Hukuk düzeni
Başlarda, Tevrat ile Kur’an’ın karşılaştırılmasında, birçok “hukukî” bahisle karşılaşmıştık, mehr vs. gibi. Ancak İslâm, Musevîlik gibi önce bir din, sonra bir devlet ve nihayet bir kültürdür ve kaza, bu iki kültürde, bir metafizik dünya görüşüne bağlı kalmıştır. Peygamber’in geride bıraktığı fıkıh, bir “devlet” manzumesi içinde çok yetersiz kalmış, bunu içtihat, Halife fermanları gibi özgül eklemlerle itmama çalışılmışsa da boşluklar dolmamış. Daha Peygamber’in sağlığında Yahudi devlet geleneği örnek alınmış, daha sonraları Bizans (Roma) ve İranî hukuk sistemlerinden alıntılarla takviye edilmiştir. Ama her haliyle ne Yahudi, ne de İslâm hukuku, Roma’nın miras bıraktığı büyük kazaî yapıyla kıyaslanabilecek durumda olmamışlardır. Mezkûr bu iki hukukun temelini, çekirdeğini, Kutsal Kitâb’lar, daha doğru bir deyimle “Kelâmullah” oluşturduğuna göre bunların ruhuna vâkıf olabilmek için kartezyen düşünce tarzını bir kenara itmek gerekir. Aslî yasanın vahyedilmiş tabiatı itibariyle her anlaşma veya yükümlülük, ahlâkî kaidelere tabî olacaktır, faizin men’i gibi.
Gerçek İslâm hukuk ilmi, Hicrî I. yy.da Medine’den değil, bir asır sonra Irak’tan doğacaktı. İslâm hukuk tekniğinin Grek mantığının muhakeme yöntemlerini kullanmış olması, dolayısıyla, şaşırtıcı olmayacaktır: ıstıhâb veya süreklilik prensibi, ıstılah veya ratio utilitatis, kıyas veya analojik muhakeme – Yahudi hekkesh‘in muadili; rehn, garip şekilde Roma pignus‘una benzemektedir; Doğu Kilisesi kaideleri ve Sasanî yasasının izleri görülmektedir.
Özgül görünümlü bazı müesseselerin İslâmî kökenli olmadıkları aşikârdır; ezcümle şer’î hile (heyal) böyledir. Şeriat, müminlerin davranışının büyük prensibi olarak kalmıştır, Musevî ve Müslümanın beyninde. Bununla birlikte İslâm’ın adamı Allah’la uyuşmaya girerek Peygamber’in ölümünden itibaren ortaya çıkan günlük zaruretlerin üstesinden gelmek üzere daha pragmatik yollara gitmiştir. Romalı hukukçular, jus civile‘nin dokunulmaz şekilciliğinin yanı başında, çok esnek bir ticaret hukuku geliştirmişlerken, İslâm’ın katılığı böyle bir “küfr”e cevaz vermiyordu. Şeriat’a harfiyen uygun işbu hiyal’ler, yasallık ötesi amaçlarla yasal vasıtaların kullanılması şeklinde tanımlanabilir. “Küfr”e kaçmadan müspet kaidelerin arkasına düşmek bahis konusuydu. Birbirini takip eden çift satış muamelesi yoluyla faizli ikraz olanağı sağlanmıyor muydu?
Özellikle ulemanın bu işin büyük ustası oldukları herkesçe malûmdu. O ise ki Hammurabi Kanunu ile Ahd-i Atik, çok daha önceden faizi men etmişti ve işbu serî hilelerin mümasili Babilonya’da ve Hristiyanlarca, aslında kutsal bir yasağın etkilerini bertaraf etmede kullanılmıştı.
Goldziher, Latin ve İbranî hukuklarının İslâm fıkhı üzerine birlikte yansıdıklarını varsayıyor ve bu hususta J. Schacht’tan destek görüyor[1], İslâm fethini takiben devlet örgütlenmesinin Zerdüştî-Sasanî İran’a çok şey borçlu olduğu malûmdur[2], o İran ki yüzyıllar boyunca Yahudi ulusuyla hemhal olmuştu.
Milâdî IV. yy.da Hristiyanlarla putperestler, yanlarında Eflâtun ve Pythagoras olduğu halde, birlik ışığı altında beraberce duruyorlardı. Tanrı armağanı saf yaygın sevinç ilk Hristiyan Öğretisini, hâlâ yuvası olan pagan dünyadan ayırıyordu; bu dünyanın sıcak aguşunda kökenlere solmayacak ve Eflâtunla Musa, onlarla birlikte, sanki ışıkta örtünmüş gibi, yürüyeceklerdir.[3]
İskenderiyeli Klement (ölm. yakl. 220) Grek ve Yahudi kökenli olup irade-i cüz’iye doktrinini savunan ilk Hristiyan olmuştu ve pagan yazınını yasaklayan dar beyinli dindaşlarına karşı çıkıyordu. Şamlı Yohan, beş asır sonra, Arap halifesinin Hristiyan veziri olacaktı; Tanrı’ya meylederek insanın Tanrılaşacağı tezini ileri sürmüştü.[4] Halife al-Muktadır, Yahudi ve Hristiyanları bazı hükümet görevlerine getirmeden yapamıyordu[5].
Döneceğiz bunun ayrıntılarına.
Hicret ile murakaba peygamberliği, yerini aksiyon peygamberliğine bırakacak, bütün tarihi boyunca çınlayacak olan savaş borusu, sekenesinin önemli bölümü Yahudi olan Medine’den (Yasrib) öttürülecekti. Peygamber ve yakınları gerek burada gerekse daha sonra Mekke’de, acil gereksinmelere çare bulmuşlardı. Hadîsler bize daha o zamanlarda O’nun vergiler için orantılı bir tarife tespit ettiğini bildiriyorlar. Koşullar zekâtı, O’nun sağlığında, bir cemaat sadakası düzeyinden nizam altına alınmış ve zorunlu bir orana bağlanmış bir devlet vergisi mertebesine yükseltmişti.
“Hadîs şeklini alanlar sadece yasa ve örf, akide ve siyasî doktrinler olmayıp, her türlü unsur, ister kendi öz gücü ile İslâm tarafından ortaya çıkarılmış, isterse yabancı kaynaklardan alınmış olsun, bu aynı şekle bürünmüştür. Bununla İslâm yabancı ariyetî malzemeyi, bunların kökenleri kavramını kaybedecek derecede temessül etmiştir. Ahd-i Atik ve Cedid’den cümleler, Haham ya da sıhhati şüpheli İncil kelâmı, Grek felsefesi doktrinleriyle İranî ve Hindu hikmetlerine kadar her şey bu kisveye bürünmüş halde İslâm’da yer almıştır…”.[6]
“Yabancı kültürel etkilerin bu hukukî yöntem ve bunun uygulama ayrıntıları üzerinde hisselerinin bulunduğu şaşırtmamalıdır. Örneğin İslâm hukuku, metodolojisinde olduğu kadar özel tertibinde Roma Hukuku’nun silinmez izlerini taşımaktadır”.[7] “Emevîlerin Yeni-Bizanslı, Abbasîlerin Yeni-Sasanî İmparatorluğu’ndan söz etmemiş miydi G. Wiet, veciz olarak?[8]
Muhammed’in hicret etmek üzere Yasrib’i seçme gerekçelerinin başında burada tek tanrılı çok Yahudi’nin bulunması ve geleneksel dinin birtakım maddî çıkarlar uğruna tezelzüle uğratılmamış olması geliyordu. O, artık burada ümmet (umman) ve bunun sosyal ve dinî örgütlenmesini gerçekleştirecekti.[9] Bu vesileyle de ummâh‘ın İbranî dilinde “ulus”u ifade ettiğini[10] hatırlatalım. İslâm’ın hareket noktasında bu Samî din-gelenekle vaki bağlantıları ortaya koyduktan sonra gelelim şimdi yine Yahudi düşüncesinden hangi rüzgârların Osmanlı Türk kültürünü etkilemiş olabileceğinin tetkikine. Çok somut olan mahut tarihî vakıa, 1492’de hadis olan İspanya’dan Osmanlı ülkesine Yahudi muhacereti, kendi başına düşündürücü olmaya yeter. Bir Maimonides’in bu yolculuğa katılmamış olduğuna kim inanır ?… Konuyu yine biraz gerilerden alalım, ötesini, sırası geldikçe, irdelemek üzere.
Kitâb’ın tefsirleri ve hukukî sorunlarla kült uygulamalarına dair sayısız şifahî geleneği açıkça izah ve tevhit etmek üzere. Rabbi Juda “Prens” (175-220 arasında Sanhedrin’in başı) bunları bir araya toplayıp tek bir yasal normlar mecmuası haline getirme çabasına girişiyor. Bu geniş derleme Mishna (tekrarlama) adını alacak ve beş bölümden oluşacaktır: tarım, bayramlara, aile hayatı, medenî kanun, kurban ve beslenme yöntemleri ve ritüel saflık. Mishna‘nın yayınlanması, Amoraim‘ler denen “müfessirler” dönemini başlatacaktı. Mishna ve tefsirlerinden oluşan mecmua da Talmud’du.
Babilonya Talmud‘u Yahudi ulusunun tarihinde bir kesin işlevi yerine getirmiştir: o, Judaismin, Diaspora’nın çeşitli sosyo-politik ortamlara nasıl intibak edeceğini göstermiştir. Daha III. yy.da bir Babilonya âkili şu temel prensibi vaz etmişti: cari hükümetin kanunları tek yasal yol olup bütün Yahudilerce bunlara uyulacaktır. Böylece de idarî yetkelerin yasallığı, dinî mertebeden tasdik edilmiş oluyordu. Medenî hukuka taallûk eden konularda cemaat, ihtilâflarını Yahudi cemaat mahkemelerine götüreceklerdir.[11] Bunu yapabilmek için de o ülkenin idaresiyle anlaşmaya varılacaktır. Yahudiler, akçe-i rav karşılığından bu sonuncu hakkı Osmanlı padişahından elde etmişlerdi.
Evet Kur’an, Talmud gibi, “ümmet”in sosyo-politik davranışını nizam altına alacaktı!…
Gerçekten Talmud da, daha sonra Samî Kur’an gibi, felsefî spekülâsyona önem vermez gibidir. Yahudiler Grek düşüncesini ve bunun yanı sıra da Müslüman imanını akılla doğrulama yöntemini (kelâm), IX. ve X. yy.larda keşfedeceklerdir. Önemli ilk Yahudi feylosof, Mısır’da doğup tahsil etmiş ve Bağdat’a yerleşerek orada ünlü Babilonya Talmud’u akademilerinden birini idare etmiş Gaon Saadia ben Joseph (882-942) oluyordu. Her ne kadar bir sistem ortaya koyup mektep oluşturmamışsa da o, Yahudi feylosofu tipini temsil ediyordu. Arapça kaleme aldığı İnanç ve içtihatlar kitabı‘nda vahyedilmiş gerçekle akıl arasındaki ilişkileri ortaya koymuştu: Her ikisi de Tanrı’dan sudur ediyordu ama Tora, Yahudi ulusuna bir özel ihsandı.
XI. yy.ın başında Yahudi kültürünün merkezi Müslüman İspanya’ya doğru kayıyor. Orada Juda Halevi (1080-1149), Hakir görülen dinin savunması’nda bir Müslüman fakih, bir Yahudi âlim, bir Hristiyan ve Hazarların kralını konuşturuyor: tartışmaların sonunda kral Musa dinini kabul ediyor. Gazali örneğinde olarak Halevi, felsefenin geçerliliğini yermek için felsefenin kendisini kullanıyor. Dinî inanca (vüsuka) aklın aracılığıyla değil, vahiyle varılır.
Kordova’da doğup (1135) Kahire’de ölmüş (1204) olan Moiz ben Maimon, Haham, tabip, feylosof olarak Yahudi Ortaçağ düşüncesinin doruğunu temsil eder. Ona göre “feylesofların sultanı “Aristo, “İsrail peygamberlerinden sonra beşer zekâsının en âlî mümessili” oluyordu ve onun düşüncesiyle geleneksel Yahudilik arasında bir sentez imkânsız değildi. Ama doğruca Tevrat’la Aristo felsefesi arasında uzlaşmayı arama yerine Maimonides bunları ayırmakla işe başlıyor, böylece de Tevrat deneyini muhafaza edip Gazalî ve Juda Halevi’nin yaptıkları gibi, onu felsefe deneyinden tecrit etmiyor ve ona karşıt tutmuyor. Maimonides için Tevrat’la felsefe birbirine bağlı, aynı kökten türemiş ve aynı zirveye yöneliktirler. Ama bu müşterek harekette felsefe, yolun görevini yerine getirir, Tevrat ise, onun üstünde ilerleyen insanoğlunu yöneltir.
Tıpkı Philon ve Saadia gibi Maimonides de tarihî olayları ve Tevrat’ın terminolojisini felsefî dile çevirmeye özen göstermişti. Kelâm tipinde tefsiri eleştirip ittikten sonra, Aristo’nun tutumunu takdim edip kullanıyor. Gerçekten hiçbir delil Aristo tarafından iddia edilen dünyanın ebediyeti ile Tevrat’ın ilân ettiği yoktan (ex nihilo) yaratılışı bağdaştıramaz. Ama Maimonides için bu iki tezin müşterek tarafı, red ve cerh olunamaz delil getirmemeleridir. Ona göre Kitâb-ı Tekvin, “yoktan yaratışı bir gerçek olarak ifade etmez: onu telkin eder…”[12]
Ne gariptir ki ünlü hekim ve feylosof (öbür “Râzî”lerden ayırt etmek için Rhazes adıyla anılan) Mohammed ibn Zekeria Râzî (Rey, 864-932) için de felsefenin halâs etmediği ruhlar, ölümden sonra, dünyanın etrafında gezinip dururlar.[13]
Ve Fatih Mehmet, “istikrar “uğruna felsefeyi, aklî düşünceyi reddedip Gazali’nin yanında yer alacaktı!
“Arâmîce olan ‘zekât’ kelimesinin manası, İslâm’ın ‘sadaka’sına eşit olup başlarda herkes tarafından ödenmesi ihtiyarî idi. İslâm, ihtiyarî olan zekâtı mecburî yaptı”.[14]
“Riba ile ve insanların malıyla nemalanmak üzere verdiğiniz mal, Allah’ın nezdinde nemalanmaz. Allah rızası umarak verdiğiniz zekât ise, (işte) kat kat nemalanacak mal olur” ayeti (XXX/39), zekâtın bir ihtiyarî sadaka halinde olduğu döneme ait olmalı.
“Yıldan yıla tarlada çıkan tohumunun bütün mahsulünün ondalığını mutlaka vereceksin. Ve daima Allah’ın Rabb’den korkmayı öğrenmen için, buğdayının ve şarabının ve zeytinyağının ondalığını ve sığırlarının ve sürülerinin ilk doğanlarını, Allah’ın Rabb’in önünde, ismine mesken olmak üzere seçeceği yerde yiyeceksin” (Tesniye XIV/22-23).
Kitâb-ı Mukaddes’in bu emrindeki “Rabb’den korkmayı öğrenmen için” ibaresi dikkate değer; şöyle ki “vereceksin” emriyle birlikte bunun bir dinî vecibe olduğu aşikâr oluyor. Bununla her halükârda bir toplumsal amaç güdülmüş oluyor. Nitekim “üçüncü yılda, ondalığı ayırma yılında, mahsulünün bütün ondalığını ayırmayı bitirdiğin zaman, onu Leviliye, garibe, öksüze ve dul kadına vereceksin ve senin kapılarında yiyip doyacaklar” diye ekliyor. Tesniye XXVI/12. Deuteronome, M.Ö. VII.-VI. yy.ların ürünü olduğuna göre Arap devletinin ihdas edip sonradan Selçuklu ve Osmanlıların temel vergisi haline gelen öşrün, İslâm’dan en az iki bin yıl öncesinde var olduğu görülüyor.
Yukarda sözünü ettiğimiz Mishnah, günlük yaşamın bütün kapsamına ait çeşitli hususlar üzerinde ayrıntılı kaidelerin bir külliyatı olmaktadır. Bu meyanda bunun bir ilk bölümü olan Demai Risalesi, Mishnah’ın öşürler yasasına kesin ışık tutuyor. Özellikle Demai, İsrail toplumu içinde bir özel grubun (haberim ve bunların Haham muakıpları) hususiyeti olduğu öşrün Mishnaî kavramını gösterip bu sonuncusunun merkezini oluşturduğu Sefer Zera’im‘deki öşür yasası ile Tohorot‘taki sâflık-iffet yasası arasındaki geniş bağlantıyı ifade ediyor. Yani Tesniye’de okuduğumuz “Rabb’den korkmak” kavramı ile “öşür”ün bağlantısını da irdeliyor.
Tevrat’ta iki geniş öşür kuramı tefrik edilebiliyor. İlkine göre, öşrü ayırma fiili, Tanrı’nın İsrail ülkesini temellükünün tasdiki ve Toprak’ın verimliği için bir şükran ifadesi oluyor. İkincisine göre ise, öşürler Levililere ve Harun ahfadı rahiplere, Tanrı’nın mabedindeki hizmetleri karşılığı veriliyor. İlk kuram, yukarda zikrettiğimiz Tesniye’dekiler, ikincisi ise Sayılar’daki (XVIII/8-13, 19-32) rahipler kanunu oluyor.
Demai, öşür ve bunun ödenmesine dair bütün hususları, vergilendirilen ürünleri, istisnaları vs.yi bütün ayrıntılarıyla sergiliyor. Bu ayrıntılara girmeyip[15] öşrün evveliyatına bir göz atalım.
A. Grohman, öşrün İslâm’da sadaka ve zekât manasında kullanıldığını, Şeriat kitaplarında zekât ve uşr vergileri arasında kesin şekilde ayrılmış bir fasıl hattının bulunmadığını doğruluyor ve ekliyor: “Uşr, iştikak bakımından bir taraftan aynî (buğday, hurma) veya altın olarak ödenen vergi manasına gelen Asurî dilindeki iş-ru-u…’ya, diğer taraftan da mabet haremlerinin almakta oldukları, fakat kralların da aldıkları ve Musa kanunlarının mecburî olarak ithal etmek istedikleri… onda-bir vergi demek olan İbranîce ma’aşer…’e uymaktadır”.[16]
İslâm’da da öşrün dinî ve lâdinî veçhelerinin birbirine karıştığına dikkati çektikten sonra yine tarihin derinliklerinden bir örnek verelim: Kaniş (Kültepe-Kayseki)ye yerleşmiş Asurlular, kutanum’dan (keten) işratum (öşür) alıyorlardı…[17]
Ve hemen ekleyelim: ne Selçuklu, ne de Osmanlı’da öşrün herhangi bir dinî anlamı vardı. Bu doğruca, sırasıyla ikta ve timar sistemlerinin temel devlet vergisi olmuştu.
Günümüzdeki “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” sloganı, İslâm ve öncesi Yahudi dünyasının bir hatırası olsa gerek.
Aslında bu gibi hatıralar saymakla bitmez. “Bir adam zengin olursa, evinin izzeti artarsa, korkma. Çünkü ölümünde hiçbir şeyi beraber götürmez…” (Mezmurlar XLIX/16-17). Demiyor muyuz: “Adamın eli çok sıkı, sanki öbür dünyaya beraber götürecek!…” diye ?
Öşrün ödenmesinin Tanrı’nın ülkenin sahibi olmasını tasdik manasında olduğuna inanan Yahudi, aslında “Yâ Malik-i Mülk !”… demiş olmuyor muydu?
Yahudi ritusları, Talmud’da geliştirilmiş halleriyle, insanların doğa içindeki yaşamıyla çok yakın bir ilişki içindedir. Yukarda gördüğümüz gibi Mishna’nın ilk altı cildi, din ve ritüele müteallik Yahudi kanunlarının ilk tedvini olarak, az çok tamamen bir tarımsal toplumun hayatına bağlanmış olup Tevrat’ın kanunlarını, tarımsal hayata göre geliştirme çabasında olmuş, hasat ve başak toplanması, Sabbat yılının ilk meyveleri, aynı cinsten ama değişik tabiatlı bitkilerin ekimi (bunların karıştırılmaları yasak edilmişti), gibi hususlarda öğütler içermiştir. Mamafih bu ilişki, Diaspora içinde Yahudilerin Ortaçağ tarihi ile zayıfladı. Rituslar kesinleşti şöyle ki Tevrat’ın tekabül eden emirleri doğruca “ülke ile ilişkili” olduğu farz edildi; yani bunun anlamı, bunların ifasının Filistin’de oturmaya bağlı olup dışarda aynı değerde olmadığıdır. Böylece Judaismin Diaspora ritusu, kozmik ritus yerine tarihî ritusun ikamesine dayanan özel ve çelişkili şeklini alıyor. Bir yandan her yere nüfuz eden ritüelin bir aşırı gelişmesi, bir ritus arzusuyla karşılaşıyoruz. Bu sonuncusu, Talmud’un İsrail cemaatinin Yahve’ye seslenişini aksettiren bölümünde ifadesini buluyor: “Cihan’ın Rabb’i, bana emrettiklerinden çok daha fazlasını vaz ettim ve hepsine riayet ettim”. Öbür yandan da, bu aynı ritusla, bu kök ve ilişkilerinin, veçhelerinin aslında mütalâa edilen doğal dünyadan kopmasına tanık oluyoruz. Doğa ritusu, tarihin ritusuna dönüşüyor ve bu sonuncusu artık doğal yılın akışını yansıtmayıp onun yerine tarihî hatırayı ikame ediyor. Tarihî anı, dinî törenler yılını haylice tespit ediyor. Bayramın ritüelinde İsrail’in ilk tarihinin anısı tekrarlanıyor. Bu ritüelin heyecan kökleri doğanın yaşam ve ölümü üzerine değil, işbu tarihî anı üzerine oturuyor.[18]
Anlaşıldığı kadarıyla Yahudi ve Arap öşrü, Osmanlı timarına gelinceye kadar, bu aynı döşünü sergilemiş…
***
“Yetmiş iki milletin mücadelesini mazur gör, hiçbiri hakikati görmediği için efsane kapısını çalıp durmuşlardır”
(Şirazlı Hafız)[19]
***
“Rabb, Ben’im, ve başkası yoktur, Ben’den başka Allah yoktur. Sen beni tanımazken, sana kuşak bağladım[20] ki, şarktan ve garptan olanlar benden başkası olmadığını bilsinler…” (İşaya XLV/5-6).
Ahilikten Osmanlı lonca teşkilâtına kadar “kuşak bağlama”, belli bir mertebeye gelmiş olmanın bir töreni oluyor. Sultanlar ve padişahlar da onurlandırılmak istedikleri kişilere “hil’at giydiriyor”, Yusuf’a babasının ve de Firavun’un yaptığı gibi: “Ve İsrail Yusuf’u bütün oğullarından ziyade severdi, çünkü o ihtiyarlığının oğlu idi ve ona alaca entari (ketönet passîm) yaptı” (Tekvin XXXVII/3).
Bu öykü hil’at, yani şeref libası ihsanı âdetinin Yakın Doğu’da çok eski olduğunu gösteriyor. (Arapçada buna taşrîf– çoğ. Taşarîf ve taşrîfat da denir). Mezkûr ketönet passîm bir teşrifat veya kraliyet libası oluyor. Yusuf u bir kez de Firavun onurlandırıyor, ona keten elbiseler giydiriyor. Herodotus da Mısır kralı Amasis’in Lydia kralı Kroisos’a, bir şahane armağan olarak altın ve pamukla işlenmiş ve üzerinde hayvan resimleri bulunan bir keten yelek gönderdiğini anlatıyor.
Bu âdetin İslâm’da ilk önemli misali, Muhammed’in burda (harmaniye)sini sırtından çıkarıp şair Kaab bin Zuhayr’a armağan etmesi oluyor. Hil’a sözcüğünün esas manası elbisesini, birine vermek üzere çıkarmak (Ar. hala’a) fiilidir.
Hil’a tabirine Abbasî dönemine kadar rastlanmaz oluyor. Ama bu dönemden sonra da bu, adeta bir günlük teşrifat haline alıyor. Onu sonra Fatımîlerde, Memlûklarda… görüyoruz.[21]
***
Her Osmanlı padişahının cülusunda, arazi tahrir defterlerinin yenilendiğini, saltanatının uzun sürmesi halinde bunun belli aralıklarla tekrarlandığını, böylece de kanuna mugayir her türlü tagallüp ve temellükün önlendiğini biliyoruz. Saltanatının başında ve sonra, yedi yıl veya daha uzun aralıklarla bir “adalet” ve “insaf” iradesi neşretmek âdeti Mezopotamya’da Eski Babilonya dönemi ve belki de daha gerilere giderek İlk Sülâleler zamanından beri cari idi. İşbu “adalet” ve “insaf” (Sümerce nig. si. sâ, Akadca mişarum) iradesi başlıca borç ve sair mükellefiyetlerin affı olduğu kadar, toprak tasarruflarının ilk sahiplerine iadesini derpiş edip bunlar kralî salnamelerde zikredilirdi. Samî alan Babilonya’da Hammurabi Sülâlesi’nin 10. hükümdarı Ammisaduka’nın (M.Ö. 1646-1626) iradesi buna sağlam bir örnek oluyor şöyle ki büyükbabası Samsuiluna’nınkinin (M.Ö. 1749-1717) sadece parçaları elimize geçmiştir.
Ur-Mammu, Lipit-Ishtar, Eshnunna krallığı ve büyük Hammurabi Kanunnamelerinin bu mişarun irade-fermanlarının bazı hükümlerini ithal etmiş oldukları tahmin edilir.[22]
***
Osmanlı unvanları
Farsça “pâd”, “saklama ve koruma; bekçi, koruyucu; seçkin, ulu, büyük; taht” manalarında olup[23] “padişah” (pâdşah), “sahip manasına gelen şah ile taht manasını ifade eden pâd’dan mürekkep ve Şah-ı Pad’dan çevrilmiştir. Yahut şah, büyük manasına geldiğinden büyük koruyucu demektir”.[24] Steingass da buna ek olarak, pâdşahi chin = güneş anlamdaşlığını kaydediyor.
Ama iş burada bitmiyor. Şimdi de Avram Galante’ye kulak vereceğiz.
“Padişah – Bu kelime Sümerî… dir. Sümercede bir şehrin emirine, hâkimine Patessi deniyor… Mürur-u zamanla bu unvan büyük bir hükümdara tabî nim müstakil bir hükümdara verilmiştir. Bazı eski Asur hükümdarları, kedilerine ‘Asur ilâhının patesi’si’ unvanını vermişlerdir. Burada patesi, ‘vekil’ manasındadır, zira hakikî kral, Asur ilâhı idi…”. “Patesi’nin Akadça, yani Babilce ve Asuricesi işaku‘dır ki Arapça muadili ‘şeyh’ demektir.
“Patesi kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: (t, d), (s, ş) harflerinin mahreçleri bir olduğundan (t, s) yerine (d, ş) vaz olunursa Padeşi ve zaman ile padişah olmuştur”.
“Kullandığımız padişah unvanının menşei acaba bu patesi kelimesi midir? Eğer böyle ise, ne vakit, ne tarik ve ne suretle bize geçmiştir? Bu iki suali irade ettiğimizde, henüz tamamıyla hal edilmemiş olan gayet mühim bir mesele karşısında bulunuyoruz. Bu mesele de, Sümerlilerin aile mensubiyetidir. İlim, Sümerlilerin gayri Samî bir kavim olduğunu ispat etmiştir. Bazı âlimler, Sümerlileri Turanî farz ediyor. Patesi kelimesinin Türkler tarafından unvan olarak istimal edilişi Sümerlileri Turan ailesine ithal edecek kadar bir amil olabilir mi? Şimdilik bu suali sormakla iktifa edeceğiz”.
Ve devam ediyor, Galante:
“Paşa – Bu kelime Bâbilce olup eyalet reisi, yani vali, mutasarrıf manasınadır. Hükümdar Hammurabi Kanunu’nda bu kelime paha suretinde birkaç defa mezkûrdur. Ahd-i Atik’in Azrâ (Ezra) Kitabı’nın Acem işlerinden bahis eden aksamında, aynı kelime aynı suretle zikredilmiştir”.
“Paşa kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: paha ile paşa kelimelerinin aralarındaki fark (h) ile (ş) sadalarını husule getiren işaretler, yani harflerdir. Eski İranîlerin ay ilâhının ismi Mas’dır. Muahhar İranîler ay’a ‘mah’ demişlerdir. (Mas) kelimesi mürur-u zamanla (mah) olmuştur. Aynı usulün aksiyle (paha) kelimesi (paşa) olur. (s) ile (ş) harflerinin mahreçleri bir olduğundan (s) yerine (ş) vaz olunduğunda (pasa) kelimesi (paşa) olur”.
“Elyevm bile İbranîce (paşa), ‘paha’ tarzında yazılır ve o surette telaffuz olunur…”.
“Bey – Bu kelime, Milât’tan beş asır evvel yazılıp kısmen Acem işleriyle iştigal eden Ahd-i Atik’in[25] ‘Danyal Kitabı’nda bir ism-i mürekkebe karışmış olduğu halde görülür. Bu ism-i mürekkeb Padbag‘dır ki eski Acemcesi Padibaga‘dır. Ahd-i Atik’te bazı ecnebi isimlerin imlâsı, semaî tarikiyle mahfuzdur. Padbag kelimesinin imlâsının bir ism-i mürekkeb olduğuna dair ayrıca bir kayıt mevcuttur. Pat, yemek, lokma; patbag, tayın alan demektir. Bazı yerlerde patbag‘ın bir manası da, (cemaat), (esnaf), (hey’et) reisi demektir. Bu ism-i mürekkepte, bag kelimesinin reis manasını ifade ettiği görülür”.
Ve İran-Yahudi kültürel alışverişi. Devam edelim Galante’yi dinlemeye.
“Bag kelimesini tasvît nokta-i nazarından tetkik edelim: (g) (yumuşak k) harflerinin mahreçleri bir olduğundan (g) yerine (yumuşak k – kef) vaz olunur ise bag kelimesi bâk olur. ‘Danyal Kitabı’ndan iktibas ettiğimiz bag kelimesinde esasen (elif) olmadığından kelime beg olur…”.[26]
Biz konuyu burada kesip F. Köprülü[27], Louis Bazin[28], Jean Deny[29] ve nihayet Elvan Çelebinin[30] bu konularda söylediklerini dipnotlarda gösterdiğimiz kaynaklarda veriyoruz.
Bütün bunların dışında, (Asya) Türk dilinden de Samî dillere epey sözcük geçmiş olduğu bildiriliyor.[31]
***
1956’da idi. Urfa’dan Erzurum’a gidecektik; aylardan yaz olduğu için Karayolları haritasında kestirme yol aradık, Jeep’e geçit veren. Ancak bir noktada Fırat’ı aşmak gerekiyordu. Sorduk, orada, tıpkı o tarihlerde Birecik’te geçişi sağlayan (şimdiki köprü henüz inşa edilmemişti) şatların çalıştığını öğrendik. Vardığımızda şatçı, Jeep-Station’imizi karşıya geçirebileceğini söyledi (Resim 100). Ama bin bir güçlükle araba sata yerleşince adam kontrolü kaybetti (dümeni kıçtan olmayıp arkaik usulle yandan bir kürek bu işi görüyordu) ve ayrıca şat, her yanından su almaya başladı; biz de, mevcut dibi delik bir gaz tenekesi ile su boşaltma işine giriştik. Ciddî tehlike geçiriyorduk: Fırat bizi sürüklüyordu ve ayrıca batmak işten değildi.
Bu durumu, terk ettiğimiz noktadan seyreden şatçının babası, iki elini havaya kaldırdı ve mahallî Arap şivesiyle “Ya Allah! Ya Mohammad! Ya Ali! Ya Hasan! Ya Hossein! ‘den sonra Âdemden başlayarak bildiği bütün Ahd-i Atik eski ve yeni peygamberlerini sıraladı. Sonra unuttuğu biri aklına geldi ve arkadan avaz avaz yetiştirdi: “Ya Nuh!”…
Ve işi yine baştan aldı. Ama bu arada biz de karşı sahile varabilmiştik.
***
Kumar
İslâm’ın kumar ve her türlü şans oyunlarına karşı tutumu uzun etütlerin konusu olmuştur.[32] Gerçekten kumar çok kapsamlı bir konu olup insanın kaderini ve geleceğini bilme arzusu ile doğal oynama içgüdüsünü birleştirir. Bunun dışında insanların birbirleriyle ilişkileri ve onlarca anlaşılamayan ve dinî, bâtıl inanç ve doğaüstü tesmiye edilmiş bütün bu güçlerde ilişkilerinde payı vardır. O, yaşamın tüm belirsizliklerini de içine alır.
Böyle bir alanda filoloji, hiç beklenmedik bir noktaya getiriyor bizi.
Çocukların ceviz (cevz) oyunu üzerine, kumarın (maysir) yasaklanmasının salt tabiatına bir örnek olarak Kur’an tefsirleri ve yasal yazında sürekli dikkat çekilmiştir. Yasak hattâ çocukların cevz oyunu‘nu kapsamış. “Oyun fişi” için bir sözcük olarak “ceviz”in İbranîce adı ‘e göz olup[33] bildiğimiz gibi koz, Türkçe, “ceviz”i ifade etmenin dışında, iskambil oyunlarında öbür kâğıtları alabilen, onlara üstün tutulan belirli renk ve imdeki kâğıt olmaktadır. Yani doğruca kumarla ilgilidir…
“Sana sarhoş edici içkileri ve kumarı[34] sorarlar. De ki, ikisinde de hem büyük günah vardır, hem insanlara fayda vardır. Günahları faydalarından büyüktür…” (II/219).
“Ey iman edenler! İçki de, kumar da, dikili taşlara (kurban kesmek) de, fal oklarını kullanmak da şeytanın kârı olan murdar işlerden başka bir şey değildir…” (V/93).
İslâm öncesi dönemlerde, Arabistan dışında yaşanan kumar, İslâm yazınında fazla bir yankı bulmuyor. Hindistan’ın kumara eğilimi, Birunî’nin eserinin yayınlanmasından önce, fazla bilinmezdi, efsanevî satranç oyunu dışında. Grek yazınında da kumarla ilgili ancak bazı ayrıntılar bulunuyor, tercümelere geçen. Bununla birlikte bunlar rüya tabiri, ezcümle zar oyunları para için kavgayı ifade ediyor: “Şeytan içki ve kumarla aranıza yalnız düşmanlık salmak, sizi birbirinize düşürmek….” (V/94).
Belli bir Arap çevresinden, İslâm öncesi Lokman’ın, arkadaşlarıyla maysir oynamasıyla ünlü olduğunu öğreniyoruz. Bu kişinin Kur’an’da geçen aynı adlı âkil kişi olup olmadığını bilmiyoruz. Uslanmaz bir kumarbaz olan (başka bir?) Lokman’ın efendisi, kesinlikle Arabistan’ın Kuzey’inde bir yerdendi. El-Mübaşşir’in anlattığına göre Lokman’ın Yahudi efendisi onu otuz altın miskal‘e satın almış olup “nard ile kumar (hâtara) oynama” itiyadında idi. Bir gün iddia şöyle idi ki kaybeden, evin kenarından geçen derenin bütün suyunu içecek ya da kendini kurtarmak için fidye olarak kazananın istediği bir şeyi yerine getirecekti. Lokman’ın efendisi kaybetmiş ve kazanan da suyun içilmesinde ya da gözlerini kaybetmesinde ısrar etmiş. Bunun üzerine Lokman efendisine, derenin setleri arasındaki suyu mu, yoksa bunların arasından akan suyun şişkin kısmını mı içmesi gerektiğini sormasını salık verir. Lokman’ın tahmin ettiği gibi kazananın birinci şıkka iltifat etmesi halinde akımı durdurmasını istemesini de öğütler…[35]
Bu kumar konusunda, kelime oyunları hayli yer tutuyor. Birçok “oyun” faaliyeti, kumar beraber gitmemek kaydıyla, mubahtı. Ama esasta, herhangi bir faaliyet kimar olarak tanımlanacak olursa, kesinlikle yasadışı olurdu. Bir başka mülâhaza da, “kumar” olsun, olmasın, herhangi bir “oyun”un, sorumlu Müslümanların öz davranışları ve dinî vecibelerini ifa etmede bir muhtemel müdahalesi merkezindedir. Her ne kadar bu “oyun” bir yasal müeyyideyi mucip olmasa dahi, oyuncunun mürüvvet‘ini (yiğitliğini, mertliğini, insanlığını) ve dürüstlüğünü (adâle) haleldar eder. Onun âdil olmadığının tebeyyün etmesi halinde, şahit olarak kabul edilmez. Aynı şekilde Judaism, çok daha öncesinden, zarla ya da güvercin hareketleriyle oynayanların şahit ya da yargıç olamayacağını derpiş etmişti. Her tür oyun, dinî vecibelerin ihmaline götürmesi tehlikesinin yanı sıra, “değersiz havailik” (bâtıl) ile iştigal anlamına da geliyordu.[36]
Ortaçağ Müslüman çevresi içinde Yahudi topluluklarında “belli bir bilgelik düzeyinde “kişinin kumara eğilimi dolayısıyla başının dertte olması muhtemel olup bir adam, her halükârda Yahudi dinî-yasal müessesinde herhangi bir görev alamaz.[37]
Ortaçağ Yahudileri arasında, işlenen yeminden dönme günahı, kumardan vazgeçme yeminini bozmaya yükleniyordu.[38]
Müslüman mütefekkirler bazı hallerde, görüşlerine göre erişemeyecekleri bir bilgiyi kendine mal etmek gibi küstah ve caiz olmayan beşerî çabalara kumarı da ithal etmişlerdi. Maliki Kurtubî’nin izah ettiği gibi, Kur’an’ın fal oklarına telmihi, ister güvercin uçuşu, nard, satranç ya da benzer oyunlar olsun, her tür kumara teşmil edilir. Bu meyanda bir nevi falcılık ve “doğaüstünden bilgi talebi gayretleri” zikredilir.
Mamafih bizim için daha Önemli olan, İslâm’ın, Judaism ve Hristiyanlıktan çok, güneşin altında her şeyin müdir gücünün kör talih olmadığı hususunda tek tanrılığın temel akidesini çok daha yakından hatırlaması keyfiyetidir. Peygamber, baştan sona kadar Allah tarafından saptanmış belli bir maksada sahip bir dünya ilân etmişti. Bu maksat, herhangi bir doğruca kadere bırakılacak hiçbir şeye izin vermiyordu. Kumar, bir anlamda, tanrısal amaçla alay etmek oluyordu.[39]
Bu arada, kimsenin kumar uğruna dinini ortaya koymaya hakkı yoktur. Yahudi’nin biri her şeyini, parasını evini, bahçesini ve hatta gözlerinden birini bir zar kumarhanesinde kaybetmiş ama dinini ortaya koymamış ve Müslüman olmamış.[40]
[1] Raymond Charles. – Le droit Musulman, P. U. F., Paris 1956, s. 5-33.
[2] Bkz. Claude Cahen. – L’Islâm des origines au début de l’Empire Ottoman, Histoire Universelle Bordas 1970, s. 77.
[3] Freya Stark. – Rome on the Euphrates, London 1966, s. 319-21.
[4] ibd., s. 322.
[5] Watter J. Fischel. – Jews in the economic and political life of Medieval İslam, London 1968, s. 6.
[6] I. Goldziher. – Le dogme et la loi de l’Islam, s. 34-5.
[7] ibd., s. 39.
[8] Gaston Wiet. – L’Empire Neo-Byzantin des Ommayades et L’Empire Neo-Sassanide des Abbasides, in CHM I/1,
1953, s. 63 ve dev.
[9] Mircea Eliade. – op. cit., s. 81-2.
[10] Bernard Lewis. – Politics and war, in The legacy of Islam, s. 157.
[11] Mircea Eliade. – op. cit., s. 165.
[12] ibd, s. 167-171.
[13] Henri Corbin. – Histoire de la philosophie Islamique, s. 199.
[14] Parviz Elmi (Perviz İlmi). – İran’da maliye ve verginin sosyal ve ekonomik hayata etkisi (Doktora tezi) İ.Ü. Ed. Fak. Sosyoloji kürsüsü, İst. 1973, s. 24.
[15] Bkz. Richard S. Sarason. – A history of the Mishnaic Iaw of agriculture. A Study of Tractate Demai, Leiden 1979,
passim.
[16] A. Grohmann. – öşür, in İA.
[17] P. Garelli. – Les Assyriens en Cappadoce, s. 188-9.
[18] G. G. Scholem. – La Kabbale, s. 139-40.
[19] Cemil Sena. – Allah fikrinin tekâmülü ist, (t. y.), s. 6.
[20] Tarafımızdan belirtildi.
[21] N.A. Stillman. – Khil’a, in EI.
[22] James B. Pritchard (ed) – op. cit II, s.36 ve dev.
[23] GG ve Steingass
[24] GG.
[25] Bu sözler, İran-Yahudi kültürel alışverişine bir delil oluyor.
[26] Avram Galante. – Padişah, paşa, bey, efendi, ağa kelimelerinin menşeleri, in Yeni Mecmua 81, 2 Ağustos 1923, s. 303-4.
[27] M Fuat Köprülü. – Bey, in İA.
[28] Louis Bazin. – Beg-Bey,in EI.
[29] Jean Deny. – Paşa, in İA.
[30] Elvan Çelebi. – Manâkibul-kudsiyye fî menasibil-ünsiyye, haz. İ.E. Erunsal ve A. Yaşar Ocak, İst. 1984, s. XX ve XXIV.
[31] Naim Hazım. – Türk dilinin Samî dillerle münasebeti İst. 1934.
[32] Franz Rosenthal. – Gambling in Islam, Leiden 1975.
[33] ibd., s. 60, infra 251.
[34] Arapça metinde maysir.
[35] F. Rosenthal.. – op. cit., s. 67-8
[36] ibd., s. 85.
[37] ibd., s. 146.
[38] ibd., s. 155 infra 84.
[39] ibd., s. 158-9.
[40] ibd., s. 170-1.