Kültür Eserleri > THKK 4 - Dokuma ve Giyim Teknikleri > Dokuma Tarihi

Dokuma Tarihi

Bu Giriş’ten sonra esas öyküye geçiyoruz. Ancak bunda herhangi bir açık kapı bırakmamak amacıyla son olarak onu yine başlardan, birçok hususu yineleyerek ele alıyoruz.

Ptolemaios’lar dönemi Mısır’ın tekstil imalâtı tetkik edilirken ev eğirme ve dokumasının önemi ve tapınakların dokuma endüstrisinin büyük gelişmesi göz önünde tutulacaktır. Gerçekten, Philadelphia yasalarında, tekstil imalâtının üç bölümü, ezcümle yün, keten ve kenevir, tek bir başlık altında toplanmış. Bunlardan en iyi bilineni, keten sanayisi oluyor. Bu da, bitkisel yağlarınki gibi, ciddi bir örgütlenmeye bağlanmış. Keten üretiminin sınırsız olmadığı ama hükümetin denetimi altında tutulmuş olması muhtemeldir şöyle ki, üretimin belli bir miktarı hükümete teslim ediliyor, gerisi serbest bırakılıyordu. Kralın, devletin ihtiyaçlarını karşılamak için kendi öz keten imalâthaneleri vardı ve belki de buradan satış ve ihracat da yapılıyordu. Özellikle yetiştirilmiş dokumacılar bütün ülkede, bazen hükümetin atölyelerinde, ancak daha çok kendi evlerinde, kendi kişisel tezgâhlarında, kral için çalışıyorlardı. Her yıl, merkezî idare bir sancağı belli bir miktarda kumaş ve giysi imaliyle yükümlü tutuyordu; iş, daha sonra, sancağın kent ve köyleri, daha sonra da çeşitli dokumacıları arasında bölünüyordu. Hükümet bunlarla sözleşmeler yapıyordu. Bunların her biri kişisel olarak kumaş ve elbise miktarı siparişi alıyordu. Bunlar bazen işlemelerle de süslenmiş oluyordu. İplik ve kumaşı yıkamak için güherçile ve hintyağı görünürde hükümet tarafından dokumacılara sağlanıyordu. Eğirme işini kimin yüklendiği bilinmiyor.

 Yünlü kumaş imali hususunda Ptolemaios’lar ihtiyatlı olmalıydılar, şöyle ki yünlü elbiseler, örtü, halı ve şilte, döşekler daha çok Grekler tarafından kullanılıyor; Mısırlılar keten elbise giyiyorlar, bu yolda hasır, palmiye yaprakları ve sair malzeme kullanıyorlardı. Ayrıca Grekler, kendi ve ailelerinin giysilerini kendi eş ve hizmetkârlarına yaptırmak âdetini beraberlerinde getirmişlerdi. Yün ticareti veya evde imal edilen kumaş ve giysilere Ptolemaios’ların herhangi bir sınırlama getirmiş oldukları şüphelidir. Mamafih idarenin bazı özel istekleri, örneğin Suriye işi (σνρίαι) denilip orduda çok kullanılan bir özel kumaş türü, uzmanlaşmış zanaatçılar tarafından zorunlu olarak imal ediliyor ve bu iş de, ketende olduğu gibi örgütleniyordu.[1]

Tekstil endüstrisi Antikçağda, Hellenistik dönemden çok önce yüksek bir etkinliğe varmıştı. Babilonya, yünlü ve keten kumaşlar babında en az Mısır kadar ünlü idi ve İran, bu işte, Babilonya’nın gerisinde kalmıyordu. Finike’nin boyanmış kumaşları, Kıbrıs ve Küçük Asya’nın özellikle Phrygia ve Lydia’nın ünlü ve gelişkin tekstil endüstrisi unutulmayacaktır. Bu endüstri Anadolu kıyı sitelerine, özellikle içinde iyice gelişeceği Miletus’a ve İç Anadolu’ya intikal ettirilecektir. Özetle, dokuma babında Hellenistik dönemi kadar bu dönemin öncesinde de üstünlük Yakın-Doğu’nun tümüne ait olmuştu.

 Mamafih mezkûr dönem, Batı’nın dokuma zanaatına birçok Doğu yeniliklerinin ithaline tanık olacaktı. Mısır’da çeşitli türden tezgâh kullanılıyordu. Yatay tezgâh, en erken zamanlardan beri biliniyordu; sonra, Yeni İmparatorluk zamanında, dikey tezgâh, tapiseriye yakın daha iyi nitelikli dokumalar imaline yaramaya başlamıştı. Bu dikey tezgâh zamanla ıslah edilip yavaş yavaş daha ince kumaşların dokunmasına intikal edecekti. Kıt’a Yunanistan’da yatay tezgâh tümden meçhul gibiydi; sadece dikeyi biliniyordu. Uzun süre, prehistorya döneminden tevarüs edilmiş olan ilkel şeklini muhafaza etmişti. Vazolar üzerindeki resimlerde sadece bunları görüyoruz. Ama herhangi bir zamanda, M.Ö. V. yy. ile Roma İmparatorluğumun başlangıcı arasında, Mısır tipi ıslah edilmiş tezgâh, belki de yatayı ile birlikte, Yunanistan ve İtalya’da görünür olmuş. Hellenistik dönemde antik dünyanın bu iki kısmının teknik girifti iği aşikâr oluyor. Bunların arasında kumaş presleri de zikredilir. Aynı çağın şarap ve yağ cendereleri gibi bunlar da Arşimed vidasından faydalanıyorlardı ve M.Ö. III. yy.dan öncesine ait olamazlardı.

 Bahis konusu dönemlerde tekstil endüstrisinin Batı dünyasında geliştiği ve mükemmel kumaşlar üretildiğini biliyoruz. Söz, istisnaî mamuller, başlıca lüks eşyalardan açılıyor, İmparatorluk döneminde Roma’da Babilonya ve Mısır halılarının ne denli tutulmuş olduklarını zikretmek yeterli oluyor. Finike ve İran mamulleri de çok beğeniliyor.

 Yeni üretim merkezleri eskilerine ekleniyor: Bergama ceket’leri ünleniyor. İskenderiye, Babilonya, Finike ve Anadolu atölyelerinin geleneksel üretim tarzlarını korudukları kesin. Teknikler aynı kalıyor ama yeni müşterilerinin zevkine uymak için imal ettikleri malların örge ve bezemesinde, hiç şüphesiz, değişiklikler vaki oluyor.[2]

 Biz aşağıda, Osmanlı-Türk dokuma ve giysilerinin Doğu Avrupa’ya etkilerinden söz edeceğiz.

 * * *

 Ülkemizde ipek

 Konuya, daha önce değindiklerimizin dışında olarak yeni baştan, kalemi dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’a bırakarak giriyoruz.

 “İpek Yolu, Doğu’ya doğru Osmanlı fetihlerinin istikametini tayin eden amillerden biri olarak görünmektedir. Osmanlılar, daha I. Murad zamanında Çorum – Osmancık istikametinde ilerlemişler ve Yıldırım Bayezid devrinde Erzincan’a kadar bu yol üzerinde bütün mühim merkezleri ele geçirmişlerdi… Candaroğullarıyla mücadelenin mihverini, bu yol üzerindeki merkezlerin Osmanlı kontrolü altına sokulması meselesi teşkil etmekteydi. Amasya ve Tokat’ta Osmanlı nüfuzunu kurmak için Yıldırım Bayezid daha 1391’de bizzat hareket etmiş ve bunun için Kadı Burhaneddin gibi tehlikeli bir rakibe karşı mücadeleye girmekten çekinmemişti… Amasya’nın bir asırdan fazla bir zaman Osmanlı şehzadelerinin payitahtı ve Osmanlı Doğu siyasetinin idare edildiği başlıca merkez haline gelmesi, yalnız eski siyasî bir gelenek neticesi değildir. Bursa’nın iktisadî durumu da birinci derecede bu taraftaki emniyetle ilgili idi.”

 “İran ipeği üzerinde Osmanlılar ilk gümrüğü Tokat’ta, ikincisini Bursa’da alırlardı. İpeklerin Bursa’dan başka yere gitmemesi için sıkı tedbirlere başvurulduğunu görmekteyiz.”

 “İranlılar, Tokat’ta ikinci bir gümrük ihdasından şikâyetçi idiler. Uzun Hasan, bunu Fatih’in çıkardığı haksız bir bidat sayarak kötülüyordu. 1472’de Akkoyunlular, Tokat’ı alıp tahrip ettiler.”

 “Anadolu’da Bursa pazarı…, Bursa ve İstanbul ipekli sanayisinin ihtiyaçlarını da garanti altına alıyordu.”

 “Bursa Şer’iyye sicilleri, İran (acem) tacirlerinin Bursa’da tam bir hukukî emniyetle iş yaptıklarını gösteren vesikalarla doludur. Rahat, emin ve güzel hanlarından Koza- Hanı, o zamanlarda Acem-Hanı adıyla anılmaktaydı ve ipek mizanı (kantarı) bu handa yerleşmişti. Bu han, şu isimlerle de anılıyordu: Hân-ı Cedid, Sîmkeş Hanı, Beylik – Yeni – Kervansaray. Ondan önce Çelebi Mehmet zamanında Yeşil Cami’ye vakıf olarak yaptırılan İpek-Hanı meşhurdu… Bursa’ya ipek kervanlarıyla muntazaman gelen İranlı tacirler arasında Tebrizliler Gîlânlılar, Şirvanlılar ekseriyeti teşkil ediyordu ve bunlar arasında Azerî Türkleri ve Ermeniler de az değildi. Bunların birçoğu da Bursa’da yerleşmişlerdi.”

 “Bursa pazarına getirilen ipek (ibrişim) çeşitleri arasında en makbulü, İtalyanların settâ stravai dedikleri Esterâbâdî ibrişimdi. Bu ipeğin fiyatı… 1501’de Bursa’da 65-70 akça iken Tuna üzerinde Kili’de 95-100 akça idi. Aynı tarihte Bursa’da Floransak firmaların ajanı olan Maringhi, burada satın alınan ipekten Floransa’da fardello (yük?) başına 70-80 altın duka kâr sağladığını yazmaktaydı… Maringhi’nin verdiği habere göre, bir kervan ortalama 200 yük Esterâbâdî ipek getirmekteydi… Yalnız Bursa ipekli sanayisinin günlük ipek ihtiyacı 1501’de Maringhi tarafından beş fardello (307,5 kg?) olarak hesaplanmıştır. Aynı tarihte Bursa’da bin kadar ipekli dokuma tezgâhı tespit edilmiş.”

 “Siciller, Bursa pazarında Ceneviz, Venedik ve Floransa tüccarlarının büyük iş yaptıklarını teyit etmektedir… Bu tüccarlar umumiyetle kendileri Galata’da oturmakta, Bursa’ya ajanlarını göndermekte idiler. Adı geçen Maringhi 1501’de Bursa’da Medici’leri ve başka Floransa firmalarını temsil etmekteydi…”

 “…İtalyan tacirleri ipek mubayaalarını bazen altın, gümüş para ile yapmakta, fakat ekseriya bol miktarda getirdikleri yünlü kumaşla (çuha) ipeği trampa etmekteydiler. Bu suretle Bursa,… aynı zamanda Şark için Avrupa yünlülerinin bir antreposu mevkiinde bulunuyordu…”

 “İlhanlı Moğol hanları zamanında İran’a, İstanbul, Trabzon, Payas gibi merkezlerden dağılan Avrupa yünlüleri, kumâş-ı Frenc ve Skirlat, XV. asırda büyük miktarda Bursa pazarından gitmekteydi. XVI. aşıra ait Doğu Anadolu bac kanunlarında ‘Diyâr-i Rûm’dan pastav ile çuha’ ile ‘Frengî akmişa’ nakliyatından sık sık bahsedilir ki, bunun merkezi Bursa idi.”

 “Osmanlılarda saray mensupları, yüksek tabaka halk, Avrupa yünlüleri giymekte idiler ve talep artmaktaydı. Maringhi Osmanlı ülkesinde imal edilen yünlü kumaşların Avrupa yünlüleriyle aslâ rekabet edecek kalitede olmadığına işaret etmekteydi. Fakat Ankara ve Kastamonu sofları, İtalyan tacirleri tarafından Bursa pazarında çok aranan bir mamuldü…”

 “Bursa, aynı zamanda, Rumeli, Kuzey memleketleri (Eflâk, Boğdan, Kırım, Lehistan, Rusya) ve Avrupa’ya geniş ölçüde sevk edilen Batı Anadolu pamuklu mamulleri ve pamuğun bir antreposu hizmetini görmekteydi…”

 “Bursa – Karacabey (Mihaliç) – Biga – Çardak – Gelibolu – Edirne Yolu Bursa’yı Rumeli merkezlerine bağlayan çok faal bir yoldu. Floransalılar, Bursa’dan aldıkları ipeği aynı yoldan Raguza (Dubrovnik)’e, oradan Ancona üzerinden Floransa’ya sevk etmeyi tercih etmekteydiler. Zira denizde Venedik müdahalesi ihtimali karşısında bu yol daha emniyetli görülüyordu. Çardak ile Bursa arasında Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Issız-Han gibi kervansaraylar, Bursa-Rumeli yolunun ehemmiyetini gösteren eserlerdir…”[3]

 * * *

İpek üzerinde kalmaya devam ediyoruz. Bunun Osmanlıca Harîr adının etimonu belli değil. Osmanlıcada, Arapçadan geçme “kazz”, ham ipeği ifade ediyor (kazzaz = ipek işleyen, ipekçi). Aynı bağlamda Farsçadan geçme “ebrişim – ibrişim”, ipek iplik; “dîbâ”, çiçek desenli kalın canfes kumaş olup bu sonuncusu dahi çok ince, düz renkli ipekli kumaşın adı oluyor. “Dîbâ”, Fransızların “brocard” adını verdikleri kumaştır.

 “Hasir”, ipek anlamında Kur’an’da üç yerde geçiyor: “Hak Tealâ iman edip doğru dürüst işler işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Onlar orada altından bileziklerle, incilerle süslenirler, oradaki giyecekleri (hep) ipektir” (XXII/23); diğerleri de aynı mealde oluyor (XXXV/33 ve LXXVI/12).

 Erken İslâm’da bazı hadîsler dünya zevklerinden el çekme eğilimi (zahitlik) arz ediyor ve ipekli giymeyi erkeklere men ediyor. Bu yasak, bu dünyada ipekli giyenler, öbüründe bunu giyemeyecekler şeklinde ifade ediliyor. Ama ipekli giyimi kadınlara müsaade ediliyor (bazı hallerde o dahi yasaklanmış). Elbisede erkekler için ipek kullanımına sadece aplike iş şeklinde, iki parmaktan daha geniş olmamak kaydıyla kenar olarak izin verilmiş. Peygamber’e bir ipekli elbise takdim edildiğinde onu bir kez namazda giymiş, ama arkasından buna tiksinti duymuş. Hadîsler, mefruşatta ipek kullanılmasının elbisede kullanılmış gibi olduğunu, eyer ve mümasili şeylerde açıkça men edildiğini ifade ediyorlar. Bununla birlikte, kaşıntıdan mustarip olanlar ipek elbise giyebilirler ve Peygamber, bitten şikâyet eden Abdurrahman bin Avf ile Zübeyr B. Al-Avvâm’a bu izni vermiş. Bu hadîslerin sonucu olarak bütün Sünnî mezhepler, tamamen ipekten mamul giysilerin doğruca deri üzerine giyilmesini yasaklamışlarsa da birçok ayrıntılar üzerinde farklı görüşlere sahip olmuşlar. Şafiî ve Hanbelîler, ayrıca, ipek üzerine oturmayı ya da yaslanmayı (yastık vs.) ya da onu perde ve sair duvar örtüsü olarak kullanmayı, Kâbe dışında, men etmişlerse de, miktarı öbür malzemelerden fazla olmamak kaydıyla kısmen ipekten mamul kumaştan elbiselere göz yummuşlar. Malikîler, hattâ kaşıntı ve bitten şikâyetçilere dahi ipekliyi menetmişler, ama buna sadece perde ve sair asılmış kumaşlarda cevaz vermişler. Hanefîler, ipek üzerinde yatmaya veya uyumaya ve ipek yastık ve namaz seccadesine müsaade etmişler. Ebû Hanîfe’ye göre, deriye temas etmemek kaydıyla dış giysi olarak ipekli giymeye cevaz vardır. Bütün bu yasaklar sadece erkekler içindir. Adamın biri namazı ipekli elbiseyle kılacak olursa günaha girer ama namazı “nafile” (geçersiz) sayılmaz.[4]

 Erken İslâm’ın ipeğe karşı tavrını, sair ayrıntılara girmeden özetledik. Bu arada Hanefî olan Selçuklu ve Osmanlının bu tür yasaklara fazlaca itibar etmemiş oldukları bir vakıa’dır.

DLT’te bulunan ipekle ilgili aşağıdaki ifadeler, XI. yy.da Kaşgar ve genelde Asya’da işbu malzemenin hiç de yabancı olmadığını gösteriyor. “İpek”, Kıpçak Türkçesinde “Yipek” olup bunun Doğu Türkçesinde mukabili “torka, torghu”, ipek ya da ipekli kumaş oluyor. DLT’de “agı = ipekli kumaş. Agıcı = ipekli kumaşları gözeten, koruyan kişi” (I/89); Sewündi, ‘er sewindi = adam sevindi’. Şu beytte dahi gelmiştir: Sewünmegil yund öğür adhgıranın, altun gümüş bulmadan agı tawar (at, aygır, tay, kısrak, altın, gümüş, ipek kumaş bulmakla sevindi…) (II/153).

 İpekli kumaşların Selçuklu Anadolu’sunun çeşitli kentlerinde dokunduğu biliniyor. İlk Osmanlı kaynaklarında, I. Murat’ın saltanatında, o zaman henüz Bizans’ın elinde bulunan Alaşehir (Philadelphia)nın sancakların ve hilatlerin yapıldığı kırmızı ipekli kumaşlarının ünlü olduğu kaydedilmiş. Seta turci’nin zikredilmesi muhtemelen Aydın eyaletine atfediliyor, şöyle ki yerel ihtiyaçlar için ipek, görünürde burada üretiliyordu. Fatih döneminin bir belgesi, XV. yy.da ipeğin Amasya-Tokat bölgesinde üretildiğini gösteriyor. XV. yy. Bursa Kadı Sicillerinde, o zamanlar Bursa’da ne ipekli yapıldığına, ne de Anadolu ipeğinin burada kullanıldığına dair bir kayıt bulunmuyor. Öbür yandan Mora’nın ipek üretim ve ihracatı, daha Bizans zamanından beri ün yapmıştı. Her ne kadar bu ipek İran’ınki kadar makbul sayılmıyor idiyse de bir Kadı Sicili’nde 1500 yılında Bursa’ya geldiği mukayyettir.

 Arnavutluk ipeği XVI. yy.da Bursa ve Avrupa’ya ihraç ediliyordu.[5] 1519 yılında Bursa’da kaçak olarak yakalanmış ipekler şöyle sıralanmış:

 Tilân harîr, İrspar harîr, Kenar harîr, Amabud harîr…[6]

 Her ne ise, hem Selçuklu, hem de Osmanlı dönemlerinde uluslararası ticaret ve Anadolu’da mahallî ipek imalâtı için hammadde başlıca Hazar Denizi’nin Güney eyaletlerinden geliyordu. İlhanlılar zamanında İran ipek kervanları Şahrâh-ı Garbî’yi takiben Sultaniye üzerinden Erzurum, Erzincan ve Sivas’tan Konya’ya geliyor, iki tali yol Sivas’tan ayrılıp Konstantinopolis’e varıyordu. Osmanlı devletinin kuruluşuyla bu kervanların bazıları, Konstantinopolis’e veya Foça’ya devam etmeyip Bursa’ya gelmeye başlıyorlar. Hattâ XIV. yy.da bile daha kısa Erzurum – Erzincan – Tokat – Amasya – Bursa yolu önemce öbürlerinin önüne geçiyor ve vaktiyle çok faal Trabzon – Konstantinopolis deniz yolu, böylece geriliyor. Artık bir Müslüman kenti olan Bursa’da İranlı tüccarlar kolaylık ve emniyetle İtalyan tüccarlarıyla temas kurabiliyorlar. Orhan, Cenevizlilere ticaret imtiyazı verip Bursa’da bir bezzazistan inşa ediyor, Vakıf Sicilleri’nde bunda ipek için kurulu yukarda söylediğimiz bir mizan – terazi’yi zikrediliyor.

 Osmanlıların, yeni başkentlerini İran ipeği için bir başlıca ardiye – ticaret merkezi haline getirmek, ipek yollarının denetimini ele geçirmek ve XVI. yy.da İran’ın ipek üretim merkezlerini işgal etmek politikasını şuurlu bir şekilde gütmüş oldukları haklı olarak iddia edilebilir. Bu politikanın dürtüsü, ipeğin hazineye sağladığı büyük gelir, sarayın ve varlıklı sınıfların büyük ipekli talebi ve endüstrinin kaderini böyle bir politikaya artan bağımlılığı oluyordu. İpek ve ipekli kumaş satın alınması, aynı zamanda, zenginlik toplama vasıtası olarak görülüyordu.[7] 1576 tarihli bir belgeden Bursa’ya gelen ipeklerin tüccara dağıtılış şeklini öğreniyoruz; “Bursa’da taife-i Yehudâdan İshak veledi Arslan, Yusuf veledi Yahta, Yakup veledi Yahya, Yusuf veledi Abraham, Musa veledi Bayram, İlyas veledi Yusuf, Musa veledi Hasan nam Yahudiler hazurûn olup ‘Bursa’ya gelen metâ-i hariri kadimü’l eyyamdan (eski günlerden) almak murat eden kimesneler (kimseler) cem olup, mezbûr metâ ahd-i vâhidle nakit semene (peşin paraya) iştira eyleyip (satın alıp) gıbbel – iştîra (satın alındıktan sonra) hin-i akidde hazır olan kimesneler mabeyninde tevzi olunup hîyn-i tevzide (dağıtım sırasında) hazır olan kimesneler hisselerini alub hazır olmayan kimesnelere hisseleri irsal oluna gelmiştir. Âdet-i kadimemizin veçh-i meşruh üzere cereyanını talep ederiz…’ dediklerinde…”[8]

 Daha önce de söylediğimiz gibi Osmanlılardan önce, Selçuklular zamanında Anadolu’da bir ipek dokuma endüstrisi mevcuttu. İlhanlı veziri Reşidüddin’e Anadolu’dan gönderilen armağanlar (multamasât) arasında 2000 top kemha, 10.000 arşın Erzincan kadifesi ve Anadolu’nun sair kentlerinden 4000 top kemhâ,  meselâ kemha-i Antalî (Antalya kemhası) bulunuyor. Selçuklu Anadolu’suna ithal edilen gözde malzeme tipleri atlas-i İslanbûlî, zerbaft-ı Rûmî, Rûmî dîbâ, şuşterî ve Attabî elbiselerin çeşitleri, altın Iskandaranî ve kutnî mendillerdi. El-Umarî (yakl. 1330), Osmanlı beyliğine bitişik Akîra (Balıkesir) için “ipeği tamamen Bizans (Rumî) brokar ve Konstantinopolis’in kumaşına eşit olup, çoğunun ihraç edildiği”ni söylüyor.[9]

Şuster – Süster, İran Arabistan’ında, eski Hûzistan eyaletinde büyük ticarî ve stratejik önemi olan bir kentti. Sasânî kralı II. Sâpûr’a esir düşmüş Roma imparatoru Valerian ve birlikte İranlıların eline geçmiş sanatkârların eliyle Şuster’in ünlü su kanal ve bentleri inşa edilmiş. Mahallî gelenek, bundan başka buraya yerleşen Romalıların, örneğin ipekli kumaş, dibac dokuma gibi bir takım sanatların yarnında bazı halk âdetlerini de getirdiklerini naklediyor.[10] Valerian 260’da esir düştüğüne göre o çağlarda Roma’da ipekli kumaş dokuma sanatının ileri bir düzeyde olduğu anlaşılıyor.

 Aşağıda verdiğimiz iki metin, işbu Şuster nakışlarının ne denli ünlü olmuş olduğunu gösteriyor.

 Arap tarihçisi Mucir (esas adı El-Ulaymî) (1456-1522) “Şehit padişah kızıl Arslan’ı öğmek için düzdüğü kasidenin bir beyti şöyle: ‘Düşüncesinin incelikleri bilmesi şimdi öyle derecelere varmıştır ki, akan su üzerine Şüster nakışları yapar…’.”[11]

 Yine Nizamînin Husrev ile Şirin’inde “Sultan-ı A’zam Kızıl Arslan’ın devletine dua faslından bir şiirde “Habeş’in zülfünü Tamgaç’a bağladı; Süster ipeğini Çaç’a dikti” deniyor”[12]

Osmanlı emiri Süleyman için yazmış olduğu Cengnâme’de Ahmet Daî, aşağıdaki malzemeleri sıralıyor: Hükümdarlar için yapılan hilatlerde kullanılan nakışlı dîbâc-i Şuşdar, nah, zerbâft, Dimişkî kemha, kadife, wâlâ-i Hataî, Acem Attabî’si. Yine çeşitli eserlerde Hwarizm şah, alaca İskandaranî, Yezd’de yapılan yeşil brokar için sundûs, hassul hass-ı Kırımî, Şarb-ı Şamî ve Yezd’in fes rengi wâlâ adları geçiyor.[13]

 “1582 tarihli hediye defteri, bu sünnet düğününde yalnız vezirler, sefirler, miri-miran ve saray mensupları tarafından gelen hediyeleri gösteriyor. Bunların miktarı 6130 toptur. Bu deftere dâhil edilmeyen diğer kimselerle esnaf tarafından gönderilen kumaşlar da göz önüne getirilince, bir sünnet düğünü dolayısıyla gelen ve verilen kumaşların miktarı, akıllara hayret verecek bir dereceyi bulacağı şüphesizdir. Hediye gelen kumaşların ekseriyeti eski bir Türk ananesine riayetle dokuz tak olup bir defterde birçoklarının hangi memleket işi olduğu da yazılmıştır ki o devir dokumacılığının tekâsüf ve inkişaf ettiği yerleri gösterdiği cihetle çok mühim olduğundan aşağıya yazıyoruz:”

“Sereng-i İstanbul, kutni-i Bağdat, diba-i Şam, Seraser-i İstanbul, Çatma-i İstanbul, Benek-i İstanbul, Benek-i Bursa, Kemhâ-i Bursa, Kemhâ-i Hasan Paşa, Kemhâ-i Şam, Atlas-ı Sakız, Benek-i Amasya, Kutni-i Şam, Sereng-i Bursa, Mukaddem-i Şam, Mukaddem-i Derviş Paşa, Mukaddem-i Hasan Paşa, Kutni-i Bursa.”

 “Bu izahata göre on altıncı asrın ikinci nısfında saraya hediye edilecek derecede değerli kumaşlar İstanbul ve Bursa’dan maada Şam, Bağdat, Sakız ve Amasya’da yapılmakta imiş; bundan başka bazı paşa isimlerine izafe edilen kumaşlar da bulunuyormuş.[14]

Kaydedilmeye değer bir husus, Osmanlı İmparatorluğu’nda ipek endüstrisinin bir yoldan Erzincan, Tokat, Amasya, Bursa ve bir diğerinden Mardin, Maraş ve Halep gibi İran’dan gelen ipek yolu üzerinde bulunan kentlerde gelişmiş olduğudur. İstanbul’un ipek endüstrisi Bursa’dan sokulmuştu. Daha XIV. yy.ın sonunda, Osmanlı başkenti Bursa, ipekli kumaş endüstrisine sahipti ve mamulleri Avrupa ve Doğu ülkelerine ihraç ediliyordu. Bursa kumaşı ya da Rûmî akmişe (kumaşlar), tâfta, wala, kemhâ ve kadife adları altında bunlar Uzun Hasan’ın ülkesine ithal ediliyordu. Şah Tahmasb’ın Bursa’dan kumaş aldığı biliniyor. Yavuz Selim, Şah İsmail’in hazinesine el koyduğunda bunda Bursa kumaşından 91 elbise buluyor.

1502 civarında Bursa’da binin üzerinde ipekli dokuma tezgâhı çalışıyordu. Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’da 1640 dolaylarında 105 saten satıcısı, 16 brokar satıcısı, 70 kadife dokumacısı, 100 kadife ve serenk başyastığı imalcisi, 100 dârâyî dokumacısı, 5 hilat yapıcısı, 17 kuşak-hamail imalcisi ve 400 peştamal dokuyucusu bulunuyordu.

 XIX. yy.ın ilk yarısında Üsküdar’da 5000 dokumacı çalışıyordu; bunlar daha sonra, Avrupa’nın makineleşmiş endüstri ürünlerinin rekabeti karşısında işsiz kalacaklardı.

 Uzmanlar, renk ve tasarım alanında Osmanlı kumaşlarının, bir karakteristik biçim yaratmak üzere çeşitli etkileri mezcettikleri, bu biçimin Yakın-Doğu, Akdeniz ülkeleri ve Batı Avrupa üzerinde derin etkisi olduğu sonucuna varmışlardır. Bu biçimde sadece İran, Bizans ve İtalya’nın değil, Orta Asya’nın Uygur geleneklerinin de etkileri görülüyor; özellikle bu sonuncusu İlhanlılar döneminde cari olup “üç daire”, “kaplan şeritleri” ve Osmanlı tasarımlarında mutat olarak görülen Buddhist güneş madalyonu, Uygur resimlerinde görülüyor. Gerçi her Osmanlı ipek dokuyucu kentin kendine özgü özellikleri biliniyor.

 Endüstrinin örgütlenmesine gelince: Biz bu konuyu enine boyuna “Mübadele Teknikleri” cildimizde irdeleyeceğiz. Ayrıca aşağıda, İnalcık’ın bahsini ettiği Osmanlı kumaş ve giyimlerinin Avrupa’ya etkisini de ele alacağız. Burada şimdilik sadece ipekli üretimi ile ilgili olan konuyu özetlemekle yetineceğiz.

 “İpek üretimin istihdam edilenler, çeşitli hirfet gruplarına göre örgütlenmişler. Girişimciler iki ana gruba, hamcı’larla dokumacılar’a ayrılmışlar. İlk grup mensupları ham ipeği bezzazistan’dan mubayaa edip onları dolabçı’larda çözgü (maşdûd) ve atkı (pûd) (Farisî argaç) ipliklerini eğirtiyorlar. Maşdûd (Arabî “sıkıca bağlanmış”) tesmiye edilen çözgü iplikleri, daha sıkı bükülmüş olduklarından bu adı almışlar; bunların büküm sayıları, imal edilecek kumaşa göre 1800’den (taftâ) 8150’ye (Gülistanı kemhâ) değişiyor; dolabçı ya da ibrişim bükücüler, hamcı’lara eğirme işini yapıp ayrı bir hirfet teşkil ediyorlar. Hamcı’lar, eğirilmiş iplikleri boyacılara (Arabî sabbağlara) boyatıyorlar. Bursa’da ölmüş bir boyacı’nın terekesindeki konuyla ilgili nesneler, boyama tekniğine ışık tutuyor: Bitkisel boya (herhalde kızıl kök), kırmızı boya, indigo, Hindî indigo, ala indigo, valonia (bu, herhalde İtalyanca Valone, Arnavutluk’ta kıyı kenti Avlonya olmalı ki bu takdirde orada çıkan bir boya olmalı), şap, kazanlar, kepçeler, tepsiler, elekler, tekneler, tokaçlar, çalışma bankolarından ibaret. Hamcı’lar, bu boyanmış ipeği dokumacılar’a satıyor; bu sonuncular farklı hirfetler halinde örgütlenmişler: Kadifeciler, kemhâcılar, walacılar, futacılar. Her kumaş türü için, uygun diş sayılı ayrı bir dokuma tezgâhı kullanılıyor.[15]

 * * *

Tchihatchef de bu konuya değinmiş ve ipek böceğini (Bombyx mori) anlatmış. Ona göre, daha Ortaçağda Bursa bu konuda ünlü idi. Pierre Bélon (gözlemleriyle, arkeoloji ve ethnografyayı zenginleştirmiş Fransız doğa bilimci ve hekim, 1517-1564), kendi zamanında Bursa’nın Konstantinopolis’ten daha zengin ve daha kalabalık bir kent olduğunu, bunun sadece ipek böceği yetiştirilmesinden değil, her yıl Suriye ve Doğu’nun başka ülkelerinden getirilen ham ipeğin imalinden elde edilen çok büyük kazançlardan ötürü olduğunu söylüyor.

 Bélon, ipeğe parlaklık vermek için Bursa’da, Mysia, Phrygia, Pamphlagonia ve Galatia’dan toplanan 4000 libreden fazla traganthus zamkının tüketildiğine ve onu renklendirmek için de keza sakız ağacı mazısı kullanıldığına dikkati çekiyor. XVII. yy.da Sestini, Bursa’da yıllık ipek üretiminin bütün Sicilya’nınkine eşit olduğunu hesaplıyor. 1835’te, M. Aucher – Eloy, aynı kenti ziyaret ettiğinde, yılda dışarıya, özellikle Fransa ve İngiltere’ye sevk edilen ham ipeğin değerinin 25 milyon frank olduğunu tahmin ediyor. 1845’te İsviçreli tacir M. Falkenstein Bursa’da Avrupa yöntemlerine göre çalışan ilk iplik fabrikasını kuruyor. Aynı türden çok sayıda müessese birbirini takip ediyor ve 1852’de bunlar yılda, 650.000 kg kozadan çekilen yaklaşık 40.000 kg ipek üretiyorlar (Bu rakamlar, randıman açısından orta sayılıyor). Bu faydalı reformların sonucu olarak Bursa’da yeni bir faaliyet merkezi kuruluyor ve bütün vilâyete Avrupa yöntemleri yayılıyor ki Tchihatchef’in 1853’te Küçük Asya seyahati sırasında bu yöntemlerle Bilecik, Yenişehir, Karaağaç, Gemlik, Mihalıççık’ta yılda, kilosu 40 franka satılan 14 ilâ 19.000 kg ipek üretiliyor ve Karaağaç’ın yıllık üretimi de yaklaşık 700 kg.a çıkabiliyor. Küçük Asya’da ipekçiliğe kendini vermiş bölgeler arasında ilk yeri tutma iddiasında bulunan Bithynia dışında Pontos ve Pamphlagonia’nın birçok nahiyesi, ezcümle Amasya, Giresun, Trabzon, Ünye vs. bu konuda mümtaz bir yer tutuyorlar; bunların hepsi oldukça önemli miktarda ipek üretiyorlar ve az çok geniş dutluklara sahiptiler. Böylece Amasya kenti yılda, üçte biri Samsun ve İstanbul yoluyla İsviçre’ye ihraç edilen yaklaşık 30 ton ipek üretiyor. 1839’da toplam üretim 35 ton; 1842’de 50 ton oluyor ve 1859’da Amasya, dışarı sevk edilmek üzere İstanbul’a bir milyon Frank değerine yaklaşan ipek gönderiyor.

 * * *

İpekten ayrılmıyoruz.

Bir kaç muteber istisna dışında, Erken Ortaçağ (yakl. 625-840). Bu zamanlama az çok Batı Avrupa’da Carolingian kontrolü; Bizans İmparatorluğu’nda heterodox hareketler, Birleşik Arap İmparatorluğu…na tekabül eder) iktisat tarihi ile uğraşanlar, uluslararası ticaretin az çok münhasıran, sadece üst sınıfı ilgilendiren düşük hacimli lüks maldan ibaret olduğunda müttefiktirler. (O ise ki her zaman tüm ticarette hacımla değer, birbirlerinden ayrılmazlar. Çok düşük hacimli bir ticaret, değeri yeterince yüksekse, bir ekonomi -ve de kültür- için devrimci önemi haiz olabilir)

 Doğu ile Batı arasında uzun mesafe uluslararası ticaretin tarih öncesinden beri var olduğu biliniyor. İpek ve sair malların ticareti Klasik Antikçağda başlamış olup daha Roma İmparatorluğu’nun başlangıcından itibaren büyük ekonomik önem iktisap etmiş (bu çağda, her yerde ipek, kendi ağırlığında altından daha çok değeri haizdi). İran – Bizans savaşları bu yüzden çıkmamış mıydı?

 Doğu İç Asya bozkırları yaygın ve yoğun tarıma elverişli olmayıp buna karşılık hayvancılığa uygundu. Türkî iç ekonomisi, dolayısıyla, özellikle koyunun yanı sıra, çok sayıda yetiştirdikleri at üzerine dayanıyordu. Atlar önce Türklerin kendi tüketimleri için üretiliyordu. Türklerle aralarında yaşayan Sogdlu tacirlerin o zamanlar ipeğe ihtiyaçları yoktu ve her halükârda ödemede para yerine aldıkları ipek, elde edildiği haliyle, kullanılmayan bir hammadde olarak kalıyordu. Ancak bu sonuncusunu, Türklerin keza satmadıkları ya da herhangi bir nedenle Çinlilerin verdikleri mamul ipekten tefrik etmek gerekir. Bu ipeğin bir kısmı, Türklerce kullanılıyor ama çoğunluğu, hiç şüphesiz, Batı’ya satılıyordu. Türk ve Sogdlular, ellerindeki ipek – parayı en azından iki yolda kullanıyorlardı: Çinlilerden giysiye yarayan ipek gibi mallar alarak ve gümüş veya başka mallar karşılığı Araplara satarak. Öbür yandan büyük tarımcı olan Çinliler, başlıca iç tüketim için olmak üzere, hadsiz hesapsız miktarda ipek üretiyordu. Ama aynı zamanda ata büyük ihtiyaçları vardı ve bu gereksinimi, en eski zamanlardan beri komşu uluslardan ithal ederek karşılıyorlardı; bu keyfiyet atın yerini otomobil alana kadar sürecekti. Çin, T’ang döneminin o vâsî imparatorluğunda, at olmadan ayakta kalamazdı. Askerî ihtiyaç dışında umumî ve özel düzeyde, iç ve dış iletişim ve taşıma için at elzemdi.

 Çin ordusunun gereksinimine duyduğu ve çeşitli kaynakların ayrıntılarını verdikleri at miktarı üzerinde durmuyoruz.

760’da Uygurlar T’ang Çin’ine at satmaya başladıklarında, at başına 40 parça ipek aldıkları sanılıyor. O zamanki cari fiyatlarla bu miktar ipek 400.000 para birimi (sapek) ediyordu. Ama 780’de ipek fiyatı düşecek ve at başına 270.000 birime inecekti. 809’da Çinli, 6500 ata 250.000 birim ödemişti.

 Fiyat hareketleri ve bunların nedenleri bizi burada ilgilendirmiyor.[16]

 750’lerde Çin Devleti’nin gelirleri kabaca 25 milyon ölçü tahıl, 9 milyonu ipekli olmak üzere 27 milyon kumaş kuponu ve sadece 2 milyon bağ sapek (3,7 gr bakır içeren para birimi)’nden ibaret olmuş. Yani nakit para, yıllık vergi gelirinin ancak %15 ilâ 20’sini tutuyor. Dokumaların ve daha özellikle ipekli kuponlarının tediye aracı olarak oynadığı büyük rol, o çağın yazınında geniş ölçüde belirtilmiş.

 Kumaş kuponlarının tekabül ettikleri para miktarının tahmini, tedavülde bulunan sapek miktarının hesabından daha güç oluyor. Gerçekten, idareye doğruca vergi olarak tevdi edilen ipekli ve keten kumaş parçalarının sadece bir bölümü ya alınan tahılı ödeme, ya da maaş veya ikramiye olarak yeniden tedavüle giriyor. Ev üretimi ve zanaat ürünlerinin bir kısmı haliyle çarşıyı boyluyor ve kumaş, giysiye dönüştürülmek üzere kullanılmayı beklerken de tediye vasıtası olarak iş görüyor. Kumaşlar, yükte hafif pahada ağır olmakla doğal olarak büyük para kupürü rolünü oynuyor. Bütün T’ang sülâlesi boyunca resmî ödemelerin, önemli tediyeler halinde, kumaş kuponlarıyla yapılmasının zorunlu kılındığı biliniyor.

Aynı zamanda ticaret metaı ve tediye aracı olarak kumaşlar da sapekler karşısında kuvvetli dalgalanmalara uğruyor. Bakırda olduğu gibi idare ile vaki bütün işlemlerde uygulanan bir resmî kur ile arz ve talep kanununa göre teşekkül eden bir piyasa fiyatını tefrik etmek gerekir. Biz bunların ayrıntılarına girmiyoruz.

 840’larda, imparatorluğun Batı ucunda Tun-huang sakinleri paradan tamamen habersiz olup işlemlerini tahıl ve kumaşla yapıyorlar.[17]

 * * *

İpeğin anavatanı Çin’den beriye gelelim, komşu İran’a. Böylece Türkiye’deki tekniği daha iyi sarabileceğiz.

 İran’da ham ipek (ebrişim), en erken çağlardan itibaren bu ülkenin iktisadî tarihinde bir hayatî rol oynamış. Çin’den Akdeniz’e kadar, eski ipek yolu boyunca konumlanmış İran, tarihî olarak ipeğin ticareti ve daha sonra da üretimi ile iştirak halinde olmuştu. Safavî döneminde Şah I. Abbas (1588-1629) ham ipeğin üretim ve satışını, devletin merkezîleştirilmesi için ekonomik ve sosyal programının bir parçası haline getirmişti. Bir kraliyet ipek ticareti’nin tesisi, hadsiz hesapsız siyasî ve iktisadî dal budağı sonuçlandırmıştı.

 Arap coğrafyacıların eserlerinde, İran’da ham ipek endüstrisine dair çok sayıda haber bulunuyor. Bunlarda Taberistan (Mazenderan), Barda, Deylem (Hazer Denizi’nin çevresi), Horasan, dutluk ve ipek üretim merkezleri olarak gösteriliyor. Bu yazarlar eserlerini X. yy.da kaleme aldıklarına göre bu faaliyetin daha da önce başlamış olması gerekiyor.

Moğollar zamanında Batı’nın İran ipeğine ilgisi haylice artmıştı. Bununla uzun zamandan beri ülfet etmiş İtalyanlar bunu ipek yolunun Batı ucunda satın alıp geç XIII. ve erken XIV. yy.larda Hazer üretim alanlarının yolunu bulmuşlardı. Cenovalı ve Venedikli elçi ve tacirler Trabzon ve Tebriz yoluyla Moğol döneminde Batı ile başlıca ipek ticareti merkezi Gilan’a gelmişler. Marco Polo, Kubilay Han’ın sarayına giderken Cenovalıların yolundan geçmişti.

Cenevizlilerin bütün XIV, XV ve erken XVI. yy. boylarınca bu ticareti Karadeniz içinden bir yola çevirme gayretlerine rağmen, ipek ticaretinin büyük bölümü yine karadan olmaya devam etmişti. Yavuz Selim’in (1512-20) koymuş olduğu ambargo zamanında, Avrupa’nın ham ipek tedariki için bazı başka yolların araştırılmasına hız kazandırmıştı.

 İngiliz Muscovy Company, İtalyan ipek talebinden faydalanarak Rusya üzerinden Hazer’e bir yol takip etmeye teşebbüs etmiş. Şah Tahmasp’ın (1524- 1576) bunları çok iyi karşılamış olmasına rağmen, bunlar sadece 1565, 1568 ve 1570’de ticaret imtiyazlarına dair fermanlar elde etmişler ve İngilizler “Şah’a merkez dışından çok az saygı gösterildiğini” kaydetmişler. Şah, üretim merkezlerini denetleyemediğine göre, tüccarlara sürekli ipek sağlanması vaadinde bulunamıyordu. Bunun dışında, tasarlanan yol, getirdiği kâra göre, fazla tehlikeli bulunmuş. Sonunda Muscovy Company, bu plânından vazgeçmek zorunda kalmış.

 Hans C. Wulff, The traditional crafts of Persia adlı eserinde, Hazer Denizi bölgesindeki İran XX. yy. ipek böcekçiliğinde kullanılan yöntemleri anlatıyor:

 “İpekböcekleri, talambâr” denilen fidanlıkta yetiştiriliyor (Resim 48’e bkz.) Bu bölgede tipik, zahire ambarına benzer bir açık ahşap yapı olup duvarları kafes örgülüdür. Yumurtalar (gozâştan) ahşap tepsiler (sîni-i çûbî) üzerine yerleştiriliyor ve bunların dibinde kuvvetli kokulu bir ot (‘alaf-ı bûdâr) tabakası bulunuyor. Tepsiler sıcak bir noktada, tercihan “fidanlık”ın güneş alan tarafında tutuluyor. Birkaç gün sonra ipekböcekleri (kerm-i ibrişim) yumurtadan çıkmaya başlıyor. O zaman bunların üzerine beyaz dut (tût-u safid) yaprakları seriliyor… Yedinci hafta içinde bütün dut dalları, yapraklarıyla “fidanlık”ta raflara (tah) yerleştiriliyor. Böcekler de buraya naklediliyorlar ve bunlar yaprakları öyle bir iştahla yiyorlar ki dallar her yirmi dört saatte bir yenileniyor… Biraz sonra kozalarını (pîle) eğirmeye (bastan) başlıyorlar.

 Bütün bu işler yaklaşık bir buçuk ay sürüyor.

 XVII. yy.da Sir Thomas Herbert, elyafın kozalardan çıkarılışını betimliyor.[18] Bu ayrıntıya girmiyoruz.

 * * *

Bütün bunların ışığında artık doğruca Osmanlı ipekçiliğine giriyoruz.

 XVI. yy.da Osmanlı İmparatorluğu’nda ipekli dokumacılık parlak bir dönem yaşıyor. Kumaşlar içte ve dışta kolaylıkla pazar buluyordu. Bu yy.ın önemli ipekli dokuma merkezleri. Bursa başta olmak üzere İstanbul, Erzincan, Tokat, Amasya, Mardin, Maraş, Konya, Bilecik, Denizli, Alaşehir, Aydos ve Göynük’tür.

 Anadolu dışındaki merkezlerden Halep, Şam, Kahire, Kıbrıs ve Sakız adaları ilk sırayı alıyorlar. XVI. yy.da Osmanlı dokumacılığı, büyük ölçüde kervanlarla İran’dan gelen ipeklerle beslenmiş. Şah Abbas, boş adam değilmiş…

 XVII. yy.da ipekli kumaş dokumacılığında, özellikle Anadolu’da, belirgin bir çöküş dönemi yaşanıyor. Bunun nedenleri, Murat Çızakça’ya göre, hammadde açısından dışa bağımlılık, Amerikan altın ve gümüşünün akmasıyla beliren yeni dünya ekonomisi, Osmanlı – İran savaşları ve Celâlî isyanları olarak sıralanıyor. 1546 – 1637 yılları arasında Bursa’da ham ipek fiyatları, yaklaşık % 560 artıyor ve bu artış belirgin şekilde devam ediyor. İmparatorlukta satın alma gücünün zayıflamasıyla Bursa ipeklilerinin içteki tüketimi azalır, kumaş fiyatları hammadde fiyatlarındaki artışı takip edemez oluyor ve sonuç olarak Bursa’nın ipek endüstrisi Avrupa dokuma merkezlerini, daha çok İtalya’nınkileri beslemek üzere günden güne ham ipek üretimine yöneliyor.

 Osmanlı İmparatorluğu’nda ipekli dokuma endüstrisinde, ikinci aşamadan, yani eğirme (iplik yapma)’dan başlanıldığı söylenebilir. Örneğin Bursa’da, Doğu’dan gelen ham ipekler ikiye ayrılıp ince ve kaliteli olanları bükülerek çözgü ipliği (meşdud), kalın ve kaba olanları yine bükülerek atkı ipliği (pod) olarak, oskumaya hazır hale getirilirdi.

 Ama XVIII. yy.da İmparatorluk, ham ipek üreticisi bir ülke haline gelmiş. Dutçuluk günden güne yaygınlaşmakta, geleneksel araç ve gereçlerle de olsa, kadın, erkek, yaşlı, genç, hattâ çocuğun katkısıyla ipek endüstrisi İmparatorluğun değişik bölgelerinde ekonomik hayata canlılık getirmiş.

Yukarda söylediğimiz gibi XVII. yy.da İmparatorluğun dokuma sanayisinin durumu hiç de parlak olmamıştı. Her ne kadar yukarda mezkûr merkezlerde çok çeşitli kumaşlar üretiliyor idiyse de, Doğu’dan daha çok ipek-pamuk karışımı, Batı’dan da, Venedik başta olmak üzere Floransa, Cenova ve Fransa’dan tamamen ipekle dokunmuş lüks kumaşların ithalâtı, günden güne artmıştı.

 XVIII. yy. başında ipekli dokumacılığının teşvik edilip canlandırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu girişim, Rami Mehmet Paşa (1654-1707) ve Çorlulu Ali Paşa’nın (1670?-1711) sadrazamlıkları döneminde vaki olmuş.

 Eyüplü ihtisap terazicisinin oğlu olan Rami Mehmed Paşa, ülkenin iktisadî ve malî sorunlarını yakından bilen bir kişiydi. Fransa’da Reims’li bir yünlü kumaş tüccarının oğlu olarak doğmuş olup daha sonra Fransa merkantilizmine ismini verecek olan Colbert’in (1619-1689) çağdaşı Mehmed Paşa’ya göre, İmparatorluğun dokuma hammaddelerinin Avrupa’ya ihracı, buna karşılık mamul kumaş ithali yanlış bir politikadır ve bunun değiştirilmesi gerekir. Rami Mehmed Paşa, sadrazamlığı sırasında (1703) Selanik’ten yünlü, Bursa’dan ipekli dokuma ustalarını davet ederek bunlarla bizzat görüşmüş ve bu konuda fikirlerini almış:  Yünlü alanında dokumacı ustalarının sağlanması (Selanik’te bunlar Yahudilerdi), ipekli alanında ise Avrupa’dan ithal edilen kumaşların benzerlerinin dokunmasına izin verilmesi ve hiçbir kesimden buna müdahale edilmemesi gerekmektedir. Rami Paşa ancak birkaç ay görevde kalabilmiş, azli, çıkarları sarsılan iç kesimde olduğu kadar, dışta da memnuniyet yaratmıştır.

 (“Sömürge”nin tanımlarından başlıcası “sadece hammadde üreten ve mamul malı dışarıdan, yani ‘sahib’inden satın alan ülke” değil midir? İşbu “sahip”in içerde komisyonculuğunu ya da ithalâtçılığını yapan ve bu sömürge sisteminin devamında çıkarı olan bir “komprador” zümre her zaman var olmamış mıdır?…).

İmparatorluktaki gelişmeleri yakından izleyen Fransız devlet otoriteleri, özellikle dokuma hammaddeleri için ihracat yasağı konulması olasılığını düşünerek bazı önlemler alırlar: Osmanlı topraklarında yaşayan Fransızlara yeni kurulan dokuma merkezlerinde görev almamaları çağrısında bulunulur. Bunu yapanlar olmuşsa derhal Fransa’ya geri gönderilmeli, orada cezalandırılmaları, uygun bir süre hapsedilmelidir. Ayrıca, doğacak yeni gelişmeler karşısında ticaretleri tehlikeye girecek öbür devletlerle, ezcümle İngiltere ve Hollanda ile ortak tavır takınılacaktır. Yani, anlaşıldığı kadar, Rami Paşa’nın azlinde büyük iç ve dış etki rüzgârları esmiş.

 Çorlulu Ali Paşa, sadareti boyunca (1706-1710), Rami Paşa’nın politikasını sürdürür, saray bahçesinde kurulması düşünülen yünlü dokuma fabrikalarında çalıştırılmak üzere Selanikli Yahudilerin dışında, İmparatorlukta yaşayan Fransız dokumacılarından yararlanmayı plânlar. Ne var ki, Fransız hükümeti bunu engeller. Ali Paşa’nın zindandan çıkartıp “İstanbul’daki Fransız tacirlerinin hayatınıza kastettikleri doğru mudur?” diye sorguya çektiği beş Fransız, daha sonra ülkelerine gönderilirler.

 XVIII. yy.ın ortalarında Bursa’daki tezgâh sayısı, araştırıcılara göre 2000 ile 4000 arasında değişiyor. XVI. yy.da Bursa’da 1000 tezgâhın varlığı biliniyor.[19] 1747’de, Bursa ve civarında dokunan bazı ipekli kumaşların bitirilme işlemlerinin (perdah ve tokmaklama gibi) sadece mirî mengenede gerçekleştirilmesi zorunluluğu getirilmiş.

 İstanbul’da yüzyıl ortalarında 2000 adet tezgâh kentin değişik semtlerinde faaliyet gösteriyordu. Simkeşhane’de 120 tezgâh haftada 300 dirhem tel (sim ve sırma) işlemektedir. Başkentte mirî mengenenin dışında, başka mengenelerin de faal oldukları biliniyor. 1720’lerde bunlardan birini gezen Rambaud adlı bir Fransız daha sonraki bir tarihte bir firmanın satış temsilcisi olarak İstanbul’a gelip yerleştiği yıllarda, kendi hesabına ipekli kumaş ve süs şeritleri üretimine geçiyor (1727?). Fransız makamlarınca Fransa’ya şeritçiler esnafına katılması için çağrılan (1734) Rambaud, imalâtını durdurmuşsa da, bu kentte yaşamaya devam etmiş. Herhalde Çorlulu’nun zindandan çıkartıp, ülkesine iade ettiği yurttaşlarının akıbetini yaşamayı istememişti…

 Şam ve Halep’e gelince, birinci kent brokar ve hafif brokarlara adını vermiş (sırasıyla Damas ve Damasquette adlı kumaşlar). Ama bu yüzyılda Halep daha faal gözüküyor. 1825’te, bu iki kentte pamuk-ipek karışımı kumaş dokuyan 25.000 tezgâh bulunuyor.

 XVIII. yy.da Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik merkezlerinde dokunan kumaşlar hayli çeşitli olup bunların gruplandırılmaları zor oluyor. Ancak şöyle bir ayrım mümkündür: İpekle dokunmuş lüks ürünler:  Dârâ, Dibâ, Telli, Selimiye, Canfes, Kadife, Atlas, Tafta, Saten, Ağbanî, Suzenî, Şal ve Futa (peştemal). İpek-pamuk karışımı olup kullanımı çok yaygın olanlar: Kutnu, Sandal, Geremsut, Çitari. Ve nihayet, Bürüncek, Gezi ve Tül gibi, çoğunlukla beyaz veya krem renkli, değişik kullanım alanı olan ürünler.[20]

 Daha sonraki yüzyıllarda Fransa’nın, yerleşmiş bir merkeziyetçi devlet olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda, eninde sonunda “Kapitülasyon”lara götürecek ölçüde etkinlikte İtalyan sitelerinin yerini aldığı görülüyor.

* * *

Çin dedik, İran dedik, İngiliz, Fransız, İtalyan… dedik. Bütün bu alış verişin yanına hiç mi kültürel etki teatisi olmadı? Olmaması mümkün değil, çünkü ticarî mübadele daima kültür mübadelesini de, doğa kanunu gereğince, beraberinde sürükler.

 Yavuz, İran seferi dönüşünde, o ülkeden sadece iki çini ustası getirmişti. Dokumacı yoktu getirdikleri arasında. 

Belli sınırların bulunmadığı bu çağlarda zanaatkârların serbest dolaştığı biliniyor. Bugün Bursa’da tarihî değeri olan bazı abidelerin yapılmasında Tebriz’den gelmiş ustaların çalıştıklarına dair kayıtlar bulunuyor. Bunların buraya geldikleri sırada ipekçilik işlerinde de çalışmış olmaları mümkündür. Bunun en büyük delili, günümüzde dokuma ve dokumacılığa ait birçok adın İran dilinden gelmiş olmasıdır: Tezgâh – destigâh, peşkir, peştamal, zerbaft, Rişte, Pembe… gibi.

 Diyarbakır’la Tebriz arasında yaşayan Akkoyunlu Türklerinin ve İranlıların zamanla Anadolu içerlerine yayıldıklarına dair başka bir delil, çok yakın zamanlara kadar aynı adı taşıyan ve ülkenin pek çok yerinde dolaşan göçebe Akkoyunlu aşiretlerinin bulunmasıdır. Bu arada sanat ve ticaret adamlarından bazılarının, bu aşiretler gibi, Batı’ya geldikleri kuvvetle tahmin edilir. O halde, Bizans ipekçiliğinin yaratılmasında büyük etkisi olan Doğu ülkelerinin Anadolu’daki ipekçilik üzerinde de etkili olmuş oldukları düşünülebilir.

Osmanlının Şam ve Mısır’la ilişkide bulunmasıyla Anadolu’da ipekçiliğin kurulmasında bu yoldan da faydalanılmış. Eski kumaş adları arasında özellikle Şam’ın adı sık geçiyor.

 İpekli dokumacılık hususunda hemen her ülkenin öbür ülkelerden örnekler alarak bunları kendi duygu ve zevkine göre işlediği görülmektedir. Bunun en kuvvetli delili, dokuma malzemesinin her ülkede aynı olmasıdır. Dokuma tekniği her ülkede birbirine benzemekle birlikte, meydana getirilen dokumalar birbirinden farklı bulunmaktadır. Çeşitli ulusların dokudukları ipekli kumaşlar özellikle bezeme türü bakımından tefrik edilirler. Çin’de çiçeklere ve sembolik desenlere önem veriliyor. Hint kumaşlarında doğanın her türlü varlığı betimleniyor. Hint kumaşları eski Yunanistan’da çok makbul tutuluyordu. Bizanslılar bütün dokumalarında Hristiyanlık duygularını belirtmiş olmakla birlikte, motiflerin tertibi Doğu ülkelerininkine benzemektedir. Türkler bu bakımdan çok serbest davranmışlar, hoşlarına giden her şeyden örnekler almışlar, kendileri de istedikleri gibi örnekler yaratmışlardır. Türk kumaşlarında ele geçen örneklerde dikkati çeken bir nokta, bunlardan hemen hiçbirinin öbür parçaya benzememesidir. Yani, sanatkâr kopya etmekten çekinmiş, her yaptığını yeni bir örnek olarak ortaya çıkarmış.

 Bu şekiller arasında Çin’in en eski motiflerine rastlamak mümkün olduğu gibi İtalyan işi kumaş motiflerine de rastlanmaktadır.

 Burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki, o da Türk çinileri ile kumaş motifleri arasında görülen yakınlıktır. Fakat dokumacıların mı çinicileri, çinicilerin mi dokumacıları etkiledikleri saptanamaz: Karanfiller, lâleler, narlar… Bunların arasında yeşil yaprakların her türlüsü kullanılmış.[21]

 Dalsar daha sonra “XV. yüzyıldan beri Türkiye’de görülen yerli ve yabancı ipekli kumaşların zaman sırasıyla listesi ile” XV. yüzyıldan itibaren görülen “ipekli kumaşlardan yapılan giyim ve ev eşyası”nın listesini veriyor.[22] Bunları derç etmedik.

* * *

Eskiden “İpekçi” denince, bu işin dokuma aşamasına kadar olan bütün işleri yapan kimse akla gelirdi: Böcek beslemek, koza çıkarmak, ipekleri sağmak ve bunları türlü şekillerde katlamak ve bükmek, çoğu kez aynı kişilerce yapılırdı. Bugün bükülmüş ipeği satan ve Kazaz denilen kimseler eski zamanların en büyük ipek elde edenleriydi. “Kazaz” sözcüğü, “koza” sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Zamanla bu ipekçiler Kozacılar, Mancınıkçılar, Dolapçılar, Hamcılar ve Kazazlar… adıyla birkaç kola ayrılmışlar. Bunlardan Kozacılarla Mancınıkçılar ve Dolapçılar, ücretli işçi durumunda kalmışlar. Hamcılarla Kazazlar, ipeğin satışını idare etmişler. Bunların arasında bize meçhul olan Hamcılardır.

 Kozacılık: Bunlar böcek besleyip tohum çıkartıyorlar. Eskiden ipekböceklerinin tohumlarından fışkırtmak için neler yapıldığını bilemiyoruz. Ancak, 552 tarihinde Bizans’a getirilen tohumların at gübresi içinde ısıtılarak fışkırtıldığını öğreniyoruz.

Kozacılıkta ilk iş, böcek tohumlarının saklanması olup, eskiden beri bu tohumlar birer yığın halinde, ipek kese veya pamuklar içinde saklanırdı. Bir kozacının çıkarabileceği böcek miktarı, sahip olduğu dut ağacının çokluğuna bağlı olduğundan, tohumların böyle birer küçük yığın halinde saklanması doğal oluyor. Bundan dolayı, hemen her dönemde böcek tohumlarının alışverişinde bir kolaylık olmak üzere bu keselerin içindeki tohumların ağırlıkları belli tutulmuş. Bugün bir Ons (Once) ağırlıkta olarak alınıp satılan böcek tohumları 28 gram gelmektedir. Bu Ons sözü, XIX. yy.dan beri ülkede biliniyor. Eskiden 8 dirhem olarak kabul edilen bu ağırlığa Onciya deniliyordu.

 Yumurtaların fışkırtılması: Kozacılığın ilk işi böcek tohumlarını fışkırtmakla başlar. Bu iş, çok eskiden beri kadınların işi olmuş. XIX. yy.ın ilk yarısında Fransa’da yazılıp dilimize çevrilmiş bir kitapta buna dair ayrıntılar ilginç oluyor: “…Fransa diyarında bir Onciya, yani 8 dirhem (25,6 gr) miktarı tohum alıp ince pamuğa sararak bu hizmetle meşgul olan karılar, yumurtaları kendi koltukları arasında ve göğüsleri üzerinde saklayıp, gece oldukta yataklarına alırlar… ikinci gün bu tohumlar muayene olunur, eğer biraz kırmızı olmuşsa tekrar havaya terk olunup, kırmızılığı zail olursa (kaybolursa) yeniden muhafazasına dikkat edilir. Eğer zail olmazsa, yukarda rivayet olunduğu üzere, ateşe arz olunarak ıslah etmeğe bakılır. Bu esnada ağaçtan yapılmış bir kutu içine konularak üstüne beyaz kâğıt sarılıp beslenir. Bazı mahalde, kuluçka olmuş tavukların altında ipek böceklerinin tohumlarını havi ağaçtan yapılmış kutular koyarak çıkarılır. Kezalik, kızgın kül içinde ve sair tarikle (yolla) dahi ipek kurtları çıkarmak kabildir. Bazı memalikte (memleketlerde), topraktan yapılmış soba ve furun misillû sıcak yerlerde bu işe mübaşeret ederler (girişirler)…”[23]

İpekler nasıl çekilirdi? (Tepme mancınıklar)

Bu ayrıntıları da yine aynen aktarıyoruz.

 “Tepme mancınıklarda çekilerek elde edilen ipeklerin kalitelerini bugünkü ipeklerle karşılaştırmak, geçmiş zamanın ustalığı hakkında bize bir fikir verebilir. Bugün az sayıda yaşamakta olan el mancınıklarında çekilen ipekler ölçüsüz bulunmaktadır. Fakat bu ölçüsüzlük işlenen kozaların cinsinden ileri gelmektedir. Bugün (Çifte) denilen ve buharlı mancınıklarla çekilemeyen kozalar el mancınıklarında (Resim 49) çekilmektedir. Hâlbuki eskiden bütün kozalar el mancınıklarında çekildiği için, ölçülü denilecek kadar ince ipek çekildiği anlaşılmaktadır.

 İpeklerin muhtelif kalınlıklarda çekildiğine dair olan vesikalar oldukça eskidir. Vaktiyle, İran’dan ve Suriye’den gelen ipekler, incelik ve kalınlık derecesine göre ikiye ayrılırdı. İnce ve iyi olan ipeklere (Tilân); kalın ve atkı yapmakta kullanılan, daha kaba ipeklere (Kenar) deniliyordu. Kumaşların çözgü ipekleri ince ve iyi cinsten atılır, atkıları kalın olarak kullanılırdı. Komşu memleketlerden ipek az gelmeye başlayınca, çözgü telleri azaltılarak daha kalın teller atılmaya başlandı. Anadolu’da elde edilen ipeklerin ilk zamanlarda kalın, sonraları fevkalâde ince olarak çekildikleri anlaşılmaktadır. İpeklerin ince olarak çekilmesini icap ettiren sebep, yapılan işlerin inceliğinden ziyade, ekonomik oluşudur. Bilindiği gibi, eskiden 100 yahut 120 arşın üzerine hazırlanan çözgü tellerinin sayıları da belli olurdu. Meselâ, 120 arşın boyunda çözülmüş olan ipeklerin tel sayıları 6.600 olduğu takdirde bu kadarlık ipek telinin 1.260 dirhem olması icap ediyordu. Fakat geçmiş yüzyıllarda kumaşların hatası ve eksiği hep bu çözgü tellerinin sayısında arandığından, ipekçiler, aynı sayıda olmak şartıyla daha ince ipek telleri meydana getirmişlerdir. Tabiatıyla, bu tellerin ağırlığı daha aşağı olmuştur. 1750 tarihlerine kadar bu işin farkına varılamamıştır. 1750 tarihinde yazılmış bir vesikaya göre, bir kumaşın çözgü tellerinin sayısı aynı kaldığı halde hafiflediği fark edilmiş ve ipekçilerin çok ince olarak çektikleri ipeklerin buna sebep olduğu ileri sürülmüştür. Bursa’da ipekçilik ilerledikten sonra, dokumacılık İstanbul’da gelişmeğe ve Bursa ipeklerinin mühim bir kısmı İstanbul’da sarf edilmeğe başlanmıştır. İpeklerin çok ince olarak çekilmesinden ilkönce şikâyet edenler İstanbul’daki kumaşçılar olmuştur. (İpeğin dirheminden çalmak) tabiriyle ifade edilen bu hâdiseyi anlatırken, Bursa ipekçilerinin (Gayetül-gâye – son derece) ince ipek çektiklerinden bahsedilmektedir (Bursa sicilleri, No. 295, s.82).[24]

 Dünyanın hemen her yerinde Hamipek, bugün örnekleri çok azalmış el mancınıklarında (Resim 49) çekilmiş. Buharla işleyen mancınıklar kurulduktan sonra bunların çalışması azalmışsa da bunlar büsbütün ortadan kalkmamışlardır. Bugün Tepme mancınık adıyla bilinen bu ilk fîlâtür âletlerinin çeşitli ülkelerdeki örnekleri birbirlerinden farklı olmakla birlikte, hepsi aynı işi görüyor. Aslında el mancınıklarından prensibi itibariyle farklı olmayan bu âletin ayrıntılarına girmiyoruz. Buna karşılık Büküm işleri hakkında Dalsar’ın verdiklerini[25] yine aynen aktarıyoruz.

 “Herhangi bir yerde ipekli dokumacılığın başlamasıyla orada kozacılığın ve ipek çekme işinin başlaması icap etmediği halde, (Büküm işleri)nin herhalde başlaması zarurî görülmektedir. Bunun sebebi, dokumacıların, dokuyacakları kumaşların kalitesine göre türlü şekillerde katlanmış ve bükülmüş ipek tellerine muhtaç olmalarıdır. Bundan dolayı, Osmanlı Türkleri zamanında yapılan dokumacılık yanında, sık sık ipeklerin bükülmelerine dair birçok kayıtlar görüyoruz. Geçmiş yüzyıllarda dokuma tellerinin hazırlanması hususunda başlıca iki zümre çalışmıştır. Bunlar (Dolapçılar) ve (Devdahlar)’dır.”

 “Bugün, Bursa’nın kenar mahallelerinde ve bazı eski hanların koridorlarında hâlâ yaşamakta olan bu iki iş zümresinin çıkardıkları şeyleri anlamak çok kolaydır. Dolapçıların vazifesi mancınıklardan elde edilen ipekleri çözmek ve onları katlamaktır. Katlanmış ipeklerin hafifçe bükülmesi icap ederse, bu da dolaplarda yapılırdı. Bu şekilde katlanmış ve bükülmüş ipeklere (Pot) denirdi.”

“a) Dolapçılar:  İpekleri açmaya ve katlamaya yarayan dolaplar iki kısımdan ibarettir. Birinci kısım, mancınıktan gelen ipekleri açmaya ve onları masıralara (makaralara) sarmaya yaramaktadır. Bu iş, bugün fabrikalarda ipeklerin açılmasına yarayan (Tavel) işine benzemektedir. Bursa’nın Muradiye semtinde, bir evde, eski bir örneğini gördüğümüz bu çözme ve sarma âletinin idaresini iki yaşlı kadın yapmaktadır. Yere çok yakın olan çözgü çarkları (Elemiyeler), elle dönen bir makara kolu ile döndürülmektedir. Çok ihtiyar bir kadın bu makaranın altına serdiği bir koyun postunun üstünde diz çökerek, kendisine mahsus bir ahenkle ve sessizce bu kolu çevirmektedir. Diğer yaşlı bir kadın da çarklardaki ipeklerin akışını idare etmektedir.”

 “Çözme çarklarında açılan ve makaralara sarılan ipekler, katlanmak ve hafifçe bükülmek üzere, dolaba alınmaktadır. İpek dolabını, bildiğimiz eski çıkrıklara benzetmek mümkündür. Bu kitapta şemasını ve resmini verdiğimiz ve devdah çıkrığı ile dolap arasında yalnız büyüklük ve küçüklük farkı vardır. Tahminen 3 metre çapında olan dolap çıkrığı, üzerine atılmış iplik teller vasıtasıyla, birçok küçük iğleri çevirmektedir. İpekler bu iğlerin dönmesiyle bükülmektedir.”

 “Dolapçıların ustalığı, eldeki ipeği iyi kullanarak, mümkün olduğu kadar ziyansız ve düzgün dokuma telleri elde etmekti. İyi bir ustadan, doğru bir kimseden bunu beklemek lâzım gelirdi. Fakat dolapçıların, kendilerine verilen ipeklerden zaman zaman başka suretle pay çıkardıkları anlaşılmaktadır. Bundan dolayı, bugün dilimizde yaşamakta olan (Dolap ve Dolapçı) sözleri eski günlerin birer hatırası olsa gerek. Ne gariptir ki, bu kitapta dolapçılara dair ele geçirdiğimiz vesikaların bir kısmı da dolapçıların ipek çalmasına ait bulunmaktadır (V: 310, 311, 314). Dolapçı ustalarının yanında bulunan çırak ve kalfaların, ustalarından görmüş olacakları gibi, ara sıra dolaplardan ipek masuralarını aşırdıkları aynı vesikalardan anlaşılmaktadır. Dolapçılara ipek vererek birçok ziyanlara uğrayan eski dokumacıların (Allah kimseyi dolapçıya düşürmesin!) diye şikâyet ettikleri bu sanat erbabının böyle bir şöhretleri vardır. Dolapçıların işleri hile yapmaya çok uygundur, verilen ipeğin mühim bir kısmını (Pürüz) olarak çıkarmak mümkündür.”

 “b) Devdahlar:  Dolapçılar, daha çok dokumacılara gerekli olan ipekleri hazırlamaktadırlar. Hâlbuki eski zamanların en büyük lüksü ve ziyneti olan renkli oyalar, kaytanlar, klaptanlar için gerekli olan ipekleri (Devdahlar) meydana getirirlerdi. Bugün kazazlarda (İbrişim) adıyla satılmakta olan ipeklerin bu devdahlar tarafından hazırlanmakta olduğunu ancak bu işin yakın ilgili kimseleri bilmektedir.”

“Devdahların çalışma tarzları ipekçiler arasında en zor ve yorucu olanıdır. Bilhassa bunların çalışma yerleri görülmeğe değer bir haldedir. Birer toprak damdan ibaret olan bu yerler, çok defa iki küçük delikle aydınlanmaktadır. En parlak güneşin olduğu günlerde bile buralarda çalışan insanlar birbirlerini zorlukla görebilirler. Böyle bir çalışma yerinin niçin seçilmiş olması meraklı bir şeydir. Bir devdah ustası, bunun sebebini şöyle anlattı: ‘Biz ipekleri ıslak olarak bükeriz. Aydınlık ve açık yerler ipekleri çabukça kurutur. Bu suretle bükülmesi zorlaşır. Bundan dolayı bizim çalışma yerlerimiz mümkün olduğu kadar kapalı ve karanlık olur…’.”

 “Devdahların, 50-60 metre uzunlukta birer damdan ibaret olan çalışma yerlerinde nasıl çalıştıklarını görmek de ayrıca meraklı bir şeydir. Damın bir ucundan öbür ucuna kadar uzatılmış olan ipek tellerini çıkrıkçılar şöyle bükmektedirler: İki işçiden birisi çıkrığın kolunu hızla çevirmekte, çıkrığın iğlerine bağlı olan ipekler bükülmektedir. İpekler bükülürken, bükümün tesiriyle kısalacağından bükücü bunu göz önünde tutarak, birkaç çevirmeden sonra çıkrığını azar azar ileri itmektedir. Çevirmenin verdiği yorgunluktan başka, zaman zaman bütün çıkrığın omuzlanarak ileri itilmesi oldukça yorucu olmaktadır.”

 “Devdahların meydana getirdikleri ibrişimlerin uzunlukları, nihayet, çalıştıkları damın uzunluğunun iki mislidir. Bükülmüş olan teller toplandıktan sonradır ki tekrar yeni teller bükülebilir. Bundan dolayı 20 – 30 telin bükülmesi tamam olunca, usta, çıkrıktan ayrılmakta ve eline aldığı makaraya (Cehriye) bükülmüş telleri sarmaktadır. “

 * * *

XIX. yy.ın sonunda Bursa’da bir “harir darültalimi”, yani ipekçilik mektebi açılmış. Haberi, Servet-i Fünun dergisinin 12 Mayıs 1310 (1894-95) tarih ve 167 sayılı nüshası vermiş ve mektebin resmini de basmış (Resim 50). Altında “Bursa’da müceddeden (yeni olarak) inşa ve küşat edilen (açılan) nev usul (yeni usul) harir darültalimi” yazılı. Konumuz itibariyle çok ilginç bulduğumuz ayrıntıları ve yine ülkenin tarihî ve iktisadî tarihi bakmından önem arz eden mektebin “sponsorluğu”nun öyküsünü içeren haber yazısını aynen derç ediyoruz.

 “Bursa’da Şerefiler mahallesinde tertibat ve taksimat-ı dâhiliyesi terekkiyat-ı fennîye ve sınaîyeye terfikan bir suret-i mükemmelede inşa edilmiş olan harir darültalimi Nisan-ı Rumî iptidasından ibtidaren (başından itibaren) tedrisata başlamıştır. Mektebin elyevm (bugün) şakirdanı (öğrencileri) 66 olup, bunun 14’ü İslâm, 11’i Rum ve 41 adedi Ermenidir ki 51 adedi Hüdavendigâr vilâyetinden (Bursa ve kısmen Kütahya), 5 adedi İzmit’ten, ikisi Edirne’den, biri Sivas’tan, ikisi Halep’ten ve birisi Erzincan’dan gelmiştir.”

 Devam etmeden bir önemli gördüğümüz hususu belirtelim. Bir kez, böyle bir mektebin kurulduğunun tüm Osmanlı mülküne bildirildiği ve ipek üretim ve dokumasıyla ilgilenen bölgelerden öğrencilerin geldiğidir, ikinci olarak da bu öğrencilerin çoğunluğunun Gayrimüslim tebaadan, özellikle Ermenilerden oluşmasıdır. Devam edelim:

 “Mahsulât-ı mülkiyenin en mühimmi bulunan harir kozasının suret-i istihsal ve ziyade istifade tariki (yolu) işbu mektepte tedris ve ameliyatı (pratiği) ile irae olunuyor ki (gösteriyor ki) bilâhare neşet edecek (çıkacak) efendiler mükemmel birer harir zürraı (tarımcısı) olacaklardır.

 “Resim (50) Sedbaşı mahallesine doğru inen caddeye nazır mektebin cephesini gösterir. Mektep mevki-i mezkûr caddede müstakimen (düz olarak) gelen bir sokağın intihasında (sonunda) ve mürtefi (yüksek) noktadadır. Bahçelik içinde kâin (inşa edilmiş) olup alt ve üst katları kozaların (böceklerin olacak) canlandırılması, büyütülmesi, tağdiyesi (beslenmesi), ipeğin alınması gibi ameliyatın icrasına mahsus olarak Pastör (Pasteur) sisteminde yapılmış ve ayrıca dershaneleri de muhtevi bulunmuştur. Zir-i zemine müsadif (zeminin alt katına gelen) katta matbah (mutfak) vs.den maada mektebi ve böcekhaneleri kalorifer usulüyle teshin eyleyecek (ısıtacak) büyük sobalar vardır. Bu sobalardan çıkan havalar meshun (ısıtılmış) borularla her daireye girer ve istenilen mahallin derece-i harareti istenilen miktarda idame olunabilir.”

 “Bundan on sene mukaddem (önce) Hüdavendigâr vilâyeti dâhilinde bulunan böcekhanelere arız olan emraz adide (birçok hastalık) yüzünden ipekçilik sanatı vilâyet dâhilinde hemen inkıraz bulmaya yüz tutarak hattâ dut bahçelerinden bir kısmı kâmilen sökülmüş ve ağaçlar mahrukat (yakacak) yerine kullanılmak için adi odun gibi fûruht edilmişti (satılmıştı).”

 “Fakat san’at-ı mezkûrenin tedennisi (gerilemesi) ve gittikçe varidat-ı hâzinenin tenakusu (azalması) nazar-ı hükûmet-i seniyyeyi celb eylediği gibi Düyûn-u Umumiye İdaresi’nin dahi hem mahsusen kârşinasanesine arz-ı ihtiyaç ettiğini ihsas ettiğinden idare-i mezkûre meclis reisi mösyö Vincent Caillard cenabları bu bapta tâmikat (derinleştirme) ve tedkikata başlayarak mahsulâtın inkırazından (çökmesinden) vikayesi (korunması) esbabını hazırlatmış ve usul-i cedide-i (yeni) fennîyeye tatbiken icraat-ı müfideye (faydalı) başlanılarak o zamandan beri ipekçilik sanatı tekrar terakkiye yüz tutmuştur.”

“Mösyö Vincent cenapları, ıslâhat-ı mutasavvere meyanında fennin nâtık olduğu (söylediği) veçhile bir darülharir küşadıyla (açılmasıyla) ipekçilerimizi davet ve orada harir yetiştirmek san’at-ı makbulesini talim ettirerek bu sayede memleketimizde bulunan erbab-ı san’at yeni yeni malûmat-ı nafia (faydalı) ile işe başladıklarından az zaman zarfında devletçe maksud olan (niyet edilen) asâr-ı cemile-i terakki arz-ı didar eylemiştir (yüzünü göstermiştir). Fakat bu cümle-i terakki, sade bu kadarla kalmamıştır. Velâyetin her tarafından bir ay talim için pek çok zevat mektebe müracaat ettiklerinden ahiren (az sonra) Düyûn-u Umumîye İdaresi darültedrisi tevsiye mecburiyet hissederek mükemmeliyet-i ve müstakbeli (geleceği) nokta-i nazarından icabeden mebaliği (meblâğları) tahsisen ita eylemiştir (ödemiştir).”

 “Şu ipek mahsulcülüğünde en ziyade teşvik ve tergıba (isteklendirmeye) medar (vasıta) olan icraatın şayan-ı arz olan noktası, tohumlarımızın Rusya’ya, Bulgaristan’a, Rumeli-i Şarkî’ye ve Yunanistan’a vuku bulan ihracatının tezayüd etmekte (artması) olmasıdır, hattâ Kıbrıs ceziresi (adasında)’ndeki mevki-i tecrübeye vaz’ olunmak üzere bir miktar tohum bundan birkaç mah mukaddem (ay önce) oraya dahi irsal olunmuştur. Girit’e dahi gönderilmişti.”

 “Bu bapta Düyûn-u Umumîye İdaresi tarafından vuku bulan iltimas üzerine harir tarültalimi müdürü İzzetlü Torkumyan Efendi tarafından bir lâyiha-i mufassala kaleme alınarak Düyûn-u Umumîye İdaresi’ne takdim edilmiş ve meclis-i mezkûrda vukû bulan müzakerat-ı arnika (derin) neticesinde idarenin sermühendisi Mösyö Kuto’ya darültalimin-i mezkûr için yeni yapılacak binanın plân ve haritaları ile keşfiyat-ı sairesi tertip ettirilmişti ki elyevm (bugün) mevcut ve gazeteye resmi münderic bina budur.”

 Allah Düyûn-u Umumîye’den bin kere razı olsun! Duası bizden, gerisi tarihçilerimizden.

 * * *

Ancak devletin ipekçiliğe vermiş olduğu önemin, darültaliminin kuruluşundan hayli öncesinde başlamış olduğunu da ifade edelim.

Osmanlılar Rumeli’ye geçtiklerinde Trakya’da ipek böceği besleniyor ve koza üretiliyordu. İpek yolunun Bursa’dan geçmesi kentin bir ipek merkezi haline gelmesine sebep olmuş. 

Bununla birlikte tepme mancınıklarda ilkel yöntemlerle çekilen bu ipekler, o zaman Batı ülkelerinde yeni yöntemlerle kurulan fabrikalarda imal olunanlara nazaran düşük kalitede kalıyordu.

O dönemin idarecileri işin önemini takdir ederek, bu yöntemlerin ülkemizde de uygulanmasını istemişler ve 1845’te Bursa’da Kayabaşı’da buharla işleyen ve tavaları buharla kaynatılan ilk ipek fabrikası kurulmuş.

1852’de Abdülmecid’in fermanıyla daha büyük Çınar önü filatür fabrikası tesis edilmiş. Üretilen kozalar bu fabrikalarda işlenmekte, elde edilen ipekler ihraç edilmekteydi. Devletçe ipekçiliğe gösterilen ilgi ve alınan güzel örneklerini Türkiye ipekçilik tarihinde takip etmek mümkündür. Çok az zamanda Bursa ve civarında çalışan ipek fabrikası sayısı seksen beşe yükselmiş.[26]

* * *Osmanlı Devleti’nin uluslararası ticaretindeki (özellikle kumaş ticaretindeki) yeri ve yine Fransa’nın bu devleti nasıl büyüteç altında tuttuğuna dair bazı bilgilerle bu bahsi kapatacağız.

 Fransa Dışişleri Bakanı (1761 – 1766) ve aynı zamanda Levant ticareti yöneticisi Duc de Praslin’e 1768 yılında, Basra körfezi ticareti ve bu yöredeki Fransız ticaretinin nasıl geliştirilebileceğine ilişkin uzun bir rapor gönderilir. Halkı “Arap, İranî, Türk, Amerikalı ve Yahudilerden oluşan 70.000 nüfuslu Basra’nın ticarî etkinliği, tek bir acentesi olan İngilizlerin bu etkinlikteki önemi sergileniyor: İngilizler Basra’ya her yıl Bengal, Madras, Bombay veya Surat’tan 5-600 yük (charge) çuha (drap), 6-700 yük Bengal ürünü beyaz bez (toileries blanches), 4-500 yük ipekli ve pamuklu kumaş, baharat, şeker vb. mallarla yüklü 5-6 gemi göndermektedirler. Ancak artık Basra’dan Levant için kervan kaldırılamamaktadır. Kervanların kalkış yeri Hint mallarının antreposu olan Bağdat’tır. Basra’ya gelen Hint mallarının 1/16’sı gibi az bir miktarı bizzat kentte kullanılmakta olup önemli bölümü Aralık veya Ocak ayında Dicle üzerinden Bağdat’a çıkarılmaktadır. Her biri 3-400 balye veya denk (balle) taşıyabilen ve en az 30-40 yelkeni olan büyük gemilerin (bâtiment) Dicle üzerinde mal taşımak üzere oluşturdukları konvoy kav adını almakta olup Yeniçeriler tarafından korunmaktadır (escorte). Böylece nehir yolundan Bağdat’a getirildikten sonra, malların ülke içinde dağılımı da şöyle olmaktadır: Beyaz bezlerin 2/3’ü İstanbul’a, kalan 1/3’ü Şam, Halep gibi şehirlere; kahve, şeker ve baharatın Bağdat eyaletinde kullanılan 1/3’ünden arda kalanı, İran ve Suriye’deki öbür kentlere gönderilmektedir. Öbür yandan, bölgedeki Avrupa mallarına, çuhalara gelince, yaklaşık 600 balye İngiliz çuhasının yarısı İran’a satılmakta olup diğer yarısı Basra ve Bağdat’ta tüketilmektedir; 1200’ü İranlı tüccarlara satılmak üzere 4000 top (pièce) Fransız çuhası bu bölgeye sürülebilecektir.[27]

 Bu arada Basra ile Hindistan, Halep’e kervan düzenleyen İran ve Türk kentleri arasındaki ticaretin aracıları (intermédiáire) çoğunlukla Ermenilerdi. Marsilya Ticaret Odası 1768 yılında Due de Praslin’e yazmış olduğu mektupta, onun yeni plânını değerlendirirken, Basra veya Bağdat’ta Halep ticaretinin Doğuluların, Ermeni ve Rumların elinde olduğunu, ekonomik güçleri nedeniyle bunlarla rekabet etmenin zorluğundan söz edilerek endişeler bildiriliyordu.

 Tüccarlar meselesine gelince, Bağdat’ın Osmanlıların elinden çıkmasından sonra (!?) Kızıldeniz’in öneminin daha da artmış olabileceğini belirttikten sonra, değerli Pencap Hint kumaşlarını ithal etmek üzere kullanılan İsfahan yolunun önemine dikkati çekmekte ve nihayet bu yolun İsfahanlı Ermeniler tarafından kullanıldığı düşünülmektedir. Aynı yüzyılda İran-Osmanlı savaşının ticareti tamamen engelleyemediği, Halep ve İzmir’e ipek taşıyan Ermenilerin aynı zamanda Osmanlı pazarlarında tüketime sunulmak üzere Hint ve İran kumaşları da getirdikleri açıktır. Akdeniz ticaretinde Yahudilerin etkinliğinin ne kadar önemi varsa, Hindistan, İran ve Osmanlı ülkeleri arasındaki ticarette Ermenilerin o kadar önemli olduğunu belirten aynı yazara göre (sözü edilen her iki raporu da hazırlayan, Fransız Hint Kumpanyası’nın tüccarı Petro de Perdrian’dır), Ermenilerin bu dönemdeki başarılarının birinci nedeni adı geçen ülkelere yayılmış Ermeniler arasındaki yakın ilişki ve kredi olanaklarının varlığıdır.[28]

 XVII. yy.da Hint ticareti nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Hindistan’a doğru fazla miktarda altın ve gümüş akımı olduğunu, bu durumun zamanın tarih yazarlarının (Naima) dahi gözünden kaçmadığını belirten İnalcık, 1690 yıllarına doğru, İngiliz English East India Company ajanlarının, Orta-Doğu’ya gönderilen Hint pamuklularının Avrupa’ya giden miktarın dört katı olduğuna dair gözlemlerine dayanarak, Hint pamuklu kumaş ihracatının Avrupa’dan önce Osmanlı pazarlarını fethetmiş olabileceğini düşünmektedir.[29]

1757 yılında Boissonade “Hint Raporu”nu (Mémoires des Indes) yayımlıyor. Bunda XVIII. yy.ın 2. çeyreğinden itibaren bazı Hint ve Osmanlı kumaşlarının, pazarlarında gördüğü ilgiden tedirgin olmaya başlayan Avrupalıların, yerli sanayilerini korumak üzere, yüzyıl ortalarında ciddi şekilde kolları sıvadığı belirtilip Osmanlı İmparatorluğu’nun Hindistan’la tekstil ilişkileri inceleniyor. Bu raporda ele alınan esas konu, Hindistan’dan ipek ve pamuk ithalâtı ile, o zamanlar, Fransız Ticaret Bürosu’nun uzun süredir meşgul olduğu Hint usulü ince ipekli (soieries légères) ve pamuklu kumaş üretimi oluyor. Anlaşılan Fransız endüstrisinin tek sorunu hammadde değildir. Hint usulü ipek ve pamuklu kumaş üretiminde sanatkârlar (artisans) en az bunun kadar, belki daha da önemlidir. Aslında bu değerlendirmeyi genelleştirerek her ülkede yeni kurulan endüstrilerde sanatkârlar meselesi ilk plânda gelmektedir demek doğru olur. Örneğin Çorlulu Ali Paşa, Saray’ın bahçesinde kurulması düşünülen yünlü kumaş fabrikasında çalıştırılmak üzere Selanikli Yahudilerin dışında, İmparatorlukta yaşayan Fransız dokumacılarından da yararlanmak istemişti. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.

1750’li yıllar, Fransa ekonomisinde liberalizmin sesinin duyulmaya başladığı dönem olarak dikkati çeker. Ara sıra Levant Kumpanyası’nın yeniden kurulması gündeme getirilir. Ekonominin baba-oğul Trudaine’lerin yönetiminde olduğu dönemde Fransız endüstrisinin ıslahına ilişkin olarak yazılan raporlardan üçü Boissonade tarafından kaleme alınmış olup bunlardan belki ilki, yani mezkûr Hint raporu, bizim için özellikle ilginç oluyor.

 Bu rapordan anlaşıldığına göre, XVIII. yy. ortalarında Hint ipekli ve pamuklu kumaşları, sadece hoş görünüşlerinin ötesinde, dayanıklı olmaları nedeniyle de Avrupa’da çok aranmıştır. Fransa’da Hint kumaşlarının benzerlerinin yapılmasına karşın alınan sonuç memnuniyet verici olmuyordu. Hindistan’ın ipekli ve pamuklu kumaşları, maddî değeri çok az, basit âlet ve tezgâhlar kullanılarak üretiliyorken, Avrupa’nın göreceli çapraşık ve pahalı teçhizatıyla olumsuz sonuç alması, eninde sonunda sorunun “işçilik”e bağlanmasına götürmüştü: Önemli olan hammaddesinin işlenmesidir. Bu önemli saptamanın yapıldığı raporda, Hindistan’dan işçi ithalinin yolları aranıyor.[30]

 Bu projenin ne denli gerçekleştirildiği bilinmiyor. Bilinen, Fransızların öbür Avrupalılar gibi XVIII. yy.ın son çeyreğinde yünlü kumaşların (drap) yanı sıra ipekli ve pamuklu kumaşlar da ihraç edebildikleridir: 1770’lerde Osmanlı İmparatorluğu’na Batı’dan ihraç edilen ince ipekli kumaş, tam olarak adını Musul’dan alan muslinler (mousseline – Musul kumaşı) arasında Fransız muslinleri de görülüyor. Ancak bunların miktarı fazla değil.

 Aslında Avrupa’da çok aranan Hint kumaşlarının sırrı, iki tekstil elyafının, ipek ve pamuk ipliğinin aynı kumaşta bulunması oluyordu. Acaba pahalıya satılmak istenen bir mal için “sanki bulunmaz Hint kumaşı!” sözü bu zamanlardan mı kalmış?…

 Osmanlı dokumacılığı, özellikle de çoğu perdahlanan, yani mengeneden (calandre) geçen pamuk-ipek karışımı kumaşlar hakkında gerekli teorik bilginin verildiği Mayıs 1754 tarihli raporla birlikte her gruptan belirleyici olan kumaş eşantiyonlarının da Fransa’ya gönderildiği anlaşılıyor.[31]

 Yine rapordan anlaşıldığına göre pamuğun işlenmesinde ilk aşamada, tam olarak pamuğun atılması (déméler) işinde, Osmanlı ülkelerinde uygulanan yöntem, kullanılan âletlerden kaynaklanan farklılık arz ediyor, şöyle ki pamuk Fransa’da kard (carde) kullanılarak atılırken bu iş Osmanlı İmparatorluğunda hallaç yayı ile görülüyor (Resim 51). Hallaç yayının titreşimi pamuk liflerini kabartmakta ve onları doğal uzunluğunda, birbirinden ayrı bir şekilde, koparmadan açmaktadır. Böylece, olabilecek incelikte pamuk ipliği elde etmek mümkün olmaktadır. Osmanlı pamuk ipliğinin incelik ve güzelliğinin sırrı buradadır. Keza her yıl Hint kumpanyasının uzak ülkelerden getirdiği güzel müslinlerin dokunduğu Hint pamuk ipliklerininki de böyledir.

Yünü ve pamuğu atmaya (açmaya) yarayan hallaç yay’ı (Resim 51’de) görüldüğü gibi kıvrılmış bir ağaç dalı ile bağırsaktan yapılmış bir kiriş’ten müteşekkildir. Kiriş’in bir ucu nâme tabir edilen bir madenî parçaya merbut olup yay’a tokmak’la vurulduğunda titreşen kiriş, bu nâme ile birlikte “atma” eyleminin karakteristik sesini verir. Hallaç yay’ı gerisine yakın bir yerden tutar, kiriş, yün veya pamuk kümesine dalacak şekilde zeminden 4-5 parmak yüksekte kalır. Tokmak, yine hallaçlara has bir tempo ile iner, uzaklara varan “tız”lardan civarda hallaç olduğu derhal anlaşılır. Bazen yay’ı gergin tutmak için sağda görülen bir yay aynası ilâve edilir. Bu takdirde heyet ağırlaşacağından ayna duvar veya alçaksa, tavana asılmak suretiyle sistemin ağırlığı alınır. Kiriş’in hâsıl ettiği titreşim yün veya pamuk elyafını birbirinden “açar”. Pamuk veya yünle dolu şilteler ve yorganlar ara sıra hallaca gönderilip böylece kabarttırılır ve dolayısıyla yumuşattırılır.

 Fransa’nın pamuk ithalâtına gelince, yazara göre İmparatorluğun tek bir kentinden, Selanik’ten yılda yaklaşık 19.600 Fransız kantarı (quintal. Bir kantar İstanbul’da 44 okka, yani 55 kg olup Fransız quintal’inden 5/6 daha fazladır) ağırlığında 5600 balye ham pamuk ithal etmektedir. Bu rakama İzmir, Akka, Sayda ve Kıbrıs’tan getirttikleri de eklenir.[32] Bu ithal pamuklar hem işlenmemiş ham pamuğu (coton brut) hem de yarı işlenmiş ürünü, pamuk ipliğini (coton filé) içermekteydi. Yüzyılın ortalarında pamuk tek başına, İmparatorluktan yapılan ithalâtın % 20’sini oluşturuyor. Ayrıca sömürge Antil Adaları’ndan da pamuk alınıyor. Fakat Levant, pamukları boyayı daha iyi tuttuğundan ve boyanmış pamuklar rengini atmadığından, Osmanlı pamuğunu tercih ediyorlar. Örneğin, rengi Fransa’da üretilen benzerlerinden daha canlı olan Levant kırmızı boyalı pamuk ipliği, çok rağbet görüyordu.

 Fransa’da pamuklu endüstrisinin özellikle yüzyılın sonlarına doğru önemli bir gelişme kaydettiği kesindir. 1789 İhtilâli’nden önce Osmanlı İmparatorluğu’ndan 34 cins ham pamuk ithal etmekteydi. Bunun 11 cinsi Sayda, 9’u İzmir, 5’i Halep, 4’ü İskenderiye, 2’si Kıbrıs ve 3 cinsi de Antalya’dan Marsilya’ya gönderilmişti.

 Fransa hükümeti, 1754’e kadar, Osmanlı (Levant) ve Hint kumaşlarının ülkeye girişini yasaklayarak yerli sanayisi korumayı denemişse de, iş tutmamış, yani aksine talebi artırmış. Bu kez bunların taklit edilmeleri istenmiş; pamuk, ipek ve yün gibi yerli tekstil hammaddeleri kullanılarak Hint kumaşlarının yerini tutacak yazlık kumaşlarla güveye dayanıklı döşemelik kumaşların yapımı öngörülmüş. Daha sonra, uygulamalar hakkında yeterli bilgi bulunmuyor diyerek Doğu tekstil endüstrisine ait bilgi vermeye başlayan raporun yazarı (1754 tarihli rapor), Doğuluların (Asiatiques) türlü cinste değişik zevklere hitap eden kumaşlar üretmekte olduklarından söz eder. Üstelik de farklı görünümleri nedeniyle (Avrupa’da dokunanlara hiç benzememektedir), alıcının ilgisini çekmekte ve çok tüketilmektedir.

 Fransa’da bilinmeyen, böylesine farklı görünümlerle kumaş üretimi yapan Doğuluların dokuma sanatının, rapora göre üç sırrı vardır:

  • Hammadde işlemede: Pamuk hammaddesinin izin verdiği ölçüde koparılmadan ince ve muntazam iplik üretebilmektedirler. Beceri, açma ve eğirme aşamalarındadır.
  • Dokumada: Pamuğu ipekle birlikte aynı kumaşta kullanma yöntemini bilmektedirler.
  • Boyamada: Pamuk ipliğini her renkte ve kalıcı olarak boyamaktadırlar.

Rapora göre Hint kumaşları Osmanlı İmparatorluğu’nda taklit edilebilmektedir. O halde neden Fransa’da aynı şey yapılmayacaktı. Bu nedenle, sökülerek çözgü ve atkı ipliklerinin durumunun incelenmesi amacıyla çeşitli kumaşlardan parçalar gönderilmiş.

 Raporun yazıldığı tarihten önce ve sonra imparatorluk, Doğudan şu kumaşları ithal etmekteydi.[33] 1640’da İstanbul’da satılan ve İran ile Hindistan’dan ithal edilmiş olan tekstil ürünleri şöyle oluyor: Alaca, bürüncük, boğası, çit, dülbent, mendil, şal, dârâyî, hatayî, makrama ve kuşak. Bu ürünlerin menşeleri İran’da, Tebriz, Kâşân, Yezd; Hindistan’da Keşmir, Samana, Buruc, Benares, Bihâr, Haydarabad…dır. Tekstil ürünlerine göre menşe’lerinin ayrıntılarına girmiyoruz.

 1722’den 1744’e doğru Hind kökenli kutnu ithalâtının yükseldiği görülüyor.

 Rapora göre, Osmanlı pamuk-ipek karışımı kumaşları (Les étoffes du Levant) aslında üç sınıfta toplanıyorlar: 1) Kutnu veya Bursa seteni (les cottonnis ou les satins de Brousse); 2) Kermesud – Germesud (Les guermessouts); 3) bur (les bourgs).

Kutnular Fransız satenlerinin pek başarılı olmayan taklitleridir. Fransız satenlerine çok benzeyenleri olup daha çok Bursa’da dokundukları için kutnu grubuna, Bursa setenleri grubu diye de bakmak mümkündür. Bursa setenleri, bazen atkı ipliği (trame) olarak, pamuk yerine keten kullanılarak da dokunmaktadır. Bu cinsler yazlık kumaş olup Fransa’ya gönderilen eşantiyonlar arasında yer almaktadır.

 Bu, düz, çizgili veya desenli olabilen kumaşlarda ipek, pamuğa hâkimdir. Ancak dokuması, öbür iki gruptakilerden farklıdır. Bunlarda, pamuğun sadece yüzünde örtülmesi istendiğinden, ipeğin çoğu, kumaşın yüzünde kullanılır. Bazen birkaç tel ipek ipliğiyle de karışık olabilen pamuk, kumaşın tamamen tersinde kalır.

 Kadifeler de kutnu sınıfına girer. Çünkü Bursa’da dokunan çözgüsü ipek, atkısı pamuktan kadifeler, setenlere çok benzer.

 Düz (unis), çizgili (rayé), çiçekli veya ipek, altın ve gümüş işlemeli (broché) olarak çok çeşitli dokunabilen Kermesud – Germesud’lar Osmanlı İmparatorluğu’na Hindistan’dan ithal ediliyor ve yerli olarak en önemli üretim merkezi Suriye, İstanbul’da da oldukça iyi taklit ediliyor. Bu kumaşlar Fransa’da “herbages” adıyla anılıyorlar.

 Bunlarda çok ince çekilmiş Hint pamuğu kullanılıyor ve bunların güzelliği, kullanılan pamuktan kaynaklanıyor. Osmanlı halkı, altın ve gümüş sırmalı ipekli kumaştan çok, bunları tercih ediyor.

 Bunlarda ipek pamuğa hâkimdir. Bu nedenle çözgülerinde Germesudlardan daha fazla ipek kullanılmaktadır. İpek, kumaşın yüzünde ve tersinde eşit miktarda kullanılıyor ve kumaşın her iki yüzünü de kaplıyor. Bu nedenle kumaşın iki yüzü tamamen aynı oluyor. Çok çeşitleri olup en çok Şam ve Halep başta olmak üzere Suriye’de dokunmaktadır.[34]

[1]          Michel Ivanoviç Rostovtseff. Histoire économique et sociale du monde Hellénistique, trad. Odile Demango, Ed. Robert Laffont, Paris 1989, s.214-215.

[2]              ibd.,s. 880-883.

[3]              Halil İnalcık. – Bursa I. XV. asır sanayi ve ticaret tarihine dair vesikalar, in Belleten XXIV/ 93, 1960, s.50-56.

[4]              Ed.- Harîr, in EI.

[5]              Halil İnalcık.- Harîr, The Ottoman Empire, in EI.

[6]              Fahri Dalsar.- Bursa’da ipekçilik, İst. 1960, s.20.

[7]              Halil İnalcık.- op cit.

[8]              Fahri Dalsan- op. cit., s.221.

[9]              Halil İnalcık. – op. cit.

[10]            J.H. Kramers. – Süster, in İA.

[11]            Ravendi.- Rahat – üs- sudûr ve âyet-üs- sürur, C.II, Ank. 1960. Çev. Ahmet Ateş, s.301.

[12]            ibd., s.335.

[13]            Halil İnalcık, -op. cit.

[14]            Tahsin Öz.- Türk kumaş ve kadifeleri, C.I, s.61-62.

[15]            Halil İnalcık.- op. cit.

[16]            Christopher J. Beckwith. – The impact of the horse and silk trade on the economies of  T’ang China and the Uighur empire: On the importance of international commerce in the early Middles Ages, in JESHO XXXIV / II.

[17]            Michel Cartier.- Sapèques et tissus à l’épogue des T’ang (618-906), in JESHO XIX/III, September 1976.

[18]            Linda K. Steinmann.- Sericulture and silk: production, trade and export under Shah Abbas, in Coll.- Voven from the soul, spun from the heart, s.12-14.

[19]            Fahri Dalsar, s.29

[20]            Serap Yılmaz.- XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda ipekli dokuma endüstrisine genel bir bakış ve Fransa ile ipekli kumaş ticareti.  X. Türk Tarihi Kongresi’nden ayrı basım, Ank.1993.

[21]            Fahri Dalsan- Türk sanayi ve ticaret tarihinde Bursa’da ipekçilik. İst. 1960, s.65-68.

[22]            ibd., s.77-85.

[23]            ibd., s. 366-367.

[24]            ibd., s. 370-371.

[25]            ibd., s.377-379.

[26]            Sait Ete.- Koza ve ipek teknolojisi, in Coll. – Türkiye İkinci İpekböcekçiliği Kongresi, s. 46-47.

[27]            Serap Yılmaz. – Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu ile ekonomik ilişkileri; XVIII. Yüzyılın ikinci yansında Osmanlı – Hint ticareti ile ilgili bir araştırma. Fransız arşivlerinden I. Belleten C. LVI, Nisan 1992, sayı 215’ten ayrı basım, Ank. 1992, s. 33-34.

[28]            ibd., s. 36 ve infra 7

[29]            ibd., s.50-51.

[30]            Serap Yılmaz.- XVIII. yüzyıl tekstil dünyasından: Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk – ipek karışımı kumaşları. Fransız arşivlerinden D. Belleten C. LVI, Aralık 1992. Sayı 217’den ayrı basım, s.776-778.

[31]            ibd., s.780-781.

[32]            ibd. s.782-783.

[33]            ibd., s.782-785.

[34]            ibd. s.781-791.