük toprak sahipliği, bir dizi tedbirle orta ve küçük köylülük üzerindeki sömürüsünü artırmakta ise de, buna rağmen, yanı sıra, büyük sermayeye oranla gözden düşer. Nasyonal-Sosyalizm, tarım fiyatlarını tespitte büyük ölçekli tahıl tarımı fiyatlarına yarar sağlasa da, tarım fiyatlarının bütünü ile sanayi fiyatları arasındaki makası açmaktan öteye bir şey yapamaz.

 

Nasyonal-Sosyalizm, giderek, stabilizasyonunun son döneminde, büyük sermayenin tarım sektörünün bütünü üzerindeki egemenliğini sistematik ve gittikçe artan bir şekilde kayıran bir siyaset izler. Büyük toprak sahipliğinin transformasyon sanayilerine ve para piyasasına katılımının korunduğu doğru ise de, bu siyasetin temel olarak kimyevî gübre ve tarım makinaları üreten (I. G. Farben) büyük sermayeye yarar sağladığı da doğrudur.

 

Fakat iktidar içindeki iktisadî çelişkiler, özellikle burjuvazinin kendi fraksiyonları ele alınınca kendilerini gösterir olurlar. Bu, ilk önce, tekelci büyük sermaye ile orta sermaye arasındaki çelişkiler oluyor. Bu çelişkiler hem orta sermayenin büyük sermaye tarafından özümsenmesine karşı direnişi, hem de büyük sermayenin toplam kârdan gittikçe daha büyük bir pay almayı istediği bir iktisadî sürece orta sermayenin karşı çıkması ile ilgili oluyor. Bu çelişkiler, faşistleşme sürecinin ilk döneminde, kendi ihtiyaçları olan hammadde ve üretim araçları fiyatlarının büyük tekeller, karteller, Konzern tarafından otoriter şekilde tespiti, açıkça büyük sermayeyi kayıran enflasyonist eğilim, teknolojik yeniliği ve büyük tekellerin icbar ettiği işgücü verimliliğini sürdürebilmek amacıyla orta sermayenin gittikçe büyük bankalara borçlanması vs… gibi Alman toplumsal formasyonunun somut koşullarına göre sermaye yoğunlaşmasının hızlandığı bir zamanda ciddileşirler. Büyük ve orta sermaye arasındaki ayrımın bu dönemde henüz sanayinin farklı dalları (bir yanda ağır sanayi, öte yanda tüketim malları sanayii veya mamul ürünleri sanayii – Fertigindustrie) ancak kısmen hesaba katılırsa, çelişkiler daha da açık şekilde ortaya çıkarlar(14) .

 

.

.     .

 

Şimdi burada, bu Nazi siyasetinin söz konusu çelişkilerin etkisizleştirilmelerini nasıl gerçekleştirdiğini görmek gerekir. Her şeyden önce Nazizm’in bu iktisadî siyaseti, büyük sermayeye önemli ölçüde yarar sağlarsa da bundan, orta sermayenin kurban edildiği ve bu süreçten yararlar sağlamadığı anlamı kesinlikle çıkmaz. Büyük sermaye yararına tedbirler temelde, halk kitlelerinin yanında küçük üreticileri ezmiştir. Orta sermayeye gelince, her şeyden önce, işçi sınıfının önemli ölçüde artan sömürülmesinden o da doğrudan doğruya yararlanmıştır. Orta sermaye aynı zamanda harp ekonomisine kadar Nazi yönetimi Almanya’sına damgasını vuran iktisadî canlanmadan da yararlanmıştır. Özellikle işsizliğin kalkması Alman pazarında nispî bir genişlemeye yol açmıştı. Tüketim malları sanayiine yatırılan orta sermaye, harp ekonomisiyle birlikte yarar görmeye başlasa da, ağır sanayiin yan üretimine yatırılmış orta sermaye, Devlet siparişlerinden yararlanmaktaydı. Üstelik tüketim malları sanayiine yatırılmış orta sermaye de, iç pazarın harp nedeniyle daralmasına rağmen ordu siparişlerinden (deri, tekstil vs…) yararlanmaktaydı.

 

Nihayet ve özellikle nasyonal-sosyalizm, bu çelişkilerin etkisizleştirilmeleri amacıyla ve Devlet’in büyük müdahalesi ile çoğu kez, tekelci kapitalizmin egemenliği süreci üzerinde bir tür denetim sağlamak zorunda kalmıştı. Hattâ kimi kez, orta sermayenin büyük sermaye tarafından oldukça hoyrat ve “vahşi” şekilde özümlenmesini “frenlemek” için müdahale etmiştir(15) .

 

.

.     .

 

1928 seçimleri sosyal-demokrasinin hükûmete katılmasını sağlaması açısından sol partilerin bir zaferi olmuştu. 1929 ise iktisadî bunalımdır. Brünning zamanında (1930-1932) faşistleşme sürecinin ikinci dönemi olan Brünning hükûmetinin son evresinde, hegemonya yetersizliği döneminin açılmasıyla ifadesini bulmuş olan dönüşsüzlük noktasından sonraki dönemi başlar. İktidar blokundaki siyasî iç mücadele öyle keskinleşir ki, iktidar blokunu oluşturan öğelerden hiçbiri, kısa bir süre için bile, iktidar blokunun genel siyasî çıkarını temsil eden bir siyaseti icbar etmeyi beceremez. Orta sermaye ile yapınla ve büyük sermaye ile çiftçilerin, kendilerine verilen ödünler sonucunda kabul ettirmiş oldukları sosyal-demokrasi ile işbirliği, başarısızlığa uğramıştır. Brünning dönemi, orta sermaye ile büyük sermaye ve büyük toprak sahipliği arasında açık bir siyasî mücadeleyi yaşar. Bu mücadelede Brünning, orta sermayenin genel çizgisini çizmekle birlikte gitgide büyük sermayeye yaklaşan, fakat henüz yeterli olmayan bir çizgi izler. Bundan sonrası, bu durumu değişik olaylarla, Hitler’in gelişine kadar uzatmaktan öteye bir şey olmaz(16) .

 

Sosyal-demokrat Hermann Müller’in koalisyon hükûmeti düşünce Brünning 28 Mart 1930’da Reichstag’da çoğunluğa dayanmayan, daha tutucu bir kabine oluşturdu. 16 Temmuz 1930’da tasarılarının büyük bölümü parlamentodan geri dönünce Brünning, anayasanın 48. maddesine dayanarak ülkeyi olağanüstü başkanlık kararnameleri ile yönetmeye başladı. Bu davranışı ile Weimar Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri yürütmenin sorumluluğu ilkesi ilk kez çiğnenmiş oluyordu. Brünning, Eylül 1930’da yenilenen seçimlerden sonra komünist ve daha önemlisi Nazi ağırlığının önemli ölçüde arttığı Reichstag’ı da feshetti. Bu sağa kayışı pekiştirmek için daha milliyetçi bir dış politika izlemeye başladı.

 

Ekim 1931’de şansölyeliğinin yanı sıra dışişleri bakanlığını da üzerine aldı. 1932 ilkbaharında Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un yeniden seçilmesini sağladı. Bu sırada başkanın ölümünden sonra bir meşrutî-monarşi kurulmasını tasarlamış olmalıydı. Ama bu tasarılarından hiçbirinden sonuç çıkmadı. 30 Mayıs 1932’de Hindenburg’un çevresindekilerin entrikaları sonucunda istifa etmek zorunda kaldı. Tasfiye edilmesinin öncelikli nedeni, Elbe Irmağı’nın Doğu’sunda iflas eden bazı büyük toprak mülklerini dağıtma tasarısıydı. Kendisi de Doğulu bir toprak sahibi olan von Hindenburg, bu planı bir türlü Bolşeviklik sayarak Brünning’i istifaya zorladı. O da bundan sonra bir daha siyasete dönmedi (AB). Katolik Zentrum’un tutuculuğu her vesileyle belirgin olacak.

 

Gerçekten de siyasî partiler ve bunların temsil ettikleri sınıf ve fraksiyonlar arasındaki mesafenin açılması, faşistleşme sürecinin ilk döneminden itibaren başlamaktadır. Başta büyük sermaye ve büyük arazi sahipleri giderek kendi siyasî temsilcilerinden yüz çevirirler. Çiftçiler ise giderek özellikle partilerinden yüz çevirip bir askerî diktatörlükten fayda ummaya başlarlar: Bundan öteye, parti ile temsil ilişkisi, yan askerî örgütlerin oluşumu ile devre dışı olurlar. Bu örgütler, eski çetelerin (Reichswehr noire) tersine şimdi sınıfa dayalı örgütlenmenin çekirdekleri olarak görev görmektedirler. Örneğin, doğrudan doğruya büyük sermayenin ve özellikle bunun sanayi kesiminin finanse ettiği eylem ve görüşlerini milliyetçi ajitasyon konusunda yoğunlaştıran ve Alman milliyetçiler partisini bile devreden çıkaran Stahlhelm (Çelik Miğfer) için durum böyledir.

 

Büyük sermaye, faşistleşme sürecinin ilk döneminde burjuvazinin öteki fraksiyonlarını temsil eden siyasî partileri kendine çekmeye çalışır. Bunda başarı gösterirse de bundan böyle bu partilerle açıkça çatışmaya girecektir. Bu durum 1931 sonbaharında “millî muhalefet cephesi”nin kurulmasına yol açar. Bu cephenin gerçek amacı, Brünning’in düşmesinden çok parlamentonun onayladığı bu örtülü diktatörlüğün tamamen büyük sermayenin çıkarlarına bağımlı tam bir diktatörlüğe dönüştürülmesi olmuştur. Nihayet, orta sermaye de kesin şekilde, biçimsel iktidarı elinde tutan Brüninng’in de aralarında bulunduğu, kendi siyasî temsilcilerinden yüz çevirir. Orta sermaye için bu durum, kararnamelerle yürütülen Devlet idaresi üzerinde bir baskı aracından başka bir şey değildir. “İşveren birlikleri”nin yeniden kurulmasıyla başlatılan iktisadî-korporatif “baskı grupları”nın siyasî partilerin yerine geçmesi, Devlet yönetimi üzerinde hemen her düzeyde doğrudan etkisini gösterir; işveren örgütlerinin başında Reichsverband der deutschen Industrie ve İşveren Sendikaları Birliği bulunmaktadır: Bu birlikler gerçek iktidarın ifade edilmesine yarayan tek organlar görünümünü almaları ölçüsünde, gittikçe artan bir siyasî rol oynamaktadırlar(17) .

 

Faşistleşme sürecinin ikinci döneminde, “hükûmet” partileri de, temsil ettikleri sınıf ve fraksiyonlara göre daha yavaş olmakla birlikte, giderek açık bir diktatörlük fikrini kabullenmişlerdir. Diktatörlük açık olacak, ama bunların kendi denetimlerinden yürütülecektir: Alman milliyetçileri hariç, ordunun doğrudan denetimi altında bir askerî diktatörlük tasarısı üzerinde görüş ayrılıkları vardır. Alman milliyetçileri, kendilerine bağlı Stahlhelm ile nasyonal-sosyalist parti arasındaki çekişmelerin devam etmesine rağmen kendi askerî diktatörlük tasarılarından vazgeçerek, nasyonal-sosyalist partinin iktidarı almasını gittikçe daha açık bir şekilde ileri süren hemen hemen tek gruptular. Burjuvazinin öteki siyasî temsilcileri ise, nasyonal-sosyalist partiyi kendi denetimlerine alarak bu partiden faydalanmayı düşünmekteydiler. Brünning ve daha açık olan von Papem ve son olarak nasyonal-sosyalist parti bünyesinde bir iç bölünmeyi kışkırtarak boş yere çabalayan Schleicher için aynı durum geçerlidir(18) .

 

Bu parti yoluyla temsil bunalımı iktidardaki ittifakı etkileyen ideolojik bunalımla birlikte gider. Almanya’nın Bismarck’ın yukardan devrimi ile toprak feodalitesinin siyasî yöneticiliğinde kapitalizme geçmiş olması, Alman burjuvazisini Alman toplumsal formasyonunda egemen olan özgül bir ideoloji oluşturmaktan alıkoymuştur. Avrupa çevresinde kapitalizmin kuruluşunun ilk zamanlarında burjuva ideolojisinin önemli bir yönü olan “Liberalizm”, Almanya’da asla yerleşememiştir. Almanya’da Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar egemen ideoloji, feodal ideoloji olmuştur. Fakat bu ideoloji, burjuvazinin kendi çıkarlarını kapsayacak şekilde militarizm, devlet despotluğu, kültür vs… şekiller de değiştirilmiştir. Yine Almanya’da, harpten önce, başka Avrupa milletlerinden var olan milliyetçi-liberal hareketlerin bulunmayışı anlamlı oluyor. Alman milliyetçiliği doğrudan doğruya militarizm şeklinde, yani, bu aşamada feodal ideolojinin baskınlığı altında sesini duyurmuştur. Bu durum, gelenek, görenek ve davranışlarda, Alman toplumunun içine işlenmiş olan “Prusya ordusunun astsubayı” idealinde kendini göstermektedir.

 

Harbin sona ermesi ve Weimar Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte sermayenin çıkarlarını temsil eden “liberal” ideolojinin yarma çabası görülür. Ama bu çaba yine çok geç kalır. Her şeyden önce, egemen ideoloji, harbin bitişi ve halk kitlelerinin bu ideolojiye karşı hücumu ile bütün halinde adamakıllı sarsılmıştır. İkinci olarak, yol açtığı ulusal sarsıntılar yüzünden önemli etkileri olan Versailles Antlaşması, Weimar’ın doğuşunun yüzkarası sayılmıştır. Nihayet, daha o zamandan tekelci kapitalizme geçiş ve büyük sermayenin iktisadî egemenliği süreci başlamıştır. Gerçekten, büyük sermayenin emperyalist ideolojisi, “şekil değiştirmiş” feodal ideolojinin egemen olduğu bir ideolojik sistem içinde de geniş ölçüde yer alabilir. Bu anlamda emperyalist ideoloji, “şekil değiştirmiş” feodal ideoloji ile, rekabetçi kapitalizm aşamasının “liberal” ideolojisinin çeliştiğinden daha az çelişir; yayılmacı milliyetçilik, militarizm, despotizme ve devlet otoritesine tapma, her alanda “hiyerarşi” ve “disiplin” saygısı, bunlar, emperyalist ideoloji ile “şekil değiştirmiş feodal ideoloji”nin ortak noktaları oluyorlar. Orta sermayenin siyasî temsilcileri, Zentrum’daki demokratlar, bu şekilde oluşan egemen ideolojiye karşı inatla direnirler.

 

Daha sonra, faşistleşme sürecinin ilk döneminde, “emperyalist-feodal” ideolojinin Weimar ideolojisine karşı saldırısı gittikçe daha açık şekiller alırsa da bu ideolojinin tamamıyla emperyalist ve tam anlamıyla feodal yönleri arasındaki çatlaklar da ortaya çıkar.

 

Emperyalist ideolojinin teknokratik yönü gittikçe açığa çıkmaktadır: “Teknik”, “uzmanlar”, “tarafsız teknisyen” Devlet, “düzenlenmiş kapitalizm” vs. terimler vurgulanır. Buna karşı büyük toprak sahiplerinin tepkisi, gerici feodal romantizmin yeniden canlanması ile kendini gösterir: “Toprak birliği”, “toprak işleyenler” arasında “kişisel sadakat bağları”, kısacası “köylülük”ten başlayıp “millî topluluğun” bütününe kadar uzanan Ortaçağ tipi bir korporatizm göklere çıkarılır(19) . Bu korporatist ideali, faşist ideolojide tekrar ortaya çıkacaktır: Ancak büyük sermayenin, ideolojik gericiliğin bu görünümünden tamamen uzak durduğunu da belirtmek gerekir.

 

İdeolojik çelişkiler, aslında, sadece düşünce alanında kalmaz: İdeoloji, birtakım kurumlarda veya, bu yüzden “Devlet’in ideolojik aygıtları” olarak nitelenebilecek olan, ideolojik aygıtlarca cisimleşir. İdeolojik mücadelenin aşamalarına göre bu aygıtlar, az veya çok önem ve siyasî ağırlık kazanırlar. Faşistleşme sürecinin ilk döneminde bu ideolojik aygıtların siyasî işlevlerinin arttığı görülür.

 

Bunların sadece birkaçına örnek verecek olursak. “Pan-Alman Liga” gibi Weimar Cumhuriyeti’nden önce ortaya çıkmış çeşitli “milliyetçi” gruplar, çoğalmaya başlar ve etkilerinin gittikçe arttığını görürler. Tarihçi Klein’ın (Weimar, 1968) yazdığına göre bu gruplar çok sayıda, çok çeşitli ve bütün Almanya’da kök salmış halde idiler. Her kasabada çok sayıda “vatansever” grubun şubeleri bir arada bulunuyordu. Yerel hayatta bu grupların etkisi çok önemli olmuştur. Seçkinler burada sürekli olarak çok iyi temsil edilirler. O kadar ki, çoğu durumda, yerel siyasî hayat bu gruplar çevresinde dönmektedir. Almanya’da entelektüel hayatın merkezi olup çeşitli gruplara adam sağladıktan sonra ideolojik-siyasî etki güçlerinin arttığını gören üniversiteliler, kapitalizmin yararına yukardan devrim yürüten Bismarck’ın Kulturkamfof’ının bitişinden sonra ideolojik ve siyasî etkilerinin yükseldiğini gören kilise, gazetelerin ve sürekli yayınların sayı ve tirajlarının yükselmesi, radyo ve sinemanın kitle haberleşme araçları olarak kullanılmaya başlaması vb. ile genişleyen haberleşme aygıtı ve nihayet çeşitli “aydın” çevreleri, toplantıları, kulüpleri vs. önemli bir rol oynamaya başlar(20) .

 

.

.     .

 

Şimdi sıra, nasyonal-sosyalist parti ve nasyonal-sosyalizm ile iktidar bloku ve özellikle büyük sermaye arasındaki ilişkinin irdelenmesine geldi.

 

Nasyonal-sosyalizmi bir kitle hareketi yapan şey, iktidar bloku ve özellikle büyük sermaye ile ilişkinin “önceden” kurulması değildi. Bu iki öğe daha çok konjonktür tarafından birbirlerine bağlanmışlardır. Aynı şekilde, veriler tersine çevrilerek, şu da söylenebilir: Nasyonal-sosyalizmin giderek bir kitle hareketi haline gelmesi gerçekleştikçe, iktidar bloku bu harekete yaklaşmıştır.

 

Nasyonal-sosyalist parti, faşistleşme sürecinin ilk döneminden sonra bir kitle partisi haline gelir. Çeşitli milliyetçi hareketlerde faşist ideolojinin gittikçe artan etkisi göz önüne alındığında, durum daha açık hale gelir:

 

Örneğin 1927’de çabucak geniş bir dağıtıma ulaşan Der Angriff (Saldırı) gazetesinin çıkarılması.

 

Bu dönemde, nasyonal-sosyalist parti ile büyük sermayenin bazı çevreleri arasında siyasî bağlar kurulur. Dönüşsüzlük noktasından itibaren bu bağlar nasyonal-sosyalist partiye, sermayenin bir kesiminin tümünün desteğini sağlar.

 

Tam bu tarihlerde, çiftçi çevreleri ve büyük sermayenin temsilcileri, bu partiyi gittikçe artan bir biçimde desteklerler. Aralarında hanedan ailesinin bazı üyelerinin de bulunduğu çiftçiler, kitle halinde bu partiye katılırlar. Giderek çiftçilerin ve özellikle büyük sermayenin bütünü nasyonal-sosyalist partiyi destekler olmuştu. 1928’de Alman Milliyetçi Parti’nin başkanlığına seçilen Hindenburg, Hitler’le açıkça ittifaka giren Alman Milliyetçilerini, Stahlhelm’i, nasyonal-sosyalist partiyi, Pan-Alman Liga’sını bir araya getiren Birleşik Ulusal Cephe kurulur. 1930’da Brünning döneminde “ulusal muhalefet” gittikçe nasyonal-sosyalist partinin egemenliğine girer. Para akmaktadır.

 

Nasyonal-sosyalizm, daha ilk iktidar aşamasında iktidar blokuna özgü siyasî kuruluşların tümünü dağıtır, yani iktidar blokunun geleneksel temsilcilerinin siyaset sahnesinden atılması ile başlar. Nasyonal-sosyalist parti iktidara gelişinden bir yıl sonra Almanya’da tek parti haline gelir. Bu siyasî kişilerin sonuncuları, von Papen, Hugenberg, von Neurath, idareden uzaklaştırılırlar ve öbür taraftan bunlara karşı fizikî olarak yok etmeye kadar varan çok sert tedbirler uygulanır. Buna paralel olarak, nasyonal-sosyalist partinin kendi bünyesinde “sol” kanadın temizlenmesi gerçekleşir. “İkinci Devrim” (anti-kapitalist) isteyen iki milyon SA ve şefleri Röhm ve Strasser’in ortadan kaldırıldığı ünlü uzun bıçaklar gecesi budur. Nihayet bu iş, hâlâ Devlet aygıtı içinde varolan direnişlerin saf dışı edilmesiyle sona erdirilir(21) .

 

.

.     .

 

İtalya’da faşizm, nasyonal-sosyalist Almanya’dakiyle kökenleri farklı olmakla birlikte, ortak karakterler gösterir.

 

En başta, Mezzogiorno(22) sorununun kapsadığı büyük sermaye ile büyük toprak sahipliği arasındaki çelişki, yani, bir bakıma Kuzey’in burjuvazisi ile Güney’in çiftçileri arasındaki çelişki, Almanya’da olduğundan çok daha derindir. Yarı feodal bir tarımsal üretime karşı sermayenin erken ve yapay yoğunlaşması sürecinde tarımın endüstriye oranla geri kalmışlığı burada daha fazladır. XIX. yy.’ın ikinci yarısında her ne kadar yeni doğmakta olan burjuvazi ile büyük toprak sahipliği, koruyucu gümrük politikası yoluyla bir uzlaşma zemini bulmuşlarsa da, tarımsal işletmelerin feodal yapılarının devamı yanında sermayenin yoğunlaşması sürecinin hızlanması ile, çelişkiler yeniden ortaya çıkarlar.

 

  1. Dünya Harbi sonrası bunalımıyla birlikte, tarım ve sanayi arasındaki açık, uçurumlaşır. Öte yandan tarımda sermaye birikiminin yokluğu, çiftçileri sanayileşmeden bütünüyle uzakta tutar. Böylece, bunlar toprak spekülasyonuna oynarlar. Sermaye yoğunlaşması kesin bir şekilde hızlanır ve tarımsal üretim ve fiyattaki düşüş ile belirlenen faşistleşme sürecinin ilk döneminde, tarım-sanayi çelişkisi şiddetlenir. Bu durum, 1920’de büyük sanayiciler tarafından kurulan Genel Sanayi Konfederasyonu ve büyük çiftçiler tarafından kurulan Genel Tarım Konfederasyonu, iki büyük kuruluşun rekabetinde kendini göstermektedir. 1919’da Halkçı Parti (“Köylü” partisi)nin kurulması bu çatışma ile ilgilidir.

 

Şu halde, İtalyan örneğinde, Alman örneğinin tersine, Kuzey’in burjuvazisi ile Güney’in büyük çiftçileri arasındaki ittifak, geçerliliği tartışılır hale gelmiştir. Siyasî alanda bu ittifak devam ederse de, iktisadî alanda kapsadığı yıkıcı tohumlar kendilerini gösterirler. Bu durum, büyük ve orta sermaye arasında artan çelişkilerin eklenmesiyle daha da açıklık kazanır. Bütün bunlara iktidar bloku içindeki bu iktisadî çelişkilere, nihayet, büyük sermayenin kendi içinde banka sermayesi ile sanayi sermayesi arasındaki çelişkiler de eklenir.

 

İtalya’da sermayenin yoğunlaşma süreci, Almanya’daki kadar ilerlemiş olmayıp özelliği, zamansız oluşumudur. Bu yüzden, bankalar ile sanayi arasındaki çelişkiler de özellikle keskin olmuşlardır. Savaştan elde ettikleri muazzam kazançları sayesinde, büyük sanayicilerin bankaları ele geçirmek için tam bir saldırıya geçtikleri görülür. O ise ki İtalyan sermayesi, Almanya’dakinden farklı olarak, spekülatif özelliğini sürdürür ve sanayileşme alanına atılmakta çekimser kalır. Faşizmin gelmesiyle büyük sermaye bünyesinde tekelci sanayi sermayesi, Alman örneğinin tersine, banka sermayesi üzerinde kendi egemenliğini kuracaktır.

 

İktidardaki faşizm konusunda ise, Alman nasyonal-sosyalizmi ile karşılaştırıldığında aşağıdaki özellikler kaydedilir:

 

İtalyan faşizmi, bütün bir dizi tedbirde somutlaşan iktisadî politikası ile büyük toprak sahipliği üzerinde büyük sermayenin iktisadî egemenliği konusunda, nasyonal-sosyalizmden çok daha açık ve seçik şekilde müdahalecidir. Almanya’da tarımın kapitalistleşmesi, bu kapitalistleşmeyi yoğunlaştırarak devam ettiren nasyonal-sosyalizmin ortaya çıkışından daha önce başlamış olduğu halde, İtalya’da, tarıma kapitalizmin girişi, faşizm aracılığı ile olur. A. Rosenberg’in belirttiği üzere (Der Fascismus) “Mussolini, Güney’li çiftçileri tarım devrimine karşı savaşlarında desteklemiş, fakat bu yarı-feodal senyörlere “liberal” dönemde Devlet üzerinde sahip oldukları etkinliği onlara geri vermeye asla yanaşmamıştır. (Faşist Parti, Modern Kuzey’in partisidir ve öyle kalmıştır.) Faşizm, Orta ve Güney İtalya’da eski feodal çevrelerin nüfuzunu kırmıştır. Güney’deki çiftçiler ve yerel ağalar için “kötünün en iyisi” söz konusu olmuştu: Bunların kızıl devrimini en büyük belâ olarak gördükleri belli idi ve işte bu yüzden faşizmi desteklemişlerdi. Fakat bunun yanı sıra, faşizmin gelmesi ile eski saltanatlarını kaybedeceklerini de biliyorlardı. Halkçı Parti’nin faşizme karşı uzun süre muhalefet sürdürmesinin sebeplerinden biri de bu olmuştu. Nihayet, faşizmi daha yakından destekleyenler, Güney’li “yarı feodal” çiftçilerden çok, Kuzey ve orta İtalya’nın büyük çiftçileri ve “kapitalist” arazi sahipleridir. “Kırsal faşizm”, Po vadisinde, Emilia’da ve Toskanya’da yoğunlaşır(23) .

 

.

.     .

 

Faşizm koşullarında büyük sermaye ile büyük toprak sahipliği arasındaki ilişkiler sorunu, kurumsal-siyasî önemi çok büyük olan bir sorun ortaya koyar: Bu söz konusu sosyo-ekonomik yapıda, birleşmiş bir şekilde, “bir arada bulunmakta olan” iki üretim tarzı arasındaki ilişkiler, yani daha o sıra tekelci kapitalizme geçiş aşamasına girmiş olan kapitalist üretim tarzı (KÜT) ile kırsal alanda hâlâ egemen olan feodal üretim tarzı arasındaki ilişkiler sorunudur. Bilindiği üzere bu, özellikle bugün Üçüncü Dünya ve Latin Amerika konusunda, üzerinde çok tartışılan bir sorun olmaktadır(24) .

 

.

.     .

 

Stalin’den alınan şu tekrarlama hep yapılır: “Faşizm, burjuvazinin, sosyal-demokrasinin etkin desteğine dayanan kavga örgütüdür. Nesnel olarak sosyal-demokrasi, faşizmin ulusal kanadıdır… Bu örgütler, “karşılıklı bağdaşmama” durumunda değillerdir, fakat tam tersine birbirlerini tamamlarlar. Birbirlerinin karşıtı değil, fakat ikizidirler. Faşizm, bu iki örgütün şekilsiz politik blokudur.” Stalin, faşizmin sırf burjuvazinin bir kavga aracı olmayan, aynı zamanda bir siyasî kitle olduğunu tespit ederek, bundan faşizmin sosyal-demokrasiye dayandığı sonucunu çıkarmakta, faşizmin kendine özgü halk tabanının anlaşılmaz ve düşünülemez olduğunu belirtip, sosyal demokrasinin bir bakıma bizzat faşizmin halk tabanını (kitle tabanı) oluşturduğu sonucuna varmaktadır.

 

Dolayısıyla, “burjuvazinin aracı” faşist partinin yapısını ve işlevini tanımamak, sosyal-demokrasinin yapısını ve işlevini tanımamakla birlikte yürür. Kitle tabanı ve sınıf temsili ile burjuva karşısında oynanan rol açısından, bu iki durum elbette birbiri ile bağlantılıdır.

 

İlk açıdan, sosyal-demokrasinin niteliğini tanımamak konusunda Komintern’in, doğuşundan beri ve özellikle IV. Kongre’den sonra, ne sosyal-demokrasinin işçi sınıfı içinde direnişi, ne de bunun nedenlerini kavrayamadığını belirtmek gerekir. Komintern sürekli olarak sosyal-demokrasinin işçi sınıfı üzerindeki etkisinin saf dışı olacağını beklemiştir. Bu durum şüphesiz, faşistleşme sürecinde bu etkinin sürmesinin konjonktürel etmenlerini bilmemekten gelmektedir. Ama sadece buna bağlı da değildir. Aynı derecede, Komintern’in ekonomist görüşü çerçevesinde, ideolojik-siyasî etmenlerin önemsenmemesine de bağlıdır.

 

Bu önemsememe, her şeyden önce, Lenin’in sosyal-demokrasi ve “işçi aristokrasisi” ilişkisi konusunda sürekli olarak tekrarlanan tezinin, Komintern içinde belirli bir tarzda yorumlanışında kendini göstermektedir. Sosyal-demokrasi olgusu gitgide özünde “iktisadî” bir olgu sayılmış.

 

Buna göre, sosyal-demokrasinin tek popüler tabanı, emperyalist burjuvazilerin aşırı kârından dağıttığı kırıntılarla beslenen bir işçi-aristokrasisi tabakasının iktisadî çıkarlarına dayanacaktı.

 

Bu, en sonunda, sosyal-demokrasinin gerçek kitle tabanı olmaz anlamına gelir. Üstelik “iktisadî katastrofizm” etkisi altında, bu aşırı kârların daralacağı ve bu tabanın da etkinleşeceği beklenmekteydi.

 

Sosyal-demokrat tipinde bir parti, Lenin’in 1921’deki nitelemesine göre, işçi sınıfı içinde, burjuvazinin siyasetini izleyen bir “işçi partisi” demektir. Bu partinin sınıf tabanı, üye ve militanlarının nispeten önemli bir kesimi, örgütün alt kademeleri, geniş ölçüde işçi kökenlidir. Böylece bu tipte bir parti, İtalya’daki (Katolik) Halkçı Parti, Almanya’daki (Katolik) Merkez Partisi vb., o dönemin işçi desteğine dayanan burjuva partilerinden ayırt edilir. Öte yandan, bu parti mutlaka sosyal-demokrat değildir: “Sosyal-demokrasi görevini artık yerine getiremez olduğundan (gözden düştüğünde), hemen bir başkası bunun yerini alacaktır.

 

“Sınıf işbirliği”nden, bu parti, hükûmeti açıkça destekler veya ona katılır, burjuvazinin siyasetinin işçi sınıfının ezilmesi gerektiği noktaya kadar gelen ve burjuvazinin işçi sınıfına karşı kararlı bir siyasetine denk düşen “normal Devlet biçimleri” içinde bu parti, ideolojik aygıtı oluşturur.

 

Çünkü, öbür taraftan, bu partinin özellikle işçi sınıfı içinde bir kitle partisi olması nedeniyle, işçi sınıfının uğraşımları zorunlu olarak partiye de geçer ve partiye hem doğrudan doğruya, hem de partiye bağlı örgütlerin, sendikaların,  hattâ kimi zaman partinin kendisi örgütlere bağlı olur), desteği ile etkiler. Böylece bu parti, kendi varlığının bağlı olduğu kurumsal işlevini yitirme pahasına temsil temelini sürdürmek zorunda kalmaktadır. Bu tip bir parti, işçi sınıfı yönünden bir uzlaşma siyaseti, bu Devlet biçimi ve söz konusu belirli siyaset çerçevesinde, burjuvazinin kabul edebileceği bir çizgi izler. Öte yandan, böyle bir partinin bünyesinde çeşitli kademeler, şefler ve bürokrasi görevlileri, kitleye daha yakın alt tabakalar, militanlar arasında önemli ayrımlar kaçınılmaz olur.

 

Başka bir söyleyişle, sosyal-demokrat tipte bir parti, burjuvazi tarafından her zaman ve her şekilde, her şeye yarayan basit bir “araç” gibi kullanılamaz. Kesin olarak belirlenmiş bir toplumsal işleve bağlı bir kurum olarak kalır.

 

Aslında faşizm de, burjuvazinin belirli bir siyasetine uygun özel bir Devlet ve yönetim biçimini oluşturur. Faşizm,  bu şekli ile, Devlet’in ideolojik aygıtları dahil tüm Devlet kuruluşunun yeniden düzenlenmesine tekabül etmektedir. Böyle bir yeniden düzenlemede, sosyal-demokrat tipte bir parti, kitle tabanının işçi sınıfına dayanması nedeniyle ve sınıf savaşının bu parti aracılığı ile yürütülmesi ölçüsünde, hiçbir işlev alamamakla kalmayıp, tersine tamamen yıkılmalıdır. Ve sonunda yıkılır zaten. Burjuvazinin siyaseti, bundan böyle, işçi sınıfının tamamen yok edilmesini amaçlamaktadır.

 

Bu sonuncu durumda bile, işçi sınıfına karşı örgütlü ve geniş ölçüde fizikî baskı, burjuvazinin egemenliğine yetmez. Başka aygıtların herhangi bir şekilde görevi devralmaları gerekecektir. Bunlara dair örnekler arasında, özellikle kitle tabanı ve örgütsel yapısı işçi sınıfı dışında (küçük burjuva) ve dolayısıyla, ideolojik rolü sosyal-demokrasi tipte bir partininkinden tamamen değişik olan faşist örgütler gösterilebilir.

 

Bir sosyal-demokrat parti küçük burjuvaziyi de içerecek şekilde genişletilebilir. Fakat yine de işçi sınıfı içinde burjuva ideolojisi ve politikasının bir çeşit iletişim kanalı olarak işlev görür. Ama sosyal demokrat türden bir partide, bu küçük burjuva öğesinin, sadece veya başlıca sayısal değil, daha çok politik, ideolojik ve örgütsel olan öneminin bazı sınırları vardır. Bunu aşınca, işçi sınıfından izleyici bulan bir burjuva partisine dönüşür. Özellikle II. Dünya Harbi’nden sonra Avrupa’nın sosyal-demokrat partilerinin çoğu böyle evrilmişlerdir.

 

Son olarak, hâlâ bir özgül bağlam içinde kalmak üzere, nasyonal-sosyalizmin iktidara gelmesinden önceki dönemde sosyal-faşizm teorisi Komintern açısından şu yan – anlama sahipti. Alman ve Avusturya sosyal-demokrasisi bu sıralarda oldukça merkezîleşmiş, disiplinli ve bürokratikleşmiş bir partiydi ve işçi hareketinin gelişmesini, ekonomik ve politik taleplerini başarılı bir şekilde bloke ediyordu. Böylece, sosyalist demokrasi ve sosyalist özlemleri boğduğu için, işçi sınıfı kitlesi üstünde faşist “yöntemler” ve “uygulamalar” yoluyla “faşist” tipte bir baskı kurduğu söyleniyordu.

 

Sosyal-demokrasinin rolünün kitleleri yanlış yönlendirmek ve devrimi engellemek konusunda tartışma yersizdir. Ama bu işleri faşist parti ile aynı şekilde yerine getiremeyeceği ve getirmediği de açıktır; o ise ki, sosyal-faşizm teorisinin ayağını bastığı yer bu noktadır. Aslında “uygulamalar” ve “yöntemler” boşlukta değil, onlara dayanak olan aygıtlarda varolurlar; sosyal-demokrasi ve faşizm bu rolü aynı şekilde yerine getiremezler, ne işçi sınıfına baskı yapmakta, ne de ideolojik ya da örgütsel biçimleri söz konusu olduğunda.

 

Burada, burjuvazinin stratejisi açısından ve burjuvazinin, ya sosyal-demokrat kartı veya faşist kartı oynayacağı veya aynı zamanda her ikisini birden oynayacağı alternatifi içinde ele alınan sosyal-faşizm tezi, önemli ve anlamlı bir yanlışlık içeriyor. Siyasî bunalım ve faşistleşme süreci sorunlarına bütünüyle yabancı, “demokratik parlamenter” Devlet biçimi ve faşist Devlet biçiminin özdeş sayılmasının bir arada bulunuşu rastlantı değildir.

 

Burada görünen şey, burjuvazinin, eğer gerekli görürse, stabilizasyon döneminin sonunda ve faşistleşme sürecinin başlangıcında, “sınıf işbirliği” kartını oynadığıdır. Öte yandan bu kart, ya bizzat iktidardaki sosyal-demokrasi tarafından (Alman örneği) veya sosyal-demokrasinin doğrudan katılması olmaksızın, burjuva siyasî partilerince oynanmaktadır. Başka bir deyişle bu durum, işçi sınıfının yenilgisinin başlangıcı ve burjuvazinin saldırıya geçmesi ile çakışmaktadır(25) .

 

.

.     .

 

Alman sosyal-demokrasisinin, tüm faşistleşme süreci boyunca işçi sınıfı üzerindeki etkisi artmaktadır: 1928’de 937.000 olan üye sayısı, 1932’de 984.000’e yükselir. Üyelerin en büyük kısmı sanayi işçileri arasından gelmektedir; aynı şekilde, en iyi seçim sonuçlarına da sanayiin yoğun olduğu bölgelerde ulaşır. Üyeleri en vasıflı ve iyi ücret alan işçiler arasından gelmekteyse de (Alman Komünist Partisi AKP içinde durum böyledir) düz işçilerden, en düşük ücreti almakta olan işçilerden (örneğin, dokuma işçileri) ve kitle halinde tarım işçilerinden üye toplamaktadır. Nihayet Alman Sosyalist Parti hemen savaş öncesi 15.000 kadar “ücretli militan”a, yani sürekli militanlık görevi yüklenmiş kadrolara sahiptir.

 

Lenin, genel siyasî çizgisi açısından, sosyal-demokrasinin revizyonizm (Kautsky vs.) yoluyla, temel özelliği reformizm olan burjuva siyasetini işçi sınıfı içinde nasıl uygulamayı başardığını göstermiş. O ise tüm faşistleşme süreci boyunca ve sosyal-demokrat parti ve sendikaların mücadelenin gücünü frenleyen sınıf işbirliği siyasetlerinin yanı sıra, bunların yönetimlerinin karşısında giderek teslim oldukları görülüyor.

 

Sosyal-demokrasi, 1928’de, son kez iktidara geçişi sırasında Devlet aygıtlarına yönelik her türlü önlemi yadsır; O ise bu aygıtlar daha o zamandan nasyonal-sosyalistler tarafından ciddi bir şekilde ele geçirilmeye başlanmışlardır. Prusya sosyal-demokrat hükûmeti tarafından “Nazilere bahane sağlamamak” için yasaklanan 1 Mayıs 1929’da Berlin’de AKP’nin örgütlediği gösteri, Prusya polisinin göstericilere ateş açarak 33 kişiyi öldürmesiyle sonuçlanır. Sosyal-demokrasi bundan böyle, iktidardan düşüşünden sonra, Tolerierungs-politik, yani faşizmi engellemek için kötünün en iyisi siyasetini uygulayacaktır; parlamentoda açık veya üstü kapalı biçimde Brünning’i destekler. Son başkanlık seçimlerinde de Hindenburg’u destekler.

 

Sosyal-demokrasi 1924’ten itibaren güçlü sayıda (160.000) silahlı bir işçi milisine, Reichsbanner’e sahiptir. Düşmana “bahane sağlamamak” için bu milis, Hitler tarafından dağıtılana kadar kullanılmayacaktır. 1932’de Prusya sosyal-demokrat hükûmetinin görevine von Papen tarafından anayasa dışı bir biçimde son verilmesi sırasında komünistlerin önerdiği grevi sosyal-demokrat parti ile sendika merkez yönetimi reddederler. Vorwaerts bu konuda “işçi halkın, iktidardaki toplumsal gericiliğe karşı elindeki oy silâhı ile mücadele…” ettiğini yazar ve sosyal-demokrasi bu gerici önleme karşı Yüce Divan’da dava açar! Hitler’in şansölyeliğe atanmasının ertesinde, bu atamanın yasal olmasının arkasına saklanan sosyal-demokrasi, komünistlerin önerdiği genel grevi bu kez de reddeder… ve 1933 seçimlerinden sonra Hitler’e karşı bir “yasal muhalefet” amacına yönelir: “İç çelişkiler” nedeniyle hükûmetin kısa zamanda parçalanacağını öngörmektedir. 60 milletvekiline inmiş parlamento grubu, hükûmetin dış siyasetini ve “Alman ulusunun haklarının eşitliği için” verdiği mücadeleyi onaylar durumdadır. Th. Leipart yönetiminde, sendika yöneticileri Nazilerin örgütledikleri İşçi Bayramı’na katılırlar.

 

Temmuz 1933 çözülüş, yasaklanma ve son!

 

Kısaca, sosyal-demokrasinin siyaseti, karşı-devrimci doğası ve işlevine sadık kalmaktadır. Aslında, sosyal-demokrasi ile faşizm arasında tam anlamıyla bir suç ortaklığı yoksa da ve tüm faşistleşme süreci boyunca, sosyal-demokrasi kendi yöntemiyle işçi sınıfının “iktisadî çıkarlarını”, bu sınıf içindeki tabanını muhafaza etmek için korumaya çalışırsa da, faşizmin gelişinde en büyük sorumluluk payını hiç şüphesiz sosyal-demokrasi taşımaktadır(26) .

 

.

.     .

 

Şimdi, önce parti, sonra Devlet olarak, nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfıyla olan ilişkisine geçiyoruz. Burada esas sorun, nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfı içindeki gerçek kök salma sorunu olmaktadır. 1928’de faşistleşme sürecinin başlangıcıyla birlikte nasyonal-sosyalizm, Gregor Strasser’in yönetiminde, geniş ölçüde işçi sınıfı içinde kök salma girişimine koyulur. 1929’da İşyeri Hücreleri Nasyonal-Sosyalist Örgütü (NSBO) kurulur. İktidarın alınması sırasında bu örgütün 400.000 üyesi vardır.

 

NSBO’nun bu üyeleri, özellikle hangi tabakalardan gelmektedirler? NSBO’nun bu üyelerinin önemli bir bölümünü “işçi aristokrasisinin” sağladığı ileri sürülmüştür. O ise ki yüksek ücret alan ileri sanayi işçileri içinde, sosyal demokratların hemen hepsi ve komünistler, kitle olarak, kendi örgütlerine sadık kalmışlardır. Her ne kadar NSBO daha önce de sağ örgütlere bağlı olan “işçi aristokrasisi” içinde üye toplamakta idiyse de bu örgüt, üyelerini özellikle iş yerlerinde “yönetici kadrolardan”, yüksek teknisyenler, mühendisler vs. arasından sağlamaktadır. “İşçi aristokrasisi” işçi sınıfının bir tabakasını oluşturduğu halde, bu sözü edilen yönetici kadrolar, işçi sınıfına, üretken işçilere girmezler.

 

Ama NSBO tabandan da adam toplamaktadır. En başta, yeni kurulmuş işletmelerdeki, köyden henüz gelmiş ve tarımdaki bunalımın özellikle ağır geçtiği, nasyonal-sosyalizmin yoksul köylülük içinde kitle desteği bulmuş olduğu Doğu bölgelerinden gelen işçiler için bu durum söz konusudur.

 

Ve son olarak NSBO, özel bir gazeteyle (Der Erwerbslose – İşsizlik) seslendiği 1932 Almanya’sında sayıları 5.500.000’i bulan işsizler arasından taraftar sağlamaktadır. Çok sayıda işsiz yoksulluk nedeniyle, SA’ların ücretli üyeleri haline gelirler. Zaten, işverenler çoğu kez, işe almadan önce, nasyonal-sosyalist partinin kartını sormaktadırlar. Buna rağmen bu konuda da, gerekli ayrımlar göz önüne alınırsa, durumun sanıldığı kadar ileri gitmediği görülür. Her şeyden önce, geçici bir süre için, işsiz kalanları, toplumsal sıralamadaki yerlerinden olmuş lumpen öğelerden ayırt etmek gerekir. Nasyonal-sosyalizm, özellikle bunlar arasında adam toplamaktadır. Sonra, daha önceden mücadele geçmişi olan işsizlerle, işsiz genç işçiler birbirinden ayırt etmek gerekir. Bu sonuncular, nasyonal-sosyalizme daha açık bir biçimde bağlanmaktadırlar. Ayrıca, işsiz işçilerle (Arbeitlosen) değişik görevli ücretliler ve idarî hizmetliler kategorilerinden gelen işsizler (Berufslosen) arasında da ayrım yapmak gerekir: Nasyonal-sosyalizm özellikle bu sonuncular arasından adam toplamaktadır.

 

Nasyonal-sosyalist partinin gerçek anlamda işçi sınıfından topladığı üyelerin yüzdesine gelince, bu 1930-1934 arasında % 28’den % 32’ye çıkarsa da, işçi sınıfının nüfusun tümüne olan oranın yanında (% 45) düşük kalmaktadır.

 

Aynı sonuçlar, nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfı üzerindeki ideolojik etkilemesinin görece daha belirgin görülebileceği seçim sonuçlarının incelenmesinden de çıkarılabilir. 1930’dan başlamak üzere nasyonal-sosyalizm, işçi sınıfı oylarının düşük bir yüzdesini kazanır gözükmektedir ve bu, sosyal-demokrasinin yararına olmaktan çok, özellikle Mersebourg ve Chemnitz-Zwichau gibi kalelerinde AKP’nin yararına olur. Bununla birlikte bu sonuçlardan, Hitler zamanındaki 1932 seçim sonuçları da dahil olmak üzere işçi sınıfının, bütününde ASP ve AKP’ye bağlı kaldığı ortaya çıkmaktadır.

 

Fakat asıl sorun şöyle oluyor: Açıklanması gereken konu, nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfını etkisizleştirmeyi ve edilgen bırakmayı başarmış olmasıdır. Burada temel olan, nasyonal-sosyalizmin ideolojik görünümüdür. Her şeyden önce bu ideoloji, başkaldırmış küçük burjuvazinin niteliği olan belirgin “anti-kapitalist” bir yön taşımaktadır. Faşistleşme sürecinin yaygın ideolojik bunalımı içinde bu küçük burjuva anti-kapitalist görünüm, işçi sınıfını çeker. Fakat her şey bununla bitmez: Nasyonal-sosyalizm, başta O. ve Gr. Strasser kardeşler olmak üzere, “sola yatkın” kanadın etkisiyle, tam anlamında sosyalist bazı sloganları benimser(27) . Örneğin 1920’den başlamak üzere, parti programının 13. maddesinde, tüm anonim ortaklıklarının kamulaştırılmasını ister. Gz. Strasser, “Marksistlerin” üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini istemekle haklı olduklarını, fakat üretim araçlarının sadece işçi sınıfının değil, tüm milletin olması gerektiğini söylemektedir. Mülkiyetin (Eigentum) millette olmasına karşın, zilyetlik hakkı (Bezitz) denetim altında, bazı özel kişilere verilebilir. O. Strasser ise, “halktan her yoldaşın” sadece “millî zenginliklerin” ortağı olmayıp aynı zamanda, zilyetlik ortağı da olmasını istemektedir. “Emperyalizm”e düşman ve sosyalizmden yana bildiriler bollaşır. Gr. Strasser şunları yazmaktadır: “Alman sanayiin, Alman ekonomisinin uluslar arası malî sermayenin elinde olması, tüm toplumsal kurtuluş imkânının sonu olmaktadır; tüm sosyalist bir Almanya düşlerinin sonu olmaktadır… Biz savaştan çıkmış genç Almanlar, biz nasyonal-sosyalist devrimciler, Versailles barışı ile somutlaşan kapitalizme ve emperyalizme karşı savaşa giriyoruz… Biz, nasyonal-sosyalistler, halkımızın milli kurtuluşu ile Alman işçi sınıfının iktisadî kurtuluşu arasında… sıkı bir bağ bulunduğunu anladık. Ancak Almanya özgür olduğu zaman Alman sosyalizmi mümkün ve kalıcı olacaktır.”

 

 

 

Son olarak, işçi sınıfına seslendiği biçimde, nasyonal-sosyalist ideolojinin korporatist yanını da göz önüne almak gerekir. O. Strasser’e göre korporatizm, salt millî varlığın “ortakça yönetimi”ni dile getirme ve özellikle millî mülk olan işletmelerde ise işçi denetimi anlamına gelir.

 

Faşistleşme süreci sırasında, nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfı konusundaki somut siyasetine gelince: 1928’den itibaren siyasî örgütlere saldırdığı halde, sendikaları nispî olarak esirgediğini görüyoruz. Arada hak isteği mücadelesine katılmaktadır: 1930’da Mansfeld ve Berlin demir-çelik işçilerinin grevlerini destekler. Dahası, 1932’de ünlü Berlin taşımacılık grevini başlatır.

 

Her şeyden önce nasyonal-sosyalizm, işsizliğin ortadan kalkmasını parlak bir biçimde başarır. 1933’te 5,5 milyon dolayında olan işsiz sayısı, 1937’de 1 milyona, 1939’da birden 40.000’e düşüp savaş sırasında tamamen ortanda kalkar. Sanayi işçileri ile ilgili olarak, nasyonal-sosyalizm sırasında bunların “hayat düzeylerinin” (gerçek ücretlerinin) daha önceki durumlara oranla kötülemediği, hattâ 1930 düzeyine ulaşmamakla birlikte, bazı bakımlardan iyileştiği görülebilir.

 

Daha da ilgi çekici olan, sanayi işçilerinin kendi içlerinde “ücret” kategorilerine ayrılmaları oluyor. Bu ayrımı belli bir ölçüde “doğal olarak” işgücü piyasasının yasalarına göre, fakat özellikle nasyonal-sosyalizmin işçi sınıfını açık bölme siyaseti sonucunda işlerlik kazanır. Bu ayrımı hem sanayiin belirli dallarındaki işçiler, hem de yüksek vasıflı işçilerle ilgilidir.

 

Ücretler sınıflandırmasının düzenli olarak gelişmesi. Franz Neumann’ın altını çizdiği üzere “… nasyonal-sosyalist ücret siyasetinin özünü oluşturmuştur… Şurası çok önemlidir ki, bu iktisadî bir sorun olarak değil, kitlenin denetlenmesini içeren temel bir siyasî sorun olarak anlaşılmalıdır…”

 

Kısaca, bu iktisadî sömürünün artması sürecinde, her şey sanki iyi hesaplanmış bir bölme planına göre hareket ederek, nasyonal-sosyalizm öteki halk sınıflarına oranla, gerçek düşmanını, işçi sınıfını, gözetiyormuş gibi gelişmektedir. Fakat hiç şüphesiz, nasyonal-sosyalizm egemenliği altında işçi sınıfının etkisizleştirilmesinin tek ve başlıca yolu bu iktisadî siyaset değildir. İşçi sınıfının etkisiz kılınması, polis zorbalığı da dahil olmak üzere, ama özellikle Devlet’in ideolojik aygıtlarının baştan aşağı yeniden örgütlenmesinin ve bu aygıtların yüklendikleri işlevin eseri olmuştur.

 

Burada belirtilmesi gereken husus, işçi sınıfının etkisizleştirilmesinin adım adım gerçekleştirildiğidir. Özellikle nasyonal-sosyalizmin iktidardaki ilk döneminde, nasyonal-sosyalizmin belli bir ölçüde egemen sınıflara gücünü benimsettiği bir uzlaşma politikasını görmek mümkündür. İktidara gelişinden sonra nasyonal-sosyalizm, “bağımsız” sendikaları dağıtır (Mayıs 1933), grev hakkını kaldırır, çalışma karnesini getirir (1935), iş uzlaşmazlıklarında Devlet’in zorunlu hakemliğini yerleştirir. Bununla birlikte, Temmuz 1933’e gelinceye kadar, NSBO örgütünün, büyük bir bölümü SA’lara üye olan işyeri hücreleri üyeleri, çoğu kez işe alma konusunda kendi denetimlerini yerleştirmekte ve hattâ toplum düzenine aykırı buldukları işverenleri tutuklamaya kadar gitmektedirler.

 

Mayıs 1933’te nasyonal-sosyalist sendikal örgüt Çalışma Cephesi kurulur ve hemen ardından, bu örgüte girmek, değişik baskı araçları ile hemen hemen zorunlu hale gelir(28) . Bunun yanı sıra, NSBO üyelerine çalışma cephesindeki her türlü sorumluluktan el çektirilir.

 

NSBO şefi Gr. Strasser, Uzun Bıçaklar Gecesi’nde öldürülür. Bununla birlikte, bir yanda işverenler, öbür yanda Çalışma Cephesi ve onun şefi Çalışma Bakanı Dr. Ley arasında sürtüşmeler sürmektedir: Dr. Ley’in meslek birlikleriyle ilgili tasarısı, işveren örgütlerinin dağıtılmasını ve işverenlerin Çalışma Cephesi içinde toplanmalarını amaçlamaktadır. Böylece Çalışma Cephesi, Alman ekonomisinin başlıca örgütleyicisi durumuna gelecektir.

 

Yerel sorumluların, çoğu kez, doğruca nasyonal-sosyalist partinin yerel şubelerince atanmasına rağmen, Çalışma Cephesi, işçi kitlesi ile ilişkisi yüzünden, sürekli kuşku ile karşılanmıştır. Nasyonal-sosyalist önderler, yine de Cephe’yi “tamamen politik” bir araç olarak görüyorlardı.

 

Çalışma Cephesi ne kadar temizlenmiş, dönüştürülmüş, Devlet güdümüne sokulmuş olursa olsun, nasyonal-sosyalist önderlerin bu tek sendikaya her zaman güvensizlikle bakmış olmaları paradoksal oluyor. Çünkü ne türden olursa olsun, her burjuva devleti işçi sınıfına karşı yetiştirilmiş bir veya daha fazla ideolojik aygıtı silâh olarak kullanmak zorundadır ve sınıf mücadelesinde bunların saldırıya uğramasından hep korkar; nasyonal-sosyalist Devlet’te Çalışma Cephesi de böyle oldu. Bunu söylemek, sosyal-demokrat sendikalarla Çalışma Cephesi arasında “sosyal-faşizm” gibi yüzeysel bir analoji yapmamak demektir. Daha çok, burjuva Devleti’nin her biçimindeki ideolojik aygıtlar arasındaki doğal hısımlığı belirtir ki, işlevleri, amaçları ve eylem yöntemleri arasındaki Temel farklarının ardında yatan da budur(29) .

 

.

.     .

 

Şimdi sıra geldi küçük burjuvazinin sınıf yapısı ve küçük burjuva ideolojisinin tahlili konusunda ön açıklamalara, şöyle ki faşizm, faşist parti, faşist Devlet ve küçük burjuva arasındaki ilişki, küçük burjuvaziyi genel olarak incelemesinin ideal zemini oluyor.

 

Küçük burjuvazinin sınıf tanımlaması Marksist toplumsal sınıflar teorisinin düğüm noktası görünümündedir. Marksist teoriye göre böyle bir tanımlama, ekonomist bir toplumsal sınıflar görüşünün tersine, bir üretim tarzı içinde herhangi bir sınıfın belirlenmesinde ve toplumsal formasyon içinde yerinin tespit edilmesinde, üretim ilişkileri ölçütünün tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. İdeolojik ve siyasî ilişkilere başvurulmasına mutlaka gereklilik bulunuyor.

 

Kırsal küçük burjuva sorunu bir yana bırakılırsa, küçük burjuva sınıfı içinde, üretim sürecindeki yerleri ilk bakışta birbirlerinin aynı olmayan iki ana grup ayırt edilebilir. Bu iki ana gruba karşılık, yine de tek bir küçük burjuva sınıfından söz edilebilmesi, üretim ilişkilerindeki bu iki farklı konumun siyasî ve ideolojik düzeyde aynı etkilere sahip olmasındandır. Bu durum, küçük burjuvaziyi, özellikle siyasî ve ideolojik ilişkilerde bir bütün haline getirir.

 

İktisadî düzeyde “küçük burjuvazi” teriminden, en başta küçük üretim ve küçük mülkiyet anlaşılmaktadır.

 

  1. a) Küçük üretim: Burada, aynı kişinin hem üretim araçlarının sahipliğini, tasarrufunu kendinde tuttuğu, hem de doğrudan işçilik yaptığı zanaatkârlık biçimleri veya küçük aile işletmeleri kastedilmektedir. Bu üretim biçimlerinde hiç ücretli işçi çalıştırmamaları veya ancak zaman zaman çalıştırmaları ölçüsünde, kelimenin tam anlamıyla, iktisadî sömürü yoktur. İşgücü, en başta, bu tür küçük işletmenin gerçek sahibi ve onun aile üyelerince sağlanmakta, karşılığı ücret şeklinde ödenmemektedir. Bu küçük üretim, kârını, kendi ürettiği malların satışından ve artık-değerin toplam bölüşümüne katılarak sağlar. Fakat doğruca artık-emeğe el koymaz.

 

  1. b) Küçük mülkiyet: Burada esas olarak, mal sahibinin ailesinin yardımını aldığı, işgücünün kendisinin sağladığı ve ancak ara sıra ücretli işçi çalıştırdığı, sermayenin dolaşım alanındaki küçük ticaret söz konusudur.

 

Şu halde, geleneksel küçük burjuvazinin bu iki ana grubu için, iktisadî düzeydeki ortak konumlarının doğrudan doğruya ücretli emek sömürmemelerine dayandığı söylenebilir. Böyle bir küçük burjuvazi, “saf” kapitalist üretim tarzına (sermaye-ücretli emek) ait değildir. Böyle bir küçük burjuvazinin kapitalist toplumdaki varlığı aşağıdaki etmenlere bağlı oluyor:

 

  1. a) Bu toplumda, birçok üretim tarzının bir arada bulunması. Bunlar arasında, feodal üretim tarzı veya bu üretim tarzının belirli bazı “öğelerinin” varlığı;

 

  1. b) Böyle bir toplumda, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçiş şekli olan basit meta üretimi biçiminin varoluşu.

 

Dolayısıyla, bu tip bir küçük burjuvazinin varlığı, aynı şekilde, feodalizmden kapitalizme geçişin aldığı somut tarihî biçimlere bağlıdır. Örneğin, Fransa’da, küçük üretim ve küçük mülkiyetin ısrarlı varlığı feodalizmden kapitalizme geçişin büründüğü siyasî biçimler nedeniyledir burjuvazi, aristokrasiye karşı küçük burjuvazinin desteğine dayanıyordu. Marx ve Engels’in kapitalist bir yapıda, yıkıma doğru gitme ve saf dışı olma eğilimi üzerinde önemle durdukları; Lenin’in “geçiş sınıfı” diye nitelendirdiği küçük burjuvazi bu oluyor. Kapitalist üretim tarzının egemenliğinin yerleşmesi ve genişleyen gelişimiyle bu sınıfı ya küçük bir oranda ve çeşitli yollardan burjuvazi ile bütünleşmeye, ya da kitlesel olarak “proleterleşmeye” mahkûmdur. Bununla birlikte, iktisadî alanda bu iki gruptan tamamen farklı bir konumu olan, bazı başka gruplar da küçük burjuvazi olarak nitelenmektedirler. Bu, üretken olmayan ücretlilerin durumu oluyor.

 

Bu durum, en başta, sermayenin dolaşımı alanında çalışan veya artık-değerin gerçekleşmesine katkıda bulunan ücretli işçiler için geçerlidir. Sigortalar, ticaret, bankalar, satış büroları, reklam şirketleri vb. çalışan ücretli işçilerle, aynı zamanda “hizmetler” sektörü görevlileri. Ve daha sonra Devlet memurları…

 

Küçük üretim, küçük mülkiyet durumunda, bu kategori, ekonomik düzeyde hem burjuvaziye (mülkiyet), hem de proletaryaya (küçük mülk sahibi bizzat doğrudan emekçidir) yaklaşmaktadır.

 

Hem burjuvaziye eğilimi (burjuvazi tarafından ekonomik bakımdan gittikçe eğilmektedir), hem de proleterleşme korkusu ve küçük mülkiyete aşırı bağlılığı yüzünden proletaryaya karşıdır. Bu durum çoğu kez, ideolojik düzeyde aşağıdaki sonuçları doğurmaktadır:

 

  1. a) “Aşırı zenginliğe, büyük servetlere” karşı bir statükocu anti-kapitalizm. Fakat her şeyden önce statüko, çünkü bu kategori mülkiyetine çok bağlıdır ve proleterleşmekten korkmaktadır. Bu küçük burjuvazi, sistem değişmeden değişiklikler olmasını ister.

 

  1. b) Toplumun devrimci değişimi yerine, “merdiven” mitosuna bağlı bir ideolojik görünüm. Aşağıdan proleterleşme korkusu, yukardan burjuvazinin çekiciliği. Küçük burjuvazi, “daha iyiler” ve “daha yeteneklilerin” bireysel yükselmesi ile burjuvazi olmayı özler.

 

Sömürüyü üretimde değil, fakat esas olarak ücretin hukukî (dolayısıyla geniş ölçüde aldatıcı) biçiminde yaşayan, üretken olmayan ücretli emekçilerin “ekonomik” durumu da benzer ideolojik sonuçlara sahiptir: anti-kapitalist statükoculuk görünümü. Üretimde çalışmayan emekçilerin ücretlerini etkileyebilecek bir devrim korkusu.

 

Bu demektir ki sınıf savaşı alanında, küçük burjuvaziyi oluşturan bu çeşitli kesimler, “kendilerine özgü” uzun süreli siyasî çıkarlara sahip olamazlar. Tecrit edilmişlikleri ve ideolojik yakınlıkları ile birlikte bu ölçüt, siyasî planda genel olarak aşağıdaki ortak sonuçları doğuruyor:

 

  1. a) Özgül bir parti halinde siyasî örgütlenme konusunda çok önemli güçlükler.

 

  1. b) Küçük burjuvaziyi oluşturan kesimler için çoğu kez, bu örgütlenme kendi siyasî “temsilcileri” olarak görülen ve örgütleyici bir rol oynadığı kabul edilen Devlet’in çeşitli aygıtlarında geçiyor. Küçük burjuvazi çoğu kez, Devlet’e destek bir sınıf oluşturmaktadır. Burjuvazi ile olan ittifakı doğrudan olmayıp burjuvazinin çıkarlarına karşı ve kendi çıkarlarına uygun gördüğü Devlet biçimlerine destek yoluyla gerçekleştirmektedir.

 

Faşizmin tamamen büyük sermayenin çıkarlarını temsil ettiği konusunda ısrar eden Trotsky, şöyle yazmaktadır: “Faşizm, temelde küçük burjuva akımlarının programıdır. Bu özelliğin büyük, daha doğrusu belirleyici önemi yoksa da, küçük burjuva halk kitlelerinin kendi kategorilerini belirleme hakkı, tüm burjuva toplumunun kaderini etkiler”. Aynı şekilde Gramsci, faşizmin “sermayenin ve toprak sahiplerinin hizmetkârı” olduğunda ısrar etmekte olup bunun yanı sıra, faşizmin “küçük burjuvazinin en son siyasî cisimleşmesi” olduğuna daha 1921’de işaret etmiştir(30) .

 

Bu konunun derinliklerine dalmayıp ayrıntılarla kitabın ana amacından uzaklaşmadan bazı genellemeleri zikretmekle yetineceğiz. Bunlar tekelci kapitalizm ve küçük burjuvazi çerçevesinde kalacaklardır.

 

Faşistleşme süreci, küçük burjuvazinin tümünü saran bir iktisadî bunalıma ve bu sonuncusunun siyasî bunalım durumuna ve faşist partilerin desteği ile bir toplumsal güç haline gelmesine denk düşer. Küçük burjuvazi, çıkarlarını korumayı başaramayan sosyal-demokrasiden düş kırıklığına uğramıştır.

 

Sosyal-demokrasiden yüz çeviren küçük burjuvazi, faşistleşme sürecinin başlangıcında, egemen sınıf ve fonksiyonların hegemonya yetersizliği ile karşı karşıya gelir. Küçük burjuvazinin kendi öz partisini kurma yeteneksizliği nedeniyle, hepsi de iktidar blokunun sınıf çıkarlarına bağlı olan bu partiler, küçük burjuvazinin “temsil edilişi” oluyorlar.

 

Temsil kelimesinin birinci anlamında, bu partilerin temsil ettikleri gerçek çıkarlar nelerdir? Kısa vadede küçük burjuvaziye özgü siyasî çıkarlardan söz edilebildiği ölçüde faşist parti, faşistleşme sürecinin ilk evresinde bu çıkarların etkin temsilcisidir. Bu partilerin ilk programları, aslında, küçük burjuvazinin “istekleri kataloğu”ndan başka bir şey değildir ve bu partiler küçük burjuva taleplerini etkin biçimde desteklerler. Fakat dönüşsüzlük noktasından sonra, dönemeç dönülmüştür! Faşist parti, bundan böyle bir bütün halinde burjuvazinin gerçek çıkarlarını temsil eder. Faşist parti, küçük burjuvazinin çıkarlarını hâlâ belirli ölçüde dikkate almakta devam ediyorsa da, stabilizasyon döneminde faşizmin bir kez iktidara gelmesi ile birlikte bu çıkarlar bütünüyle terk edilecektir.

 

Faşizmin iktidara gelişi ile birlikte, açıkça paradoksal bir olguya tanık olunur: Böyle bir değişime uğrayan küçük burjuva ideolojik alt-bütünü, bu toplumların iç bağlarını sağlamlaştırmayı başararak, egemen burjuva ideolojisinin “yerini alır”. Gerek işçi sınıfına, gerekse burjuvaziye karşı, daha önce egemen burjuva ideolojisinin oynamış olduğu rolü, bundan böyle, ideolojik alt-bütün üstlenir. Mamafih bu keyfiyet, burjuva ideolojisinin egemen ideoloji içinde varlığını sürdürmesine mani olmamıştır.

 

Faşist ideoloji diye ifade edilen ideolojinin karakteristik özellikleri, büyük sermayenin çıkarlarına tamamen uygun düşmektedir. Böylece, faşist ideolojinin “burjuva yönü”; özünde emperyalist ideoloji ile aynı anlama gelmekteyse de, emperyalist ideolojinin burjuva ideolojisi zemininde doğması ölçüsünde, söz konusu toplumların ideoloji “geleneği”nde faşist ideolojinin “tohumlarını” bulmak mümkündür(31) . Almanya ve İtalya’nın “ulusal kültür” geleneğinde faşist ideoloji bir anlamda kök salmıştır. Başka bir deyişle, bir yandan faşist ideolojinin emperyalist ideoloji ile ilişkili olmayan temel bir yönü bulunmamaktadır(32) (33) ; öte yandan, eğer bu yönler özellikle faşist ideoloji görünümü almışsa bu, adı geçen ideolojinin küçük burjuvazi ile olan ilişkisine dayanır. Ayrıca bu bize faşist ideolojinin iç çelişkilerini unutturmamalıdır: Bu iç çelişkiler, büyük sermayenin çıkarları ile küçük burjuvazinin çıkarları arasındaki çelişkilere dayanır. Fakat faşist ideolojinin bünyesinde, emperyalist ideoloji ile küçük burjuva ideolojisi arasındaki bu çelişkilerin dışında, bu iki ideolojinin uzlaşma noktalarına da özellikle işaret etmek gerekir. Üstelik bu uzlaşım “anti-kapitalist” bir biçim altında kendini apaçık ortaya koyar.

 

Hukuka karşı olma ve bu anlamda faşist ideolojinin “hakemliğe” tapınması: Yasa ve kural, şefin buyruğudur. Bu sadece küçük burjuvazinin şef tapınmasını dile getirmez, aynı zamanda, Devlet’le olan ilişkisi nedeniyle kendi işini güçleştirir sandığı bir hukukî “mevzuat”a karşı isyan olmaktadır.

 

Faşist ideolojinin elitist görünümü, faşist ırkçılık anlayışına varıyor. Bu görünüm de burjuvazinin yerine göz diken küçük burjuvaziye özgü oluyor. Bu da, orta sermaye ve onun siyasî temsilcilerini siyasî alandan silmeye ve bunların hegemonyasına son vermeye çabalayan büyük sermayenin işini kolaylaştırıyor.

 

Yahudi düşmanı ırkçı görünüm: Irkçılığın derin tahliline girişmiyoruz. Sadece “zengin ve sömürücü Yahudi” simgesinin, küçük burjuva ideolojisinin mistikleşmiş anti-kapitalist görünümüne uyduğunu belirtelim. Bu görünüm büyük sermayeyi, sadece küçük burjuva kitlelerin anti-kapitalizmini “Yahudiler” üzerine çektiği için değil, aynı zamanda büyük sermayenin sömürücü ve yayılmacı çıkarlarına uygun düştüğü için de doyurucu oluyor.

 

Milliyetçi görünüm: Küçük burjuvazinin mistik bir “ulus” kavramına (“toprak” ve “kan” bağları) tapınması. Bu tapınma içinde küçük burjuvazi sınıf mücadelesini reddetmeye yönelir ve kendini “ulusun” temel direği olarak görür. Böyle bir milliyetçilik, emperyalist büyük burjuvazinin açık biçimde işine gelir.

 

Militarist görünüm: Milliyetçi görünüm, otoriter ve hiyerarşik yönler ve isyan halinde küçük burjuvazinin şef tapınması ile birleşmesi ve tüm bunların yayılmacı büyük sermayenin çıkarlarına uygun düşmesi. Buna bağlı olarak, küçük burjuvazinin ayaklandığı ve büyük sermayenin halk kitlelerine karşı baskısının arttığı dönemlerde ortaya çıkan “soyut” bir “şiddete” tapınma.

 

Kiliseye karşı olma görünümü: Küçük burjuvazinin “ayrıcalıklara” karşı isyanında ifadesini bulan “laiklik” görünümü. Bu ülkelerde büyük toprak mülkiyeti ve orta sermaye ile Kilise arasındaki sıkı bağ dikkate alınırsa, bu görünüm de büyük sermayenin işine gelir.

 

Eğitime verilen özel işlev: Bu “gençlik” ve öğretim konularında tamamen özgül bir anlayışla bir araya gelerek, gençliğin Devlet’e bağlı bir kol halinde birleştirilmesini sağlar. Bu olgu, küçük burjuva ideolojisinin yeni küçük burjuvazinin “kuşaklar” anlayışına uygun düşer. Bu görünüm, tekelci kapitalizm için gerekli iş gücünün oluşumunu ve niteliğini denetleme altına almasına elverdiği ölçüde sermayeyi tatmin etmektedir.

 

Ve nihayet, kendi özel küçük burjuva yönünden korporatist görünümü: Bu görünüm, küçük burjuvazinin korporasyonlar çağının geleneksel kesiminin geçmişe yönelik düşüne, fakat aynı zamanda yeni küçük burjuvazinin düşlerine uygun düşüyor. Küçük burjuvazi, bir bütün olarak, Devlet’in devletleştirilmiş bu korporasyonlara kendi özel “katılmasının” dolaylı desteği ile tüm toplumsal güçleri “otoriter” bir biçimde birleştirerek, tüm toplumsal formasyonun orta direğini ve temel gücünü oluşturmak ister. Korporatist görünüm, sınıf mücadelesini özel bir biçimde bastırdığı ve orta sermayeyi, büyük sermayeye bağımlı kıldığı için büyük sermayenin işine gelir. Ve nihayet, faşizm tarafından ekonominin “devletleştirilmesi” sürekli bir mitos olarak kalmış ve hattâ savaş ekonomisi durumunda bile bu devletleştirme, büyük sermaye yarına bir ayarlamadan öteye hemen hemen hiç gitmemiştir. Faşizm, çıkarlarını sürekli güven altında tuttuğu “geleneksel” büyük sermayenin varlığını tehdit etmemiştir(34) .

 

.

.     .

 

  1. Dünya Harbi sonrasında ve faşistleşme sürecinde Almanya’da büyük burjuvazinin karşılaştığı siyasî bunalımı ele almadan önce, Alman küçük burjuvazisinin özelliklerinden kısaca söz edeceğiz.

 

Bismarck tarafından, toprak aristokrasisinin siyasî önderliğinde yürütülen “yukardan” devrim ve burjuvazinin hegemonya konusundaki işlevinin açık eksikliği, Alman küçük burjuvazisinin önemli bir işlevi olmasına yol açmıştır. “Almanya’da XVI. yy.’ın bir kalıntısı olan ve o zamandan beri çeşitli biçimlerde durmadan ortaya çıkan küçük burjuva sınıfı var olan durumun gerçek toplumsal temelidir” (Komünist Manifesto). “Her toplumsal gövde içinde ve bütün modern devrimlerde önemli olan bu sınıf, yakın zamanlardaki mücadelelerde genellikle belirleyici bir rol oynamış olduğu Almanya’da daha da önemlidir.” (F. Engels)

 

Bu, hangi “önemli” işlevdir? Aslında, burjuva ve toprak aristokrasisi arasında sürekli saklanan siyasî çelişki karşısında küçük burjuvazi, büyük burjuvazi ile olan kendi çelişkisini açığa vurmaksızın onu bu aristokrasiye karşı sürekli desteklemiştir. Fransa’dakinin tersine, Alman küçük burjuvazisi, burjuvaziye özgü bir ideolojinin yokluğu karşısında, Jakoben tipte bir ideolojiye kapalı olmuştur ve sürekli en geride, yedekte kalmıştır; bu yüzden kitle halinde, “değişmiş” feodal ideolojinin etkisi altında olmuştur.

 

Seçim sonuçları da ilginç oluyor: Nasyonal-sosyalist partiyi açık bir şekilde ve bir bütün halinde destekleyen en başta küçük burjuvazidir. Faşizm iktidarda iken bu durum hemen hemen değişmez. Nasyonal-sosyalist parti ve küçük burjuvazi ilişikleri, aynı şekilde, bu partinin dayandığı örgütlenme biçimlerinde (mesela SS’de) açıkça gözlenmektedir(35) .

 

Faşizm ve kırsal alanlar arasındaki ilişkiler konusuna gelince, faşizmin özünde kentsel bir olgu olduğunu önemle belirtmek gerekir. İktidardaki faşizmin kırsal alanlardaki sınıflarla ilgili gerçek iktisadî siyaseti ne olmuştur? Önce işçiler, arkasından kır küçük burjuvazisi, kent küçük burjuvazisi ile birlikte, iktisadî açıdan, faşizmin başlıca kurbanları olmuşlardır. Kapitalizmin, tekelci kapitalizm biçiminde tarıma belirleyici şekilde girişi, kırların kendi içinde, sadece büyük toprak sahiplerinin ve zengin köylülüğün yararına gerçekleşmişti(36) .

 

.

.     .

 

Savaşın (I. Dünya Harbi) sona ermesi ile birlikte, küçük köylüler ve Batı’da orta köylülüğün bir kesimi, sosyal-demokrasiye, hattâ bazen, ender de olsa, Alman Komünist Partisi’ne taraf çıkarlar. Bunlar “köylü konseyleri”ne etkin olarak katılırlar. Tarım işçileri, kitle halinde sosyal-demokrat sendikalara kaydolurlar. Bunların başlıca talebi, Siedlung (kolonizasyon), yani büyük çiftliklerin topraklarının paylaştırılmasıdır. Fakat Devlet’in, 100 hektardan fazla toprakların üçte ikisini satın alabileceğini belirten, 1919’da kabul edilmiş kanun ve kararnameler, Devlet aygıtınca boykot edilir ve sonuçsuz bırakılırlar. Sosyal-demokrasi bu projelerin gerçekleştirilmesi denemelerini çabucak terk eder. Öbür yandan, büyük çiftlik topraklarının yeğ tutulduğu Prusya’da, 1932’de von Papen tarafından görevine son verilene kadar, iktidarda bizzat sosyal-demokrasi vardır.

 

Ama, ortada olan daha açık bir konu, “toprağı işleyenlerin –kan, toprak ve kişisel bağlarına sadakati” biçiminde formüle edilen feodal ideolojinin egemenliği altında, “sanayi” ve “ticaret”e karşı “köylünün birliği”  mitosunun sömürülmesinden, nasyonal-sosyalizmin sağladığı yararlardır. Ama yine de nasyonal-sosyalizm, esas olarak bir kent hareketi olarak kalmıştır.

 

Bununla birlikte, kırsal kesimlerin Hitler’e sağlamış oldukları destek de kesindir. Köylü seçmen kitlesinin bölünmesinde sömürü biçimlerinin işlevleri ve bunlara karışmış ideolojik etmenlerin önemli rol oynamalarına rağmen, yine de destek, kendini en çok seçim planında gösterir. Özellikle Schleswig-Holstein’dan başlayarak, Kuzey-Doğu bölgelerinde ve Doğu Prusya’da nasyonal-sosyalizm, 1930’dan itibaren büyük bir seçim başarısı gösterir. Büyük toprak mülkiyetinin egemen olduğu bu bölgede, nasyonal-sosyalizmi, sadece büyük toprak sahipleri değil, aynı şekilde, büyük malikâne toprakları üzerindeki, hâlâ feodal ideoloji etkisinde olan küçük girişim sahipleri de doğudan doğruya desteklemektedirler.

 

Nasyonal-sosyalizmin, iktidarda iken izlediği tarım politikasına gelince, bu politika, büyük toprak sahiplerine ve zengin köylülere sağlanan radikal bir destek ile belirlenir: Bu destek, sırf hububat fiyatlarının korunmasından vergi bağışıklıklarına, dolaysız devlet yardımına (Osthilfe – Doğu yardımı), toprak kirası bedelinin artırılmasına, tarım işçilerinin ücretlerinin korkunç bir şekilde indirilmesine vs.’ye kadar varmaktadır. Kırsal kesim küçük burjuvazisi ile tarım proletaryası bu tedbirlerin başlıca kurbanı olurlar.

 

O ise nasyonal-sosyalizm, ilk zamanlarında yoksul köylülükle uzlaşıcı bazı önlemler alır. 1933’te köylülerin borç ve ipoteklerinin bir yıl ertelenmesini kararlaştırır; ardından, bu süre bir yıl daha uzatılır. O ise, 1933’te Erbhof, “kalıtım yoluyla geçen çiftlik” ile ilgili kanun yayımlanır. Amacı, istikrarlı bir zengin ve orta toprak sahipliği fraksiyonu yaratmak olan bu kanuna göre, bu çiftliklerin 10 hektarlık ve azami 125 hektarlık bir alana sahip olmaları gereklidir. Kanun bu çiftliklerin satılamaz-devredilemez ve alacaklılarca el konulamaz olduğunu ve parçalanmayı önlemek için, ancak tek varise kalabileceğini belirtmekteydi. 1939’da Almanya’da varolan tarım işletmelerinin % 60’ı Erbhof kurumu kapsamına dahildir ve sahiplerinin büyük bir kısmı, gerekli tüm siyasî güvenceleri sağlarlar.

 

Büyük malikâne topraklarının pay edileceği konusundaki nasyonal-sosyalist bildiriler, büyük ölçüde lafta kalırlar. Bedeli ödenerek alınıp dağıtılan, en verimsiz topraklardan ibaret toprakların yüzölçümü 1933’te 60.000 hektar iken 1937’de 35.000 hektara düşer. Bununla birlikte, “kolonileştirmeye” tâbi tutulan bu toprakların büyük kısmını, özellikle hazine malı toprakları, ıslah edilen araziler ve fethedilen topraklar oluşturmaktadır. Bu topraklar da zengin veya orta işletmeler olarak oluşturulur (1933’te % 70’i 10 hektarı aşmaktadır) ve güvenilir nasyonal-sosyalistlere dağıtılırlar. Ayrıca Devlet kalıtsal çiftlikler halinde yeniden düzenlemek amacıyla, bazen doğrudan doğruya küçük toprak sahiplerinin ve küçük çiftçilerin mülklerini almaya koyulur. Fakat kırsal küçük burjuvazinin bu şekilde doğrudan mülksüzleştirilmesi sınırlı kalır.

 

Mülksüzleştirme daha çok dolaylı biçimlere bürünmektedir. 10 hektarın altındaki topraklar kalıtsal çiftlik sayılmaz ve ipoteklerin ertelenmesi giderek kaldırılır. Öte yandan küçük toprak sahipleri gittikçe ciddi bir şekilde borçlanmaya devam ederler. Ayrıca, küçük toprak sahiplerinin sömürülmesi, yukarda belirtilen bir dizi dolaylı tedbirle gerçekleştirilir.

 

Tarım işçilerine gelince, bunların durumu korkunç bir hal alır: Gerçek ücretleri % 50-70 düşer, sendikaları dağıtılır, işsizlik sigortaları geri alınır. Fakat dahası var: Ödemelerin ücret olarak verilmesi çok geniş ölçüde kaldırılır. Bunun yerine aynî ödeme biçimi getirilir. Bu durum her ne kadar, bu işçiler için artan bir sömürüyü ifade ederse de, feodal toprak işleme biçimlerine dönüş söz konusu olmaz. Tam tersine, nasyonal-sosyalizm, kapitalizmin tarıma iyice girmesi siyasetini izlemektedir. Aynî ödeme biçimine geçiş, sömürünün sadece hukukî biçimlerini etkilemektedir. Bu tür bir ödeme biçimine geçişin esas amacı, tarım işçisinin belirli bir işletmeye bağlanmasını sağlamak değildir ve kırsal alan içinde emek-gücü dolaşımını etkilemez. Bu tedbir, kırsaldan kentlere akışı önlemeyi amaçlamaktadır(37) .

 

.

.     .

 

Devlet aygıtı ve ideolojik aygıtlar konusunda temel sorun, ideolojik aygıtlar ve bunların dar alanda Devlet aygıtı ile olan ilişkileri sorunu oluyor. Gerçekte, Marksist Devlet teorisi, açıkça Devlet’in “baskı” aygıtı üzerinde yoğunlaşmıştır, daha doğrusu ordu, polis, idare, mahkemeler, hükûmet gibi özel kollardan oluşan Devlet aygıtı üzerinde durmaktadır. Marksizm klasikleri kilise, okullar vs. gibi belirli bazı kurumları da incelemişler, fakat bunları sadece dar anlamda Devlet aygıtı ile bir dizi benzetmeler yoluyla almışlardır.

 

Bir toplumsal formasyonda ideolojinin önemi, işlevini yerine getirişi hususunda bazı açıklamalar gerekiyor. Gerçekte, ideoloji sadece düşüncede yer almaz, ayrıca zaten kelimenin tam anlamıyla “kavramsal bir sistem” oluşturmaz. Gramsci’nin önemle belirtmiş olduğu gibi, gelenek ve göreneklere, bir toplumun bireylerinin “hayat tarzına” kadar yayılır. Böylece ideoloji bir toplumsal formasyonun pratiklerinde (burjuva pratikler, proleter pratikler, küçük burjuva pratikler) somutlaşır.

 

Öte yandan ideoloji, egemen ideoloji olarak, bir toplumsal kuruluşta sınıfların temel iktidarını oluşturur. Egemen ideoloji, toplumun bağrında bir dizi aygıtların ve kurumların içinde maddîleşir, bu aygıt ve kurumlar arasında, kiliseler (dinî aygıt), siyasî partiler (siyasî aygıt), sendikalar (sendika aygıtı), okullar ve üniversiteler (öğretim aygıtı), “haberalma araçları” (gazeteler, radyo, sinema, TV. Kısacası enformasyon aygıtı), “kültürel” olan (yayın), belli bir görünüm altında aile vs. sayılabilir. Bunlar Devlet’in ideolojik aygıtlarıdırlar.

 

İdeoloji, toplumun içinde “tarafsız” bir şey değildir; toplumda sınıf ideolojisinden başka ideoloji bulunmaz. Egemen ideoloji olarak ideoloji, bir toplumda muhakkak gerekli iktidar ilişkilerinden oluşmaktadır. Devlet, aygıtlarının işlevini ya baskı ana görünümü altında, ya da ideoloji ana görünümü altında gerçekleştirir.

 

Bütün bunların dışında, faşist devlet sorununun tahlili için bazı verileri anımsayacağız:

 

Faşist Devlet, kapitalist devlet tipine ait olan bir Devlet biçimidir. Bu anlamda ve bu konuda tüm yazılmış olanların tersine, bu faşist Devlet kapitalist Devlet tipine özgü çizgileri taşır. Siyasî bir bunalıma tekabül etmesi nedeniyle faşist Devlet, özgül Devlet biçimi, olağanüstü Devlet biçimidir, bir özgül rejim biçimi olduğu gibi.

 

Kapitalist bir formasyonun ortak karakterdeki bir siyasî bunalıma tekabül ettiği ölçüde askerî diktatörlük, bonapartizm gibi kapitalist Devlet’in olağanüstü Devlet biçimine, kendisi gibi dahil öteki rejim biçimleriyle ortak hareketler sunar, şöyle ki, kapitalist bir Devlet’in olağanüstü Devlet biçimi, her zaman kapitalist Devlet tipi ile ilgili olur. Bu sadece Devlet iktidarı konusunda değil, fakat bunun kurumsal biçimleri bakımından da böyledir. Dolayısıyla bu durum, olağanüstü kapitalist Devlet olarak, faşist Devlet için de geçerlidir. Bu sonuncusunda özellikle, kapitalist Devlet tipinin ayırt edici özellikleri gözlenir. Bunlar bir taraftan iktisat ve politikanın birbirinden görece ayrılması, öbür taraftan egemen sınıf ve fraksiyonlar karşısında Devlet’in görece özerkliği gibi özelliklerdir.

 

Olağanüstü Devlet biçimi, Devlet aygıtları bütününün (Devlet sisteminin) yeniden düzenlenmesine tekabül edip Devlet’in ideolojik aygıtlarında ve bunların Devlet aygıtı ile olan ilişkilerinde radikal değişmelere yol açar: Faşist Devlet bu bakımdan özellikle karakteristik bir örnek oluşturmaktadır.

 

Burada son derece önemli bir öğe söz konusu olmakta ve “totalitarizm” yazarlarının bundan kendi görüşlerine bir pay çıkarmaları rastlantı değildir. Bu konuda ne diyorlar?. Bunlara göre “totaliter” Devlet (örneğin faşizm), tabiatı gereği temelde “kurumsal çoğulcu” Devlet’ten farklıdır. Çoğulcu Devlet’te Devlet ve sivil toplum bireyleri arasında özerk kurumlar ve kuruluşlar vardır.

 

Devlet ve birey arasındaki bu ana organlar, bireyin Devlet karşısındaki özerkliği olarak ölçülebilecek olan özgürlüğün güvencelerini oluştururlar. Bu “özerk” ve “bağımsız” kurumlar, partiler, sendikalar, kültürel kurumlar, kilise ve hattâ çeşitli yerel sportif derneklerden oluşur. Bugünkü modern biçimleri altındaki bu ideolojiler, çok daha öncelere, bizzat Veblen(38) ve Durkheim’a kadar giderler.

 

Totaliter Devlet’e gelince, hiç şüphesiz, her kurumun Devlet’e bağlanmasıyla toplumsal hayatın bütününün devletleştirilmesi ile ve dolayısıyla, birey ve Devlet arasında “özerk” kurumların yokluğu ile nitelenecektir(39) .

 

.

.     .

 

Bundan sonra Poulantzas faşist devletin niteliklerini ayrıntılı şekilde mülâhaza ediyor ki biz bunlara girmedik ve konuyu “aygıtlar içinde faşistleşme süreci”nden itibaren ele aldık.

 

Faşistleşme süreci, faşizm “arifesindeki” Devlet biçiminde yer alan değişikliklerin de damgasını taşır.

 

1) Faşizm iktidara, biçimsel açıdan tamamen anayasal şekilde ulaşır. Hitler (Resim 7) ve Mussolini (Resim 8), “demokratik parlamenter” Devlet biçimlerine “saygı göstererek”, her burjuva Devlet’inin kritik sınıf mücadelesi durumları için öngördüğü hukuk kuralları içinde iktidara geldiler.

 

2) Faşizm iktidara, Devlet aygıtının yardımı ve suç ortaklığı ile gelir. Dar anlamda, Devlet aygıtının dışında bir olgu olmasına rağmen, faşistleşme süreci başlangıcı ile birlikte, faşizm dışarıdan bu aygıta nüfuz etmeyi ve onu kazanmayı ve dönüşsüzlük noktasından itibaren hâlâ kendine düşman olan kol ve sektörleri etkisiz kılmayı başarır. Halk kitlelerine karşı yürütülen mücadelede, Devlet’in baskı aygıtının belirleyici desteği olmaksızın faşizm iktidara ulaşamazdı.

 

Hattâ faşizme özgül niteliğini veren nokta, tekabül ettiği özel bunalım gereği olarak Devlet’in baskı aygıtındaki bölünmeleri kendi yönünden etkisizleştirip “anayasal olarak” iktidara ulaşmasıdır. Bu etkisizleştirme, faşistleşme sürecinin başlangıcı sırasında halk kitlelerinin bir dizi yenilgiye uğramış olmalarına ve iktidara geçişi sırasında, faşizmin iktidar blokunun bütününün desteğini kazanmış veya bu bütünü kendi açısından etkisizleştirmiş olmayı başarmış olmasına bağlıdır.

 

3) Nihayet şimdi, biçimsel iktidar ile gerçek iktidar arasındaki uyumsuzluğu, tüm faşistleşme süreci boyunca Devlet’te açıkça görülen bu iktidar çarpıklığını görelim.

 

Bu uyumsuzluğun belirtileri şunlar oluyor: Partizan temsil bunalımının ardından gelen parlamenter bunalım ve hegemonya iktidarsızlığının doğurduğu hükûmet istikrarsızlığı, baskı gruplarından özel milislere kadar giden paralel iktidar ağıyla siyasî partilerin çoğalması, “yürütme”nin ve Devlet’in baskı aygıtının işlevinin artması ve polis örgütünün giderek üstlendiği önemli işlev, hukukî sistemin (“düzenin”) gerilemesi ve adliye örgütünün faşizm tarafından dolaysız ele geçirilmesi vb.

 

Buradan hareketle, biçimsel iktidarla gerçek iktidar arasındaki uyumsuzluğun Devlet aygıtında gerçek olarak bir dağılmaya denk düştüğü görülür. Dağılma, Devlet aygıtları ve kolları arasındaki ilişkilerin artık faşizmden “önceki” Devlet biçimi sistemindeki gibi yürümedikleri anlamında oluyor.

 

Bu ilişkiler, güçler dengesinde bir değişikliğe ve bunun yanında hegemonya istikrarsızlığına ve yetersizliğine denk düşen köklü bir değişiklik yolundadırlar. İktidar ittifakındaki siyasî çözülme sonu, aygıtlar arasındaki sürtüşmeler ve iç çelişkiler artmaktadır. Çoğu kez bu durum her kol ve aygıtın kendi içinde alt kademelerle “üst makamlar” arasında bir  kopma şeklini almaktadır. Böylece, bu ilişkilerin yeniden düzenlenmesi, ancak “haricî” olan faşizm yoluyla kurulan değişik bir sistem çerçevesinde mümkün gözükür. Faşistleşme süreci sırasında baskı aygıtının kuvvet ve meşrû şiddet uygulama tekelini, özel milisler yararına elden kaçırmaya yüztuttuğu gerçektir. Bununla birlikte bir taraftan, bu durum sadece iktidar blokuna bağlı silâhlı örgütler yararına olmakta, öbür taraftan da Devlet aygıtını ve bu milisleri birleştiren suç ortaklığı ilişkilerini gözden kaçırmamak gerekir, şöyle ki bunları silâhlandıran Devlet’tir: şu halde burada görülen birtakım işlevlerin, adliye örgütü aracılığı ile yasallık kazanan vekâleten veya dolaysız el değiştirmesidir(40) .

 

.

.     .

 

Franco İspanya’sı bir yana bırakılacak olursa, ana konumuzla ilgili olarak başta Almanya olmak üzere İtalya’da faşizmin yükselişi sırasında baskıcı ideolojik Devlet aygıtlarında görülen ve yukarda sözü edilen bazı değişikliklere yeniden dönüp işbu faşistleşme sorununa daha çok ışık tutan birkaç tanesi üstünde duracağız.

 

İlkin, icranın özel rolünü pekiştiren önemli bir değişiklik, Brünning’in getirdiği “başkanlık hükûmeti” sistemidir. 1931’den sonra Weimar anayasasının “Devlet’in tehlikede olduğu” dönemlerle ilgili. 48. maddesine dayanan Brünning, daha önce parlamentoya onaylatılması gerekmeyen olağanüstü hal kararnameleriyle (Notverordnung) ülkeyi yönetti. Şüphesiz parlamento bu kararları geri çevirebilirdi. Ama bu sıralarda hükûmetin aradığı, bunu destekleyecek bir meclis çoğunluğundan çok, kendine muhalefet edecek ve düşürecek bir meclisten kaçınmaktı. Ama yürütmenin rolü, artık parlamentodan bağımsız olan biçimsel hükûmeti, Devlet’in baskı aygıtının kolları üzerinde gerçek denetim kurmasını sağlamaya yetmiyordu. Tersine, karar yetkisi ordunun elindeydi. Hükûmetin de doğrudan doğruya  bağımlı olduğu yürütmenin başı Hindenburg ile özel ilişkisi yoluyla ordu politikaya açıkça müdahale ediyordu; özellikle Brünning’in düşmesi ordunun işiydi. Aynı zamanda, idarî aygıt da artık emir dinlemiyordu. Büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına dokunan hükûmet kararlarını ve ayrıca vergi tedbirlerini boykot ediyordu.

 

Profesyonel nitelikte olan ordu (Versailles Antlaşması herkesin askere alınmasını yasaklamıştı) toprak sahiplerine hâlâ yakından bağlı ve subay kesiminin sınıf kökenlerinin de gösterdiği gibi, toprak beylerinin en güçlü kalelerinden biriydi. Alman nüfusunun sadece % 0,14’ü soylu sınıftan gelirken, subayların % 21’i soylu sınıftandı. (Ancak Kapp Darbesi’nin(41) başarısızlığından sonra ve von Seeckt’in(42) iktidara gelmesiyle birlikte, ordunun üst kademeleri ile büyük sermaye arasında bir yakınlaşma olmuş olduğunu belirtmek gerekir.) Kapalı ve profesyonel bir topluluk olarak halkı temsil etmekten uzaktı ve herhalde küçük burjuvazi ile kırsal halk tabakalarını temsil etmesine imkân yoktu.

 

Büyük sermaye ile küçük burjuvazinin “temsilcisi” olan nasyonal-sosyalizm ile ordu arasında özel çelişik ilişkiler gelişti. Ordu, orta sermaye temsilcilerinin hükümlerine karşıydı; Nazizm’i üstü örtülü şekilde destekliyor, ama emrine de girmiyordu. Ordu, sürekli çelişkiler içindeydi; büyük sermaye ile toprak sahipleri arasındaki çelişkilerdi bunlar ve toprak sahipleri askerî bir diktatörlük yoluyla hegemonya kurmaya çalışıyordu. Tipik bir örnek SA ile ordu arasındaki sürtüşme olmuş, bu olay Brünnig ile Savunma ve İçişleri Bakanı General Groener’in(43) 1932’de SA’yı yasaklamasına yol açmıştı.

 

Faşistleşme süreci boyunca nasyonal-sosyalizm orduyu nötralize etmeye uğraşmış ve sonunda bunu başarmıştı. Orduya nüfuz etme yolu en çok “ulusal yücelik” temasının kullanımı olmuştu. Doğu eyaletlerinden gelme genç subayları ve büyük sayılarla orduya katılan eski serbest birliklerin üyelerini böylece etkilemişti. Nasyonal-sosyalizm, orduya sızarken hiçbir zaman “popülist” temalarını kullanmadı ve daha sonra bunun önemli sonuçları oldu.

 

Yüksek komuta düzeyi ile aşağı rütbeler arasındaki bölünme yüzünden çaresiz kalan ordu nötralize edildi, ama bunun yanı sıra yüksek rütbeli komutanlar da Nazi milislerini bastırmak değil, kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktan yanaydılar. Özellikle de onları orduya alıp sınırların savunmasında kullanmak istiyorlardı. 1931’den sonra, Brünning ve Groener zamanında bile, SA ulusal cephaneliklere girmek için her türlü fırsatı buluyordu.

 

Ama nasyonal-sosyalizmin Devlet aygıtına sızmasının başlıca yolu yönetim kadroları ve polisti. Bunların ezici desteğini kazanarak orduyu azınlıkta bırakmıştı. Bu kollarda çalışanların küçük burjuva kökenleri nasyonal-sosyalizmi desteklemelerinde başlıca etkendi. Ordunun yüksek kademeleri buna karşı koymak istediler, Groener Savunma ve İçişleri Bakanlıklarını birleştirdi. Yasaklandıktan sonra SA’yı koruyan polis ile ordu arasında çatışmalar olması dışında bundan da bir şey çıkmadı. Polis aslında yerel taşra hükûmetlerine dayanıyor ve merkezî otoritenin denetiminden kaçıyordu. Bu da, çeşitli yerel hükûmetlerle hâlâ güçlü olan sosyal-demokrasinin polisi denetlemesine imkân hazırlıyordu. Ama durumu kendi yararına kullanan, polis içine sızarak orduyu boşlukta bırakan nasyonal-sosyalist parti oldu.

 

Nasyonal-sosyalist parti ile polis aygıtı arasındaki kesin suç ortaklığına dikkati çekmeye bile gerek yok. Polis, sürekli nasyonal-sosyalistleri tutmuş, etkinliklerine paravana olmuş ve sokak savaşlarında onları korumuştu. Birbirleri için biçilmiş kaftandılar. Adlî dal, duruma mühür basmakla yetiniyordu: Sırf kayda geçmiş olsun diye nasyonal-sosyalistlere verilmiş birkaç hafif ceza, anti-faşist militanlara yağdırılan mahkûmiyetlerin yanında hiçbir şey değildi(44) .

 

Ordunun aşağı ve yukarı rütbeleri arasındaki bölünme Devlet’in baskı aygıtlarının öteki kollarında, özellikle yönetim, adalet ve poliste, değişen derecelerde de olsa, aşağı yukarı aynı şekilde görülebiliyordu. Bu, küçük burjuva kitlesinin desteğiyle “aşağıdan yukarıya” iktidara getirilen olağanüstü rejim biçimlerinin genel özelliği oluyor. Ancak faşizm, aşağıdan hareket ile Devlet’in baskı aygıtlarına dışardan sızma’nın özelliklerini birleştirir. Dolayısıyla yukarı ve aşağı rütbeler arasındaki ayrımlar, “albaylar”ın bazı askerî diktatörlüklerinde olduğu gibi, aygıt ve dalları yoluyla aşağıdan geliştirilen hareketler kadar aşırı olmaz.

 

Nasyonal-sosyalizm, yönetim, polis ve adalet aygıtlarının en tepedeki kademelerine bile açıkça sızabildi; adlî aygıtın yüksek rütbelileri Prusya geleneğinden geliyor, Weimar Anayasası’nda da ayrıcalıklı bir konuma sahip bulunuyor, sınıf kökenlerinden ötürü “cumhuriyetçi” hükûmetler tarafından kolaylıkla tasfiye edilemiyor ve büyük sayılarla nasyonal-sosyalizm saflarına katılıyorlardı. Nasyonal-sosyalizm iktidara geldikten sonra da en az bunlar tasfiye oldular.

 

Yönetim aygıtı, adalet ve ordu dallarının arasında bir yerdeydi. Weimar politikacıları, orta sermaye ve büyük sermaye ile ilintili olan bazı yüksek rütbeliler Nazizm’e düşmanca tavır aldılar.

 

Son olarak, Devlet aygıtının parçalanması Reich’in merkezî otoritesi ile taşra otoriteleri arasındaki çelişkilerde de açığa çıktı. 1927 sıralarında, faşistleşme sürecinin yükselmeye başlamasıyla, Reich’ı ıslah etme ve merkezîleştirme sorunu büyük önem kazandı. Politik buhran ve hegemonya yetersizliği bağlamında, taşra aygıtları giderek değişik sınıf ve sınıf bölümlerinin Devlet iktidarı için “özerk” merkezler haline geldiler. Büyük sermayenin saldırısına karşı orta sermaye ve toprak sahiplerinin sığınağı olmakla birlikte, Bavyera ve Turingia’da olduğu gibi, ordu egemenliği altında merkezî iktidara karşı nasyonal-sosyalizmin üsleri haline geldikleri görüldü. Ama nasyonal-sosyalizm, karşı-devrimci beyaz muhafızlık durumlarında çoğu kez olduğu gibi çevreden merkeze doğru ilerlemedi. Merkezi de, çevreyi de aynı anda kuşattı.

 

Biçimsel ve gerçek iktidarın parçalanması, Devlet aygıtının kuşatılması, faşizm “anayasal” şekilde iktidara gelmeden çok önce başlamıştı. Dikkate değer bir durum, nasyonal-sosyalistlerin katıldıkları ilk hükûmete sadece ikinci derecede önemli üç bakanlık almış olmalarıdır. Frick İçişleri Bakanı olmuştu ama polisi taşra hükûmetleri denetliyordu. Buna karşılık, “yüksek komuta”nın tipik temsilcisi General Blomberg(45) Ulusal Savunma Bakanı olmuştu. Ama o zamana kadar zarlar çoktan atılmıştı.

 

.

.     .

 

Nasyonal-sosyalist yönetimin ilk döneminde baskıcı Devlet aygıtları partiyi gittikçe daha fazla boyunduruk altına aldılar. Bu sürecin ilk adımında aygıt Nazi partisinin saldırılarına karşı bir ölçüde korundu. Aygıttaki ilk köklü temizlik sırasında, Nisan-Mayıs 1933’te rejim, “Kamu Hizmeti Yasası”nı çıkardı (Beamtengesetz). Bu, Devlet aygıtı üyelerine, tabiî rejime sadık hizmet sundukları sürece, bazı garantiler veriyordu. İlk etkisi, aygıtın başkaldırmış küçük burjuvazi tarafından istilasını yavaşlatmak oldu. Aralık 1933’te “Parti ve Devlet’in Birliği” ilân edildi. Hitler, “Parti şimdi Devlet olmuştur. Artık bütün iktidar hükûmetin elindedir.” dedi(46) .

 

Parti ve Devlet aygıtı arasındaki ikilik aslında sürdü, ama partinin önder rolü sürekli gerileme durumundaydı. Paralel iktidar şebekeleri artık billûrlaşmıştı: Her yörede önderlik, parti temsilcisi (Gauleiter) ve doğrudan doğruya yönetim makamlarından (Reichstatthalter, Minister-Praesident) oluşuyor ve bu ikili yapı bütün kademelerde tekrarlanıyordu.

 

Ordunun durumu daha da karışıktı. Nasyonal-sosyalizm orduya aşağıdan sızmış, ama Devlet aygıtı yoluyla, yukardaki belirleyici rolünden onu yoksun bırakmıştı. 1938’de yüksek komuta kademesi yeniden düzenlendi. Genelkurmay Başkanları Blomberg ile Fritz(47) on dört generalle birlikte ordudan çıkarıldı, otuz generalin de rütbeleri indirildi. Anahtar kesimin, hava kuvvetlerinin başına Göring geçti. Nasyonal-sosyalizm ve büyük sermaye tarafından denetlenen Devlet yönetiminin üst kademeleri artık “askerî rolü”ne indirgenmiş olan ordudan gelen baskılara karşı direnç kazandılar. Ama nasyonal-sosyalist parti orduya doğrudan doğruya müdahale etmekten kaçındı. Bütün söylenenlere rağmen bu tavrın, ordudan gelen bir dirençle ilgisi yoktu. Nedeni daha çok, nasyonal-sosyalist önderlerle büyük sermayenin, küçük burjuvazi ve Lumpen öğelerle hâlâ yakın bağları olan örgütlü bir gücü orduya sokmaktan çekinmeleriydi.

 

 “SS Devleti”nin temeli olan siyasî polisin gittikçe büyüyen egemen rolü hesaba katılmazsa Devlet aygıtının yeniden düzenlenmesini anlamak mümkün olmaz. SS nasyonal-sosyalizm iktidara gelmeden çok önce de vardı (1923). Parti milisinin (SA) yanı sıra, önderler tarafından (Hitler) özel olarak seçilmiş ve sıkı sıkı denetlenen bir çekirdek oluşturuyor, muhafız ve partinin iç polisi olarak görev yapıyordu. Nasyonal-sosyalizm iktidara geldikten sonra bu süreç, adım adım gerçekleşti: Bütün yerel polis güçleri birleştirildi (1933); siyasî polis (Gestapo) ve SS birleşip tek komuta altına, Himmler’in komutası altına girdi (1934), sonra bütün polis güçleri, SS-Gestapo egemenliği altında birleştirildi (1936).

 

Siyasî polis, nasyonal-sosyalist önderlerin doğrudan denetimi altındaydı ve özellikle Hitler, “yüce önder” durumundaydı. “Önderin iradesi”nin (Führerprinzip) doğrudan doğruya ete kemiğe bürünmüş biçimi sayılıyor, böylece Devlet aygıtının bütün dallarına otoriteyle müdahale edilebiliyordu. Ordu olsun, yönetim ve adalet dalları olsun, nasyonal-sosyalist parti ve Devlet’in ideolojik aygıtları olsun, bunların müdahale alanları sınırsızdı. Müdahale ettikleri konular da sınırsızdı, sadece “güvenlik” konularına değil, yönetimsel ve askerî sorunlara da karışıyorlardı. Rolleri hem baskıcı, hem de ideolojikti: Nasyonal-sosyalist ruh’un mızrak başıydılar(48) . Müdahale amacı, Himmler’e göre “ulusun bütün üyelerinin bütünsel ve sürekli eğitimi ve böylece her bireyin durumunun sürekli denetlenmesi imkânının sağlanması” idi.

 

Dolayısıyla SS, kuvvetli bir nasyonal-sosyalist eğitimi görüyordu. “Düzen”e katılma, ilginç ve anlamlıdır: SA’ya karşılık “genel SS”, mümkün olduğu ölçüde, “soylular, aydınlar ve burjuvazinin zengin çocukları” arasından seçiliyordu. Röhm’u ve SA’daki isyankâr küçük burjuvaziyi yok eden güç buydu. Yine anlamlı bir olgu, 1940’da ileri gelen SS subaylarının çoğunun “aydın” çevrelerden, öğretmenler ve üniversite mezunları çıkmasıdır; o ise ki parti içinde bunlardan çok daha az kişi bulunuyordu. Bu subayların yüzde yirmi beşi doktora yapmıştı. Tamamen seçkinlerin oluşturdukları için, egemen sınıf da Nazi Devlet aygıtının kilit mevkilerine başlıca bunlar yoluyla sızmıştı. Ama SS’e kabul edilme koşulları gittikçe değişti; Waffen SS (silâhlı SS kıtaları) ve toplama kamplarında işleri yürütmek için lumpen öğelerden oluşturulan “ölüm başı” formasyonlarının yaratılmasıyla sayıları çok arttı.

 

Himmler’in kendi deyimiyle SS, “topluluğun koruyucusu olan polisle ulusal iradenin cisimlenmiş şekli olan nasyonal-sosyalist parti arasındaki bağ” idi: Aslında SS, Devlet’in baskı aygıtının bütününü olduğu gibi (yönetim, ordu ve adliye) Nazi Partisi’ni de denetliyordu. Paralel bir iktidar şebekesi, aslında bütün Devlet sistemine egemen olan ideolojik polis yönetimiydi. SS aygıtı, nasyonal-sosyalizmde, Devlet’in baskı ve ideolojik aygıtları arasındaki olağanüstü Devlet’i karakterize eden yer değiştirmeyi somutta temsil ediyordu. Son olarak, kitle tabanı ve ideolojik eğitimi yüzünden SS burjuva Devlet’in başka biçimlerindeki gizli poliste görüldüğü gibi gerçek bir “Devlet içinde devlet” de olamadı: Nasyonal-sosyalist önderlerin sıkı denetimi altındaydı.

 

Siyasî polisin bu rolü üstlenmesi bir rastlantı değildi. Nasyonal-sosyalizmin küçük burjuvazi ve büyük sermaye ile özel ilişkilerinin, karmaşık bir parti tipinin varoluşunun ve önderlikle temsil ettiği küçük burjuvazi arasındaki kopukluğun sonucuydu. Ve nihayet, nasyonal-sosyalist Devlet’in özel ideolojik müdahalesinin de bir sonucuydu.

 

Siyasî polisin rolüne adalet sisteminde ve adalet görevlilerinin rolündeki değiştirimler de eşlik etti. Yasa artık yukarda betimlenen türden sınırlar çizmiyordu. Mahkemelerin artık yasaları değil, “önderin iradesi”ni cisimleştiren “halkın sağlıklı duyguları”nı uygulaması gerekiyordu. Polis de bu sağlıklı duygu ve önderin iradesinin en iyi cisimlenmiş biçimiydi; işi yeni politik düzeni “korumak” değil, yaratmaktı. Müdahaleler açıkça “politik” müdahaleler oluyordu. ” “‘Führer’in eylemleri” olarak 1936’daki bir kararname ile hukukî düzenlemelerden ve adlî görevlilerin “hukukî kanıt” tarzında denetlemelerinden bağışık sayıldılar.

 

Suç  nosyonu da ideolojik bir değiştirime uğratıldı. Suç artık burjuva Devlet’in başka biçimlerinde genellikle olduğu gibi kötü davranış (yasanın çiğnenmesi) anlamına gelmiyordu; muhtemel düşman anlamına geliyordu. Suçlu kişi, “keyfî” ölçütlere göre belirlenen “nesnel konum”u yüzünden rejimin sağlığına zarar vermeye niyetlenebilecek adamdı. Fakat rejimin gözünde bu, öncelikle Yahudiler, komünistler, sosyalistler, masonlar, liberaller, dilenciler, akıl hastaları, eşcinseller, frengililer ve çeşitli başka “topluma karşı” öğeler demekti. Dahası, bütün bireyler “sınırsız” polis müdahalesine tâbiydiler; bu, kamu ile özel arasındaki her türlü ayrımın kaldırılmasında dile geliyordu. Siyasî polisin baskıcı rolüne eşlik eden bütün bu ideolojik düzenlemeler aynı zamanda toplama kampları kurumunun da kökeninde yatmaktadır(49) .

 

Devlet aygıtlarında hiyerarşik otorite güçlendirildi: Devlet aygıtının bir üyesi, hiyerarşideki bir üstüne koşulsuz boyun eğmek zorundaydı; ancak, aşağı rütbedeki kişi bir SS ya da parti üyesi vb. olursa durum değişebilirdi. Böylece bürokratikleşme aynı zamanda bütün dallar ve aygıtlarda teşvik edildi ve makamlara yukardan atama sistemi de bunu destekledi. Bürokratikleşme nasyonal-sosyalist partiyi ve siyasî polisi bile etkiledi: Örneğin, SS tarafından yürütülen toplama kamplarının yönetimsel lojistliğinin çılgınlığı.

 

Aygıtların böylece birbiri üstüne bindirilmesi ve hepsinin siyasî polisin egemenliğine sokulması sırasında, az çok “ayrı” kalan tek bir alan vardı. Ama oldukça önemli bir alan: “Ekonomik” alan en çok, belki de yalnızca, Devlet yönetiminin yetkisine bırakılmıştı. Üretim ve mülkiyet ilişkilerini ilgilendiren her şey giderek sadece yönetim aygıtına kaldı. Nazizm, kapitalist düzenin ve özel mülkiyetin, bütün ekonomik işlerde tam yetki ile korunmasını sağlayan adlî düzenlemeyi yerinde bırakmıştır.

 

Devlet’in bazı ideolojik aygıtlarının temel bir yeri vardı ve bu da, aralarındaki egemenlik rolünde bazı değişiklikler yaratmıştı:

 

  1. a) İletişim aygıtı (radyo, gazeteler, filmler vb.) ideolojik müdahalelerin belirleyici önem taşıdığı geniş tabanlı bir rejimde propaganda’nın önemi yüzünden egemen yere sahipti.

 

  1. b) Ailenin egemen yeri vardır; bunun nedeni küçük burjuvazinin ideolojisinde ailenin işgal ettiği yerdir. Nazi propagandasında sürekli bir tema olan aile bağlarının güçlendirilmesine nasyonal-sosyalizm büyük önem vermiştir. Hitler’e göre, “Birinci görevimiz… aile bağlarının gelişmesine yardımcı olmaktır. Ailenin çöküşü hiç şüphesiz insanlığın daha üstün biçimlerinin sonu demektir… mantıkî, organik gelişmenin nihaî amacı ailedir. Bütün Devlet’in inşasında en küçük, ama en önemli birimdir…”

 

Hitler bildiğinden de fazlasını anlatmıştı. “Baba”nın rolü yoluyla, “otoriter” ideolojinin oluşmasında ailenin rolü bir yana, nasyonal-sosyalizm “anne” olarak kadınlara da önemli bir yer vermiştir. 1933’te Anneler Günü’nde Goebbels şöyle diyordu: “Anne yeni Almanya’da sahip olduğu öneme hiçbir yerde sahip değildir. İnsanlarımızı ileri götüren gücü yaratan türde bir aile hayatının güvencesi ve koruyucusu olur. Alman halkının ruhunu yalnız Alman annesi taşımaktadır…” Nasyonal-sosyalizme göre kadının başlıca rolü “ailenin annesi” olmak, ailede nasyonal-sosyalist ruhun garantörlüğünü yapmaktır. Sayısız nasyonal-sosyalist örgüt ve dernekler kadınlara ayrılmıştı. Ayrıca, başka ideolojik Devlet aygıtlarında da ailenin muazzam önemi vardı: Örneğin, ebeveyn-öğretmen dernekleri, gençlik örgütleri yoluyla anne ve babaların eğitiminde artan rolleri vb. gibi.

 

O halde, nasyonal-sosyalist parti ve örgütlerinin aile içinde ihbar’ı kurumlaştırarak görünüşte “aile bağları”nı yıkmasına ne demeli? Çelişki büyük ölçüde yüzeysel oluyor, şöyle ki aile bağları daha çok bir ideolojik aygıt olarak işliyordu. Önemli nokta, partinin başlıca görevlerinden birinin her ailede bir “temsilci” sağlamasıydı. Aslında denebilir ki nasyonal-sosyalist partinin en uygun hücresi fabrika, sokak ya da yerel topluluk değil, bizzat aileydi. Bunda Kilise ve dinî hareketlerle ortak olması rastlantı değildi.

 

  1. c) Nasyonal-sosyalist partinin denetimi altında ideolojik aygıtlar çoğaltıldı. Çeşitli dernek ve örgütler her bireyi her etkinlik alanını kaplayan karışık bir aygıtlar şebekesi içinde bir yere bağlıyordu. “Gençlik” örgütlerinin çokluğu tipik bir örnek oluyor.

 

Buna karşılık bazı ideolojik aygıtların da önemi azalmıştı:

 

  1. a) Geniş anlamda, eğitimsel aygıtlar. “Kültür”e daha küçük bir rol verildi (bu anlamda ideolojinin eğitim sisteminde aldığı biçim olmuştu). Okul şartları başka “gençlik örgütlerinin zaman bulabilmesi için kısaltıldı, seçmede “teknik” ölçülere daha az başvurulur oldu.

 

Temelde bunun nedeni, “kültür”ün nesnel, tarafsız karakteri mitosunun ortadan kaldırılmasıydı; bilginin tarafsızlığı varsayımına dayanan geleneksel öğretim otoritesi çözüldü. Burjuva eğitim aygıtının rolü geniş ölçüde bilginin tarafsızlığı ve nesnel özelliği mitosunun işletilmesine bağımlıdır. Bu aygıtta, ideolojik beyin yıkamanın, sınıf işlevini gizleyen gözde biçimini bulur. Nasyonal-sosyalizm, faşist politika ve ideolojiyle kafaları dolduracağı amacını açıkça bildirmekle bu maskeyi çıkardı ve böyle yapmakla da ideolojik aygıtların sıralanışında eğitim sisteminin görece gerilemesine katkıda bulundu.

 

  1. b) Dinî aygıt: Kiliseler. Özellikle Protestan kiliselerinin başındakiler, ama aynı zamanda Katolik kilisesi de, nasyonal-sosyalizmin gelişimini hoş karşılamış ve buna katkıda bulunmuştu. Ama, sık sık önemli duruma gelen belirli sürtüşmeler de vardı.

 

Almanya’da en gerici konumda bulunan ve Weimar’a karşı olan Protestan kilisesi, Max Weber’in yüzeysel bir okunmasından çıkarılacak sonuçlarının tersine, büyük toprak sahipleriyle sıkı ilişki içindeydi. Ordunun yanı sıra, toprak beyleri iktidarının iki koltuğundan biriydi. Merkez Partisi (Zentrum) yoluyla orta sermaye ile ilişkisi olan Katolik kilisesinden çok daha fazla güler yüz göstermişti faşizme. Ama bir yandan tekelci sermaye, öbür yandan da toprak sahipleri ve orta sermaye arasındaki çelişkilerin eriştiği adımlara göre, çok geçmeden nasyonal-sosyalizmle sürtüşmeler gelişmişti.

 

Başkaldıran küçük burjuvazinin tepkisinden destek alan nasyonal-sosyalizm, Kilise’nin görece özerkliğini kırmak üzere bir mücadeleye girişti. SA, geniş anti-kilise kampanyalara soyundu. M. Borman 1941’de şöyle diyordu: “Nasyonal-sosyalizm ve Hıristiyanlık birbirlerini dışlarlar… Devlet nasıl müneccimlerin, bilicilerin ve öteki soytarıların saptırıcı etkisini yasaklamışsa, Kilise’nin muhtemel etkileri de sürekli olarak tasfiye edilmelidir.” Şüphesiz, kitlelerin dinî duyguları her zaman Hitler’in “tanrılaştırılması” yoluyla sömürüldü; Örneğin şu SA sloganı: “Dün, bugün… ve sonsuza kadar Hitler!”

 

Ama nasyonal-sosyalizm kendini Kiliselerin etkilerinden yoksun kılmadı. Sadece görece özerkliklerini ortadan kaldırdı. Gleisehaltüng (“rayında gitme”) Protestan ve Katolik kiliselerine de uygulanmış, ikincisi 1938 Konkorda’sı halledilmişti. Kiliseler baskı aygıtının kesin denetimi altına sokuldu; eğitim alanındaki ayrıcalıkları kısıtlandı ve nasyonal-sosyalist örgütlere yol açmak için Hıristiyan gençlik örgütleri lağvedildi. Aynı zamanda, “Kiliselerin gerçek polislik rolü” de güçlendirildi: Rahipler Hitler’e sadakat yemini ediyor, günah çıkarmanın da ihbar mekanizmasına dönüştürülmesine çalışılıyordu. Kısacası Hıristiyanlık saldırıya uğramadı, ama Kilise görece özerkliğini kaybetmekten başka, ideolojik Devlet aygıtları arasındaki önemini de tamamen elden kaçırdı.

 

Son olarak, nasyonal-sosyalist rejimde siyasî polis egemen aygıt oldukça, onun özgül ideolojisi de partininkilerden geri kalan aygıtlara ve toplumun bütününe yayıldı. Aygıtları ve Alman toplumunu bir salgın gibi kavrayan polis ve cinayet hummasının, SS aygıtının karşı durulmaz yükselişine tekabül etme biçimi son derece çarpıcı oluyor(50) .

 

.

.     .

 

Daha sonra Poulantzas Alman nasyonal-sosyalizmi ile İtalyan faşizminin bir kıyaslamasını yapıp bunların müşterek ve ayrı yanlarını belirtiyor. Konumuzu fazla ilgilendirmediğinden bu ayrıntılara girmedik.

 

Poulantzas, bize sunduğu son derece değerli ve ilginç bilgileri içeren kitabını şöyle bitiriyor:

 

“… başka olağanüstü rejimlerin gerçekleşme ihtimallerinin bundan böyle ortadan kalktığını düşünmek hataya düşmek olacaktır(51) . Faşizm, tehlikenin yegâne cephesi değildir, bonapartizm ve askerî diktatörlükler şanslarını kaybetmemişlerdir ve değişik ortamlara göre birlikte ortaya çıkabilecek somut olağanüstü biçimlerini de unutmamak gerekir.”

 

 “Tekrar ortaya çıkması mümkün olan faşizme gelince, geçmiştekine bütünüyle benzer ve özdeş biçimlere yol açacak bir faşistleşme sürecinden geçeceğini sanmamak gerekir. Tarih hiçbir zaman aynen tekrarlanmaz. Aynı biçimde bir olağanüstü rejim ve aynı türde bir siyasî bunalım, ortaya çıktıkları tarihî dönemlere göre ayrı özellikler gösterirler.”

 

“Marx, Hegel’i izleyerek, tarihin bazen tam anlamıyla tekrarlandığını söylüyordu: Fakat ilk kez bir trajedi biçimi olan olay, ikinci kez bir komedi biçimine bürünür. Bu formül gerçekten çarpıcıdır, fakat belirli bir açıdan geçerlidir: Çünkü kanlı komediler de vardır. Louis Bonaparte, belirli bir açıdan komikti ve tarihte, başkalarını öldürmekten başka bir şey yapmayan komikler de vardır.” (Paris, Haziran 1970)(52) .

 

Poulantzas’a teşekkür ederek onu terk ediyoruz.

 

.

.     .

 

Şimdi Poulantzas’ın bu son sözlerini teyit eder mahiyette, güncel dünyadaki faşist hareketleri irdeleyen James Joes’a kulak veriyoruz(53) .

 

Geleceğin analistleri sadece, Marx ve Engels’in Marksizm’inin ihtilâl-devrim, ileri endüstriyel çevrelerde vâki olacağı kehanetinde bulunduğu şekliyle anlamışlardı; o çevre ki “aşırı üretim aptallığı” ile malûl ve büyük çoğunluğuyla “proleter” statüsüne indirilmiş insanların doldurdukları yerlerdi. İşi böyle alınca bunlar, bizim profesyonel politik analistlerimizin ihtilâlleri gelişmemiş ülkelerde, “Marksist” ya da “Marksizm yönüne çevrilmiş” nüfuslar arasında karakteristik olduklarını niçin vurguladıklarını anlamayacaklardı.

 

Günümüz ihtilal-devriminin, Marx ve Engels’in bir entelektüel mirası olarak kalmış Marksizm ile ilişkisinin çok az olduğu bir vakıadır. Engels, kendi başına, sosyalist inkılâbın sadece “kitlesel sanayileşme” tarafından tipikleştirilmiş koşullarda vâki olacağı üzerinde ısrar etmişti. Marx ise, “hiçbir tüm üretimci güçlerin içinde bulundukları sosyal nizam tam gelişmeden yok olamayacağı; yani daha yüksek üretim ilişkilerinin varlıklarının maddî koşullarının eski toplumun rahminde olgunlaşmasından önce ortaya çıkmayacakları” hususunda ısrar etmişti.

 

Bununla birlikte yirminci yüzyıl, kapitalist ve sanayi öncesi temeller üzerinde kurulu “yeni daha yüksek üretim ilişkileri” ithal edeceği iddiasında bulunan bir dizi ihtilâl yaşamıştı. Sınaî fazla üretim değil, ama endüstri öncesi durgunluğa düçar olmuş çevrelerde devrim yaşadık. Bu, proletarya statüsüne indirilmiş insanların “geniş çoğunluğu” tarafından değil, bir yetersiz düşkün burjuva liderleri azınlığı tarafından seferber edilen köylü ve küçük burjuva kitlelerinin işi olmuştu. İhtilâl hesabında hiçbir yerde proleterler çoğunluk arz etmemişlerdi. Bolşevikler, saflarında proleterler de bulunmakla birlikte, köylü kökenli idiler. Bu sonuncuların birçoğu, yakın zamanda köylü kökenli olmuş asker kaçakları idiler. Mao’nun ihtilâlcileri daha da az proleter idiler. Bunlar çoklukla toprağından olmuş köylülerdi.

 

Bunların ötesinde bu ihtilâl-devrimler, beraberlerinde genel seçim ve referandumla nitelenen hürriyetçi nizamı, sınırlı siyasî baskıyı, memuriyette rotasyonu ve Marx ile Engels’in vaat ettikleri ve “proletarya diktatörü” olarak belirlenen üretim komünlerine gönüllü ortaklığı getirmemişlerdi. Aksine, zamanımızın devrimleri tek partili devletleri, merkezîleştirilmiş ve bürokratikleştirilerek geliştirilen ekonomiyi, kitle “mutabakatı” şarkılarını, “karizmatik lider” iktidarını, bir askerî tip yaşamının yerleştirilmesini, kapalı bir otarşik sistemi, şiddetlendirilmiş milliyetçiliği, haberleşme ve iletişim medyasının kontrolünü ve ulusun “kaybetmiş olduğu topraklarını” yeniden ele geçirilmelerine ısrarı geliştirmişlerdi.

 

Zamanımızın az çok bütün devrimleri, işbu özelliklerin bazılarını sergilemişlerdir. Böyle olunca da bunların hiçbirinin klasik Marksizm’le bir alâkası yoktur. Aslında bunlar, faşizmin belirleyici özellikleridir.

 

“Faşizm”i nitelemek istendiğinde modern devrimler, Marx ve Engels’in Marksizm’inden çok Benito Mussolini’nin faşizmine çok daha yakınlıklar arz ediyorlar. Bunun sebebi, belki de modern kitleyi seferber edici, geliştirici ve umumîleşen diktatörlüğün belki de ilk örneği olmuş olmasıydı. Faşizmden önce vâki devrimler, bunun tam olarak sergilediği niteliklerin sadece birkaçına haiz olmuşlardı. Böyle olunca da İtalyan faşizmi, herhangi bir güncel tahlilinin hareket noktası olarak kalacaktı. Öbür yandan klasik Marksizm az feraset (anlayış, sezgi) ve daha da az teorik kaldırma gücü sağlıyordu.

 

Birçok güncel devrimsel hareketin imtiyazlı Marksizm esinti efsaneleri birçok kişinin başarı ile belirginleştirdiklerinden bize daha fazla bir şey söylemiyorlar. Stalin’in bolşevizmi, Leon Trotsky’nin bir “faşizmle ölümcül ayniyeti” tesmiye ettiğini, başarıyla geliştirmesine borçluydu. Bolşeviklik her gün daha çok milliyetçi, gelişmeci, hiyerarşik, otarşik ve militarist olduğuna göre ekonomisini modernleştirme çabası da, bir zamanlar malik olduğu Marksist niteliklerden arınmıştı. Benzer şekilde Mao’nun Çin’i, yirminci yüzyıla zoraki taşımak için Alman askerî tarzındaki sisteminde az yapmacıklı Marksizm bulunuyor. Castro’nun bir Marksist olmuş olduğu aldatmacası sadece sağaltılmaz safdiller beyninde yaşıyor.

 

Walter Laqueur bize “II. Dünya Harbi’den sonra, … hiç değilse Avrupa faşizminin belirginleştirici işaretlerinin bazılarını taşıyan bütün bir rejimler dizisinin ortaya çıktığını” hatırlatıyor. O, faşizmin ikincil niteliklerinin varlığı, şiddet kültür, itaat ve işbu rejimleri niteleyen kitle seferberliği âletleri üzerine bastırıyor. Bu sistemlerde “popülist” ve “nasyonalist” sosyalizm, bazılarının “askerî sosyalizm” dediklerinden söz ediliyor. Bunların herhangi biri, paylaştıkları niteliklerin, sosyalist ve Marksist gelenekleriyle bir şeylerin ancak marjinal ilişkisini sağlamak için az çaba sarf ediyorlar. Kendilerine ne ad verilirse versinler bunlar, faşizmin acınacak bazı varyantlarıyla aynı görünümdedirler(54) .

 

 “Sosyalizm öldü” sarhoşluğundan hâlâ kurtulamayan kapitalizm, İtalya, Fransa ve özellikle Almanya’da hızla gelişmeye başlayan Neo-Nazi hareketi hâlâ ciddiye almıyor. Geçen yıl (1991’de) Almanya’da yabancılara yönelik 600 saldırı olayı polis kayıtlarına geçti. Almanların tenis kahramanı Boris Becker’in bile başı dertte(55) .

 

Bu Pazar günü Fransa’da yapılacak seçimlerde daha düne kadar ciddiye alınmayan Jean-Mari Le Pen’in Milli Cephe’sinin yüzde 15 oy olacağı söyleniyor. Avusturya’da tamamen yabancı düşmanlığı üzerine kurulan Georg Haider’in Hürriyet Partisi başkent Viyana’da rahatlıkla ikinci parti oluverdi.

 

İtalyan neo-faşist Sosyal Hareket Partisi, Komünist Parti’nin boş bıraktığı yerdeki protesto oylarını hızla kendine çekiyor. Ve Almanya’da daha babalarının yaptığı soykırım unutulmayan genç Neo-Naziler, artan bir azgınlıkla yine aryan ırklarını karışmaktan korumaya ne kadar kararlı olduklarını her fırsatta gösteriyorlar.

 

Lichtenberg tren istasyonundaki kolu gamalı haç döğmeli genç Skinhead, ateş püskürüyor: “Boris’i severim ama büyük bir yanlış yapıyor. Almanya’da çok yabancı var. Almanların bunlarla yaptıkları evliliklerden çirkin melezler doğuyor. Yakında gerçek Alman kalmayacak.”

 

Üç kez Wimbledon şampiyonluğunu kazanan ve Almanların kahramanlarından biri olan tenisçi Boris Becker’in sevgilisinin adı Barbara Feltus Ferbest. Boyu nerede ise Becker’inkine yakın, sağlıklı, çok güzel ve soyadından da anlaşılacağı gibi Almanya doğumlu. Ama Neo-Nazilerin bağışlayamadıkları bir kusuru var: Babasının beyaz olmaması. Boris Becker’in bir “millî kahraman” olması bile aşırı sağcıları daha hoşgörülü olmaya itemiyor. Mart başında Köln karnavalında Becker ve sevgilisinin saldırıya uğradığı haberleri yayımlandı. Becker’e bunu yapanlar başkalarına ne yapmazlardı? Amerika’da yayımlanan Village Voice gazetesinden James Ridgeway, yabancılara ilişkin gözlemlerini şöyle aktarıyor: “Almanya’daki üçüncü kuşak Türk göçmenleri bile aslâ benimsenmiyor. Ama 400 yıldır Polonya’da yaşayan bir Alman kökenli olduğunu kanıtlarsa bir itirazı olmuyor. (Yüzde 6’lık bir yabancı nüfus Amerika’dakiyle kıyaslanırsa, ciddiye alınmaz bile. Ama bu kadar yabancı bile bölgesel veya ulusal bir sürtüşme anında Alman çoğunluğunun gözünü yabancılara karşı körleştirebilir. Saf ırk masalı bazı Almanları utandırıyor olabilir ama ülkeyi ziyaret eden benim gibi bir yabancı için ilk şey, sağın bunu çok iyi kullanıyor olması.”

 

Doğu ve Batı Almanya’daki Neo-Naziler, yıkılan duvarın getirdiği özgürlük şarkıları dinmeden yabancıların kaldığı otellere saldırarak, (hattâ) yakarak uluslar arası ciddi bir şok yarattılar. Dövülen Romanyalılar veya yakılan Ganalı haberleri neredeyse her gün basında boy gösterdi ve gösteriyor.

 

1991’de yabancılara yönelik resmî kayıtlara göre 600’ü aşkın saldırı meydana gelmiş. Saldırılar Doğu ve Batı tarafından eşit olarak paylaşılmış. Alman istihbaratına göre aktif olarak Nazi gruplarına üye olan 36 bin genç var. Bu sayının en az 50 bin olduğunu iddia edenlerin sayısı da az değil. Bu karanlık tablonun tek umut verici yanı, Alman Nazilerin, bağlantıları olmalarına rağmen, lidersizlikten dolayı dağınık olmaları. Şimdiye kadar en ciddiye alınan lider Michael Kühnen’di. Ama hayatını Yahudiler, siyahlar ve eşcinsellerden intikam almaya adamış Kühnen, AIDS’ten öldü.

 

Ama bu, Almanların Avusturya’nın Haider’i gibi “saygıdeğer” bir lider bulamayacağı anlamına gelmiyor. Doğu-Batı birleşmesinden sonra konut ve işsizlik sorunları iyice artıyor. Buna karşılık Almanların işine ortak olan göçmen sayısı düşmüyor. Şubat’ın 29. gününde Almanya’ya iltica edenlerin sayısı 31.317. Bunların çoğunluğu eski sosyalist ülkelerden ama aralarında bol miktarda Afrikalı, Lübnanlı ve Vietnamlı da var.

 

Dazlak Naziler Doğu’da Batı’ya oranla daha hızlı gelişiyorlar. Eski Doğu Berlin’deki skin-Nazilerin lideri Inga Hasselbach’ın babası, Doğu Alman Komünist Partisi üyesi ve eski Demokratik Almanya Radyosu’nun yöneticilerinden, annesi ise gazeteci. Hasselbach şimdi ikisi ile de konuşmuyor ve Hitler’in askeri olan dedesini özlüyor. Şu anda hiçbir partiye üye değil ve bunu şöyle açıklıyor: “Ancak Hitler’in Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi kadar gerçekten büyük bir parti kurulursa işte o zaman üye olacağım.”

 

İtalyan Neo-Naziler futbola düşkünler. Ancak olayın politik yönünü zayıflatmamak amacıyla hangi takımları desteklediklerini saklıyorlar.

 

İtalya’da sayıları üç bine yaklaşan Neo-Naziler yeni yeni İtalya’nın büyük kentlerinde kendilerini gösteriyorlar. Rudolf Hess’e “amca” diyorlar, ayaklarında postal, saçları üç numara, siyah pilot montu giyiyorlar.

 

Skinhead’ler 20 Ocak gecesi herkesin gözü önünde iki Afrikalıyı bıçaklayınca İtalya, olayın şakaya gelir yanı olmadığını anladı. Tutuklanan 16 gencin çoğu 20 yaşın altındaydı. Polis soruşturmasında gençlerin ifadesi kamuoyunu daha da paniğe sevk etti: “Biz kimseden emir almadan adaleti sağlıyoruz. İnsan hakları ve kanun da neymiş? Yaptıklarımızdan utanmıyoruz. Uyuşturucu pazarlayanları, siyahları, travestileri ve manyakları temizliyoruz. Mafya mı, onları bir bulsak taşaklarından deşeceğiz.”

 

Polis raporlarında Skinhead’ler için tutulmuş notlar basına yansıdı: “Korkunç derecede boş tipler. Hitler adına yabancı avladıklarını söylüyorlar. Neo-Naziyiz diyorlar ama bunun anlamını sorunca yanıt veremiyorlar. Partilere bağlı değiller. Futbolu seviyorlar ve tribünlerde taşkınlık yapıyorlar. Aralarında biraz kafası çalışanlar olayın politik yönünü zayıflatmamak için futbol takımlarını desteklerini saklıyorlar. Vücut geliştirmeye meraklılar, bira içiyorlar, çıplak elle dövüşüyorlar … tıpkı Almanya’daki Neo-Nazi dazlaklar gibi.”

 

İtalya’da Skinhead Nazisi adlarıyla tanımlanan gençlerin çoğu, yaklaşan seçimlerde Lega Lombarda (Lombardiya Birliği) adına propaganda yapıyor. Bu birlik, İtalya’da devlete ödenen verginin yaklaşık yüzde 70’ini veren Kuzey’e yatırımların daha fazla akıtılmasını, Güney’in kendi başının çaresine bakmasını savunuyor.

 

Skinhead’ler, sürekli yabancılardan arınmış bir İtalya’yı hedefliyorlar: “Araplara, zencilere ve çingenelere saldırdığımız için eleştiriliyoruz. Suçlu hükûmet. Sırada önce İtalyan varken göçmene iş bulmaya çalışıyor. Ev yok. Nedeni yine o asalaklar. Onları döverken hırsımızı alıyoruz. Biz yalnızca sosyal adalet istiyoruz, hani o Duce (Mussolini) döneminde olduğu gibi.”

 

.

.     .

 

Faşizmin bir etüdüne temel olarak üç tür itiraz vâki oluyor. Önce, faşizmin ciddi mütalâası derinden duygusal alana itilmiştir. Tüm faşizmler, tek “gerçek” faşizm olan Nazizm’le eş tutulmuştur. Erkek ve kadınlar tarafından Nazizm’e olan derin ve anlaşılır tiksinti ve tepki, tüm faşizm türlerine teşmil edilmiş; bunun sonucu olarak da faşizme yaygın bilgisizlik, onu insanoğlunun tarihi dehşet odasında karanlık bir dolaba itmiş oluyor.

 

İkinci hatâ, faşizmin sadet dışı tutulmasında. Bu görüşe göre faşizm, Avrupa’da 1918-1945 döneminde önemli, biraz garip bir hâdise olup bereket versin mağlup edilip kökünden sökülmüştü(56) .

 

Üçüncü görüş de faşizmin türe ait bir kategori olup artık faydalı manası olmadığıdır.

 

Her ne kadar faşizmi belli bir coğrafî ve tarihî sınıra (Avrupa, 1918-1945) sığdırmak mutad bir itiyad olmuşsa da politik ve ekonomik modernleşme üzerine çalışan birçok araştırmacı, faşizmin devamlılığını ve muhtemelen de artan önemini vurguluyor. Faşizmin özellikle Üçüncü Dünya’nın birçok yerinde münbit toprak bulabileceği görüşü sık ifade edilmiştir. A. James Gregor, “Yirminci yüzyılda gelişmiş totalitarizm şekillerinden faşizm, zamanımızın milliyetçi ve popülist devrimi üzerinde sürekli bir etki yapacak gibidir. Gelecek iki on yılda, gelişmemiş dünya içinde, çeşitli şekilleriyle faşizmin ortaya çıkmasına tanık olunabilecektir,” diyor. John Weiss da şöyle yazıyor bu konuda: “Faşizm için en büyük potansiyel, liberal Batı’da değil, daha çok … Batılılaşmamış ya da gelişmemiş toplumlarda yatıyor.”, “Çokça sayıda sanayileşmiş ulusun zaman zaman iddia etmelerine rağmen, ne burjuva, ne de Stalinist, ve muhakkak olarak sosyalist olmayan politik sistemleri kabullenecekleri muhtemeldir” görüşü de Organski’ye ait. Ve devam ediyor müellif: “Bu hükûmetlerin bazıları, dokuları, mesnetleri ve sanayileşmeyi idare şekilleri itibariyle faşist hükûmetlerine yakından benzeyeceklerdir.”

 

Böylece de, konunun uzmanı birçok bilgin, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da faşist rejimlerin sadece bir imkân değil, ama belki de birçok durumda aşağı yukarı kaçınılmaz olduğuna inanmıştır.

 

O halde faşizm, tam olarak nedir?

 

Genel olarak faşizmi teşkil eden hususlar babında anlaşmadan çok uyuşmazlık bulunuyor: Şu ya da bu hareket ya da rejim faşist midir? Yoksa faşist miydi? Organski için Franco İspanya’sı, modern faşist sistemin tam modeli oluyordu; ama Weiss, “Bir Franco’nun idaresi … faşist gibi görünebilir. Bununla birlikte gerçekte modası geçmiş ve otoriterdir.”

 

Ve bahis konusu ülkelere göre bu tartışma sürüp gidiyor. Buna Ernst Nolte noktayı koyuyor: “Herhangi bir faşizmin en belirgin niteliği, … bir milliyetçi ve sosyalist motifin bileşimi olmasıdır; bu, Franco’nun İspanya’sından çok Tito’nun Yugoslavya’sına uyabilir.” Devam ediyor Nolte: “1928’den sonra (Stalin’in ortaya çıkışı) Sovyetler Birliği, ‘totaliter faşist güçler arasında’ aranacaktı; öbür yandan, 1923’te Komintern resmen Alman Sosyal Demokratlarını ‘Alman faşizminin bir bölümü’ olarak damgalamıştı.” Aşikâr olarak bunda da bazı şeyler yanlış olabilirdi…

 

Faşizmin, özellikle İtalyan türünün en yaygın izahları şöyle: “1) anormal krizin sonucu; 2) psikolojik sakatlığın ürünü; 3) politikaya ‘şekilsiz kitlelerin’ girişinin sonucu; 4) sınıf mücadelesinin sonucu”. Bunların da vâki tartışmalarına girmiyoruz.

 

İyi ama, neden yukardaki olumsuz koşullar altında Marksizm, Zen Buddhism, alkol, uyuşturucu ya da intihar değil de faşizm muzaffer olmuştu?..

 

Şekilsiz kitlelerin faşizmin içinden toplandığı zemin, içinde büyüyüp geliştiği toprak olduğu teorisi, birçok kesin delillerle çürütülüyor, şöyle ki meselâ İtalyan faşizmini, iktidara gelmesinde, tamamen özgül grupların destekledikleri bir vakıadır. Bunlar, sosyalist şiddetten korkan Kuzey’li toprak ağaları, Po vadisinin kolektifleştirilmesinden ürken küçük mülk sahipleri idiler ve Kızıl tehdite karşı faşistlerin kesin ve aşikâr söz ve eylemlerine hemen cevap vermişlerdi: İş çıkarları(57) faşist partinin ilk yıllarında mücadelesine cömertçe iştirak etmişlerdi; böyle yapmaktaki âmilleri için ne düşünülürse düşünülsün, bunlar “usdışı ve düşüncesizlik” olamazlardı. Komünist ve sairleri, harpten dönmüş askerlerin hislerine tecavüz etmede, sokakta rastladıkları malûl askerlerin yüzlerine tükürecek kadar ileri gitmişlerdi. Faşistler daha başlarda eski askerlerin ekonomik ve sosyal isteklerini üstlenmişlerdi ve berikilerin yaygın desteği ile ödüllendirilmişlerdi. Polis örgütü de faşistlerin “kesin nizam”ı iade etme ve yıkıcı grupları yok etme vaadine kapılmıştı. Enflasyonu durdurma ve loncaları gemleme vaatleri de çok sayıda orta sınıf unsuruna olabildiğince cazip gelmişti.

 

Örnekler çoğaltılabilir; ama bir husus aşikârdır: İtalyan toplumunda özgül gruplar, özgül dert ve korkularının çaresi olarak faşizmin özgül bir vechesini görmüşlerdi.

 

Faşizmin, ıstırap çeken yoksulların isyanını yok etmek ya da geciktirmek için varlıklıların bir icadı olduğu izahı, geniş ölçüde yaygındı ve hâlâ da öyledir. Faşizmin köken ve manasına işbu yaklaşım, Marksist entelektüel geleneğine bağlı kişilere çok cazip gelmektedir. Faşizmin sınıf izahları en kaba Stalinist-mekanist düsturdan Franz putkıran Barkenau’nun hayata çok daha uygun tahliline kadar yayılıyor.

 

Stalinist mektep, “kapitalist suikast” varsayımını ileri sürüyor. İtalyan kapitalizmi, sadece faşizmi finanse etmekle kalmamış, onu icat etmişti. Bunun manası, kapitalizm, son “çöküş sath-ı mailinde” onu iktidara yükseltmiş, onu proletaryanın kurumlarını kırma ve bunları ayak altında tutma pis işinde de kullanmıştı, şöyle ki proletarya kurumları daha kolaylıkla sömürülebilirdi.

 

Faşizmin yorumunda ciddi güçlükler ortaya çıkıyor. Bir yandan, büyük İtalyan iş çevreleri (her ne kadar ona, devrimci partilere tercihen yardım etmeyi istemişlerse de) daha baştan Mussolini’den kuşkulanıyorlardı. Mussolini rejimi ile büyük iş liderlerinin arası 1930’larda ciddi şekilde bozulmuş ve bu sonuncuların aleyhine tecelli etmişti. Öbür yandan da büyük sermayenin devasa, uzun vadeli ve inanılmaz pişkin suikastına dair güvenilir veri bulunmuyor (burada, Marksist politik liderler ve çalışan sınıfların zımnî akılsızlıkları da bir gerçek olup bu sonuncuların büyük bölümü faşizme kaymıştı).

 

Bunların ötesinde Marksistler, hattâ orthodox’ları, işbu vâsi ve iyi örgütlenmiş suikastı tam olarak kimin ya da neyin idare ettiği hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Kimine göre başlıca suçlu, “finans kapitalistleri”,  kimine göre “sınaî kapitalistler”, İtalyan Komünist Partisi’nin Üçüncü Kongresi’ne göre de “sınaî ve toprak oligarşisi” idi. Mezkûr partinin başkanı Togliatti, daha sonraki yıllarda, faşizmin “finans, sanayi ve toprak kapitalistleri”nin işi olduğunu söyleyecekti. Böyle olunca da “işbu farklılıklar, tüm çabalarda bir şeylerin temelde yanlış olduğu” düşüncesini ileri süren Gregor’a hak verilmesi gerektiğini telkin ediyor.

 

Gerçekten İtalyan kapitalizmi tüm ulusa karşı başarıyla suikast hazırlayıp anayasayı devirecek kadar güçlü idiyse, neden bir çalışan sınıf devriminden korkmuştu? 1918’de İtalya Avrupa’nın önde sanayi ülkelerinden biri değildi; bunun anlamı, tarım sektörünün çok büyük olduğudur. İtalyan anayasasını alt üst edecek kadar becerikli bir suikastçı kapitalizm, hiç şüphesiz, tarım sektörü ile ittifaka girip faşizmden daha ince tedbirlerle “devrim”i boğacak kadar becerikli olurdu. Eğer faşizm, kapitalizmin en yüksek aşaması ya da onun nihaî kademesi ise, birçok başka ülkenin İtalya’dan çok önce faşist olması gerekirdi.

 

Faşizmin daha çapraşık yorumu 1930’larda Marksist Franz Borkenan tarafından ortaya konmuştu. Buna göre faşizm, “sınaî ve politik gelişmenin normal yörüngesini kat etmemiş ülkelerin karakteristik politik sistemi” oluyor. Borkenau için İtalyan faşizmi sınaî gelişmesinin durdurulmuş olduğu bir toplumun yanıtı oluyor. İtalya’nın ekonomik geri kalmışlığı birçok âmilin bir araya gelmesinin sonucuydu. Onun geç birleşik hale gelmesi ve dünya sahnesine çıkışının manası, iç siyasî sorunlar yüzünden modernleşmeye doğru gidişinin ister istemez geri kalmışlığı olmuştu. Ayrıca İtalya, bol hammadde kaynaklı kolonilere sahip olamamıştı.

 

Bu keyfiyet İtalyan ekonomik gelişmesine ciddi bir darbe idi şöyle ki doğa bu ülkeye hammaddeden yana cömert davranmamıştı. Keza nüfus artışı, ekilebilir arazisi kısıtlı bir ülkede baskısını artırıyordu; buna karşılık liberal rejim, son derece geri kalmış bir büyük toprak sahipleri sınıfının hâkimiyetini koruyup muhafaza etme etkisini gösteriyordu.

 

Nispî olarak üretimci olmayan ama politik olarak güçlü bir tarımsal kesimin çok büyük yükünü daha da ağırlaştıran, yüksek derecede örgütlenmiş ve mutaarrız (saldırgan) kent çalışan sınıfının gayritabî varlığı idi; bu sınıf, henüz böyle bir toplumun temeli tamamen atılmadan bir kitle üretimi toplumunun faydalarının âdil bir dağıtımını talep ediyordu. Sosyalizme hazır olmamış bir toplumda bir militan sosyalist hareket ortaya çıkmıştı…

 

Bu itibarla Borkenau İtalyan faşizmini, militan sosyalizmin veto gücünü ve yaygın şiddetini kırıp böylece de büyük ölçüde artan sanayileşme çabasının yolunu açacak bir hareket olarak görüyordu. Milliyetçi Mussolini, İtalya sadece sanayileşmenin sağlayacağı gücü elde etmeden dünyada kendi rolünü oynayamayacağı kanısındaydı; mükemmel ekonomik modernleşme “iç tüketimi kontrol eden bir katı sistem”e gerek gösterecekti. Liberal İtalya’da, etkinliksiz ve Güney’in toprak ağası sistemine bütün ağırlığıyla bağlı parlamenter sistem çıkmazı, parçalanmalıydı ve bu yapıldı.

 

Bu itibarla Borkenau için faşizm, kapitalist patronların âleti değildi, şöyle ki bu sonuncular zayıf, İtalyan ekonomik ve sosyal geri kalmışlığının bir bölümü idi. İngiltere, Amerika ve Danimarka gibi kapitalist sınıfların kontrolündeki hiçbir ülkede önemli faşist hareket ortaya çıkmamıştı.

 

Her ne kadar yukarda anlatılan eski ekol teorileri tamamen yok olmamışlarsa da, Marksist kuramcılar, hattâ en orthodoxları bile, son zamanlarda faşizmin çok daha gerçekçi tahlillerini üretmişlerdir. Rejimleri yıkan ve yaratan ve bunların dizginlerini çeken tam güçlü, birleşik ve mütecanis (homogen) finans ve monopol kapitalistleri güruhuna dayanma yerine Marksist tahlilciler her gün daha çok “idareci çevreler” ve sıkıntılı bir toplumda çok sayıda sair başka unsurlardan, birçok işçi dahil, desteği celbetmiş bulunan özerk faşist hareketin varlığını kabule hazırlanmışlardır.

 

Demokratik sosyalistler de faşizmin yorumlarını inceltmişlerdir. G. D. H. Cole, “faşizm, her ne kadar çalışanlar sınıfıyla başka sınıfları âlet olarak kullanıyorsa da, temelde bir sınıf hareketi değildir… Faşizmi kontrol etmenin uzağında büyük kapitalistler onun tarafından kontrol edilir hale gelmişlerdir ve ulusal saldırının bir örgütleyicisi olarak Faşist Devlet’inin taleplerine kazanç dürtülerini tâbi kılmaya zorlanmış durumdadırlar,” diye yazıyor(58) .

 

.

.     .

 

Buraya kadar sözünü ettiğimiz faşizmin ideolojisi kesin olarak neydi? İtalyan faşist ideolojisinin oluşmasına birçok unsur dahil oluyor: Her ikisi de devrimci ve muhafazakâr liberal karşıtı akımlar ve felsefeler; Mussolini ve diğerlerinin siyasî deneyimleri ve ferasetleri (sezişleri); bir kargaşa zamanında iktidara koşmanın stratejik ve taktik gereklilikleri. Aşağıdaki tartışma, işbu dağınık unsurlarla bunların bir model içinde birleşme şeklini mütalâa edecektir.

 

Hem Marksistler, hem de faşistler, kendilerine göre sebeplerle, Mussolini’nin sosyalist kökenleri ve orthodox’luğunu gizlemek ve hattâ inkâr etme yolunu aramışlardır. Gerçek, Mussolini’nin sosyalizm içinde doğduğu, ilk ulusal şöhretini bir sosyalist lider olarak yaptığı ve işbu ilk oluşturucu deneyimlerin onda hayatı boyunca kesin bir etki bıraktığı merkezindedir.

 

Benito Mussolini’nin babası, fırtınalı Romagna bölgesinde mahallen etkin bir sosyalistti. Romagna sosyalizmi sertlikten yana, popülist, din karşıtı ve anarşik eğilimlere haylice bulaşıktı. Doğuştan sosyalist olan Mussolini, bu doktrine entelektüel inançla da bağlıydı. Çok sayıda Marksist yazının sahibi olmuştu. Ernst Nolte’nin müşahede ettiği gibi, “Marksizmi ne teorik, ne de felsefî idi. Lenin’den farklı olarak, hiçbir geniş ekonomik araştırmaya girişmediği gibi, Hegelci ve Marksist diyalektikler arasındaki farklılıklarla da hiçbir zaman ilgilenmemişti. Ama doktrininin pratikle ilgili temel unsurları, Mussolini’nin düşüncesinde büyük bir berraklıkla ortaya çıkıyordu: Sınıf mücadelesi doktrini, nihaî amaç ve enternasyonalizm”. Gazeteci, hatip ve parti militanı, kendisini sınıf mücadelesi ve kolektivist ekonomi düşüncelerine adamış olan Mussolini, İtalyan sosyalizminin kademelerinde erkenden yükseğe çıkmıştı. 1912’de, partinin aşırı kanadının hâkim sesi olmuş, partinin ulusal icra komitesinin üyeliğine seçilmiş ve partinin ulusal gazetesi Avanti!’nin (İleri!) editörü olmuştu. Bütün bunları daha otuzuna gelmeden başarmıştı. Bu sebeple de o, İtalyan sosyalizminin en kalburüstü kişiliği olarak anılıyordu.

 

Mussolini’nin düşünce sisteminde bir grup mütefekkir etkisi olmuştu. Bunları da kısaca irdeleyeceğiz.

 

İtalya’da XX. yy.’ın en başında, uygunluğu itibariyle elitist (seçkinci), ya da parlamento karşıtları olarak tesmiye edeceğimiz bir düşünceler grubunun yaygın etkisine tanık olunmuş. Bunların başlıcaları Gaetano Mosca, Vilfredo Pareto ve Roberti Michels idi (ilk ikisi doğuştan İtalyan, öbürü sonradan olma). Her ne kadar fikirleri, yöntem ve erekleri tamamen eş değil idiyse de, genellikle eğitimli İtalyan kamuoyu ve özellikle Mussolini’nin düşüncesi üzerinde bunların etkilerinin biriken etkisi, son derece önemli olmuştu.

 

Gaetano Mosca, Sicilya-Palermo’da 1858’de doğmuştu. Bilimsel faaliyetlerinin yanı sıra 1908’den sonra parlamentoda faal rol oynamıştı. 1918’de yaşam boyu senatör seçilmiş olarak Mussolini rejimine alenen muhalefetle ömrünü geçirmiştir; o ise ki yazıları, dolaylı olarak bu sonuncusunu iktidara getirmek için çok etkili olmuştu.

 

Mosca’nın unutulmaz yazılarında iki başlıca düşünce hâkimdi. Biri, bütün toplumların şeklî yapıları ne olursa olsun, oligarşiler tarafından idare edildikleri. Öbürü de, oligarşik idareyi, ya da “siyasî düsturu” haklı gösteren sebeplerin toplumdan topluma, çağdan çağa, bir toplumun meşrû ve anlamlı olarak kabul ettiği standartlara kendini uyarlayarak değişeceği hususudur. Bir idareci sınıfın her yerde bulunması ve gerekliliği hakkında Mosca şunları yazmıştı:

 

“Bütün toplumlarda –çok az gelişmiş ve uygarlığın şafağını ancak idrak etmiş olanlardan en ileri ve güçlü olanlara kadar– iki sınıf belirir: İdare eden bir sınıfla idare edilen bir sınıf. Daima daha az sayıda olan birincisi tüm siyasî işlevleri yerine getirir, iktidarı tekelleştirir ve iktidarın sağladığı avantajlardan nasibini alır; ikincisi ise, daha kalabalık sınıf olarak, birincisi tarafından idare edilip kontrol edilir; bunun yolları da çok ya da az yasal, şimdi daha çok ya da az keyfî ve şiddetli olup ilkine … maişet ve siyasî örgütün hayatiyeti için esas olan âletleri sağlar.”

 

Mosca’nın, parlamenter hükûmetlerin (bütün sairleri gibi) bir azınlığın hükümranlığını gizlediği düşüncesine dayanan tahlilleri, hiç değilse İtalyan örneğinde doğru olması itibariyle, tahrip edici olacak kadar etkili olmuştu. Bunun ötesinde, bir Sicilyalı olarak sözlük ağırlıklı yasanın, çoğunluğun azınlığın menfaatine göre uygulamaların örgütlenmiş olduğunu gizlediği hususunda özel bir sezisi vardı.

 

Parlamenter rejimin bir eleştiricisi olmasının ötesinde Mosca, bir üretim yanlısı idi. Yani İtalya’da ve başka yerlerde, temel ekonomik sorunun dağıtım (onu daha âdilâne yapma) olmayıp üretim (onu daha etkin kılmak) olduğuna inanıyordu (Mussolini de daha sonra bu düşünceye gelmişti). Böylece de sekiz saatlik çalışma günü üzerine yazmıştı: “Çalışma saatleri üzerinde böyle bir sınır, çok zengin bir ülkede çekilebilir. Bir fakir ülke için ancak felâketli olur. Birçok Avrupa ülkesinin idareci sınıfları, ulusların feci şekilde fakirleştiği ve çalışma ve verimliliğin şiddetlendirilmesinin âcil olduğu Dünya Harbi’den sonra sekiz saatlik günü kabul edecek kadar ahmak ve korkak idiler.”

 

Roberto Michels (1876-1936), Mosca’nın düşüncelerini başka yönden pekiştirmişti.

 

İşbu seçkinci üçlünün sonuncu ve en müthiş üyesi Vilfredo Pareto (1848-1923) idi. O da, ötekiler gibi, bütün toplumların bir idareci sınıf (“seçkinler”) ve bir idare edilen sınıfa ayrıldıklarına inanıyordu. Pareto’nun tahliline göre, tarihte çok sık vâki olduğu gibi, halen idare edenlerle üstün kabiliyetleri dolayısıyla idare etmeye salahiyetliler, nüfus içinde her gün daha çok iki farklı gruba ayrılıyorlar. Bu gedik çok genişlediğinde bundan, “seçkinler dolaşımını” hasıl eden bir devrim vâki olur. Pareto’nun düşünüş tarzına göre devrim, sosyal olarak yararlı olur, şöyle ki toplumun takatsiz ve şaşırmış bir idareci sınıf tarafından kontrolünün yerini, güç ve cesaretini ispat etmiş olan bir başka sınıfın almasını sağlar.

 

Pareto için, hattâ geleceğin sosyalist toplumları, bir elitin hâkim olduğu bir âtıl kitleden ibaret olacağı merkezindedir; işbu içte ikiye ayrılma olmadan hiçbir geniş ölçülü sosyal örgütlenme düşünülemezdi.

 

Ayrıca, ekonomi beşerî işlerde hiçbir surette kesin âmil olmayıp bunun yerine, usdışı dürtüler öncül oluyorlardı. Pareto bu düşünceleri 1902’de Les Systèmes Socialistes adlı eserinde belirtmişti; bu eser, “Marksist ekonomi ve sosyolojinin bir klasik cerhi olarak yerleşmişti. Tevatüre göre Lenin, herhangi başka Marksizm karşıtı eserden çok daha ağır şekilde bundan kaygılanmış ve karşı cerh üzerinde çalışmak için birden çok uykusuz gece geçirmişti.

 

Pareto’nun etkileyici kitabı 1940’te Mussolini tarafından gözden geçirilmiş olup bu sonuncusu, onun Lausanne Üniversitesi’ndeki derslerinden ikisini takip etmişti. O, Pareto’nun seçkinler kuramını “modern zamanların en hünerli sosyolojik kavramı” diye tesmiye etmişti. Pareto daha sonra Mussolini tarafından İtalyan Senatosu’na atanacaktı. Pareto, en azından, Mussolini rejiminin ılımlı bir destekçisi olarak telâkki edilebilir.

 

George Sorel’in (1847-1922) düşüncesi, sadece daha sonra faşizm olacak olanın üzerinde değil, keza tüm radikal ve teşkilat karşısı hareketler üzerinde muazzam etkisi olmuştu. Hem komünistler, hem de faşistler onun, atalarından biri olduğu iddiasındaydılar.

 

Normandiya’da fakirleşmiş bir orta sınıf gençliğinden sonra Sorel, ünlü Ecole Polytechnique’te mühendislik tahsil etmişti. Birçok yıl sosyal sorunların etüd ve müşahedesinden sonra ciddi yazıya dönmüş olup en verimli dönemi 1898-1908 arasına rastlar. İşte bu arada ünlü Réflexions Sur la Violence (Şiddet Üzerine Düşünceler) adlı eserini ortaya çıkarmıştı.

 

Birçok yıl Marx’ın bir yakın araştırıcısı olan Sorel, dünya tarihinin hâkimiyet için azınlıklar arasında bir mücadelesinden ibaret olduğuna inanmıştı. Bununla birlikte orthodox Marksizmden temel yönlerden ayrılıyordu. Bilimsel saldırılamazlığına dair Marksist iddialarını reddediyordu; ekonomik kararlılığı inkâr ediyordu. Bunun yerine, gerçek dünyanın seyyal karakteri üzerine dayanan bir tutumu kabullenerek, doğal olarak “alttaki amansız güçler”in mütalâasından uzaklaşıp bir insanî dürtününkine gelmişti. Bu noktada tarihî “mitos” kavramı, uzak bir gelecekte İncil’in vaat ettiği halâs (kurtuluş), bugünden şiddet yoluyla hazırlanarak varılacak halâs kavramı devreye giriyor. Sorel, tarihî mitosları, sosyal meselelerde başlıca dürtücü güçler olarak görüyordu ve temel olarak Marksizm’i, bir mitos olarak düşünüyor ve ona hizmet ediyordu. Ama genel greve, çürümüş burjuva toplumunu felce uğratıp alaşağı edecek tufan ve nihaî başkaldırı mitosuna bağlanmıştı ve bunu en etkin dürtücü güç olarak görüyordu.

 

Sorel, bir farkla sosyalistti. Parlamenter sosyalizmden nefret ediyordu şöyle ki o, Fransa’ya hâkim olup İtalya’da olgunluk mücadelesi veren burjuva demokrasisi ile işbirliği yapıp onu meşrû kılıyordu. Sorel için bütün bunlar tedenni, bencillik, çürümüşlüktü. Temizlenme sertlik yoluyla gelmeliydi: Sorel, burjuvaziden baskıcı olduğu için değil, zayıf olduğu için nefret ediyordu. Sosyalizmin işlevi, hareket adamlarını iktidara getirmek ve “sosyalleşmiş adamın bir genel niteliği olarak bireysel hayatiyeti” yerleştirmek olacaktı.

 

1909’da Sorel’in Réflexions’u üzerine bir gazete makalesinde Mussolini, Sorel’in düşüncesine aşina olduğunu yazıyordu (buradan Mussolini’nin Fransızca bildiği anlaşılıyor – B.O.).

 

Sorel’in Mussolini üzerindeki etkisinin derecesi hususunda tam mutabakat bulunmuyor. Bu babdaki tartışmaların ayrıntılarına girmiyoruz.

 

Sorel, ihtilâlci sendikalizmin en önemli kuramcısı temsiye ediliyordu. Sendikalistlerle Bolşevikler için, ihtilâl ve buna esas olan ihtilâlci şuuru, sadece çalışanların liderliğini, özel kabiliyetleri ve vukuflarını haklı çıkaracak bir aydınlanmış seçkinin çalışması ile doğabilirdi.

 

Milliyetçi düşüncenin şiddetli bir şekli, bu yüzyılın (XX. yy.) ilk on yılında kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu, bir melez, çok sayıda kaynaktan gelişmiş ve zamanın yeni, ya da yeni hâkim olmuş düşüncesinden etkilenmiş ve bundan şekillenmişti. Denis Mack Smith, İtalyan milliyetçiliğinin Sorel ve sendikalistlerden şiddetin siyasî kullanımı üzerindeki kavramları devraldığını, Darwin ve Spencer’den uluslar arasında yaşamak için mücadele, doğal ayrım ve en güçlünün yaşamaya devam gibi tâbirlerin türemiş olduğunu ifade ediyor. Hegelciler, onu teşkil eden bireyler toplamından çok daha büyük olan bir ahlâkî devlet kavramını sağlıyorlardı.

 

İtalyan süpermilliyetçiliğini geliştirici dramın lider karakteri Enrico Corradini olup bu kişi “I. Dünya Harbi’den önce İtalya’da milliyetçi hislerin entelektüel sesi” tesmiye edilmişti. Corradini’nin temel düşünceleri şöyle özetlenebiliyor: gerçek yaşam, etnik merkezli cemaatler arasında mücadeledir; liberalizm, bu itibarla, sağlıksız, hattâ intihar edicidir, şöyle ki insanlara bencilliği öğretiyor; İtalya’nın hem içte sertleşmek, hem de gerekli hammaddeleri elde etmek için, iyi bir savaşa ihtiyacı vardır. Bununla birlikte onun milliyetçi düşüncelere yardımı, İtalya’nın bir “proleter ulus” olduğu kavramıydı.

 

Mussolini, işbu düşünceleri, bunların birçoğunu devralmak, hattâ milliyetçi partiyi kendisine mal etmek üzere, derinden emmişti.

 

Yüzyılın dönüşümü ile İtalya’nın I. Dünya Harbi’ne girişi arasındaki bir buçuk on yıl içinde İtalyan entelektüel yaşamına her gün daha çok, parlamento ve liberal karşıtı akımlar hâkim olmuşlardı; bu sonuncular genç politikacı Benito Mussolini’nin yükselişi ile ilerde liderliğini yapacağı hareket üzerine önemli damgalarını vurmuşlardı. Romagna sosyalist çevresinden Mussolini, bir militan antiklerikalizmi (kilise karşıtlığı), yasa ve kurulu düzeni küçük görme ve sosyal hayatın grup mücadelesi olduğu telâkkiini tevarüs etmişti.

 

Faşizmi anlamak için, insanların tesadüfen faşist ya da patlamakta olan faşist doktrinin içine tökezlemediklerini hatırlatmak yardımcı olur. Faşizm, Marksizm’in, liberalizmin ve demokratik eşitçiliğin bir eleştirisi olarak gelişmişti.

 

Aşikâr olarak üstün seçkinlerin “sığırlaşmış” kitle ve de bitkin bir burjuvazi üzerine kendilerini kabul ettirme hakkı ve görevinin olması, özellikle acı Avusturya cephesinde (Caperatto bozgunu – B.O.) komando (arditi) olarak hizmet etmiş genç entelektüelleri cezb etmişti. Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, elitizm kavramı, şu ya da bu şekliyle, o zamanlar çok yaygın olmakla birlikte faşistler buna kendilerine özgü bir çeşni katmışlardı.

 

Sosyalizmle milliyetçilik sentezinde mündemiç sorunlara tatmin edici bir çözüm bulmaya çalışmanın sonucu olarak Mussolini 1915 ile 1921 arasında çoğu kez mütenakız (çelişkili) tutumlara girmişti. Bu iki kavram muhtemelen tüm tanınabilen faşist hareketlerin üzerinde durdukları başlıca bacak olacaktı; ancak, bunların uzlaşması, birbirlerine muhalif oldukları görüşü ile yetişmiş bir kuşak için hiç de kolay değildi.

 

Sosyalizm merdivenlerini tırmandığı süre içinde Mussolini, insanların dürtülerinin usdışı ve hissî, aynı zamanda da (tam anlamıyla Marksist ekonomik anlamda) ussal olduğunun bilincindeydi. Tıpkı Sorel gibi, insanın ancak bir “mitos”un, daha iyi bir dünyanın hayali ile büyük işler görmek üzere harekete geçebileceği inancındaydı. Mitos, kahramanca çabayı haklı gösterip onun yükünü çekebilirdi. 1914 bağbozumu öncesi Avrupa sosyalistleri için mitos, sınıfsız bir toplumda yeni bir devir açacak, içinde, sonunda herkesin eşit, diğergâm (özgeci) ve iyi beslenmiş olacak proleter devrimi idi. Avrupa sosyalizminde gelişmiş, buna bağlı ama daha az da güçlü olmayan bir mitos da, uluslararası sosyalist dayanışma olmuştu: Batı Avrupa’nın ileri devletleri arasında bir büyük harp artık mümkün olamazdı, şöyle ki, Sosyalist Parti tarafından örgütlenip eğitilen işçiler, böyle bir savaşa iştirak etmeyeceklerdi. Genel bir harbin önüne genel grev çıkacaktı: İşçiler artık, göbeği yağ bağlamış, burjuvazinin kârına kanlarını dökmeyeceklerdi. Bu tür inançlar, hattâ birçok sosyalist olmayan kişide de, derinlemesine yerleşmişti.

 

1914 olayları, bütün bu hesapların ne denli trajik olarak yanlış olduğunu gösterdi. Fransız sosyalistleri, cumhuriyeti Alman militarist canavarına karşı korumak için toplandılar. Alman ve Avusturya sosyalistleri, Çarlık emperyalizmi ve Slav barbarlığına karşı bayraklarını korumak üzere koyunlar gibi bir araya geldiler. Bunca yıl Avrupa ufkunda haşmetle dokunmuş uluslararası büyük sosyalist barışçılık binası, birkaç gün içinde yıkılmıştı. Sadece Rusya’da ve İtalya’da sosyalizm, önceki hayaline sadık kalmıştı.

 

Avrupa sosyalizminin, kendi öz güç ve etkisinin temel ve vus’atı hususundaki hesap hatalarının büyüklüğü, Mussolini’nin sosyalizmden vazgeçmesinin büyük âmili olmuştu. Buna ek olarak Almanya ve Avusturya’dan uzun süreden beri hoşlanmayışı, kısa zamanda bir nefrete dönüşmüştü; onun için artık sosyalizm, Pan-Cermanizm’in bir kurnazca âleti idi.

 

Mussolini’nin sosyalizmden faşizm denecek olana dönüşmesinin anahtarının unsuru, sınıf dayanışması mitosunun ulusal dayanışmanınkine tahvili olmuştu. 1914-1918 olaylarıyla Mussolini, milliyetçiliğin, sınıf mücadelesinden çok daha güçlü bir siyasî kataliz olduğuna inanmıştı. Marksist ussal sınıflara ayırma, güçlü sinirlere yüzeyden dokunuyordu, ama milliyetçilik, en derin sinirlere ulaşıyordu. Marksistler, mücadelenin beşer varlığının başlıca gerçeği olduğu inancını taşımakta haklı idiler, ama işbu mücadelenin tabiatı hususunda yanılmışlardı: İhtilâfın esas temeli yatay, ekonomik sınıflar arasında değil, dikey, uluslararasında idi. Örgütlenmiş, birleşik, sağlam ve muktedir uluslar mücadeleden sağ çıkacaklardır; iç dövüşlerle yırtılmış olanlar kenara itilecekler, fethedilecekler sömürüleceklerdir. Bu görüşlerden çıkarılacak sonuçlar arasında, müstakbel faşizmi şekillendirmede iki tanesi son derecede önemli idiler: 1) Sosyalist parti, ulusu bölüp böylece de zayıflatmasıyla bütün halkın bir gerçek düşmanı idi ve ona karşı şiddetle mücadele edilecektir; 2) hiç şüphesiz ulus, uluslararası mücadele için en etkin temel üzerinde örgütlenecekti ki bunun manası, İtalya’da ciddi ve uzağa gidecek değişikliklerin, bir sınıfın değil, bir ulusun çıkarına gerçekleştirileceği idi.

 

Böylece Mussolini’nin siyasî düşünüşü, şu safhalardan geçecekti: 1914’ten önce uluslararasıcılıktan devrime; 1916’da milliyetçilik ve devrime; 1919’dan sonra milliyetçilik ve devrim karşıtlığına dönüşme. Ulusu kurtarmak, her şeyden önce üretimin genişlemesi anlamını taşıyordu; üretim genişlemesi de, güçlü bir devletin idaresinde sınıf işbirliği demekti.

 

Bu fikirlerle mücehhez Mussolini (Resim 8), sosyalistlere karşı savaş açmıştı. Onların sınıf savaşı vaazları milliyetçilik karşıtlığı idi: Sosyalizmin âletlerine karşı saldırının güç ve vahşiliği, eski askerlerin haklarının korunmasının yanı sıra, 1920 ve 1921’de faşizmin hızlı gelişmesinin başlıca sebeplerinden biri olmuştu.

 

Faşizmin temel kavramlarına gelince: Faşizmin felsefî izahı ve haklı sebebini sağlayan doktrin, Ekim 1922’de Roma üzerine yürüyüş sırasında, söz ve fiille açıklanmıştı.

 

  1. Milliyetçilik: En yüksek beşerî gerçek, devlet tarafından örgütlenip ifade edilen ulustur; politikalar, uluslar arasında mücadele olup bunda güçlü olan sağ çıkar, zayıf olan da telef olur; Marksist uluslararasıcılık bir gaflet, bir aldatmacadır.

 

  1. Parlamenter liberalizmin açık seçik dışlanması: Bu, bencilliği teşvik edip insanların eşitliği hayaline dayanır.

 

  1. Devletçilik: Devlet bir manevî varlıktır; devlete ve böylece de ulusa, hizmet yoluyla insanlar, kendi sınırlamalarının üstüne çıkarlar.

 

  1. Üretimcilik: Ulusun kaynakları devlet tarafından harekete getirilip geliştirilmelidir; dağıtım değil, artırılan üretim, ulusal sağ kalma ve uzun vadeli ekonomik ıslahatın anahtarıdır.

 

  1. Korporatizm: Ulus içinde mücadele caiz değildir; çeşitli sosyal sınıflar, devletin idaresi altında ulusal çıkarlarda amaçlarını ahenkleştirmelidirler; sınıf savaşının yerini sınıf işbirliği almıştır.

 

  1. Yetkicilik (otoritercilik, söz dinletmecilik): Güç, yukardan aşağıya akıyor ve akmalıdır: Bu, doğa kanununa uygun olup bunu sadece safdillerle namussuzlar inkâr ederler.

 

  1. Seçkincilik (elitizm): Sadece az kişi, idare etmeye yeterli kabiliyete sahiptir ve çoğunluk sadece inkıyat etmeye (boyun eğmeye) muktedir (ve arzulu)dur; seçilmiş az kişi, iktidarı ele alıp tutmaktaki başarılarıyla kendilerini belirtirler.

 

İşbu çeşitli veçheler, birbirleriyle iç içedirler. Seçkincilik, yetkeciliği tazammum eder, üretimcilik, korporatizmi tazammum eder, bunların hepsi milliyetçiliğin kapsamındadırlar. (Gerçekten, milliyetçiliğin kesinlikle kolektivist olduğunu kabul etmek esastır.) Tâbirin 1930’larda anlaşıldığı şekliyle ırkçılık, faşist ideolojide tümden yoktur. Bazı âmiller hesabına kimilerini ulusun aşağı bir bölümü olarak görerek ulusun üyeleri arasında farklılaştırma, milliyetçiliği can evinden vurur. Irkçılık, Duce’nin hayranı olduğu imparatorluk Roma’sının kosmopolitçilik geleneği ile çatışıp İtalyan tarihi ile çelişkiye düşerdi, şöyle ki bu tarih, çok sayıda muhaceret ve istilânın tarihi olmuştu. Biyolojik gerekircilik (determinizm), bunun ötesinde, Mussolini’nin irade gücü ve bireysel kahramanlığın vurgusuna da darbe oluyordu. Bu keyfiyet, İtalyan faşizmini Alman Nazizm’inden temelden ayırıyordu: Mussolini için İtalyan ulusuna iştirak için temel kriter istek, irade idi; Hitler için ise Volk’a üyelik tevarüs edilirdi. Böylece İtalyan faşizmi kesinlikle evrenseldi: İyi niyetli herhangi bir İtalyan faşist ve gerçekten isteyebilen herhangi biri, İtalyan olabilirdi. Nazi ırkçı kavramları, rejim artık moral bozukluğu ve çürüme sürecine girene kadar faşist ideolojisinde önemli bir âmil olmamıştı. Mussolini ırkçılığın, faşizmin milliyetçi temellerinin kökünü kestiğini fark ederek, faşist rejime “dünya Yahudiliği”nin siyasî muhalefetine karşı yön değiştirmeyi ayıplıyordu. Ve İtalyan ordusunun Yahudi eski askerleri herhangi bir ehliyetsizlikten masun tutuluyordu. Faşist İtalya, Nazi Almanya ile aynı takımda değildi.

 

Faşist rejimin cazibesinin büyük kısmı, özellikle ilk yıllarda, onun stiliydi: Geçit resimleri, kalabalıkla balkon diyalogları, üniformalar. Ve keza, bazı özgül gruplar için yüksek ölçüde özgül teşvik ediciler de vardı: Eski askerlerin haysiyetlerinin korunması, küçük toprak sahiplerinin sosyalistler ya da radikal Katolikler tarafından zaptedilmekten muhafazası. Bütün bunların ötesinde, Mussolini’nin iktidarı yakalayıp onu elinde tutmasının nihaî izahından, faşistlerin vaat ettikleri radikal milliyetçi reformun genel çekiciliği de hesaba katılacaktır.

 

Liberalizm hayatiyetini kaybetmişti, Marksizm, ne yapacağı hususunda karar veremiyordu, ülke savaş içindeki üstün çaba ve heba edici siyasî çıkmaz yollarını yaşamıştı. “İtalyan hayatının derin bir yenilenmeye ihtiyacı vardı; İtalya sonunda bir modern devlet olmalıydı; bürokrasinin ağır işlemesinin bir sonu gelmeliydi” sözleri geçmiş otuz yıl boyunca çok sık tekrarlanmıştı. Faşizm, yasa ve nizamın yeniden teessüsünü vaat ediyordu ve bu sadece bir başlangıçtı. İtalya temizlenip bina edilecekti, ekonomik ve psikolojik darboğazlar zorlanarak açılacak, yeni plan ve yöntemler ulusu modernleştirip gençleştirecek ve onu dünyada hürmet edilir hale getirecekti.

 

Bütün bunlardan hattâ çalışan sınıflar da etkilenmişlerdi. Her ne kadar işçilerin çoğu, asık suratlı olarak sosyalistlere ya da komünistlere sadık kalmışlarsa da faşizm, manalı bir azınlığı kazanmıştı; bu, sosyalist rahatsızlık, beceriksizlik, yeni bir dünya yaratmada başarısızlık yüzünden olmuştu ki Mussolini’nin onlara gösterdiğine bir yanıt oluyordu.

 

İlk faşist rejimin herhangi bir mütalâasında, doğal olarak üç soru akla geliyor. Mussolini, yetkesini nasıl elde edip onu pekiştirdi? Ülkede bununla ne yaptı? Bununla dışarıda ne yaptı?

 

Mussolini, yirmi yıldan fazla bir süre İtalya başbakanı olmuştu. Tahlil amacıyla faşist rejim üç safhaya ayrılacak. İlk safhada, Mussolini’nin başbakanlığa getirilmesinden 1925 başlarına kadar, en azından monarşik İtalya’nın anayasal dokusunun görünümlerini korumak için ciddi çaba harcanmıştı. İkinci safha boyunca, 1925’ten 1934 sonuna kadar, diktatörlük sağlamlaştırılıp “korporasyonlar devleti”nin örgütleri kurulmuştu. Nihayet, 1935’te, bir üçüncü safha başlamıştı, ekonomik kendine yeterlilik ve artan savaşa karışma eğilimi.

 

1918’de, ne çalışanlar sınıfı, ne de varlıklı sınıflar, bir demokratik anayasa yapmak için gerekli uzlaşmayla ilgili olamamışlardı. Bunun sonucunda yaygın, müzmin sosyal şiddet yaşanmıştı. Hiçbir zaman doğruluk veya etkinlik modeli olmayacak İtalyan parlamenter sistemi, işbu yeni yarı iç savaş durumunda iş göremezdi. Mussolini, nizamı, devamlılığı ve reformu vaat ederek iktidara çağırılmıştı.

 

Parlamento, kabineye bir yıllık kararname ile yönetme gücünü veren bir yasayı anayasal olarak kabul etmişti. Sonunda Mussolini, 1923’te, ona tüm yasal güçlerin kontrolünün yolunu açacak olan Acerbo Yasası’nı geçirecekti. Bu yasa, gelecek seçimlerde lider parti ya da koalisyona, oyların en az yüzde yirmi beşini alması şartıyla parlamentoda sandalyelerin üçte ikisini veriyordu.

 

Mezkûr Yasa’nın amacı, birçok yıllar Mussolini’ye “yasal diktatörlük” olanağını sağlayıp, ona hükûmeti kontrol etmek imkânını vermişti. Nasıl olsa kendisi ve arkadaşları, herhangi bir yeni seçimde oyların en az gerekli yüzde yirmi beşini alacaklardı. Bununla birlikte faşistler bu Acerbo Yasası’nı geçiren parlamentoda bir küçük azınlık idiler. O halde, Mussolini’nin destekçilerinin dışında, buna kimler oy vermişti? Başlıca üç grup: Sorumluluğun Mussolini’yi uslandıracağını ve onun etrafında geniş bir muhafazakâr koalisyonun kurulabileceğini ümit edenler; parlamenter hükûmete inanıp faşistlerden şüphe eden, ama daha köklü reformların gerekli olduğunu hissedenlerdi; bunlar işbu reformların ancak parlamentoda geniş ve istikrarlı bir çoğunlukla yapılabileceğine inanıyorlardı; ve nihayet, hem faşistlerden, hem de Acerbo kanunundan nefret etmekle birlikte bunun reddinin faşistleri parlamentoyu yok saymalarını ya da onu tümden kapatmalarını intaç edeceğinden korkanlar. Birçok faşist olmayan ve faşist karşıtları, başka deyimle, kendi öz sebepleriyle, faşizmle mücadele yerine onunla işbirliğini seçmişti. Vatikan’dan açık seçik işaretlerle Papa Pius XI, Mussolini için büyük planları olduğunu, bunun bozulmasını istemediğini beyan etmişti: Ve nihayet, antifaşist güçler arasında saçma, inanılmaz tesanütsüzlük vardı. Örneğin, bu hususta Marksistler, alabildiğine akılsızca, işbu birleşmiş İtalya’nın en kesin seçiminde “anti-faşist burjuva”larla bir hürriyet koalisyonunda birleşmeyi reddetmekle kalmayıp ortaya birbirlerine rakip üç farklı aday listesi (iki sosyalist ve bir komünist) çıkartmışlardı. Öbür partilerdeki kaba beceriksizlik ve dağınıklık mutlaka Mussolini’ye oy kazandırmıştı.

 

1922’de kimse Mussolini’nin yirmi yıldan fazla iktidarda kalacağını, anayasayı devireceğini ülkeyi felâketli bir savaşa sürükleyeceğini ve monarşiyi alaşağı edeceğini aklına getirmiyordu. Mussolini’nin diktatörlüğü aşamalarla gelişmiş, bu sonuncuların en önemlisi parlamentoda bir uysal çoğunluğun yaratılmış olmasıydı. Bittabi İtalyan toplumunda sair güç grupları ihmal edilmemişti; özellikle ordu ve Kilise ile Mussolini kısa zamanda anlaşmaya varacaktı.

 

İtalyan subaylar hey’eti krala sadıktı. Mussolini’nin başbakanlığa atanması ve orada tutulması dolayısıyla, kral faşist rejime medhaldar olmuştu, ordu da etkisiz kılınmıştı. Ayrıca ordu, faşistlerle bazı önemli inançları paylaşıyordu: Hazırlıklı olma, hiyerarşi, nizam, milliyetçi heyecan gereği. Bu itibarla ordu, hükümdarın liderliğini takip edip Mussolini ile işbirliğini tamamen uygun bulmuştu. Ama İtalyan ordusu bütün bunlar için, hattâ savaşın patlamasından önce, ağır bir bedel ödeyecekti: Devlet destekli bir faşist milis, sonunda onunla ödenekler ve dikkat için rekabet haline gelecekti. Ordunun iç işlerine faşist müdahalenin sonucunda disiplin ve moralin kökünü oyan kötü bir subay ilerlemesi vâki olacaktı. Yıllarca maddî ve ahlâkî çürüme, ordunun savaş kabiliyetini yıkacaktı.

 

Mussolini hiçbir zaman kitleye yanaşmamış olsa da XI. Pius, onu “Tanrı’nın bize gönderdiği adam” tesmiye etmişti. Kilise’nin çıkarı noktasından bakıldığında bu bir abartılı görüş olmuyordu, şöyle ki Mussolini, altmış yıllık Roma sorununu çözmek arzu ve kudretinde idi. Uzun dikkatli pazarlıklar sonucunda 1929’da imzalanan Lateran Paktı, kiliseye önemli avantajlar sağlamıştı: Vatikan Sitesi’nin bağımsızlığı, kamu okullarında zorunlu dini eğitim, dinî nikâhın yasallaştırılması. Papa Devleti’nin kayıplarının telâfisi için büyük para meblâğları. Artık bir Katolik antifaşist partinin kurulması imkânsız hale gelmişti. Parlamentonun elebaşısı, ordunun dostu, kilisenin hâmisi, kızılların çekici Mussolini, 1930’dan itibaren iktidar yolunda rahatlıkla yürüyebilecekti.

 

Kargaşalık zamanında bir radikal değişme programı üzerinde iktidara gelmiş rejimler için, büyük zorunluluk, istikrar değil, fiildi. Ayrıca, her ne kadar Mussolini’nin iktidarı hayranlarına ve düşmanlarına emin gibi görünüyor idiyse de, o hiçbir zaman İtalyan toplumunun (ve hiç şüphesiz kendi aklının) tam kontrolünde olmamıştı. Taç, ordu, büyük iş çevresi, bürokrasi ve kilise onun yaratıkları değil, müttefikleri idi. Bunlar ona karşı dönme serbestîsini muhafaza etmişlerdi ki bunu, gerçekten sonunda yapmışlardı. Bu mahza Mussolini rejiminin koalisyoncu tabiatının başka bir yüzü oluyordu. Faşist parti ile öbür güç grupları arasında, faşist partinin kendi içinde koalisyon. Faşizm, çeşitli insanlara çeşitli şeyler ifade ediyordu.

 

Mussolini, “treni zamanında kaldırmıştı”. Buğday üretimi bayağı artmış, iç ulaştırmayı ıslah etmiş, bataklıkları kurutmuş, topraksız rençber sayısını azaltmış ve sahip ve kiracı sayısını artırmıştı. İtalya artık başat olarak kırsal değildi: Belki bir milyon tarım işçisi kırsal bölgeyi terk edip kente gelmişti. İç politikanın merkezi, bununla birlikte, “korporasyonlaşmış devlet” olmuştu.

 

Korporasyon bir faşist icadı değildi. Katolik korporatistler, Leo XIII.’in sosyal öğretilerinden yola çıkarak birçok yıl boyunca kapitalist bireycilikle Marksist kolektivizm arasında bir orta yolu savunmuşlardı. Faşizm üzerine çok daha önemli etki, “ulusal sendikalistler”, sosyalist sapıklar, işçi sendikacılığını, milliyetçiliği ve sınıflar işbirliğini öngören bir programı savunmaları dolayısıyla, İtalyan Sosyalist Parti’den atılmış olmalarıydı.

 

Mussolini zamanında korporatizmin manası, artırılan üretimdi. Bu da, devletin gözetimi altında sermaye vsay’ın örgütlenmesiyle olacaktı. Daha kabaca ortaya konduğunda korporatizm, “grev yok” demekti. İtalyan büyük iş çevreleri faşist sendikaları tek pazarlık muhatabı olarak tanımışlardı. Her iki taraf arasındaki ilişkiler devletin nezareti altında yürüyecekti; grev ve lokavtlar ilga edilmişti.

 

Bu anlaşmalar hiç şüphesiz işçi dünyasına şenlik getirmiyordu, zira endüstri kendi başına buyruk bırakılmışken işçilik devletin idaresi altında tutulmuştu. İşçi liderleri sadece işçilerine karşı değil, aynı zamanda faşist partiye karşı da sorumluydular. Endüstri idarecileri, aksine, rejimin vaz ettiği politik çizgiye uymak şartıyla canlarının istediği gibi hareket etmekte serbesttiler. İş dünyası faşist devleti idare etmiyordu; devlet, onu büyük ölçüde kendini idare etmeye bırakıyordu. Faşizm İtalya’yı özel mülkiyet için emniyetli kılmıştı ama ne onun yaratığı, ne de esiri idi ve İtalyan endüstrisinin idareciliği daima endişeli ve rahatsızdı. Faşizmin sanayi politikaları, İtalya’nın sosyal derdinin temel çözümü olarak âdil dağıtım yerine daha çok üretim prensipini öngörüyordu. Sanayi barışı artan prodüktivitenin anahtarı idi ve I. Dünya Harbi’nden sonra parlamenter rejimin çökmesine yardımcı olmuş olan sayısız ve sonuçsuz grevlerle çelişecekti.

Faşist politik ekonomisi İtalyan sınaî geri kalmışlığını düzeltmek için nadir kaynaklara tırmanma yarışı içinde FIAT, Olivetti ve Pirelli gibi en büyük ve en müterakki firmaları teşvik etme yolunu tutmuştu. Bu politikaların meyveleri yıllar sonra 1950’lerin övünülen “İtalyan ekonomik mucizesi”nde toplanacaktı.

 

Üretim üzerine bütün vurgulamalarla birlikte faşizm, hiçbir zaman anlamlı bir yatırım politikası gütmemiş, ya da sair ülkelerle iyi ticarî ilişkilerin gerekliliğini görememişti. Mussolini, zararlı ekonomik etkilerine rağmen, sırf kendi prestiji için bazı politikalarda ısrarlı olmuştu; örneğin, lireti yapay bir yüksek kurda tutarak İtalyan mallarının denizaşırı ülkelere pahalıya varmalarını mucip olup turizme zarar vermişti. Marksist demagojisinin “finans kapitali”nin hizmetkârı olmanın uzağında, ekonomiden fazla anlamayan ve “yağlı” burjuvaziden etkilenmeyen Mussolini, onun sadece ekonomi olarak gördüğü hususların yüksek politikalara karışmasına hiçbir zaman müsaade etmiyordu.

 

1938’de Mussolini, çok sayıda iş gerçekleştirdiği iddiasını, yüzeyin çok altına bakmakta ısrar etmeksizin görüyoruz. İtalya’da bolşevizmi durdurmuştu, kiliseyi barışa kavuşturmuştu, imparatorluğu (Ethiopya’da) artırmıştı, İspanya’yı komünizmden kurtarmıştı, İtalya’ya istikrarlı bir hükûmet ve sınaî terakki sağlamıştı ve civarda birçok taklitçi yaratmıştı. Rejimin çok daha az çekici görünümleri de, eşcümle çocukların askerîleştirilmeleri, “faşist değil” diye el sıkışmanın aptalca yasadışı ilân edilmesi, iltimasçılıkla adliye ve ordunun çürütülmesi, dinin utanç verici şekilde sömürüsü, münasip şekilde görmezlikten gelinebiliyordu.

 

Bununla birlikte 1938-1939’da büyük iniş, rejimin çözülme sırası gelmişti. Bu, inanılmaz bir şekilde hızlanıp birkaç yıl sonra bir büyük felaketle bitecekti. Yön değişimi, resmî antisemitizmin dayatılması ile kendini belli etmişti.

 

En geç 1935’te Mussolini, Enciclopedia Italiana’da yazdığı bir makalede Nazi ırkçılık doktrinlerini mahkûm etmişti. Irkî safiyet, üstünlük ve aşağılık fikirleri Mussolini’nin milliyetçilik doktrinleriyle doğruca çelişiyordu ve o, herhangi bir aklıselim sahibi birisi gibi, “bilimsel” ırkçılığın bir safsatadan ibaret olduğuna kani idi. Lakin Mussolini, sonunda, şeytanî ırkçılık hastalığını, Romalılar zamanından beri bilinmeyen, kilisenin Nazi ırkçılığına karşı kükrediği antisemitizme karşı büyük muhalefetin bulunduğu bir topluma zerketmeye kalkışacaktı. Bu, ancak dış politika, bir Alman ittifakı sibakında (bağlamında) anlaşılabilirdi.

 

Faşistler iktidara (kendi söyledikleri gibi) iki temel sorunu çözmek üzere gelmişlerdi: “Kızıl”lar tarafından körüklenen iç karışıklıklar ve 1918’de İtalyan zaferinin meyvelerinin çalınması.

 

Roma Üzerine Yürüyüş’ten önceki faşist savaşçılığı bir yana, 1922 ile 1933 arasında İtalyan dış politikası açıkça sakin geçmişti. Bununla birlikte birkaç yıl yüzeysel sükûnete rağmen, Mussolini’nin dünya ölçüsünde bir büyük rol oynama ihtirası ve İtalya’nın bir büyük güç olduğu hayaline geniş ölçüde inanış, sıkıntı demekti. Gerçekten sonunda sıkıntı, Ethiopia konusunda gelecekti.

 

Birçok âmil, Mussolini’nin Ethiopia’ya saldırması hususunda bir araya gelmişti. İtalya uluslar oyununa geç girmişti ve doğal kaynaklardan yoksunluğunu telâfi edecek az kolonial mülke sahipti. Ethiopia’nın fethi, bu ülkede İtalyanların 1896’da uğradıkları askerî bozgunun zilletini de silecekti. Bu serüven, İtalya’nın Batı güçlerinden kesip kopması ve Alman yörüngesine kaymasının başlangıcı olmuştu.

 

Ethiopia krizinin II. Dünya Harbi’nin kökenleri üzerindeki etkisi, abartılamaz. I. Dünya Harbi’nde İtalya, Merkezi Güçler’e karşı dövüşmüştü ve ne Duce, kral, Vatikan, ne de büyük iş çevreleri Hitler ya da rejimini seviyorlardı. Gerçekten 1934’te Hitler, Avusturya’yı III. Reich’e ilhak etmek üzere ilk bir davranışta bulunduğunda Mussolini, Avusturya sınırına birlikler göndermişti; Hitler ikazı anlamış ve geri çekilmişti. O günlerde İtalya, Fransa ve İngiltere’nin, yükselen Almanya’yı güçler dengesini alt üst etmesinden alıkoymak için işbirliğinde açık çıkarları vardı. Mamafih Ethiopia işi, İtalya ile Batı güçleri arasında acı bir çatlak meydana getirecekti ve Almanya’yı, adım adım Versailles Muahedesi’nin şartlarını ihlâle cesaretlendirecekti. 1938’de Hitler, artık bir kez daha Avusturya’ya karşı harekete geçmeye kararlıydı. Bu kez işler başka türlü tecelli edecekti. Mussolini Fransız ve İngilizlerden tecrit edilmişti; işbu iki gücün Almanya’yı tekrar tekrar kurusıkı tehdit ettiklerini görmüştü. Nihayet, en iyi birliklerinin binlercesi İspanya iç savaşına bağlanmıştı. Bu koşullarda Almanya’yı tek başına göze almak düşünülemezdi. Böylece de bu sonuncusu, İtalyan muhalefeti ile karşılaşmadan Avusturya’yı yutmuştu.

 

Bu olay, İtalyan dış politikasında kesin etkili olmuştu. 1918’de İtalyan sınırlarından eski güçlü Habsburg İmparatorluğu’nun kaldırılması ve onun yerine küçük Avusturya’nın yer alması İtalya’ya çok büyük rahatlık sağlamıştı.

 

Hitler’in Avusturya’yı ilhak etmesi, bütün işleri alt üst etmişti ve bir kez daha Töton askerî gücünü Venedik ve Milano’nun kapılarına dayamıştı. İtalyan askerî emniyetini tek tüfek atmadan süpürmüş olan işbu felâketin büyüklüğü, o zamanlar gizlenmişti. Mussolini, kendisinin ve Hitler’in aynı düşmanlara ve dolayısıyla müşterek çıkarlara sahip bulundukları iddiasını seçmişti. 1938’den sonra Duce, onun bir zamanlar taklitçisi ve Roma-Berlin Mihveri’nde şimdi büyük ortağının havasına göre dans edecekti(59) , Enver Paşa’nın yapmış olduğu gibi. Ama ikisi arasında şu fark vardı: Bu sonuncusu “büyük ortak”ın gerçekten büyüklüğüne ve Türkleri sevmiş olup da onun hakkında hayırhah hisler beslediğine iman edecek kadar safdil olmayan Mussolini bu işe, gönülsüz olarak katılacaktı. Eğer o, Brest-Litovsk Antlaşması gereğince Almanların Rus donanmasının bir bölümüne el koyması sırasında bundan pay isteme “küstahlığı”nı göstermiş olan sadık müttefik Enver’i, Kaiser’in nasıl azarladığını, “haddini bil” ihtarında bulunduğunu bilseydi, nasıl davranırdı? … Ancak Mussolini ile Enver arasında önemli bir fark da bulunuyordu: İlki, az çok sanayileşmiş bir ülkenin, öbürü de, alabildiğine düşük üretimli bir köylü toplumunun “duce”leri idiler.

 

  1. Dünya Harbi’nden önce dünyanın üçüncü faşist ülkesi, Franco İspanya’sındaki faşizm türü ile Doğu Avrupa’da tanık olunanlar konumuzun dışında kaldıklarından burada bunların ayrıntılarına girmedik.

 

(2) Nicos Poulantzas . – Faşizm ve Diktatörlük ,  Çev. Ahmet İnsel, İst. 1980, S.7-9 – Giriş’ten.

(3) ibd . , S.13 – 17 .

(4) ibd. , S. 22 – 32.

(5) Ancak bu noktada bize göre bir önemli hususa dikkati çekelim : Her ne kadar Almanya, ileri derecede sanayileşmişse de, vaktiyle “Doğu Almanya” olarak ayrılıp sonradan birleşmiş Doğu Prusya topraklarının Yunker’lerin (monoklu “von”ların) çiftliklerini teşkil ettikleri ve üstündeki “ırgatların” Alman piyade gücünü oluşturmuş oldukları unutulmayacaktır (B.O.).

(6) İfade tarihi 4 Ağustos 1927.

(7) N. Poulantzas – op. cit., S.33 – 34.

(8) ibd., S. 58 – 61.

(9) Tarafımızdan belirtildi.

(10) N. Poulantzas. – op. cit. , S. 65 – 66 .

(11) Mussolini faşizmi “bir doktrin, bir iman” olarak tarif ediyordu (B.O.).

(12) N. Poulantzas. – op. cit. , S.71 – 74 .

(13) ibd., S. 78 – 83.

(14) ibd . , S. 91 – 93 .

(15) ibd., S. 98.

(16) ibd., S. 104. Almanya’yı Hitler’e tepsi içinde hazırlamış sayılan tutucu Şansölye ve Dışişleri Bakanı Heinrich Brünning (1885 – 1970), gerçekten de ülkenin ekonomik sorunlarını çözmeyi başaramamıştı. Reichstag’ı görmezlikten gelerek ve ülkeyi başkanlık kararnameleri ile yöneterek sağcı diktatörlüğe doğru gidişi hızlandırmıştı. Katolik olan Brünning, 1924’ten sonra Katolik Merkez Partisi’nin (Zentrum) Reichstag’taki grubunda yer aldı. Burada ekonomi ve maliye uzmanı olarak tanındı.

(17) Bu ifadeler bizim TİSK’I akla getirmiyor mu?..

(18) N. Poulantzas. – op. cit., s. 104-106. Yakın tarihimizde bunun bir paralelini görür gibi oluyoruz. Merdan Yanardağ, “MHP değişti mi? Ülkücü hareketin analitik tarihi” adlı yapıtında, 12 Eylül öncesinde Demirel ve MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) başkanı olarak Turgut Özal’ın MHP’yi desteklediklerini, Özal’ın Sabancı ile birlikte Türkeş’i ziyaret ettiklerini, yanlarında bir valiz dolusu para olduğunu yazıyor (bkz. Cumhuriyet, 19.11.2002). Mezkür Kurt von Schleicher (1882-1934), Weimar Cumhuriyeti’nin son şansölyesi ve asker (tümgeneral) (bkz. Yüzyıllar boyunca Alman Gerçeği ve Türkler adlı kitabımızda Resim 14) olup 1929’dan sonraki üç yıl içinde Savunma Bakanı Wilhelm Groener (bkz. Aynı yerde Resim 13), Şansölye Heinrich Brünning ve Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg (Resim 5) ile birlikte Weimar Cumhuriyeti’nin en etkili kişilerinden biri durumuna gelmişti. Bir süre sonra Brünning ve Hindenburg’la anlaşmazlığa düşüp Brünning’in görevden alınarak yerine Franz von Papen’in (Resim 6) getirilmesinde (Haziran 1932) önemli bir rol oynamıştı. Aynı dönemde savunma bakanlığına getirildi. Papen’in 1 Aralık 1932’de istifa etmesi üzerine, onun yerine şansölye oldu. Bu görevi sırasında Nazilerin yasaları çiğnemelerini engellemeye çalışmış ve bu amaçla Hitler’e ordunun denetiminin kendisinde kalması koşuluyla bir hükûmet kurmasını önermişti. Bu öneriyi reddeden Hitler, bu tarihten sonra Schleicher’i baş düşmanı olarak görmeye başlayacaktı. 1933’te Hindenburg Schleicher’i görevden alarak yerine Hitler’i atadı. Schleicher, bir buçuk yıl sonra Hitler’in SS’leri (Schutzstaffel) tarafından öldürüldü.

(19) Halen ülkemizde bu aynı romantizm’le korporatif Ahîlik göklere çıkarılmakta, bunun özlemi terennüm edilmektedir.

(20) N. Poulantzas. – op. cit. , S. 106 – 108 .

(21) ibd . , S. 111 – 114 .

(22) İtalyan anakarası üzerinde bugünkü Abruzzi, Molise, Campania, Puglia, Basilicata ve Calabria bölgeleri ile Sicilya ve Sardunya adalarını kapsayan bölge. 1861’de İtalya’da birliğin kurulmasından sonra da büyük toprak sahiplerinin egemenliğinde kalan Mezzogiorno, toplumsal ve ekonomik geri kalmışlığı ile belirgin olup bölgede 1946’ya değin ölçekli bir toprak reformu yapılamamış ve büyük arazilerin çoğuna dokunulamamıştı. Mezzogiozmo’da, okur yazar olmayanlar nüfus içinde dikkate değer bir yer tutar (AB).

(23) N. Poulantzas. – op. cit. , S. 117 – 120 .

(24) ibd., S. 121.

(25) ibd., S. 153 – 159.

(26) ibd., S. 184 – 187.

(27) Gregor (1892-1934) ve Otto (1897-1974) Staper kardeşler, Nazi Partisi’nin kuruluş döneminde önemli görevler üstlenmişlerdir. Sol eğilimleri ve Hitler’e karşı yürüttükleri muhalefet nedeniyle Nazilerin iktidara gelmesinden kısa süre önce tasfiye edilmişlerdi. Bavyeralı orta sınıf bir ailedendiler. Nazi Partisi’ne 1920’de giren Gregor, 1923’te Hitler’in başarısız Birahane Darbesi’ne katılmıştı. Olaydan sonra Hitler hapsedilince, yasadışı ilan edilen partinin başına geçmişti. Başarılı bir konuşmacı ve yetenekli bir örgütçü olan Gregor, Hitler’in serbest bırakılmasından sonra partinin Almanya’nın Kuzey’indeki örgütleme çalışmalarının sorumluluğunu üstlenmişti. Reichstag’a seçildikten sonra kardeşi Otto ve Josepah Goebbels’in de yardımıyla kısa sürede büyük bir kitle hareketi örgütledi. Milliyetçi ve ırkçı bir terminoloji kullanarak alt orta sınıflara ve işçilere yönelik, kapitalizm karşıtı yoğun bir propaganda çalışması yürüten Strasser kardeşler, Nazi Partisi’nin 1930 seçimlerinde ilk büyük başarısını kazanmasında önemli rol oynamışlardı. Otto Strasser, Hitler’in malî destek karşılığında büyük Alman sanayicileriyle ittifak kurmaya başlaması üzerine 1930’da partiden ayrıldı ve Kara Cephe’yi (Schwarze Front) örgütledi. Hitler’e desteğini sürdüren Gregor ise 1930’ların başlarında partinin Hitler’den sonraki ikinci adamı durumuna gelmişti. Ama partinin sol kanadının önderi olarak, Hitler’in büyük iş çevreleriyle yakınlaşmasına ve anti-semitik politikalarına karşı çıkıyordu. Sonunda, o da partideki görevinden ayrılmıştı (1932). Gregor Strasser, 30 Haziran 1934’te SA önderlerine karşı düzenlenen “kanlı temizlik hareketi” sırasında Hitler’in emriyle öldürüldü. Ülkeden kaçmayı başaran Otto Strasser ise, uzun yıllar sürgünde yaşadıktan sonra 1955’te Almanya’ya döndü (AB).

(28) 40’lı yılların ikinci yarısında, ülkemizde sendikaların kurulması üzerine faşist Recep Peker hükûmeti Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın marifetiyle, “İşçi dernekleri” adı altında sarı sendikalar kurulur ve iş kanununun olmamasıyla savunmasız kalan işçiler bu derneklere katılmaya zorlanıyordu.

(29) N. Poulantzas. , op. cit., S. 196 – 205.

(30) ibd., S. 245 – 254.

(31) Bu ifadeler bizde bir çağrışım yarattı: 12 Eylül 1980 faşist darbenin ertesinde Vehbi Koç’un Kenan Evren Paşa’ya mektup yazarak sendikaların kapatılmasını ve işçi sınıfının baskı altına alınmasını önerdiği o zamanlar yaygın rivayetler arasındaydı.

(32) Türk “ulusal kültür”ünde her zaman yeşermeye hazır “Turan” ideolojisinin tohumları düşünüldüğünde, bu ideolojiyi de bir tür “emperyalizm” olarak nitelemek mümkün olmaz mı? Faşist ideolojinin Devlet’e tapınır görünümü ve Devlet dışında “birey bir hiçtir” şeklinde Devlet Tapınması’na verilen önem, küçük burjuvazinin iktidar fetişizminin tipik ifadesi olan ünlü “şef tapınması” (33) ve hiyerarşik otorite özleminde de sürer.

(33) Bizdeki “Milli Şef’i anımsatmıyor mu?…

(34) ibd., s. 245-267. 1935 yılında Başvekil İsmet Paşa, Cumhuriyet Halk Fırkası Kâtib-i Umumîsi (Genel Sekreteri) Recep Peker’i (Resim 7), Devlet sistemi hakkında fikir almak üzere Mussolini’ye gönderiyor. İtalyan faşizminin babası da, doğal olarak korporatist bir rejim öneriyor. Bunu çok beğenen Peker, öğrendiklerini bir rapor halinde İsmet Paşa’ya iletiyor. O da bunu çok beğeniyor ve raporu Atatürk’e sunuyor. Atatürk buna göz atar atmaz elinin tersiyle itip hiddetle “benim sağlığımda böyle şeyler olamaz!” diyor. İnönü’nün faşist eğilimi, özellikle “Milli Şef” dönemiyle her vesileyle belirgin olmuştur. Çok beğendiği Peker’in raporunda partinin devlete bütünüyle egemen olmasını öngörüyordu. Peker, 1946’da çokpartili dönemin ilk hükûmetini kurmuştu. Bu hükûmet sol partilerle sendikaları kapatmış, üyelerini içeri aldırıp uzun süre hapiste tutmuştu.

(35) ibd., S. 268 – 270.

(36) ibd., S. 289 – 291.

(37) ibd., S. 295 – 300.

(38) Thorstein (Bunde) Veblen (1857 – 1929), ABD’li iktisatçı ve toplumbilimci. Ekonomik kurumları evrimci, dinamik bir yaklaşımla ele almış The Theory of The Leisure Class (1899, Aylak Sınıfın Kuramı) adlı ünlü yapıtında varlıklı kesimin yaşam biçimini betimlemek amacıyla geliştirdiği “gösterişçi tüketim” ve malî yarışma kavramları toplumbilimlerinde sonradan yaygın biçimde kullanılmış. Veblen, yukardaki ilk yapıtında modern ekonomik yaşamı incelerken Darwin’in evrimci yaklaşımını kullanmaya çalışmıştı. Sanayi sisteminin insanları çalışkanlığa, etkin olmaya ve işbirliğine yönelttiğini vurguladı; buna karşılık, iş dünyasına egemen olanların para kazanmak ve varlıklarını sergilemekle ilgilendiğini, bu tutum ise geçmişteki soyguncu, barbar eğilimlerin bir kalıntısı olduğunu öne sürdü. Egemen sınıfın eğlence, moda, spor, din ve estetik alanlarındaki yaklaşımlarında rastlanan bazı öğeleri, geçmişteki yiğitlik anlayışının kalıntıları olarak ele aldı. Modern sanayi süreci ile iş ve finans dünyasındaki usdışı yöntemlerin bağdaşmazlığına (yani, mal yapmakla para yapmanın farklılığı) dayandırdığı anlayışını The Theory of Business Enterprise’da (1904, Ticari İşletmenin Kuramı) daha da geliştirdi. 1914’te yayımladığı The Instinct of Workmanship and the State of Industrial Arts (Ustalık İçgüdüsü ve Sanayiin Durumu) adlı yapıtında iş ve ticaret dünyası ile insanın yararlı emek harcama eğiliminin köklü biçimde çalıştığını ve insan enerjisinin büyük bir bölümünün etkin olmayan kurumlar nedeniyle boşa harcandığını öne sürdü. Imperial Germany and The Industrial Revolution (1915, İmparatorluk Almanya’sı ve Sanayi Devrimi) adlı yapıtında Almanya’nın otoriter yönetimi sayesinde modern teknolojiyi, İngiltere ve Fransa gibi demokratik ülkelere göre devletin hizmetine daha büyük oranda sokabildiğini, ama bu üstünlüğün geçici olduğunu, çünkü Alman ekonomisinde de zamanla gösterişli savurganlık sisteminin gelişeceğini öne sürdü. An Inquiry Into The Nature of Peace and The Terms of Its Perpetuation (1917, Barışın Doğası ve Sürmesinin Koşulları Üzerine Bir Araştırma) adlı yapıtında modern savaşların en önemli nedeninin ulusal ticarî çıkarların çatışması olduğunu ve kalıcı barışın ancak “mülkiyet haklarının ve bu haklara geçerlilik kazandıran fiyat sisteminin” ortadan kaldırılmasıyla sağlanabileceğini savundu (AB). “Gösterişçi tüketimi”, “varlıkların sergilenmesi”, “gösterişli savurganlık” gibi ifadeler bizde “potlatch” kavramını anımsattı. Bu, yüksek sınıfa mensup bir birey ya da bireyler grubunun, bir başka toplumsal sınıftan bir bireye bazı bağışlarda bulunarak ona meydan okumasına yarayan davranış şeklinde tanımlanıyor (BL). Bu kavram genelinde “büyük savurganlık”ı çerçeveliyor. Ortaçağ’da zengin burjuvalar, servetlerini sergilemek amacıyla, Doğu’dan ithal edilen ve o zamanlar çok pahalı olan karabiber yığınlarını meydanlarda yakarlarmış, tıpkı şu anda bizdeki, genellikle üretimci olmayan bazı çok zengin şahısların şaşaalı düğünleri, sünnet düğünleri… gibi.

(39) N. Poulantzas. – op. cit. , S. 311 – 327 .

(40) ibd., S. 347 – 349.

(41) Wolfgang Kapp (1858 – 1922) Prusyalı gerici siyaset adamı. Genç Weimar Cumhuriyeti’ni yıkarak sağcı bir diktatörlük kurmayı amaçlayan Kapp Darbesi’ni düzenlemişti (AB).

(42) Bkz. Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ve Türkler kitabımız, dizini ve Resim 9 ve 92.

(43) Bkz. Alman Gerçeği ve Türkler, S. 26, 60, 63-66, 336, 521-522 ve Resim 13.

(44) Bunlar günümüzde aynen yaşanıyor. Üniversitelerde solcu öğrencilere saldıran eli bıçaklı ve baltalı ülkücüler polisin himayesinde sıvışırlarken polis solcu öğrencileri kıyasıya copluyor. Ordu bunlara seyirci kalıyor.

(45) Bkz. Alman Gerçeği ve Türkler. S. 67, 69, 72-73, 75-78 ve Resim 16.

(46) Tıpkı Recep Peker’in 1935’te İtalya dönüşü sunduğu tavsiye raporunda olduğu gibi.

(47) Bkz. Alman Gerçeği ve Türkler.

(48) Hitler, “Siz benim hadsim-sezgim tarafından idare ediliyorsunuz,” diyordu.

(49) N. Poulantzas. – op. cit. , S. 350 – 357 .

(50) ibd., S. 358 – 362.

(51) Poulantzas sanki 12 Mart ve 12 Eylül’ü önceden kestirmişti.

(52) ibd., S. 371.

(53) Anthony James Joes, Fascism in The Contemporary World: Ideology, Evolution Resurgence, Colorado (USA), 1978.

(54) ibd., S.XI – XIV. A. James Gregor’un önsözünden.

(55) “Faşizmin Ayak Sesleri”, in (Cumhuriyet) – Dergi 315 , 22.03.1992 .

(56) Acaba? …

(57) Mussolini, sözümona süvarinin yerini alacak bisikletli kıtalar (bersaglieri) ihdas etmişti ki bu, düpedüz belli sanayicilere çıkar sağlamak amacını güdüyordu – B.O.

(58) A. James Joes . – op . cit. ,  S. 3 – 15 .

(59) ibd., S. 45 – 73.