“Politika” tâbiri, çok sayıda anlamda kullanılıyor. İç politika, dış politika, tütün politikası, alkol politikası, pancar politikasından… söz edilir. Münasip bir karar için birçokları arasında bir anlamın seçilmesi gerekir. Şöyle ki politika sözcüğü, herbiri kesin bir anlama sahip iki İngilizce sözcüğü ifade ediyor. Gerçekten Türkçe “politika”, Anglo-Saxon’ların hem policy, hem de politics dediklerinin karşılığı oluyor.
Policy ile bir kavram, bir hareket programı, ya da doğruca bir birey, bir grup veya bir hükûmetin hareketinin kendisi tarif ediliyor. Örneğin, tütün politikası bahis konusu olduğunda, belli bir soruna, üretimin fazlalıkları ya da açıklarına uygulanan hareket programının tümü hedef alınıyor. En başta politika sözcüğü, böylece programı, hareket yöntemini ya da bir birey, veya bir grubun hareketinin kendisini ifade ediyor.
Bir başka anlamda, İngilizce politics karşılığı olarak politika, çeşitli politikaların (policy anlamında) birbirlerine karşı çıktıkları veya birbirleriyle rekabet ettikleri alana uygulanıyor. Alan – politika, herbirinin bir policy’ye, yani ereklere, çıkarlara, bazen felsefelere sahip birey ya da grupların çatışmalarının tümü oluyor (114)– .
.
. .
İkisi konumuzu doğruca ilgilendirmemekle birlikte genel olarak irdeleyeceğimiz üç kılıç zoru tarzından, ezcümle İspanyol ihtilâli, nasyonal-sosyalist ihtilâli ve Rus ihtilâlinin farklı tarzlarından kısaca söz edeceğiz. Aralarındaki farklara rağmen bunların müşterek yanı, azınlıkta ve silâhlı bir grup tarafından iktidarın şiddet kullanılarak ele geçirilmesinden ortaya çıkmalarıdır.
Meşrûtî-çoğulcu (çok partili) rejime muhalif üç tip rejim tefrik edilir. İlki meşrûtiyet’e değil, partilerin çoğlculuğu’na muhalif oluyor. İkinci tip, partilerin çoğulculuğuna karşıt ama Devlet’le iç içe geçmiş bir iltilâlci parti’nin lehinde oluyor; bu sonuncusu Hitlerci rejim durumudur. Ve nihayet bu üçüncü tip, bir evvelki gibi partilerin çoğulculuğunun karşısında ve bir ihtilâlci parti lehinde oluyor, ama işbu ihtilâlci-monopolistik partinin ereği, toplumun tek bir sınıf içinde birleştirilmesidir.
Portekiz rejimi birinci tipe örnek oluyor. Gerçi, Salazar parlamenter tipi bir meşrûiyeti kabul etmiyorsa da Devlet’in hükümranlıklarını sınırlamaya, sosyal bünyelerin özerkliğini sağlamaya çaba gösteriyor. Bu türden bir rejim, parlamenter temsilden farklı bir temsil tarzı yaratma eğiliminde oluyor. Partilerin rekabetini, iktidara sahip olmak için sürekli yarışmayı reddediyor ama idareciler tüm güce sahip olmayacaklar, kanunlara, ahlâka, dine bağlı olacaklar. Bu, demokratik olmadan liberal olmayı isteyen ama liberal olmayı başaramayan bir rejimdir. Adî olarak faşist tâbir edilen ikinci rejim tipi, öncekiyle demokratik fikirler ve parlamento uygulamalarını mahkûm etme hususunda müşterek olmakla birlikte birkaç fark görülür. Salazar rejimi, insanları “depolitize” etmeyi, Mussolini ve Hitlerinkiler onları “politize” etmek ve “fanatikleştirmek” istiyor. Salazar rejiminde Devlet partisi yokken, Mussolini ya da Hitlerinkiler birer Devlet partisine sahiptiler.
İspanyol, İtalyan ve Alman rejimlerinin müşterek yanı, bunların hepsinin 1789 demokratik ve liberal düşüncelerini mahkûm etmeleridir. Her üçü de otorite prensipine başvuruyorlar ama dayandıkları doktrinler çeşitlidir. İspanyol rejimi, Salazar’ınki ile Mussolini’ninkinin arasında gibidir; ilki gibi geleneksel düşünceye dayanıyor; Kilise’nin rolünü idame ettirme iddiasında olup otoritenin yukardan geldiğini ve yurttaşların tercihlerine bağlı olmayacağını savlıyor ama bir totaliter Devlete muhalif oluyor. İspanyol rejimi Salazar’ınkinden daha az muhafazakâr olup, modern faşizmden bazı unsurları içeriyor; örneğin İtalyan faşist hareketiyle benzerlikler arzeden falanjist hareket. İtalyan rejimi bir Devlet partisine dayanıyor, bir devletçi teori güdüyor, ama Alman rejimine kıyasla daha az devrimci idi; geleneksel yapıları muhafaza etmeye çabalıyor, hükûmete, parlamenter toplantıların yok edilmelerinin, tek partinin desteklenmesinin teşvik ettiği sınırsız yetkeyi veriyordu. Bu tiplerin arasında en saf şekilde temsil edilen, nasyonal-sosyalist rejimi oluyor. Gerçekten hareket, antidemokratik ve antiliberal idi ama bir türlü de, tam anlamıyla devrimci idi, şöyle ki Weimar Cumhuriyeti’nin sosyal ve ideolojik dokularını altüst etmeye çabalıyordu. Birlik (Vahdet) prensipi, İtalyan faşizminde olduğu gibi Devlet’ten değil, ulus ve daha da çok ırktan geliyordu.
Ve nihayet komünist rejimi de partilerin çoğunluğunu ortadan kaldırıyor ama demokratik-liberal fikirleri inkâr etmenin uzağında, partilerin rekabetini eleyerek onları gerçekleştirme iddiasında bulunuyor. Ona göre meşrûtî-çoğulcu rejimler bir kapitalist oligarşinin gizlemesinden (kamuflaj) başka bir şey değildir; bu itibarla kapitalist oligarşi yok edilip gerçek hürriyet ve demokrasiyi gerçekleştirmek için bir üniter, sınıfsız toplum tesis edilecektir. Partinin tekeli ona, hürriyet ve demokrasiye ters düşüyor gibi gelmiyor. Sınıfsız bir toplumun en yüce ereklerine varmak için, proleter sınıfın ifadesi olan bir partinin mutlak hükümranlığı, elzem bir vasıtadır.
Komünist rejimle faşist tipinde rejimlerin şeklî temsil farkları ile benzeşimleri bulunuyor. Hitler rejimi, komünist rejim gibi, siyasî faaliyetin tekelini elinde tutan tek partiyi içeriyor. Bu tekelci parti, bir devrimci ideoloji ile mücehhezdi. Bu sonuncusundan, mevcut toplumun kökten değişimini amaçlayan bir irade anlaşılacaktır. Almanya’da bu tekelci partinin taparcasına sevilen bir şefi vardı; Rus partisinde ise şef her zaman böyle sevilmedi, ama sevildiğinde de tapınma, ölümünden sonra son buldu. İkinci benzeşim bir ideoloji ile terör birleşimine taallûk ediyor. Bu türdeki rejimler, bir fikir adına, muhaliflere karşı az çok yaygın terörü kullanıyorlar. Hepsi, ideolojik düşmanı en adî caniden daha suçlu addediyor.
Buna rağmen farklılıklar hemen göze çarpıyor. Seçmen ve militanlar aynı sosyal sınıflardan çıkmıyor. Rusya’da ve 1939’dan önce Almanya’da veya Fransa’da günümüzde komünist partisi militanları münhasıran işçi sınıfından çıkmıyorsa, yine bunların başlıca çıkış kaynakları işçi sınıfı oluyor. Faşist tipinde partiler, halk kitlelerini seferber etmişlerdi, ama genel olarak birliklerini işçi sınıfından almıyorlardı.
İdareci sınıfların faşist partilerle komünist partilere karşı tutumları esastan farklı olmuştu İtalya’da, Mussolini’nin iktidara el koymasından önce, İtalyan idareci sınıfının bir bölümü, özellikle sanayici ve finans çevrelerindeki, faşist partiden yana olmuştu; Almanya’da Hitler, büyük sanayiciler tarafından paraca desteklenmişti. Kapitalist sınıfın, faşist hareketlerini tertipleyip tertiplemediği tartışmalı sorununu şimdilik bir kenara bırakıyoruz (115)– .
Komünist rejim kendi ideolojisini ileri sürüp ona uyduğunu iddia ettiği sürece o, çoğu kez, ideokrasi tesmiye edilmişti. Daima ideoloji ile gerçeği karşılaştırmak gerekir, ama ayırım, çoğu kez güç olmaktadır. Yanlış bir fikre inanmak, onu bazen doğru kılmaya yetiyor. Yurttaşların, sınıfların varlığına inanmadıkları ölçüsünde, bunlar mevcut olmuyorlar (116)– .
.
. .
Yukarda totaliter ve faşist rejim türlerini irdeledik. Şimdi de, bunların paralelinde, marksist sol sistem çeşitlerini kısaca ele almakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Aşağıda sıralanan önderlerin herbirinin etrafında sosyal ve kültürel bağlamı hatırlatmak, bize marksizmin tarih bölümlerini yeniden bulma olanağını sağlayacaktı. Bu bağlamda Marx’tan sonra marksist hareket ve araştırma hareketlerinin kısa bir kronolojisini vermek gerekli olacak. Bu, marksist hareketin tarihî marhalelerini belirtecektir.
1883 – 1895
1883, Karl Marx’ın ölümü. Kapital’in sadece birinci cildi yayımlanmıştı (1867’de).
Friedrich Engels 1885’te ikincisini ve 1894’te üçüncüsünü yayınlıyor. 1895, Engels’in ölümü.
Deville, Lafarque ve Guesde marksizmi, halka yaymak için, basitleştirerek Fransa’ya getiriyorlar. 1890-1893’te Fransız İşçi Partisi kuruluyor.
Kautsky işi halka yayıyor: Marx’ın ekonomik doktrini, 1887.
Antonio Labriola Marksizmi İtalya’ya getiriyor, 1892.
1880’den itibaren marksizm Rusya’ya giriyor. Pléhanov(117)– 1895’te tarihin monist (birci, tekçi) kavramının gelişmesi üzerine adlı kitabını yayınlıyor. Rus popülistleriyle (halkçı olmakla birlikte halkı ancak seçkinlerin yönetebileceği ve tarihe de bu seçkinlerin yön verdiği savının savunucuları) polemiğe giriyor ve Rusya’nın, sosyalist devrime varmadan önce kapitalist gelişmeyi bilmesi, burjuva devrimini yapmasının gerektiğini düşünüyor.
1895 – 1900
Karl Kautsky, marksizmin orthodox yorumcusu olarak kendini kabul ettiriyor. Bunun için teorik “Die Neue Zeit” dergisini kullanacaktır. Doğa bilimleri ve Darwin’in fikirlerine inanmış olarak bir tür ekonomizmi, içinde süreçlerin doğanınkilerle kıyaslanabileceği bir tarih görüşünü geliştiriyor. Kapitalizm, az çok otomatik bir evrimle, her gün daha şiddetli sakınılamaz krizlerle karşılaşacak ve toplumun dönüştürülmesi için geri dönüşsüz “proleter” gücü meydana getirecektir. Bu olana kadar, proletaryanın öncüsü sosyal-demokrat parti tarafından idare edilen işçi sınıfı, zamanında kaçınılmazı sağlamak için örgütlenecektir. Sınıf bilinci, nesnel “bilimsel” evrim-devrim âmillerin karşısında bir tür gölge olay olmuş oluyor.
Almanya sosyal-demokrasisinin sinesinde bu görüşler, minimum “taktik” programla , maksimum “devrimci strateji” program arasındaki farkı beraberlerinde sürüklüyorlar.
Almanya’da Bernstein, Rusya’da Strouvé, Fransa’da Georges Sorel, Marx’ın tahlillerinin yeniden gözden geçirilmelerini teklif ediyorlar.
İşbu revizyonizm’in başlıca temsilcisi Bernstein oluyor. Teorik ve sosyal sosyalizm, pratik demokrasi’yle Marx’ın ütopyalarına, gerçekleşmeyen tahminlerine işaret ediyor.
Kautsky ile Bernstein arasında bir polemik vâki oluyor.
İtalya’da Labriola, devrimci marksizme yeniden güç aşılıyor. Onun indinde marksizm, “hayatın ve dünyanın bir genel görüşü”, ekonomi, ahlâk, politika, kültür arasındaki ilişkilerin çapraşık olduklarının, ekonominin “son üstelemesi”ni temsil ettiğinin ortaya çıktığı bir analiz oluyor, o, praxis’in bir felsefesi ve gerçeğin bir “genetik kavramı” gibi.
Fransa’da, entelektüel, parlamenter, büyüleyici hatip Jean Jaurès (1859-1914), sosyalistlerin birliği için çalışıyor. Fransız Devrimi çizgisinde liberal, demokratik, bir hümanist sosyalizmi geliştiriyor. Aynı zamanda bu hümanizmayı diyalektik materyalizmle bağdaştırmayı kendine iş ediniyor. Ama sosyo-ekonomik çelişkilerden çok, beşerî özlemlerle (sanatta, metafizik, ahlâkta…) ekonomik ayrılıklar üzerinde ısrar ediyor. Uygulamada Jaurés, evrimle devrimi uzlaştırmaya çabalıyor. Jaurés, evrimle devrimi uzlaştırmaya çabalıyor. Jaurés’in bu düşüncesi, II. Enternasyonal’in Fransız sosyalizmine damgasını vuracaktır.
1901-1910
Kautsky Kapital’in dördüncü cildinin bir bölümünü yayınlıyor ve kolonial emperyalizm üzerindeki analizlerine devam ediyor.
Parvus (118)– ve Rosa Luxemburg, kapitalizmin şiddetli ve çırpınmalı bir gelişmesini haber veriyorlar.
Victor Adler Avusturya sosyal-demokrat partisi’ni kuruyor (bunun statülerini Kautsky kaleme alıyor). 1904’ten itibaren Max Adler, Rudolf Hilferding, Karl Renner ve Otto Bauer, Avusturya marksizmine bir orijinal çehre veriyorlar.
1900 ile 1902 arasında, Lenin Devrimci Parti kavramını özümlüyor (Que faire ?, 1902). Sosyalizmden önce bir burjuva devriminin taraftarları olan menşevik’lerle (Martov) bir işçi ve köylü proleter devriminden yana olan bolşevik’ler (Lenin) arasında sıkı mücadele. Devrim (kaçırılan 1905 devrimi) karşısında barışmış olan menşeviklerle bolşevikler, 1912’de nihaî olarak birbirlerinden kopacaklardır.
1911 – 1917
Almanya’da sosyal demokrasi gün geçtikçe güçleniyor: 1912’de, oyların % 35’ini topluyor. Bernstein’in reformcu tezleri bunu sürüklüyor. Kautsky, revizyonistlerle polemiğini kesiyor ve onların beklentilerini “bilimsel” analizleriyle benimsiyor. Sosyal demokratlar, dünya harbi karşısında güçsüz ve bölünmüş olarak kalıyorlar.
Avusturya marksistleri, ulusal ve kolonial mesele üzerinde çalışmalarını sürdürüyorlar.
Hollanda’da Pannekoek ve halk şuracıları sömürge mücadeleleri ile Avrupa devrimini açıkça birbirlerine bağlıyorlar. Aynı yönde Lenin, sonunda Asya’nın devrimci rolünü kabul ediyor. Dünya Harbi sırasında Rosa Luxemburg, Radek Gorter, Henriette Roland-Horst, Avrupa ve Rusya uluslarının millî özlemlerinin bütün devrimci karakterini yadsıyorlar. Lenin bu arada II. Enternasyonal’in ihanetini ilân ediyor.
1916-1917’de Lenin’le Boukharin, emperyalizm sorununu yeniden ele alıyorlar: Bu sonuncusu kapitalizmin kendi kendine tahrip etmesine otomatik olarak götürmeyecektir. Bu itibarla, harbin yarattığı fırsattan yararlanarak sınıfların mücadelesini şiddetlendirmek ve ilk devrimci safhada “demokratik diktatörü” gözönünde tutmak önemli oluyor. Ama 1917’de Lenin, demokratik devrimi sosyalist devrime tahvil etmek, bundan dünya devrimine geçmek için Trotsky’nin görüşleriyle birleşecektir.
1917 – 1918
Rusya’da Ekim devrimi. Bolşevikler Rus devrimini ilk sosyalist devrim olarak takdim edip bunun Avrupa’da zincirleme yayılacağını ümid ediyorlar. Burjuva parlamenter demokrasinin karşısına Sovyetlerin proleter demokrasisi ile çıkıyorlar. Rus toplumuna, eksik olan altyapıları verebilmek için geçici olmak kaydıyla, işçi kontrolunda Devlet kapitalizmini öngörüyorlar. Rosa Luxemburg onlara önemli bir destek sağlıyor.
1918 – 1921
Rusya’da, harp komünizmi dönemi: Almanya ile ayrı barış (3 Mart 1918’de Brest – Litovk antlaşması). Toprak üzerine kararnameler, endüstrinin, bankaların, demiryollarının, dış ticaretin millîleştirilmeleri. III. Enternasyonal, ya da “Komüntern”in kurulması. Devrimlerin öncelliği üzerine tartışmalar: Sanayileşmiş Batı’da mı, Asya ülkelerinde mi? Komünist Enternasyonal’in 2. Kongresi’nde Roy, Asya devrimlerinin öncelliğini savunuyor.
Avrupa içinde sovyetik devrim girişimleri: Almanya’da, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in yönettikleri Spartakistler ayaklanması (Aralık 1918 – Ocak 1919). Macaristan’da Bela Kun’la bir Sovyetik Cumhuriyetin kurulması (20 Mart – 1 Ağustos 1919). Bu girişimlerin başarısızlığı.
Devrimci hareket, şûralar komünizmine yol açıyor: Pannekoek (Hollanda) bu radikal komünizmi Komüntern çizgisinin karşısına çıkarıyorken İtalya’da Antonio Gramsci ve Ordine nuova (yeni düzen)’in militanları hem şûraların kurulmasını, hem de bir devrimci partinin yapılandırılmasını tavsiye ediyorlar.
Seçimlere ve sendikalara iştirak etmenin uygunluğu üzerinde tartışmalar.
III. Enternasyonal’in 2. Kongresi (Temmuz – Ağustos 1920), Sosyalist partilerin buna girmeleri için yirmibir koşulu tanımlıyor. Sosyal-demokratlarla (“sosyalistler”), Komüntern yanlıları (“komünistler”)’in birbirlerinden kopmaları: Almanya’da Halk Kongresi’nde (Ekim 1920), Fransa’da Tours Kongresi’nde (Aralık 1920), İtalya’da Livorno Kongresi’nde (Ocak 1921).
1921 – 1924
Sovyetler Rusyası’nda, köylülerin ve küçük üreticilerin mukavemeti, ve bundan hasıl olan kıtlık, idarecileri “yeni düzen’e (N.E.P. – New Economical Policy), geçici olarak pazar ekonomisine dönüşe zorluyor. İşbu taktik tavizleri telâfi etmek için sosyalist üst yapıları kuvvetlendirmek önemli görülüyor: Eğilimlersiz ve de fraksiyonsuz tek bir Parti’nin diktatörü, gerekli bürokrasi, Devlet kapitalizmi – Ama yine de Parti’nin köylülerin itimadını muhafaza etmeyi arzu eden sağı Boukharin, Rykov, Tomsky, Kamenev ve Zinoviev’in kararsız merkezi ve inatla uluslararası devrimi, demokratik sosyalizmi düşünen ve N.E.P’i reddeden Trotsky’nin solu arasında karşıtlıklar gün ışığına çıkıyor.
İlkbahar 1921’de 3. Kongre sırasında Enternasyonal, tüm proleter teşekküller, özellikle sosyalistlerle birleşmiş cephe taktiğini seçiyor. İtalya’da Bordiga bu yeni taktiğe şiddetle muhalefet ederken Gramsci bunu tasvip ediyor.
Çin komünistleri büyük kentlerin proletaryasının desteğini arıyorlar ve Sun Yat-tsen tarafından kurulmuş Kuomintang’la işbirliğine girişiyorlar.
1924 – 1931
Sovyetler Rusya’sında, tek bir ülkede sosyalist güçlenme yanlılarıyla, Trotsky başta olmak üzere, uluslararası devrim yanlıları arasındaki ihtilâf devam ediyor. Lenin’in ölümü (1924) üzerine Stalin, bir fraksiyonu öbürüne karşı koyarak duruma hâkim oluyor. 1924’te Trotsky’yi mahkûm ettirmek için sağa ve merkeze dayanıyor, sonra da merkezi (Zinoviev ve Kamenev) bertaraf etmek için sağa dayanıyor. 1928’de sağı (Boukharin, Rykov ve Tomsky) ezmek üzere solun fikirlerini ele alacaktır. Trotsky 1929’da sürgüne çıkıyor. Stalin’in zaferi kollektifleştirmenin yeniden ele alınmasını ve ciddî bir sanayileşme çabasını intacediyor. Ekonomik âlet, “beşyıllık plân”ın müdir organı Gosplan olacaktır: Ekim 1928’de hazırlanan birinci plâna 1929 yazında başlanıyor.
Avrupa komünist partileri, Sovyetler Rusyası’nın sarılması ve ona tecavüz edilmesinden sakınmak için sosyalistlerle savaşmaya davet ediliyorlar. Böyle bir talimat, faşizmlerin gücünü küçük görmeye götürüyor: Daha o zaman, İtalyan komünistleri yeraltına çekilmek zorundalar ve şefleri Gramsci’nin hapsedilmesini görüyorlar; Almanya’da ilk günün Stalin’cisi Thäelmann, sosyal demokratlara karşı nazilerle birlikte oy veriyor ve nazizmin gelişini olumlu bir biçimde selâmlıyor.
Avrupalı sosyalistler, Bauer dışında, Sovyet rejiminin devam edeceğine inanmıyorlar. Onlar da faşistliklerin önemini bilemediler, bir stratejik bekleyişe sığınıp taktik olarak hareketlerini Devletlerin parlamenter düzeyinde göstereceklerdir.
Pannekoek gibi radikal marksistler, Rus devrimini burjuva devrimlerinin en sonuncusu olarak telâkki ediyorlardı. Bolşevik Partisi’nin dikta türünün geçersizliğini ilân ediyorlardı. 1926’da Alman Komünist Parti’sinden ihraç edilen Korsch, işbu reddiyelere iştirak ediyordu.
Çin komünistleri, Tchang Kaï-chek’in zaferini sağladıktan sonra, muzaffer rejim tarafından çok ağır bir kitlesel cezalandırmanın kurbanı olmuşlardı.
1931 – 1939
Stalinizm, sistem olarak dikiliyor. Devlet, yeni toplumun yapılandırılması için merkezî güç oluyor. Sosyalizmin yapılanmasına muhalefet edenleri cezalandırmak üzere Devlet, “gereklilik olarak” , polis devleti haline geliyor. Parti, tarihî, bilimsel, artistik gerçeği tayin ediyor. 1935’ten itibaren Moskova’nın büyük muhakemeleri bütün eğilimlerdeki muhaliflerin (Zinovcev, Kamenev, Boukharin, Tomsky vs.) tasfiyesini sağlıyor.
Avrupa’da komünist partilerin görevleri, “sosyalizmin vatanı”na karşı muhtemel harp hazırlıklarını felce uğratmak olmuştu. Böylece de parlamenter oyun, sosyalistlerle ittifak, İspanya ve Fransa’da halk cepheleri (Fronts populaires) girişimleri sahneye çıkıyor.
Radikal marksistler, eleştirilerini sürdürüyorlar, Stalinizmle kapitalizmin birbirlerine yaklaşan bir evrimini tahmin ediyorlar. Kendisinden uzunca söz etmiş olduğumuz Wilhelm Reich, Freudeu, analizlerle marksizmi karşılaştırıyor.
1938’de Trotsky IV. Enternasyonal’i kuruyor.
Ekim 1934’den Ekim 1935’e kadar, Kuomintang’ın birliklerinin kovaladığı Mao’nun kızıl ordusu, onu Çin’in Güney-Doğu’sundan Kuzey-Batı’sına götüren Uzun Yürüyüş’ü (9650 km) gerçekleştiriyor. 1937’den itibaren Japon istilâsı, komünistleri sadece askerî alanda milliyetçilerle işbirliğine sevkediyor.
1939 – 1945
Alman – Sovyet antlaşması (Ağustos 1939), sonra Almanya’ya karşı savaşın bitiminde, Yalta ve Potsdam Konferansları ile Sovyet Rusya, topraklarını genişletiyor. Almanlara karşı savaş çabası, Mukavemet hareketlerine iltihak eden bütün komünist partilerin yeraltı faaliyetleri ile destekleniyor.
Trotsky, SSCB’ne karşı eleştirilerini sürdürüyor : “Dejenere olmuş işçi Devlet”. 1940’da Meksika’da katlediliyor.
Rizzi ve Schachtman bir orijinal teori geliştiriyorlar: Sözümona sosyalist ülkelerde yeni bir bürokratik sömürücü sınıfın zuhuru.
1945 – 1947
Harbin ertesinde, komünist hareketler yoğun bir siyasî ve entelektüel faaliyet içine giriyorlar, özellikle Fransa ve İtalya’da Stalin onlardan sosyalist ve demokratlarla işbirliğine girmelerini istiyor.
Yugoslavya’da komünistler, başlarında Tito olmak üzere, iktidarı ele alıyorlar. Orta Avrupa’da SSCB’nin himayesinde “halk demokrasileri” yerleşiyor.
Çin’de Japon teslimiyeti, iktidar için komünistlerle milliyetçiler arasında bir savaş dönemini başlatıyor.
1947 – 1956
Kominform (enformasyon bürosu)’un kurulması, SSCB etrafında bütün komünist partilerin kontrolünü daha bir güçlendirme iradesinin belirtisi oluyor. Sovyet bloku ile Amerikan – Batı bloku arasında soğuk savaş, işbu merkezîleşme eğilimini güçlendiriyor.
Zdanovizm (partinin tarihî, bilimsel, artistik gerçeğini saptaması – 1937’den beri Yüksek Presidium üyesi Zdanov’un adından) giderek artıyor. Kapitalizmin bir genel krizinin yakın bir gelecekte vâki olmayacağı görüşünü savunan ekonomist Varga’nın teorileri eleştiriliyor. Stalin bilimsel araştırma, linguistik, ekonomi, kapitalizmin çelişkilerinin şiddetlenmesi üzerindeki görüşlerini icbar ediyor. 5 Mart 1953’te ölüyor. Buzlar, bi ölçüde “çözülüyor”sa da sistem yeni baştan ele alınmıyor.
Yugoslavya’da Tito, Stalin’in politikasının çizgisine gelmeyi reddediyor: Mart 1948’de kopma tam oluyor. “İşçi konseyleri” tarafından kendi kendini yönetme, ekonominin motoru oluyor.
Fransa’da, İtalya’da, komünistler hükûmetten çekiliyorlar ve uzun bir muhalefet dönemine giriyorlar.
Parti’den 1948’de atılmış Henri Lefebure, Batı komünist partilerinin kısırlığını saptıyor. Çağdaş toplumun bir eleştirisini, ilerilik ve günlükçülük kavramlarıyla geliştiriyor.
1953’ten itibaren Almanya, Polonya ve Macaristan’da, Stalinci topluma karşı muhalefetler ortaya çıkıyor.
1 Ekim 1949’da Çin’de, halk cumhuriyeti ilân ediliyor. Marksizmin kökten yeni bir tipi, Sovyet Rusyası’ndakinin yerini alıp hergün daha çok ona muhalefet ediyor.
1956 – 1968
Rus komünist Parti’sinin XX. kongresi (14-25 Şubat 1956), bir Stalincilikten arınma dönemini kûşad ediyor: Nispî bir iç liberalleşme, Yugoslayva ile barışma, Batı ile barışçıl bir birlikte yaşama.
Sovyetler Rusyası ile Çin arasında kopma, 1958 ilâ 1963’te vâki oluyor. İtalya’da, Palmiro Togliatti, çokmerkezlilik (polycentrisme) teorisini düsturlaştırıyor: Her ülkenin gerçeğe intibakı, farklılıklara saygı, açıklıkla karşılaşma.
Macaristan’da, Polonya’da işçi konseyleri kuruluyor. Zimiand yeni devrimci partilerin kurulmasının gereğini savunuyor. Modgelewski ve Karon, bürokratik sistemin çelişkilerini tahlil edip bunları ilân ediyor. Sovyetler Rusyası, işbu özerklik ve itiraz hareketlerini bastırma ya da frenlemeye çaba harcıyor.
Herbert Marcuse, freudo-marksizm’in izinde, çok gelişmiş toplumları çok baskıcı olarak eleştirip bir baskıcı olmayan toplum için hem sosyal, hem de kültürel devrime çağrı yapıyor.
Louis Althusser, Marx’ın yazılarının yeni bir – metodolojik ve yapısal – kıraatı (okunuşu)na girip, devrimci praxis’in bilimsel temellerini yeniden biçimlendiriyor.
Küba’da Fidel Castro, bir başkaldırıcı gerilla sonucunda Batista diktatörlüğünü bitiriyor (1959). Kendine özgü bir marksist sosyalizm geliştiriyor: Sürekli pedagoji, partinin tabanla teması, buna Devlet’in erişmesinin bir başlangıcı. Küba örneği, Latin Amerika’nın devrimci mücadelelerine bir dürtü veriyor. Bolivya’da 9 Ekim 1967’de öldürülen Che Guevera, nam-ı diğer “Ché”, işbu mücadelelerin, dünyanın her tarafında, “kahraman”ı oluyor.
1968 – 1973
Orthodox marksistlerin en ciddî meşguliyetlerinden biri, dünyanın her tarafında, öğrenci ve işçi gençlik içinde, aşırı solu, ihtilâlci solcu (Gauşist) olgusu oluyor. İşbu damga, tüm alaşımlara uygun düşüyor. Gerçekte, bu “gauşizm” tâbiri altında en azından üç akım anlaşılabilir: Anarşizm, Trotskist marksizm ve Maoculuk.
.
. .
Marx’tan sonra marksizmin işbu yüzyıllıktan uzun hikâyesini, belirgin kol başılarını anımsayarak kısaca yeniden yaşatacağız. Bu kol başları arasında, muzaffer düşünür ve hareket adamlarını: Lenin ve Mao; ya da kurbanları: Rosa Luxemborg, Gramsci, Trotsky; harekete yakın düşünürler: Lucacz, Bauer, Pannekoeck; entelektüel araştırıcılar: Wilhelm Reich, Lefebure, Althusser’i buluyoruz. Bunların her bir bölümü, bir devrimci radikalizm içinde, “sol”a oturtulabilir: Trotsky, Rosa Luxemburg, Pannekoeck; Bauer “sağ”a yerleştirilebilirken Lenin, Gramsci, Mao’nun herbiri, orthodoxluğun başı olarak toplanırlar. Entellektüeller arasında Reich, kenarda kalıyor ve Althusser, güçlü bir yenileyici veçhesi arzederken, Lucacs ve Lefebure, bir eleştirel hürriyet bölgesinde deviniyorlar (119)– . Bütün bunların uzun ayrıntılarına girmiyoruz.
– (114) Raymond Aron – Démocratic et totalitarisme, Paris, Gallimard, 1926.
– (115) ibd., S.225-239 .
– (116) ibd., S.243 .
– (117) Georgi Valentinoviç Pléhanov (1856-1918) (Resim21) – Rusya’daki Marksist hareketin kurucusu ve uzun yıllar önde gelen sözcüsü olan Marksist kuramcı. Zaman içinde Menşeviklere katılarak Bolşeviklerin 1917’de iktidara gelmelerine karşı çıkmış ve sürgünde ölmüştür. Bir küçük eşraf ailesinin oğluydu. Voronej Askerî Akademisi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra 1873’te subay olmak üzere Petersburg’daki Konstantinovkoya Askerî okuluna yazıldı. Kısa süre sonra Madencilik Enstitüsü’ne geçtiyse de, ikinci sınıftan ayrılarak kendini tümüyle populist devrimci harekete adadı. Hareketin bir köylü ayaklanması yoluyla tarım sosyalizmi kurmayı amaçlamasına karşın, Plehanov daha çok kentli fabrika işçileriyle ilişki kurmasına yol açan etkinliklerde bulundu. 1877’de “Toprak ve Özgürlük” adlı popülist örgütün önderleri arasına katıldıktan sonra, yeraltı çalışmaları içinde yer aldı. Örgütün aynı adı taşıyan organında, bazısında Marksizm etkisi görülen yazıları yayımlandı. “Toprak ve Özgürlük” şiddet yöntemlerine yönelince, kitle ajitasyonunu sürdürmeyi amaçlayan ve şiddete karşı çıkan ayrı bir grup oluşturdu. Ama bu grup kısa ömürlü oldu; Plehanov tutuklanmamak için 1888’de yurtdışına çıktı ve 1917’ye değin Rusya’ya dönmedi. Rus Marksizminin biçimlenmesi. Plehanov sürgün yaşamının büyük bölümünü Cenevre’de geçirdi. 1883’te birkaç arkadaşıyla birlikte “Emeğin Kurtuluşu” adlı ilk Rus Marksist devrimci örgütünü kurdu. Sosyalizm ve Siyasî Mücadele (1883) ve “Ayrılıklarımız” (1885) adlı iki önemli yapıtında popülizmi yerle bir eden eleştirler getirilerek Rus Marksizminin ideolojik temellerini attı. Rusya’nın, ülkenin toplumsal yapısını değiştiren ve Çarlık otokrasisini ortadan kaldırıp burjuva-demokratik rejimin ortamını hazırlayan bir kapitalist gelişme içinde olduğunu ileri sürdü. Plehanov’a göre, Marksistler gelişme halinde sanayi proletaryasını otokrasiye karşı mücadele için örgütlemek zorundaydı. Çarlığın devrilmesinden sonra kapitalist gelişme sürecinde işçi sınıfı büyüyebilir ve sonunda, sosyal demokrat bir işçi partisinin önderliğinde sosyalist devrimle özgürlüğüne kavuşabilirdi. Bu iki aşamalı devrim şeması uzunca bir süre Rus Marksizminin temelini oluşturdu. Sosyalizm ve Siyasî Mücadele’nin yayımlanmasını izleyen yaklaşık 10 yılda Plehanov’un grubu edebiyata büyük katkıda bulundu, ama Marksistler Rus işçi sınıfından yalıtılmış olarak kaldılar. 1890’ların ortalarına doğru ise hükûmete karşı etkinliklerin canlanmalarıyla gruba Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) gibi bazı önemli kişiler katıldı. Devrimci aydınlar işletme yönetimlerine karşı işçilerle ilişki kurdular. Plehanov ve arkadaşlarının da katıldığı bu grupların etkinlikleri sonucunda 1898’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi kuruldu. Plehanov 1890’larda popülizme karşı mücadelesini (1895), “Tekçi Tarih Görüşünün Gelişimi Üzerine” adlı kitabında sürdürdü. 1898’de, kuramda değişiklik ya da farklı yorum önerilerine karşı klasik Marksizmi savunan bir dizi broşür yayımlamaya başladı. Bunlarda en çok, Alman Sosyal Demokratlarından Eduard Bernstein’in savunduğu reformcu revizyonizm ile Rusya’da başgösteren “Ekonomizm” eğilimini hedef aldı. Plehanov’a, sonra Lenin’e göre, ekonomizm siyasî mücadelenin önemini küçümsüyor, işçi sınıfının kendiliğinden bilinci ve mücadelesiyle yetinmeyi öneriyordu. Lenin’den kopuş. Bu kampanyalarda aynı görüşleri paylaşan Lenin ile Plehanov 1900’de Iskra (Kıvılcım) gazetesinin yayımlanmasında da birlikte çalıştılar. 1903’te Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ünlü ikinci kongresi toplandı. Lenin ile Martov arasında üyelik koşulları konusunda başgösteren bir anlaşmazlık sonucunda parti beklenmedik bir biçimde Bolşevikler ve Menşevikler diye aniden iki hizbe ayrıldı. Başlangıçta Bolşeviklerin yanında yer alan Plehanov, kısa zamanda Lenin’den uzaklaşarak Menşeviklere katıldı. Siyasî yaşamının sonraki yıllarında ve özellikle 1906-1914 arasında partiyi birleştirmek için boşuna çabaladı. Plehanov yaşamının son yirmi yılında felsefe, sanat, edebiyat ve tarihle yakından ilgilendi ve bütün bu alanlarda çalışmalar ortaya koydu. Bununla birlikte siyasî yaşamdan da tümüyle kopmadı. II. Enternasyonal’in önde gelen üyelerindendi. 1904-1905 Rus-Japon Harbi’nde ülkesinin yenilmesinden yana tavır aldı. I. Dünya Harbi sırasında ise tam tersine, İtilaf Devletleri’ni destekledi, çünkü Alman militarizminin zaferinin Rusya’da ve başka ülkelerde ilerici işçi hareketine felâket getireceğine inanıyordu. 1905 Devrimi ile, Plehanov’un 1880’lerde tasarladığı devrimci plan sınandı ve yetersizliği ortaya çıktı. Burjuvazi onun tahmin ettiği gibi hareket etmedi. Önemsemediği köylü sınıfı ise etkili bir devrimci güç olduğunu kanıtladı. Buna karşın kuramının hiçbir temel özelliğini değiştirmeyen Plehanov’un siyasî etkisi iki devrim arasında önemli ölçüde azaldı. Plehanov 1917’deki Şubat ayaklanmasını uzun zamandır beklenen “burjuva” devrimi olarak karşıladı. 1917’de Rusya’ya dönerek Bolşeviklerin bitirmek istedikleri savaşın zafere ulaşana değin sürdürülmesini savundu. Gerek askerler, gerek siyasî taleplerini ertelemeleri için zorladığı işçi ve köylüler onu fazla önemsemediler. Gerici Hükûmet’i eleştirmesine karşın birçok temel siyasetini de destekleyen Plehanov, Bolşeviklerin iktidara yürüyüşlerini durduramadı. Üstelik onlara yönelttiği saldırılar yüzünden, Kızıl Muhafızların aşırı kesimlerince “halk düşmanı” ilân edildi. Bununla birlikte Lenin yazı ve konuşmalarında Plehanov’un özellikle felsefî katkılarının önemini vurgulamaktan geri durmadı (AB).
– (118) Parvus(1867-1924), Rus asıllı Alman sosyalisti. İsviçre’de sürgünde bulunan Lenin’in 1917 Ekim Devrimi öncesinde Almanya üzerinden Rusya’ya dönmesine yardımcı olmuştur. Yahudi bir aileden geliyordu. Gençlik yıllarında devrimci sosyalizmden etkilendi. 1891’den başlayarak Almanya’da yaşadığı uzun süre içinde Marksizmi benimsedi. Lenin, Trotsky ve sürgündeki öbür Rus devrimcilerle tanıştı. 1905 Devrimi’ne katılmak amacıyla Rusya’ya geçti. Ertesi yıl polisçe yakalanarak Sibirya’ya sürgün edildiyse de Almanya’ya kaçmayı başardı. Bir daha ülkesine dönmedi. I.Dünya Harbi’nin başlaması üzerine Alman hükûmetine para karşılığı Çarlık rejimine ilişkin bilgi verdi. Alman hükûmetini, Bolşeviklere ulaştırılmak üzere kendisine çok miktarda para vermeye ikna etti. Nisan 1917’de Lenin’in ünlü “mühürlü tren”le Almanya üzerinden Rusya’ya geçmesini sağladı. Ama Lenin, güenilir bulmadığı Parvus’un Ekim Devrimi’nden sonra Rusya’ya dönmesine izin vermedi. II.Meşrûtiyet’in ilânından (1908) sonra bir süre İstanbul’da da bulunan Parvus, İttihatçılarla ilişkiler kurdu ve onlara maddî çıkar karşılığında malî konularda danışmanlık yaptı. Türkiye’nin can damarı Devlet-i Aliyye’nin borçları ve ıslahı (1914 ; yb. Türkiye’nin malî tutsaklığı, 1922, Yay. Haz. Muammer Sencer) adlı kitabını yayımladı. Tanin, Tasvir-i efkâr , Jeune Turc, Bilgi mecmuası ve Türk Yurdu’nda iktisat politikasıyla ilgili yazılar yazdı. Türkçüleri önemli ölçüde etkiledi. Çarlık Rusyası’nın yenilmesinin sosyalist devrimi çabuklaştıracağı düşüncesiyle Osmanlı yöneticilerine I. Dünya Harbi’nde Almanya’nın yanında savaşa girmelerini öğütledi. Umumî harb neticelerinden; Almanya galip gelirse (1914) ve Umumî harb neticelerinden; İngiltere galip gelirse (1914) adlı broşürlerinde I. Dünya Harbi’nin sonuçlarını önceden kestirmeye çalıştı Parvus I. Dünya Harbi sırasında ticaretten ve serüvenlerini anlattığı kitaplarından kısa zamanda çok para kazandı. Gözü pek bir düşünür olmasına karşın, kendisini çok zeki ama ilkesiz ve disiplinsiz biri olarak gören devrimciler arasında önemli bir konum elde edemedi (AB).
– (119) J.B. Fages. – Introduction á la diversité des marxismes, Toulouse 1974, S.7-20.