“Demokrasi” Kavramı Üzerine

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > “Demokrasi” Kavramı Üzerine

“Demokrasi” Kavramı Üzerine

Buraya kadar Avrupa Birliği’nin ve onun dümenindeki kaptan Almanya’nın sürekli söyledikleri “demokrasi” şarkılarını yeterince dinledik. O ise ki bir “anti-demokratik” rüzgâr da esmektedir, her cihetten. Konuyu Joseph V. Femia işlemiş[1].  Yaptığı tahlili özetliyoruz.

 

Bir kanaatin doğruluğuna inanmak için onun sadece lehinde değil, aleyhindeki nedenlerinde bilinmesi gerekir. Hattâ bir doğru kanaat, eleştirel bir tahlilden geçirilemediği zaman, ilham verebilme kabiliyetinden yoksun bir ölü dogma, bir dizi cansız cümle olur.

 

Günümüzün Avrupa’sını şekillendirmiş olan demokratik güçlere entelektüel mukavemet, ciddî olarak Fransız Devrimi’ne kadar başlamamıştı. Ondan önce, halk tabakasının açık isteğine bağlı siyasî otorite fikri, az destekleyiciye sahipti ve sülâle idaresi ya da mevcut sosyal hiyerarşilere önemli bir tehdit oluşturmuyordu. Anti-demokratik tezler ancak demokrasinin bir gerçek imkân haline geldiğinde şekillenmişlerdir. Vakıa demokrasi, her ne kadar kesin olarak münhasır olmuşsa da, eski Atina’da mevcuttu ve unutulmaz şekilde de Plato’nun (Eflâtun) (gayrı malûllüğü ve bölünebilirliği yüzünden) ve de Aristo’nun (istibdat eğilimi dolayısıyla) hücumlarına maruz kalmıştı. Bu deliller, demokrasinin Fransız Devrimi’nin ideallerine cevap veren modern eleştiriciler tarafından ele alınmış ve bunlara bir çağdaş yansıma verdirilmiştir (s.VII).

 

Zamanımızda, hattâ diktatörler bile, kendi meşruiyetleri için bir elzem malzeme olarak gördükleri bir ya da iki demokrasi lâfını ediyorlar. “Demokratikleştirme”, yeni bir vızıltı – sözcük olarak, kesin “iyi şey”, beşerin gelişmesinin olmazsa olmaz (sine qua non) şartı olarak telâkki ediliyor, sanki insanlık tarihi, adeta bazı demokratik “esas”ların mantıkî çözülmesi imiş gibi.

 

Ama demokrasi, gerçekten bu göklere çıkarılmış statüyü hak ediyor mu? Nihayet, beşer tarihinin çoğunda demokratik düşüncelere evrensel olarak sövülmüş ve demokratik uygulama ancak son zamanlarda gelişmiştir. Beşer deneyinin vakayinamelerinde “rütbe silsilesi (hiyerarşi) bir kaide, demokrasi istisna olmuş”. Hattâ Amerikan cumhuriyetinin kurucusu George Washington bile bu sonuncusunu “en kötü şöhretli sistem” olarak tarif ediyor. Bir kendini tanıtma tabiri olarak “demokrat”, Batı Avrupa dilinde 1780’e kadar görülmüyor. Bütün XIX. yy. boyunca demokrasi için mücadele, canavarca bir mukavemetle karşılaşmış; bu sonuncusu, sadece soylu ve güçlülerden değil, aynı zamanda bir gerçek entelektüel ordusundan geliyordu. Eğer demokrasi, bugün iddia edildiği gibi, gerçekten çekici idiyse, neden tarih boyunca bunca düşünür onu reddetmişlerdi? Demokrasinin, politika tayfının her noktasında insanları birleştiren bir ideolojinin olduğu çağda, anti-demokratik düşünceyi yoklamak için bir fırsat doğmuş oluyor (S.1-2).

 

Makiavel ya da Hobbes’le aynı fikirde olalım, ya da olmayalım, bunların muhakemeleri bir aşina tele çarpacaktır. Terslik (perversity) tezi, gücünü mutat müşahededen, ezcümle niyetlerimiz ne denli âli veya soylu olursa olsun, fikirlerimizin çoğu kez ters etki üretmesinden alıyor. Her günkü yaşamımızda ve kamu politikası düzeyinde müterakki olduğu sanılan politikalar ya da yenilikler bazen ters sonuçlara götürüyor: Hükümetler, toplam vergi gelirinin azaldığını görünce varlıklıların vergi oranını artırıyorlar; bir zamanlar Amerika alkollü içkileri yasaklamıştı, ama sonuç olarak işbu yasaklanmış içki tüketiminin arttığını görmüştü. NATO, bir insancıl felâketi önlemek niyetiyle sadece bir yeni felâketi hızlandırmak için Yugoslavya’yı bombalıyordu. Ve modern tarihte tüm ters etkilerin en tersini unutmayacağız. Beşerî azatlık için Marksist araştırmanın totaliter baskıyı haklı çıkarmamak üzere alçaltılması. Gerici ya da muhafazakârlar, işbu tersliğin istisna değil, kaide olduğunu farz ediyorlar. Terslik tezi, toplumu belli bir yöne itmek için çabaların, onun ters yönde hareketini intaç ettiğini iddia ederken beyhudelik (futility) tezi, “sosyal değişim girişimlerinin işe yaramayacağını iddia ediyor”, bir sosyal veya politik “yanlış”ı “doğru”ya çevirme teşebbüslerinin elle tutulur etkisi olmayacağını ileri sürüyor (S.8-9).

 

“Bütün iyi işlerin birlikte gittiği”nin inkârı, tutum – gerici zihniyete münhasır olmamakla birlikte anti-demokratik düşüncenin bir süregelen veçhesi oluyor. İddia edildiği gibi demokrasi, hayatın her adımında ednalığın zaferini temsil ediyor. Her ne kadar halk tabakasına bir miktar fayda sağlıyorsa da, kültürel yaratıcılığı söndürüp soylu ve kahramanca fiilleri küçültüyor. Ekonomik verimliliği tahrip ediyor ve kitle iştah ve peşin hükümlerini mutaassıp düşüncelerin üstüne çıkarıyor. Sivil hürriyetleri, tam mülkiyet haklarını değil ama geniş anlamda ifade hürriyetine bağlı olanları tehdit ediyor. Bütün bu işlerin başlıca oyuncuları, Friedrich Nietzsche, Charles Maurras[2], T.S. Eliöt, Jose Ortega Y. Gasset, sadece özel dikkat için seçilmiş olanlardır (S.12).

 

Demokrasinin mütezad (paradoks kabilinden) sonuçları üzerinde ısrar edenler, çeşitli derecelerde, XVIII. yy.da şahikasına varan akılcı ve “aydınlanmış” düşünce tarzına tümden karşıydılar. Marksistler, daima Aydınlanma liberallerinin, burjuva olarak, halk karar vermesinin “afakî” (boş lâf) düşmanları idiler. Liberalizm ve demokrasi, sadece ampirik değil, mantıkî olarak da bağlantılıdırlar (S.16).

 

İşlevsel / faydacı yaklaşım sadece tek bir sonuca varır: Bir tahammül edilemez ihtilaf ve kronik istikrarsızlık uçurumu. Böyle diyor Hobbes. Demokratik ideologların idrak etmekte noksan kaldıkları husus, hükümette herkese bir oy tanınması, dizginlenmeye muhtaç hırsların serbest kalmalarına götürecek. “İnsanların eğilimlerinin sık sık önüne geçilecek, istekleri denetlenecek ve hırsları inkıyat altına alınacaktır. Bu, ancak onların dışında bir güç tarafından yapılabilir. Bu bağlamda insanlarda kısıtlama ve de hürriyetleri, onların hakları arasında sayılacaktır. Bu basit gerçek bilinmediğinde Devlet, “bireyciliğin toz ve dumanı içinde” ufalanma tehlikesinde olur.

 

Bununla birlikte işler bu kadar uzağa gitmez. Sosyal ve siyasî kargaşaya mukabele, genel çöküntü değil, müstebit idare (tyranny) olur. Eski nizam tahrip edilebilir ve demokratik müesseseler tesis edilebilirler, ama hiyerarşik nizamsız sivil toplum, bir imkânsızlıktır: “Tesviye etmeye girişenler, hiçbir zaman eşitlenemezler”, şöyle ki tesviyenin amillerinin kendilerini yeni bir yüksekler ve alçaklar nizamının zirvesi haline gelirler. Meşrutî değişimin güç temerküzünü yok edeceği, bir rasyonalist safsatadan ibarettir: “Belli bir güç quantum’u cemaat içinde, bazı ellerde ve bazı adlar altında daima mevcut olur”. Demokratik devrimciler, deneylerinin başarısızlığa uğradığını idrak edince, güçlerinin kullanılmasında artarak pişkinleşirler, kurtarmayı amaçladıkları yanılabilir insanlar daha çok hüsrana uğrarlar. Rousseau’nun, inanç sistemleri asırlarca baskı altında çarpıtılmış insanların “hür olmaya zorlanmaları” babında paradokslu hicviyesi, irfanın esası gibi görünür oluyor. 1790’da yazan Burke, farazî demokratik devrimin daha şimdiden diktatörlük karakteristiklerini iktisap ettiğini ve işlerin daha kötüye gitmeye zorlandığını iddia ediyor (S.24-25).

 

Şimdi Femia’ya ufak bir ara verip mezkûr Hobbes ve Burke’yi kısaca tanıtalım. Bu ünlü kişilerin yaşamından sadece konumuzla ilgili bölümlere yer veriyoruz.

 

Thomas Hobbes (1588 – 1679), İngiliz filozof ve siyaset kuramcısı, yeni gelişen liberalizmin ve o döneme özgü siyasî mutlakıyetçiliğin önemli kavramları olan bireyin güvenliği ve toplum sözleşmesi üzerine görüş ve yapıtlarıyla tanınır.

 

Hobbes 1637’de İngiltere’ye döndüğünde ülkesini siyasî bir karışıklık içinde buldu ve felsefî üçlemesinin son kitabını önce yayımlamaya karar verdi. Bu kitapta, tartışma konusu olan krallık yetki ve haklarının, o dönemde krala ait olduğu kabul edilen egemenliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermeye girişti. Birinci bölümü insan üzerine, ikinci bölümü yurttaşlık üzerine görüşlerini içeren The Elements of Law, Natural and Politic (Doğal ve siyasî hukukun öğeleri) daha yayınlanmadan 1640’ta yazma olarak çeşitli çevrelerde dolaşmaya başladı. Bu yapıtta, Hobbes’in insanların ancak mutlak ve bölünmemiş bir egemen güce bağlanma ilkesi üzerinde anlaşmalarıyla barış içinde bir arada yaşabilecekleri görüşünün yanı sıra, sonradan De Live ve Leviathan’da yer alan birçok siyasî ve psikolojik öğretinin izlerine rastlanır. Bununla birlikte eskiçağ demokrasisinin devletin kurumlaşmış ilk biçimi olduğunu, gücünü bireyler arasındaki toplum sözleşmesinden alan demokratik yöneticinin yetkisini tümüyle bir ya da birkaç kişiye devrederek kendini ortadan kaldırmasıyla monarşi ya da aristokrasinin ortaya çıktığını vurgulayan yapıt, bu noktalarda Leviathan’dan önemli bir farklılık gösterir.

 

Edmund Burke (1729-1797), siyasî düşünce bakımından önem taşıyan İngiliz devlet adamı ve düşünür olmuştu.

 

Burke, 1765’te Parlamento’daki Whig gruplarının birine önderlik eden Rockingham markisinin sekreteri oldu ve bu görevi 1782’de Rockingham ölene kadar sürdürdü. Aynı yıl Avam Kamarası’na girdi. Kısa süre sonra III. George döneminin anayasa tartışmasında aktif biçimde yerini aldı. Kral, sarayın yetkilerine devrimin getirdiği sınırlamalara dokunmadan, I. ve II. George dönemlerinde zayıflamış olan taht’a daha etkili bir konum kazandırmaya çalışıyordu. Burke, “Thought on the Causes of the Present Discontend” (1770, bugünkü hoşnutsuzlukların nedeni üzerine düşünceler) adlı yazısında George’un davranışlarının anayasanın sözüne değil, özüne aykırı olduğunu savundu. Yazıda Burke’nin parti kavramını dayandırdığı yeni ve ünlü gerekçe de yer alıyordu. Buna göre parti, iktidardayken yönetime tutarlılık sağlayarak muhalefetteyken de ilkeli bir eleştiriyle kral ile Parlamento arasında anayasal bir bağ kurabilecek, kamusallık ilkesi temelinde bir araya gelmiş bir topluluktu.

 

Parlamento’ya girmiş olan Burke, Parlamento üyesinin işleviyle ilgili ünlü konuşmasını Bristol’da yaptı. Ona göre parlamenter, vekil değil, temsilci olmalıydı. Kuşkusuz seçmenler onun yargıcı olmalı, o da seçmenlerinin çıkarlarına hizmet etmeliydi; ama daha önemlisi, temsil ettiği insanlardan aldığı bayrak ya da uyarılara bağımlı olmaksızın kendi yargı ve vicdanına göre bütün topluluğun genel iyiliğine kendini adayabilmeliydi. Ağırlıklı olarak krallığın yetkilerinin kısıtlanmasıyla ilgilenen Burke, Parlamento’daki reform hareketlerine ancak koşullu bir destek sağladı. Yine de akılcılığa ağırlık tanıması, hırçın tarafgirliğe gem vurulması ve ortak değerlere önem verilmesi koşuluyla siyasî katılımın genişletilebileceğini kabul etti. Yalnızca sayısal üstünlüğe iktidar hakkı tanıyan öğretilere karşı çıktı (AB).

 

Dönüyoruz Femia’yı okumaya.

Burke, “taç, kilise, soyluluk ve halkın tahribi üzerine oturan bir rezil hiyerarşinin” yükselişini önceden haber veriyordu. Tüm “eşitlik ve insan haklarının aldatıcı hayal ve vizyonları” vekillerin, çiftlik kâhyalarının, “dalaverecilerin”, spekülatör ve serüvencilerin iğrenç demir idarelerinin yeşermesine götürecektir.

Bu uyarılar bir asır sonra Gaetano Mosca tarafından ileri sürülen sözde demokratik süreçlerin kaçınılmaz şekilde bir örgütlenmiş elinde toplanacağı tezinin alâmeti oluyorlar. Bu elitler, diyor Mosca, geleneksel elitlerden çok daha gaddar olacaklardır (S.25).

Demokrasinin karşılaştığı tek tehlike devlet diktatörlüğü değildir. Bir eşitçi zaman için, diye uyarıyor Tocqueville, hiçbir zaman önceki hürriyet mücahitlerini rahatsız etmemiş yeni bir tehdide rastlıyoruz. Bu, bizatihi toplumun mutlak gücü olup sosyal topografyası içinde o denli tek düzedir ki, herhangi bir bireycilik onun tecridinin dışında kalır. Bir boğucu uygunluk günün nizamı olur (S.53).

  1. Taine, her ne kadar bir liberal ve bilim dostu olarak telâkki edilmişse de, ussal insanı, kaidesi üzerinde sallanır halde bırakmış. XIX. yy.ın ortalarında ve romantizmin meydan okumasına karşı, A. Comte, J. S. Mill, ve Marx gibi değişik düşünürler, beşerî ussalcılık fikrini canlandırmışlardı. Aydınlanma’nın öncüleri gibi, bilimin faziletlerini medhüsena edip insanlığın potansiyeli hakkında sınırsız bir nikbinlik (optimizm) sergilemişlerdir. Taine’in işbu pembe tasavvuru reddetmesi, onun daha genç çağdaşları arasında sempati toplamıştı. “Fin de siècle” (Yüzyıl sonu), bir genel maske indirme ya da insanın ussal görünümünün gerisine inme çabası zamanı olmuştu. Felsefede, gerçeğin yolu olarak “hads –sezgi”ye (intution) yeni bir vurgu vaki idi (S.60).

 

Demokratik değişmenin beyhudeliği üzerine ısrar edenler, “halk tarafından idare edilme” anlamında demokrasiye varılabilineceğini inkâr edenler, demokrasinin bazı “terslik” eleştirileriyle, adi kalabalığı bir ayırt edilmeyen, zevklerde edna, vicdanî amaçtan, ulaşma ve sadakat bağlarından yoksun bir kitle olarak görenlerin fikirleriyle paylaşıyorlar. Tocqueville, G. Le Bon ve benzerleri, beşer küreyi telâşla seyrederlerken “beyhudelik” mektebi, kitleye alarm yerine istihfafla bakıyor. Marksizm ile tezat, bundan daha kesin olamazdı. Marx, çalışan sınıfı disiplinli, amaçlı, insanlığın müstakbel zaferinin sembolik temsilcisi olarak tasvir ediyordu. Klasik elitçiler için ise tarih, bize bir şuurlu proletarya, tarihî kaderimizin taşıyıcısı değil, bir pespaye kitle, hızlı sosyal değişmenin cazip olmayan tortusunu vermişti. Böyle bir ayak takımı Marksist sınıfsız toplum hayalini hiçbir zaman gerçekleştiremez (S.67).

 

Bir ekonomik elitin varlığı, bir tıbbî ya da matematikçi elitinki gibi, kaçınılmazdır. Aynı bireylerin çeşitli elitler arasında görülmeyeceği açıktır. Farklı faaliyet ortamları, farklı becerileri gerektirir. Örneğin artistik pırıltı ya da ahlâkî mükemmellik para yapma kabiliyeti ile birlikte olmaz. “Çelik top (silâh) satın alan birinin Aziz Francesco’ya değil, Krupp’a ihtiyacı vardır”. Ama insanlar, politik ve sosyal güçlerinin derecesine göre tertiplenmişlerse, bireylerin “piramit”te az çok refahın dağılım piramidindeki konuma sahip oldukları görülür. En çok siyasî kumaşa sahip olanlar genellikle en zenginlerdir. Bu, Pareto’nun “kanun”larının bir başkasıdır. İdareci elit (seçkin) ile ekonomik elit ister istemez girifttirler ve siyasî gücün eşit dağılımı, tıpkı refah ve gelişim eşit dağılımı gibi, bir boş hayalden ibarettir. Bizim bunda methedilen demokrasimizin, plütokrasinin[3] sert yüzünü gizleyen bir estetik olarak hoş maskeden başka bir şey değildir.

 

Tüm güç elitleri, iddiasına göre, kitleleri bir “kuvvet ve aldatma” karışımı, yani zorlama ve kurnazlıkla idare ederler (Les systémes socialistes – 1902 – in Pareto, Sociological Writings, S.130-1) (S.72). Ünlü bir bölümde Mosca, genel seçkinler durumunu açık ve muhtasar şekilde vermişti: Tüm siyasî bünyelerde bulunan sabit olgu ve eğilimler arasında bir tanesi, en dikkatsiz göze bile görünecek kadar aşikârdır. Bütün toplumlarda… iki halk sınıfı görünür, idare eden bir sınıfla, idare edilen bir sınıf. Daima daha az sayıda bulunan birinci sınıf tüm siyasî işlevleri icra eder, gücü tekelleştirir ve gücün verdiği bütün avantajların tadını çıkarırken, daha kalabalık bir sınıf olan ikincisi, ilki tarafından, bugün az çok yasal, az çok keyfî ve şiddetli şekilde idare edilip denetlenir. Bu itibarla halk hâkimiyeti bir mitos, amaç işlevi idare edileni idare edenle bağlamak olan bir “politik formül”den ibarettir. Herhangi demokratik mekanizma kullanılırsa kullanılsın, küçük bir azınlık münhasıran gücü elinde tutacak ve daha büyük çoğunluk “idare edilecek ve denetlenecektir”. Başka türlü ifade ile de jure yetke ile facto yetke arasını, şeklî politik yapı ile gayri resmî politik yetkeyi tefrik etmeliyiz. Elit kontrolünün anahtarı, Mosca’ya göre bir azınlığın örgütleme kabiliyetinde yatıyor (S.88).

 

Faşizm, birçok türlü betimlenmiş ama tefsircilerin çoğu, bunun iki temel unsuru haiz olduğunda muhtemelen mutabık kalacaklardır. Bunlardan ilki, Fransa’da anti-Dreyfus’cular ve İtalya’da da Enrico Corradini ve sairler tarafından geliştirilmiş “tam milliyetçilik” idi. Öbürü, Nietzsche’nin Yahudi-Hristiyan etiğinin “değerlendirme değişimi” (transvaluation) ve onun keskin “köle ahlâkı” üzerine “efendi ahlâkı” tercihi oluyor (S.111).

 

Maurras tarafından aziz tutulan “Fransa”nın bugünün Fransa’sı, gözleriyle görebildiği ve 1789 Devrimi’nin çıkmayan damgasını taşıyan Fransa olmadığı aşikârdır. Onun Fransa’sı bir soyut fikri, tümü ideal mükemmeliyet içinde bir Fransa idi. Bu itibarla Maurras’ın milliyetçiliği metafizik’ti. Bu, Nolte’ye göre, onun ikinci karakteristiği idi. Bir tanrıça olarak vatan, nihaî mutlak, tam bir sadakat isteyen summum bonum (en ideal en üst nokta) oluyordu. Her ne kadar bedeni demokrat ve sosyalistlerin elinde oluyorsa da onun bir ebedî “ruhu” vardı. Tanrıça’nın lekesiz veçhesine tekabül etmekte kusur eden herhangi bir şey, “Fransız olmayan” olarak teşhir edilecek, mümkünse bu bir yabancı kaynağa bağlanacaktır. Tanrıça’nın şahsında kişileştirilmiş soyut “Fransa”, Fransız halkı ile özdeş değildir. “Gerçek” Fransa’nın “ruhu”, saftır. Ampirik Fransa, öbür yandan, “deliler ve habis insanlar, orada oturan yabancılar ve de beşinci kol’cular” ile doludur. Demokrasiye husumet, bir metafizik mülkiyet kavramında aslîdir, şöyle ki sadece tek ulusal mirasa batmış bir elit, ulusun hayatında Fransız olanla “yabancı” olanı tefrik edebilir.

 

İç ve dış düşmanlarla ve bunların teşvik ettikleri “yabancı” fikirlerle uğraş, bizi Nolte tarafından seçilip alınmış üçüncü karakteristiğe götürüyor: Maurras’ın milliyetçiliği “kesin olarak irticaî”dir. O, korku ve nefretle köklenmiştir. Maurras’a göre Yahudilerle Almanlar, kötülüğün başlıca sebepleri oluyorlar. Kötü bir antisemitizm Avrupa sağında o denli yaygındı ki az bir tefsir gerektiriyor. Yahudiler, uluslararası finansın “kontrolü” ve uluslararası sosyalizme eğilimleri dolayısıyla ulusun egemenliğine her yandan saldırdıkları söylenirdi. Ama daha şaşırtıcı olarak, Maurras’ın her Alman şeye büyük isteksizliği vardı. Almanlar Protestanlığı icat ederek, Avrupa uygarlığını tahrip eden çürütücü bireycilikten sorumluydular. İşbu sapık doktrin, bireyi yeryüzünde tek saygın nesne haline getirip topluma bireyi terakki ve mükemmelliğin tek varlık sebebi olan bir “hile” olarak görür. Eski müesseselerimiz, Kilise’nin dogma ve yetkesi, tümüyle kendi öz seçimini yapma hakkını saklı tutan hür ve ussal bireyler tarafından tetkike tâbi tutulmalıdır.

 

Maurras, Yahudilerle Almanlar arasında bir benzerlik buluyor. Her ikisi de bir anarşik, azılı, azılı bir “iç hercümerç” tarafından idare edilen bir ruha sahip. Yahudiler, Roma İmparatorluğu’na, Almanlar da Roma Kilisesi’ne isyan ettiler. “İbranî çöl” ile “Tötonik orman”, aynı şekilde, uygarlığı tahrip etmeyi isteyen, yetkeye karşı köpüren nesiller yaymıştır. Luther’in, “Yahudi Ruhu”nu tecessüm ettirdiği söylenebilir. Bu itibarla Protestanlığın eski ataları Kudüs’te aranacaktır. Bu yolla Maurras, nefret ettiği ulusu tek bir müşterek düşmanla birleştirmiş oluyor. Naziler, her aşağılık şeyin Yahudi olduğunu; Maurras da, her aşağılık şeyin hem Yahudi, hem de Alman olduğunu iddia ediyor (S.126-127).

 

Maurras’ın kökten milliyetçiliği, bir dizi şüpheli denklemlere bağlı: Bireycilik = Cermanizm = Protestanlık = Judaizm = Romantiklik = Demokrasi. Bu muadelet dizisi, gerçekten bir soyutlanma süreciyle mümkün kılınıyor (S.128).

 

.

. .

 

Fransız faşizminin bir tipik temsilcisi olan Charles Maurras, geliştirdiği “bütünsel milliyetçilik” görüşüyle faşizmin bazı temel ilkelerine kaynaklık etmiştir. İşin garip tarafı onun bu kökten – bütünsel milliyetçiliğinde bireyciliğin, Cermanizmin, Protestanlığın, Judaizmin, Demokrasinin hep bir küfeye konmuş olması. “Protestan” Almanya’ya karşı fazla sempati beslemediği anlaşılan Maurras, Nazi Almanya’sının Fransa’yı işgalinden sonra Vichy’de kurulan, Mareşal Pétain’in başkanlığındaki faşist hükümeti, “ilahî bir sürpriz” olarak niteliyor ve Almanlarla sıkı işbirliğine giriyor. 1945’te tutuklanıp ömür boyu hapse mahkûm ediliyor.

 

.

. .

 

Faşizm – Nazizm – Cermanizm alanında kalmayı sürdürüyoruz. Nazi Almanya’sının işlediği korkunç cinayetlerin aktörleri olarak sıradan Almanın tutumunu Goldhagen irdelemiş[4] ve aşağıda göreceğimiz gibi sıradan Alman’ın Hitler’in gönüllü cellâdı kesildiğini anlatmış. Yaptığı tahliller hayli ilginç, şöyle ki “Alman Kimliği”nin saptanmasına yardımcı oluyor. Okuyoruz bunları: 

 

Yüzbaşı Wolfgang Hoffmann, gayretkeş bir Yahudi cellâdı idi. Polis Taburu 101’in üç bölüğünden birinin kumandanı olarak o ve subayları, SS değil, sıradan Alman olan adamlarını Polonya’da on binlerce Yahudi, kadın, erkek, çocuğun sürülüp ürkütücü imhasına sevk etmişlerdi. Ancak bu aynı adam keskince bir üstünün, ahlâken mahzurlu gördüğü bir emrine itaati reddediyor.

 

Emir, bölüğünün adamlarının, kendilerine gönderilen bildiriyi imzalamaları hususundaydı. Hoffmann emri, yazılı reddinde bunda bir hatanın bulunduğunu, “zira bir rabıtalı Alman askerinden, onu çalmamaya, talan etmemeye ve ödemeden bir şey satın almamaya… mecbur eden bir bildirinin imzasını istemenin küstahlığını…” vurguluyor. Adamlarının ahlakî normlarına iltihakının “kendi öz hür iradelerinden ileri gelip çıkar iştahı ya da ceza korkusu sebebiyle olmadığını” ifade ediyor. Bu itibarla bu bildiriyi imzalaması emri, ona şeref hissinin yaralanması gibi geliyor. Yaralanıyor, çünkü o hem asker, hem de bir Almandı (S.3-4).

 

Gerçekten bu adamlar büyük çoğunluk ve daha önemlisi Alman’dılar. O halde işbu katliamı irtikâp edenleri, kimlikleri içinde yerlerine tam olarak oturtmak gerekiyor. Bunun için de bunların, yaptıklarının dışında olmadıklarını saptamak ve “Nazi” ve “SS adamı ” gibi çoğu kez uygun olmayan karartıcı yaftalardan kaçınarak bunların doğruca “Alman” olduklarını ifade etmek yerinde olur. Bunlar, Almanya ve onun popüler yüksek lideri Adolf Hitler adına hareket eden Almanlardı. Bazıları, ya Nazi Partisi üyesi olduklarından, ya da ideolojik inançları dolayısıyla “Nazi” idiler; bazıları değildiler. Bazıları SS’in adamları idiler; bazıları değildiler. Katliamı irtikâp edenler, SS dışında birçok kurumun himayesi altında öldürüp genosite iştirak ediyorlardı. Bunların müşterek paydaları, ulusal siyasî amaçları, bu durumda Yahudilerin topluca imhaları peşinde koşan Alman olmalarıydı.

 

Bir ikinci ve buna bağlı görev de işbu mürtekiplerin arka plânlarını açıklamak, yaşam dünyaları’nı güncele getirmek oluyor. Bunlar öldürürken tam olarak ne yapıyorlardı? Öldürme müesseselerinin üyesi olarak ve öldürme işlemine girişmedikleri zamanlarda ne yapıyorlardı? Bu insanların yaptıklarının ve yaşamlarının birçok ayrıntıları bilinmeden ne bunlar, ne de cinayetlerinin irtikâbı anlaşılamaz. Katliamın mürtekipleri olan erkek ve kadınlar, bir özel sosyal ve tarihî çevre tarafından şekillendirilip harekete geçiriliyorlardı. Dünyanın daha önce hazırlanmış telakkisini beraberlerinde getirmişlerdi.

 

Katliamın tetkiki, antisemitizmin iyi anlaşılmamış ve fena teorileştirilmiş olması ile ihlâl edilmiş. Antisemitizm, çok çeşitli olguları kapsayan geniş, tipik olarak kesinlikten yoksun şekilde kullanılan bir tabir oluyor.

 

Cinayetlerin mürtekiplerinin tetkiki daha sonra, Nazi dönemi sırasında ve daha önceki Alman toplumunun karakterinin yeniden mütalaası ve gerçekten, yeniden telâkkisini gerektirir. Katliam, Nazizm’in, ama sadece Nazizm’in değil, tarif edici veçhesi idi. O, Nazi dönemi sırasında da Alman toplumunu tarif edici veçhesi olmuştu. Alman toplumunun önemli görünümlerinin hiçbiri, ekonomi, toplum, politika, kültür, hayvancılık, tüccarlık, küçük kentlerin örgütlenmesi, hukukçular, doktorlar, profesörlere kadar kimse Yahudi aleyhtarı politikadan müteessir olmaktan masun kalmamıştı. Alman toplumunun hiçbir tahlili, bunun anlaşılması ya da nitelendirilmesi, Yahudilere zulüm ve bunların imhası keyfiyeti işin merkezine oturtulmadan yapılamaz. Programın ilk bölümü, Yahudilerin Alman ekonomik ve sosyal yaşamının dışına sistemli olarak çıkarılmaları açıkça, tasvip görerek ve Alman toplumunun gerçek tüm sektörlerinin, ezcümle hukukî, tıbbî mesleklerden Katolik ve Protestan kiliselere, ekonomik, sosyal ve kültürel grup ve derneklere kadar hepsinin suç ortaklığı ile icra edilmişti. Yüz binlerce Alman genosite ve daha da geniş toplama kamp sistemi olan boyun eğdirme işlemine iştirak etmişti. Rejimin, genositi Alman çoğunluğunun gözünden kaçırmaya yarım gönüllü teşebbüsüne rağmen, milyonlar işbu kitlesel imhayı biliyordu. Hitler, birçok kez, savaşın Yahudilerin tümünün telef edilmesiyle sona ereceğini katiyetle ifade etmişti. Öldürmeler, genel anlayış ama tasvipsizlikle karşılaşmıştı. Katliam, sadece Yahudilerin XX. yy.ın ortasındaki tarihini değil, keza Almanınkini de tarif ediyor. Akademik ve sair yorumcularca uzun süreden beri genellikle inkâr edilmiş ya da perde arkasına itilmiş Almanların Yahudiler hakkındaki antisemitik inançlarını, katliamın merkezî sebep amilleriydiler. Ekonomik sıkıntı, totaliter devletin zorlayıcı yolları, sosyal psikoloji ve değişmez psikolojik eğilimlerin baskısı değil, Almanya’da yaygın olan ve onlarca yıl sonradan Almanı silâhsız, korumasız Yahudi kadın, erkek, çoluk çocuğu binlerle sistemli olarak acımasızca öldürmeye iten, Yahudiler hakkındaki fikirlerdi.

 

Yahudilerin imhasının vaki olması için dört başlıca şey gerekliydi:

 

  1. Nazilerin, yani liderliklerinin, özgül olarak Hitler’in işbu imha için karar vermesi.
  2. Yahudiler üzerindeki, içinde oturdukları topraklarda kontrolü ele geçirmek.
  3. İmhayı örgütleme ve bunun için yeterli kaynakları sağlama gereği.
  4. Çok sayıda halkı, öldürmeye ikna etmek.

 

Yakın zamanlara kadar, Nazi rejimi liderlerinin dışında bizatihi mücrimler hakkında çok az araştırmaya rastlanıyor. Bu itibarla da öldürme tesisleri hakkında çok az şey biliniyor. Bunun sonucu olarak da esas mücrimler hakkında halk tevatürleri ve bilgince mitoslarla yanlış telâkkiler, çok sayıda ortaya atılmış. Bunların arasında şunlar var: Genel olarak Almanların, Yahudilerin tümünü gaz odalarında imha ettiklerine ve bu odaların, modern nakil vasıtaları ve etkin bürokrasiler olmadan Almanların milyonlarca Yahudi’yi öldüremeyeceklerine inanılıyor. Yine genel olarak bilginlerde, mücrimlerin başlıca ve büyük çoğunlukla kendini en adamış ve zalim Nazi olan SS adamları oldukları kanaati hâkim. Tahkik edilmemiş basmakalıp bir ifade de, bir Yahudi’yi öldürmeyi reddeden bir Almanın öldürüleceği, bir toplama kampına gönderileceği ya da ağır şekilde cezalandırılacağı keyfiyetidir.

 

Olguların izahı babında bir tanesi, dış zorlama idi: Mücrimlere cebredilmişti. Bunlara, ceza tehdidi altında, emirlere itaatten başka seçenek bırakılmamıştı. Her şeyin ötesinde bunlar askerî ya da polis benzeri müesseselerin bir bölümü olup bu sonuncular sıkı bir emir kumanda zincirine tâbi idiler ve emirlere kayıtsız itaat edeceklerdir, itaatsizlik ağır şekilde, belki de ölümle cezalandırılacaktır. Birisinin şakağına silâh dayandığında, kendini kurtarmak için başkalarına silâh atacaktır. Düşüncelerin biri bu. Bir diğer izah da, mücrimleri, emirlerin bir itaatçileri olarak telâkki etmektir. İddia edildiği gibi emirlere eğilimin kaynakları hususunda birkaç teklif yapılmış: Hitler’in karizması (mücrimler, onun sözümona büyüsüne kapılmışlardı); genel bir beşerî eğilim olarak otoriteye itaat, özellikle otoriteye itaate Alman saygısı, ya da bir totaliter toplumun bireyinin ahlâkî duygusunu körleştirip onun, kadın, erkek, her görevi, gerekli gibi kabul etmeye şartlandırılmış olması.

 

Bir üçüncüsü de, mücrimlerin, her birinin üzerine arkadaşları ve/veya bireysel olarak işgal ettikleri kurumsal rol tarafından korkunç sosyal tazyik altında olduklarıdır. Delil, şöyle devam ediyor: Bireylerin uymak için baskılara mukavemet etmelerinin son derece güç olduğu merkezindedir; bu baskı, bireyleri, kendilerinin hiçbir zaman yapmayacağı ve hattâ nefret ettikleri şeylere götürebiliyor.

 

Bu dördüncüsünde mücrimler, küçük bürokrat ya da ruhsuz teknokratlar olup kendi çıkarlarının ya da teknokratik ereklerinin peşinde, kurbanlar hakkında hissiz bir ilgisizlik içinde olarak koşuyorlardı. Keyfiyet, Berlin’deki idareciler ve de toplama kampı personeli için iddia edilebilir.

 

Bir beşinci izah olarak, görevlerin o denli parçalanmış olmasından mücrimlerin yaptıklarını gerçek tabiatını anlayamadıkları; küçük vazifelendirilmelerinin aslında bir tümden imha programının bir kısmı olduğunu idrak edemedikleri merkezinde.

 

İzahlar, aktörlerin irade kabiliyetlerinin ölçüsü içinde yeniden düşünülebilir. İlk izah, (yani cebir), mücrimlerin “hayır” diyemediklerini söylüyor. İkincisi (yani itaat) ile üçüncüsü (durumsal baskı), Almanların “hayır” demekten aciz olduklarını iddia ediyor. Dördüncü izah (zatî çıkar) Almanların, “hayır” dememek isteği ile öldürmek için yeterli kişisel saike sahip olduklarını tartışıyor. Beşinci izah (bürokratik miyopluk), mücrimlerde hiçbir zaman “hayır” demiş olmakla onları sorumlu tutabilecek bir faaliyete girişmedikleri zannı iddiasında (S.6-12).

.

. .

 

Yahudi’den yoksun bir İngiltere’nin halk kültüründe Yahudi düşmanlığının dört yüz yıl ısrarla kalmış olması dikkate değer ve ilk mülâhaza da belki de şaşırtıcı oluyor. Ancak Hristiyanlığın antisemitizmle ilişkisi ve de yakın model ve inançlar sisteminin sosyal olarak intikalinin takdiri ile birlikte anlaşıldıktan sonra, antisemitizmin dağılmış olması şaşırtıcı olurdu. İngiliz toplumunun ahlâkî sisteminin bir kısmı olarak antisemitizm, Hristiyanlığın nüfus ve mevkiine bağlı kalmış. Hattâ İngiltere’de hiç Yahudi bulunmadığı ve İngiliz halkının herhangi bir hakikî Yahudi ile karşılaşmamış olması halinde bile bu keyfiyet, doğruluğunu korumuştur.

 

Yahudisiz antisemitizm, Ortaçağ’lar ve modern Avrupa’da genel kaide halindeydi. Hattâ Yahudilerin Hristiyanlar arasında yaşamalarına izin verildiği zaman bile çok az Hristiyan Yahudileri biliyor ya da onları yakından müşahede etmek fırsatına sahipti. Hristiyanlar tipik olarak Yahudileri ghettolarda tecrit ediyorlar, birçok baskıcı yasa ve âdetlerle bunların faaliyetlerini kısıtlıyorlardı. Yahudiler, hem fizikî, hem de toplumsal olarak Hristiyanlardan tecrit edilmişlerdi. Hristiyan antisemitizmi gerçek Yahudilerle herhangi bir yakınlık üzerine müesses değildi. Bu zaten olamazdı. Benzer şekilde Almanya’da Weimar ve Nazi dönemlerinde çok daha keskin antisemitizmin, muhtemelen Yahudilerle hiç teması olmamış ya da az olmuştu. Almanya’nın fiilen Yahudisiz alanları vardı, kaldı ki Yahudiler Alman nüfusunun yüzde birinden az olup bu küçük Yahudi oranının yüzde 70’i büyük kentsel alanlarda yaşıyordu. Bütün bu tür antisemitlerin Yahudi aleyhtarı heyecan ve inançları, nesnel iddialara dayanmış olamazlardı ve bunlar sadece, Yahudiler hakkında duymuş olduklarından ileri gelebilirdi.

 

Antisemitizmin tetkiki için önemli olan, bunun hakkında bir ikinci sağlam kavram da, antisemitizmin Batı dünyasının az çok sürekli bir veçhesi olmuş olduğudur. Hiç şüphesiz bu, Hristiyan ülkelerinde her zaman için müdir önyargı ve nefret şeklidir. Bunun arkasında çok sebep yatmakta olup kısacası, modern döneme (ve hattâ daha az vüsatla devam edegelen) kadar, sekülarizmin yükselişine kadar Yahudiler hakkında inançlar, Hristiyan toplumun ahlâkî nizamı ile bütünleşmişti. Gerçekten antisemitizm, çok kalıcı olduğunu ispatlamıştı. Batı tarihinin çoğu için, antisemitist olmadan Hristiyan olunamazdı. Bu, özellikle böyle idi ve Hristiyanlar Yahudileri İsa’nın ölümünden sorumlu tutuyorlardı (S.41-42).

 

İşbu zıtlaşmanın psikolojik mantığı, bir ikinci, paralel mantıkla takviye edilmişti. Hristiyanlar, dinlerini Judaizmin yerine geçmiş olarak görüyorlardı. Bu itibarla Yahudiler, Yahudi olarak dünyadan yok olmalıydılar. Bunlar Hristiyan olmalıydılar. Ama Yahudiler inatla olmadılar; bunun manası, Hristiyanlarla Yahudilerin bir müşterek mirası taksim etmiş olmalarıydı ki bunun en önemli parçası Yahudi Tevrad’ı ve bunun Tanrı vahyi ürünü sözleri idi; buna Hristiyanlar ve Yahudiler çatışan yorumlar getirmişlerdi.

 

Yahudilere karşı Hristiyan düşmanlığının bir üçüncü kaynağı da, artık belitsel olmuş, Yahudilerin “İsa’nın katili” oldukları idi. Hristiyanlar, sadece İsa’nın Yahudilerinin değil, tüm zamanların Yahudilerini İsa’nın ölümünden sorumlu tutuyorlardı. Gerçekten, o zamanların Yahudileri, İsa’nın bir Mesih, Tanrı’nın oğlu olduğunu reddediyorlardı (S.49-50).

 

 

DİVERTİMENTO

 

Anlatılan bir fıkradır. Yahudiler İspanya’dan hicret etmeye karar veriyorlar. Bunun üzerine başpiskopos, hahambaşı ile görüşüyor ve bu işten vazgeçmenin yolunu tartışıyorlar. Başpiskopos, “canım şu birkaç hususa inanıverin de olsun bitsin” diyor.

 

“Nelere inanacağız?”

 

“Örneğin, İsa’nın Meryem’in oğlu olduğuna ve babasının olmadığına…”;  “İsa’nın bir ekmek yapıp bin kişiye yedirdiğine, bininin de karnının doyduğuna inanacaksınız”…

 

Hahambaşı, cemaatiyle istişare etmek için mühlet talep ediyor. Dönüp geldiğinde “Biz bunun ancak yarısına inanabileceğiz…” diyor.

 

“Neye inandınız, neye inanmadınız?”…

 

“Biz, İsa’nın Meryem’in oğlu olduğuna inanalım, babası olmadığına da siz inanın. Biz, İsa’nın bir ekmek yapıp bunu bin kişiye yedirdiğine inanalım, bininin de karnının doyduğuna siz inanın…”.

 

.

. .

 

Ortaçağ Avrupa’sının Yahudi nefreti o denli şiddetli ve gerçekten o denli uzaktı ki, toplumda ne kadar afet varsa bunlar Yahudilerin kötülüklerine atfediliyordu. Martin Luther’in antisemitizmi çok canavarca ve yeterli ölçüde etkileyici olup ona antisemitler pantheonunda bir yer tutturmuştu. Bununla birlikte Kilise (Katolik) onu “heretik” (delâlet yoluna sapmış) ve Yahudi olmakla itham ediyordu.

 

Yahudiler babında, modern dünyaya Ortaçağ mirası, büyük bir nefret olmuştu. Mamafih, Yahudiler, Kilise’nin Hristiyanlıkla Judaizmin müşterek kökenini kabul ederek Yahudilerin yaşama hakkı ve dinlerini icra etmelerini kabul etmişti; ama yine de daha aşağı bir statüde yaşamaya mahkûmdular, İsa’yı reddetmiş olmanın cezası olarak.

 

İşte, modern öncesi Hristiyan antisemitizminin mantığı böyle işliyordu.

.

. .

 

XIX. yy. Almanya’sında antisemitizminin geçirmiş olduğu istihale haylice çapraşıktı, şöyle ki bu düşmanlığın karakteri üççeyrek yüzyıl boyunca sürekli bir akım halinde Ortaçağ dinî tecessüdünden (cisimlenmesinden) modern ırkî şekle bürünmüştü. Bunun bilinçli tatmini, antisemitizmi “modernleştirme” hizmetinde, onu Almanya’nın yeni sosyal ve siyasî ufkuyla ahenkleştirme yolunda yeni şekiller iktisap ederken Yahudiler hakkında mevcut kültürel bilinç modeli dikkate değer bir inatla kendini devam ettirmişti.

 

Başlıca Alman “Yahudi” (der Jude) kültürel modeli, üç kavramdan oluşmuştu: Yahudi Almandan farklı idi;  o, Almanın iki yönlü karşıtı idi; o, hafifçe farklı değil, kötü niyetli ve çürütücü idi. İster bir din, ulus, siyasî grup ya da ırk olarak telâkki edilsin, Yahudi her zaman için bir Fremdkörper, Almanya içinde bir “yabancı isimdi” (S.53-55).

 

Klemens Felden, 1861 ile 1895 arasında Almanya’da sivrilmiş elli bir antisemit yazar ve yayının içerik tahlilini yapmış. Buluşlar şaşırtıcı. Bunlardan yirmi sekizi “Yahudi Sorunu”na çözüm yolları teklif ediyor. On dokuzu, Yahudilerin fizikî olarak imhası çağrısında bulunuyor. Avrupa medeniyetinin genosit öncesi çağında, işbu sivrilmiş antisemitlerin üçte ikisi, inançlarını müfrit mantıkî sonuçlara götürüp, bir genositli tepkiyi dile getirmiş (S.71).

 

  1. Dünya Harbi sırasında Almanlar Yahudileri orduda hizmet etmemek ve Vatan’ı savunmamakla itham ediyordu. Bunun yerine, Yahudilerin evlerinde emniyette oturup harp zamanının koşullarını istismar ederek karaborsada kendi çıkarlarına Almanları ezmekte oldukları ileri sürülüyordu. Yahudilere karşı bu hamle o denli şiddetli olmuştu ki, 1916’da Prusya yetkilileri, orduda bir Yahudi sayımına girişmişti (S.81).

 

Weimar Cumhuriyeti 1919’da, askerî bozgun ve Alman hükümdarının tahttan feragati ve de İkinci Alman İmparatorluğu’nun parçalanması sırasında kurulmuştu. Bazı sivrilmiş kişiler dışında, Yahudiler Weimar’ın kuruluş ve idaresinde ve idaresinde merkezî olmamışlardı; ancak Almanya’da nefret edilen her şey gibi Weimar’ın birçok düşmanı, bir iman hali olarak, bunun Yahudilerle özdeşleştirmişlerdi ki, bunun amaç ve etkisi, demokrasiyi gayri meşru kılmak olmuştu.

 

Weimar Almanya’sında antisemitizm o denli daimî ve yaygındı ki ülkedeki her siyasî grup Yahudilerden kaçınıyordu (S.83).

.

. .

 

Katiller hakkındaki inançların çoğu safsata oluyor. Bunlar başlıca SS adamları ya da Nazi partisi üyeleri değil, mükemmelen hayatın her kaldırımından sıradan Alman (ve kadınlar) olup Yahudileri hem gönüllü olarak, hem de kıskançlıkla öldürüyorlardı. Bunu, zorlandıkları için (bunların çoğu kendi kumandanlarından öldürmeyi reddetmeleri halinde hiçbir cezaya çarpılma korkusuna mahal olmadığı hakkında bilgilendirilmişti), körü körüne emirlere itaat ettikleri için, bir arkadaşlarının davranışlarına uyma babında herhangi bir ağır sosyal, psikolojik ya da hısım akraba baskısıyla yapmıyorlardı. Bunlar, yaygın, derin, su götürmez şekilde yerleşmiş ve onları, Yahudilerin imhasının sadece gerekli değil, aynı zamanda âdil bir hareket olduğuna inandırılmış olan şiddetli antisemitizmin Yahudileri bir şeytanî düşman olarak görmesinin etkisinde idiler. Gerçekten antisemitizm, Hitler’in iktidara gelmesinden önce Alman toplumunda derinden kökleşmiş ve yaygın olup ve çoğunlukla kabul edilen bir görüşe göre Yahudiler herhangi bir türlü Alman toplumundan ifna edilmelidirler.

 

Ve nihayet Hitler, “nihaî çözüm” olarak kitlesel imhayı seçtiğinde bunu gerçekleştirecek çok büyük sayıda sıradan Almanı kolaylıkla gönüllü olarak toplayabilmişti (Kapak yazısı).

 

Gerçekten Goldhagen’in bu kitabı, mücrimleri katliamın merkezine oturtmayı ve bunların davranışlarını izah etmeyi amaçlıyor. Birçok soru arasında özellikle şu üç tanesine yanıt arıyor: Katliamın canileri can-ı gönülden mi öldürüyorlardı? Böyle ise onları Yahudileri öldürmeye ve onlara eza etmeye teşvik eden neydi? Bu teşvik nasıl oluşmuştu?

 

Alman Yahudi aleyhtarı siyasetinin genel seyrinin tahlili, daima ifna edici bir antisemitizmin ifadesi olan bu siyasetin, “Yahudi Sorunu”nu “çözmek” için gerçek fırsatlarla birlikte geliştiğini gösteriyor. Almanlar, ancak Avrupa Yahudilerinin çoğunluğunu kontrolleri altına almalarından sonra ve harp dolayısıyla dış baskıların yok olması üzerine nihayet Hitler’in önceden mevcut kökünü kazıma niyetine uyarak harekete geçebilmişlerdi. Böylece öldürme müessesesinin numune kabilinden toplama kampı, işbu tetkikin merkezine oturuyor: Üç tip öldürme müessesesinin araştırılıp değerlendirilmesi (S.375). Bu ayrıntılar bizi konumuzun uzağına taşır.

 

İşi toparlayacak olursak, ortaya bir gerçek çıkıyor: Sıradan Almanın kitlesel katil keyfiyeti karşısında “evet” ya da “hayır” demekte tamamen serbest olduğu. Alman, “evet” demeyi seçmişti…(S.38).

.

. .

 

“Yahudi alanında kalmayı sürdürüyoruz. Özellikle Nazi Almanya’sındaki antisemitizm hareketleri, ülkemizdeki “milliyetçi” geçinen zümreyi etkilemekten geri kalmamıştı. Görmüştük bunları.

 

Friedländer; Yahudilerle Nazi Almanya’sının, özellikle 1933 – 1939 arasındaki zulüm yıllarındaki ilişkilerini bize anlatıyor[5].

 

Dünyanın kültürel ve sanayi bakımından en ileri uluslarından birinin nasıl olup da, tarihteki en caniyane götürecek bir yola, Avrupa Yahudilerinin imhası yoluna sapmıştı? İş, o denli çığırından çıkmıştı ki, Hitler’in sağ kolu ve Yahudi katliamının baş mimarlarından biri olan Mareşal Göring (Resim 10), “Almanya’da Yahudi olmayı istemezdim” demişti…

 

Hitler’in politikası tek başına ideoloji tarafından şekillendirilmemişti ve Führer ile içinde hareket ettiği sistem arasında bir karşılıklı etki bulunuyordu. Nazi lideri, kararlarını parti ve devlet örgütlerinden müstakil olarak almıyordu. İnsiyatifleri, özellikle rejimin ilk safhasında, sadece onun dünya görüşü tarafından değil, aynı zamanda iç baskıların etkisi, bürokratik zorlamanın ağırlığı ve o zamanlar Alman kamuoyunun geniş ölçüde tesiri ve hattâ, yabancı hükümet ve yabancı kamuoyunun tepkileri altında şekillenmişlerdi.

 

Hangi derecede parti ve halk, Hitler’in ideolojik saplantısına iştirak ediyorlardı? “Fidye ödeyici” antisemitizm, parti seçimleri arasında ağızda sakızdı. Parti içinde ve bazen de dışında, Hitler’in kendi öz dürtüsünü intikal ettirip yaygınlaştıracak kadar güçlü, uzlaşmaz antisemitizm merkezleri bulunuyordu. Böylece de, geleneksel seçkinler ve nüfusun daha geniş bölümünde Yahudi aleyhtarı tavır, daha çok zımmî mutabakat ya da çeşitli dereceli rızalar alanında bulunuyordu.

 

Nazi zulüm ve imha cürümleri, Amerika’nınkine benzemeyen bir modern toplum içinde yaşayıp faaliyet gösteren sıradan insanlar tarafından irtikâp edilmişti, bu toplum ki bunları yaratmış ve de hareketlerinin yöntem ve âletlerini sağlamıştı; bu fiillerin ereği, bununla birlikte, bir rejim, bir ideoloji ve genelleşmiş bir politik kültür tarafından açıkça ifade edilmişti (S.3-6). Her ne kadar kenarda bir art görüş olarak görünüyorsa da, Yahudiler (ve “solcu”lar) kitlesel olarak en önde kültürel alandan tardedilmişlerdi. İlk sistematik Yahudi karşıtı dışlama tedbirlerinin başlatılmasından önce bile Almanya’nın yeni idarecileri “Yahudi Ruhu”nun en çok görünen temsiline karşı dönmüşler; Bu “ruh”, sökülüp atılacaktı. Genel olarak bu andan itibaren Nazilerin çeşitli alanlarda alacakları Yahudi karşıtı başlıca tedbirler, sadece birer terör fiili değil, aynı zamanda sembolik ifadelerdi. Bu ikili işlev, sistem içinde ideolojinin yaygın varlığını gösteriyordu: Bunun akideleri, cari ritüelin bir parçası, seçilmiş kurbanlara zulümle yeniden ritüel olarak ileri sürülecekti. Rejimin insiyatiflerinin çift anlamı, halkın büyük bölümünde bir tür çatlamış şuur tevlidetmişti: Örneğin, halk, Yahudi entelektüellerinin mevkilerinden azlindeki vahşiliği tasvip etmeyebilirdi, ancak Alman kültürel hayatından, “aşırı Yahudi etkisi”nden arınmayı iyi karşılayabilirdi. Hattâ Thomas Mann gibi bazı ünlü Alman sürgünler bile, hiç değilse bir süre için, olayların bu ikili takdirinden bağışık kalmamışlardı.

 

Yahudi olmamakla birlikte bir Yahudi kadınla evli olan Mann, Naziler iktidara geldiklerinde Almanya’dan uzaklaşmış ve bu ülkeye geri dönmemişti. Mayıs 15’te Einstein’a yazarak sürgün düşüncesinin ona ne denli acı verdiğini zikretmişti;  “Bu role zorlanmış olarak benim için enikonu yanlış ve kötü bir şey muhakkak yer almış olmalı. Ve “Alman Devrimi”nin tümünün gerçekten yanlış ve kötü olduğu benim en derin inancımdır” (S.12-13).

.

. .

 

Nazilerin iktidara gelişlerinin ilk aylarında yeni rejim ve onun terör sisteminin başlıca hedefleri Yahudiler değil, komünistler olmuştu. 27 Şubat’la Reichtag yangınından sonra Komünist avı aşağı yukarı on bir parti üyesi ve sempatizanlarının tevkifi ve bunların yeni yaratılmış toplama kamplarında hapsedilmelerine götürmüştü. Dachau kampı Mart 20’de kurulmuş ve 1 Nisan’da SS şefi Heinrich Himmler (Resim 11) tarafından resmen açılmıştı. Haziran’da SS Grup Lideri Theodor Eicke kamp kumandanı oluyor, bir yıl sonra da “Toplama kampları müfettişi” olarak tayin ediliyor. Himmler’in himayesi altında Hitler’in yeni Almanya’sının kamp sakinlerinin hayat memat rutininin mimarı oluyor.

 

Reichtag yangınını takip eden topluca tutuklamadan sonra artık “Komünist tehdidi”nin kalmadığı aşikâr oluyor. Ama yeni rejimin tenkil (ve yenilik) çılgınlığı gevşemiyor; tam aksine 28 Şubat tarihli bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi Hitler’e fevkalâde hâl yetkilerini vermişti. Her ne kadar Naziler 5 Mart seçimlerinde bir salt çoğunluğu sağlayamamışlarsa da, son derece muhafazakâr Ulusal Halk Partisi (Deutschnationale Volkspartei, ya da DNPV) ile koalisyonlarıyla bunu elde etmişlerdi. Birkaç gün sonra, 23 Mart’ta, Reichtag, işlevlerinden feragat ederek, tüm yasama ve icra güçlerini Şansölye’ye bırakan İktidar Yasası’nı geçiriyor. Bunu takip eden değişmelerin hızı, gerçekten sersemletici oluyor. Her şey hizaya getiriliyor;  Mayıs’ta sendikalar lâğvediliyor ve bunların yerine Alman Çalışma Cepheleri ihdas ediliyor[6];  Haziran’da bütün politik partiler tek istisna Ulusal Sosyalist Alman Çalışanlar Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei, ya da NSDAP) dışında, fark ediliyorlar. İşbu sel gibi faaliyet ve güç gösterisi için halk desteği, kartopu gibi büyüyor. Hızla artan Alman sayısının gözünde, bir “ulusal canlanma” yolunda bulunuluyordu (S.13-18).

.

. .

 

9 Kasım 1918’de, ünlü Şansölye von Bullow’un derç ettiğimiz anılarında adı sık sık geçen Hamburg – Amerika Gemicilik Şirketi’nin Yahudi patronu Albert Ballin (Resim 12) ölmüştü. Almanya harbi kaybetmiş ve Ballin’i dost edinmiş ve önerilerine çok önem vermiş Kaiser, tahttan feragat etmeye zorlanmış ve Hollanda’ya kaçmıştı; bu arada Berlin’de bir cumhuriyet ilân ediliyordu. On üçünde, Mütareke’den iki gün sonra Ballin, Hamburg civarındaki Ohlsdorf’ta defnedilmişti. Biyografının yazdığına göre “ihtilâlin ortasında kent, en mümtaz yurttaşına ihtiramda bulunmak üzere sıraya girmiş, sabık Kaiser de, Amerongen’den Frau Ballin’e taziyet telgrafı çekmişti”.

 

Ballin’in anlatmış olduğumuz hayatı ve ölümü, İkinci Reich sırasında Almanya’daki Yahudilerin paradokslu varlığının son örneği oluyordu. Bazıları, dikkate değer başarılarda bulunmuşlar[7], ama mesafede tutulmuşlar; birçoğu, kendilerini “Almanya’da evlerinde” hissetmişler, ama yabancılar olarak görülmüşler; az çok hepsi sadık yurttaş olmakla birlikte şüphe uyandırmışlardı. Böylece çöküşten iki yıl önce, 11 Ekim 1916’da, askerî durumun tam bir çıkmaza girdiği bir dönemde, Prusyalı harp bakanı, “askerlik görevine salih kaç tane Yahudi’nin Alman orduları birliklerinde hizmet ettiklerinin saptanması” için, silâhlı kuvvetlerdeki bütün Yahudilerin sayılmasını emreden bir kararname imzalıyor. Harp Bakanlığı bunu “halktan sürekli olarak çok sayıda askerliğe salih ya da askerî görevlerden muaf tutulmuş ya da hizmet mükellefiyetinden çeşitli bahanelerle kaçmış Yahudi’nin bulunduğuna dair şikâyet aldığı” şeklinde izah ediyor. Sayım 1 Kasım 1916’da yapılıyor.

 

Harbin başlangıcından itibaren Almanya’nın Yahudileri, bütün öbür Almanlar gibi, orduya iltihak etmişti; kısa süre bunların bir kısmı subay olmuştu: Bir kast halinde bulunan Prusyalı subay takımı için bu, yutulması acı bir hap olmuş, subay örgütleri antisemitik gruplara dönüşerek işbu terfilere bir son verme çarelerini aramışlardı. Hem ordu içinden, hem de dışarıdan kaynaklanan rivayet dalgası, Yahudi askerlerini kabiliyet ve cesaretten yoksun olarak betimleyip Yahudileri, çok sayıda cephedeki görevlerinden yan çizmek, hammadde ve besin maddesi satın alması için tertiplenmiş “harp ekonomisi korporasyonları” içine kaçarak arka plan görev işlerine kaymakla suçluyordu.

 

Biyografisini de vermiş olduğumuz büyük Yahudi sanayici (AEG) Walter Rathenau (Resim 13), gerçekten Harbiye Nezareti’nde yeni Harp Hammaddeleri Dairesi başkanı olmuş, Ballin’in yine Yahudi olan bankacıları Max Warburg ve Carl Merlchior’un insiyatifleri üzerine Merkezî Satın alma Şirketi kurulmuştu; bu şirket, bir harp korporasyonları ağı aracılığıyla yabancı besin maddesi ürünlerini elde etmek için tesis edilmişti. Aşırı milliyetçi Almanlara göre bu korporasyonlar ulusun tehlike içinde olduğu bir zamanda Yahudi spekülasyonlar ve sömürüsünün âleti idiler. “Harp fırsatçıları her şeyden önce esas itibariyle Yahudi idiler” diye yazıyor General Erich Ludendorff anılarında. “Bunlar “harp korporasyonlarında” içinde hâkim bir etki iktisâp ettiler… bu da onlara Alman halkının sırtından kendilerini zengin etmek ve Alman ekonomisini ele geçirme fırsatını vermişti ki bu, Yahudi halkının kudret ereklerinden birine erişmek içindi”. Bütün bunların tümüne Hitler, Mein Kampf’ında, kendi stiline uygun olarak sarılıyor. “(Orduda) genel ruh haleti berbattı… Daireler Yahudilerle doluydu. Neredeyse bütün memurlar Yahudi idi ve az çok her Yahudi bir memurdu… Ekonomik hayat bakımından, işler daha da berbattı. Burada Yahudi milleti gerçekten “elzem” olmuştu. Örümcek yavaş yavaş halkın mesamatından kanını emmeye başlamıştı. Harp korporasyonları ile ulusun hür ekonomisini bitirecek bir âlet bulmuşlardı”.

 

Yahudi halkının profesyonel yapısı itibariyle harp korporasyonları müdürlerinin yaklaşık yüzde onu Yahudi idi. Yahudi aleyhtarı saldırılar, bir Katolik Merkez milletvekili olan Matthias Ergberger’i, bir Reichstag araştırması istemeye teşvik etmişti. O, bir liberaller ve muhafazakârlar koalisyonu tarafından desteklenmişti. Hattâ bazı Sosyal-Demokratlar da buna katılmışlardı. İşte bu hava içinde Prusyalı Harp Bakanı, Yahudilerin sayılması (Judenzählung) kararını ilân etmişti.

 

Yahudiler buna tepki gösteriyorlar ama bu tepki, alçak gönüllü şekilde oluyor. İmparatorluk Almanya’sında o zamanlar en etkin Yahudilerden biri olan Warburg, Harp Bakanı Stein ile Mart 1917’de görüşüp ondan Yahudilerin Almanlarla aynı yiğitlikle dövüştüklerini ifade eden bir tebliğ yayınlamasını talep ediyor. Stein bunu reddediyor ve çok hoşlanmadığı Yahudi çizgilerini belirtmek üzere Warburg’a Heinrich Heine[8] hakkında konferans veriyor.

 

Sayımın sonuçları, harp sırasında, görünürde Yahudilere herhangi bir saygı düşüncesiyle yayınlanmamıştı, şöyle ki bu sonuncular, Harp Bakanlığı memurları tarafından “tahrip edici” olarak ifade ediliyorlardı. Mütareke’den hemen sonra, sözüm ona sonuçlar, Yahudilerden nefret eden General Wrisberg tarafından radikal antisemitik Völkischer Schutz ve Trutzbund gazetelerine sızdırılmış ve geniş ölçüde Yahudi aleyhtarı propagandada kullanılmıştı. Sadece 1920’lerin başında malzemenin bir sistematik tetkiki, bunun bir idarenin hiçbir zaman sorumlu olamayacağı “en büyük rezaleti” olduğunu gösteriyor.

 

Walter Ratenau, 1916 yazında bir arkadaşına yazdığında “Savaşta Yahudiler öldükçe bunların düşmanları daha çok inatla bunların harp spekülasyonu ile uğraşmak üzere cephe gerisinde topluca oturduklarını ispat edecekler. Nefret, iki, üç kere artacak” diyordu (S.73-75).

 

XIX. yy.ın başında Berlin’de elli iki özel bankadan otuzu Yahudilere aitti. Daha sonra Bismarck Rothschild’lere, kendisine bir özel banka tavsiye etmesini istiyor (o da Gerson Bleichröder’i öneriyor) ve Kaiser I. Wilhelm (Resim 14), kendisi için bankacı Moritz Cohn’u seçiyor. Yüzyılın dönüşümünde özel bankalar anonim şirket haline geldiklerinde de Yahudiler, çoğu kez aksiyonların ekseriyetini ellerinde tutarak yeni teşebbüslerin idarecileri olarak hizmete devam ediyorlardı. Warburg’ların, Arnhold’ların, Friedländer-Fuld’ların, Simon Weinberg’lerin ve diğerlerinin bankacılık aristokrasisine ilâveten mağazalar zinciri sahipleri Abraham Wertheim ve Leonard ve Oskar Tietz, elektrik sanayisinin kurucusu Emil Rathenau, yayıncı Rudolf Mosse, ve gemicilik kodamanı Albert Ballin ile Yahudilerin İmparatorluk Almanya’sının finans dünyasında gözle görülür ve mümtaz bir yer tuttukları aşikâr oluyor (S.77).

 

.

. .

 

Aynı mealde devam ediyoruz. Bu kitapta amacımız ne İmparatorluk Almanya’sının (ve onun evveliyatı), ne Weimar Cumhuriyeti’nin, Nazi döneminin tarihini ne de Hitler’in biyografisini yazmak değildi. Biz, “Alman Adamı”nın gerçek kimliği, ruh haleti ve mizacının saptanmasının peşinde olduk. Bu itibarla, gerek bundan önce irdelediğimiz eserlerde, gerekse aşağıdakinde[9] bu amacımıza hizmet edecek bilgileri ayıklamakla yetindik.

 

Gerçekten çok kişi ve tarihçi, Alman halkının Nazi terörü hakkında fazla bilgi sahibi olmadığını iddia ederek sıradan Almanı Nazilerin aşırılıklarından ayırmak eğiliminde bulunuyor. O ise ki rejinin arkasında sosyal mutabakat ve rıza vardı ve Alman adamı ile kadını, sosyal yabancılara ve “ırk düşmanları”na zulümde methaldar olmuşlardı. Gerçekten Hitler, şu ya da bu yolla, yurttaşlarının büyük çoğunluğunun desteğini elde ederek geniş ölçüde başarılı olmuştu. Almanlar, genellikle mağrur olma yoluna girip Hitler ve hempalarının, onlara yakışmayan bazı insan türlerini ya da “yabancı”, “asosyal”, “gereksiz yiyiciler” ya da “caniler” olarak görülenleri uzaklaştırmalarından hoşnut olmuşlardı.

 

Özellikle Doğu Avrupa’da yurtlarından sökülüp getirilmiş köle işçiler babında sadece Alman devleti değil, binlerce özel teşebbüs ve yüz binlerce bireysel çiftçi, küçük iş sahibi, bu zavallıların inkıyat altına alınıp sömürülmelerinde methalden olmuşlardı. Hattâ ülke bozguna doğru kaydıkça bile Almanlar çoğunlukla büyük bir sebep yelpazesi içinde bunda ısrar etmişlerdi (S.VII – VIII. Önsöz’den).

 

Her ne kadar Hitler’le Naziler hür seçimlerle Almanların ekseriyetinin desteğini kazanamamış idiyseler de, Şansölyeliğe atanmasını takip eden birkaç ay zarfında çoğu yurttaş onu kabul ve ona sıkıca arka çıkmaya yanaşmamışlardı.

 

Hitler bir diktatörlük yaratmak istiyordu, ama aynı zamanda halkın desteğini arıyordu. Onu kendine çekmek için yapabildiği en önemli şey çok büyük ölçekli işsizlik sorununu çözmek idi. Her ne kadar onun rejimi Büyük Çöküntü’nün öbür Batılı demokrasilerden çok daha çabuk üstesinden gelmişse de, bu yine zaman almıştı. Hitler, göreve gelmiş bir güçlü lider imajını kısa vadede yaratmıştı ve Weimar Cumhuriyeti’ne damgasını vurmuş olan kargaşalık yıllarından sonra Alman devleti, I. Dünya Harbi öncesini hatırlatan bir “normallik” halesine bürünmüştü. Weimar, kaybedilmiş harpla onur kırıcı barış, ekonomik hercümerç, sosyal kaosla ayniyet halinde tutulmuş ve Almanya’da kimse tarafından sevilmemişti. Bu demokrasiyi yerleştirme teşebbüsü derin sosyal kökler salamamıştı ve halkın ondan yüz çevirmesi nispeten kolay olmuştu.

 

Hitler sadece bir iktidar boşluğunu doldurmamış, kısa zamanda 1919’un onur kırıcı barış antlaşmasını sistematik şekilde yırtarak ve akşamdan sabaha, birçok Almanın kıta üzerinde hâkim güç olarak “haklı” yerini almasının hissi içinde bir vatanperverane alkış almıştı. O bunu, bir ordu olmadan sağlamıştı. Bu başarılara bir mükâfat olarak, menfi düşünce, Nazizm’in reddi odaklarının ve hattâ mukavemet örneklerinin inatçı varlıklarına rağmen Alman halkı kısa sürede kendini Hitler’e adayıp onu 1945’teki felâketli sona kadar aralıksız tutmuştu.

 

Yeni rejim, alenî düşmanlarına karşı hiç tereddüt etmeden birçok şekilde baskı uyguluyordu, ama yine de her köşe başında halkın mutabakat ve desteğini arıyordu. Rıza –muvafakat ile baskı, Üçüncü Reich’in bütün tarihi boyunca içinden çıkılamaz şekilde girift olmuşlardı, şöyle ki baskı ve terörün çoğu, halkın fazla sempati duymadığı özgül bireyler, azınlıklar ve sosyal gruplara uygulanıyordu. Baskı ve terör yüksek ölçüde seçici olup muhakkak evrensel olarak Alman halkının başına yağmıyordu.

 

Naziler önceleri, 1933 başlarında, halkın ruh haleti üzerine dayanmışlardı. Tam Nazi olmayan yurttaşların çoğu başarısız Weimar deneyinden doymuştu. Bunlar aynı zamanda etraflarında inhitat, çürüme ve cürüm olarak gördükleri kesin vakıalardan adeta saldırıya uğruyorlardı. Bu koşullar altında Hitler rejiminin her türlü demokrasi ve liberal faaliyetlere karşı, muhalefeti, komünistlerden başlayarak, yasadışı tutma işi, yasa ve nizam adına teşvik edilmişti. Mart 1933’te Hitler, siyasî kadronun “ahlâkî temizlenmesi” çağrısında bulunmuştu. Bu, ne manaya çekilirse çekilsin, onun kişisel inançları, Nazi ideolojisi ve birçok kişinin arzu ve ümitleri olduğunu farz ettikleri, Nazilerin ırka – dayalı “halk cemaati” tesmiye ettiklerine nereden başlanmasının siyasî olarak en çok avantajla olacağına karar vermek için bir araya gelmişlerdi. III. Reich’da genel muvafakatin (konsensus) temel unsuru, uzun vadeli ve Hitler öncesi “ifna edici – eleyici, yok edici” antisemitizm olmuştu. Bu fobinin kıyıcı potansiyeli 1933’ten önce orada mevcuttu. Bu çerçevede mütalâa edildiğinde Hitler’in bu yoldaki rolü küçümsenmiş oluyor, şöyle ki Hitler ve Nazilerin yapmış oldukları, Almanlarda önceden mevcut, küllenmiş antisemitizmi sarsıp faaliyete geçirmekten ibaret olmuş. Yahudilere zulmederek “büyük başarı” dediği, Alman halkının genelde önceden mevcut, şeytanî, ırka dayalı ifna edici antisemitizminin sorunu olmuştu. Hitler, esas itibariyle bunu çözüp serbest bırakmıştı.

 

Antisemitizm başlarda hafiften ele alınmış; bu sadece, Yahudileri geçimden yoksun bırakmanın ekonomik toparlanmaya zarar vereceği korkusundan değil, 1933’te çoğu Almanın, Hitler ve Naziler kadar Yahudiler hakkında kuvvetli ve olumsuz hislere sahip bulunmayışındandı.

 

Bu itibarla ilk hedef Yahudiler olmamış, uzun süreden beri, (komünistler gibi) sosyal nizama, evrene tehdit olarak görülenler veya caniler, “topluma uymayanlar” ve sair “sorun yaratanlar” hedef olmuşlardı. Açıkça görüldüğü gibi, yeni Reich’ın ilk yıllarında ırkçı politikalar çok ihtiyatlı bir şekilde ifade ve ifa edilmişlerdi. 1945’ten itibaren ortaya atılan başlıca sorun, Almanların ne zaman toplama kamplarından haberdar oldukları, yani onu ne zaman ve hakkında ne bildikleri olmuştu. Almanlar gizli polis (Gestapo) ve kampları, zulümleri, katilleri vs.yi biliyorlar mıydı ve birlikte gitmişler miydi? Almanlar kamplardan habersiz veya bunlar hakkında çok az bilgi sahibi olduklarını ve harbin sonundaki ifşaattan şaşırmış olduklarını iddia ederek kendilerini savunmuşlardı. Uzun süre tarihçiler arasında, Nazilerin bilhassa sistematik olarak, yaptıklarını kamuoyundan gizledikleri ve sıradan insanların gerçekten bunları bilmedikleri hususunda mutabık olmuşlardı.

 

Ama işin aslı hiç de böyle değildi. Polis ve kamplar hakkında geniş bir malzeme dizisi ve ayırt edici kampanyalar günün medyasında yayınlanmıştı. 1930’larda rejim, toplama kamplarının basında geçtiğinden emin olmak istiyordu ve bundan iftihar ederek kampta erkek ve kadınların yargısız olarak polisin emirlerine bağlı olduklarını bildiriyordu. Yeni “polis adaleti” sistemini ve bunun vasıtasıyla Gizli Polis (Gestapo) ve Kriminal Polis (Kripo) kendi başlarına yasanın ne olduğuna ve keyfî olarak insanları kamplara göndermeye karar vermelerinden rejim açıkça övünüyordu. Naziler polisi hafta boyunca ülke çapında yıllık festivallerle kutluyor ve gururla bunun cinayet, ahlâksızlık ve pornografi ile savaşındaki birçok başarılarını duvarlara yazıyordu. Yargıçlar bu harekete katılıyorlardı. Sert bir adalet uygulanıp görülmemiş ölçüde ölüm cezası veriyorlardı. Bu tür uygulamaları gizlemenin uzağında rejim, bunları basında sergiliyor ve övünçle Nazi sisteminin öbürlerine göre modernliği ve üstünlüğünü ilân ediyordu. Nazi Almanya’sında herhangi bir kişinin Gestapo, toplama kampları, ayrım kampanyaları ve zulümler hakkında bilgi isteyenlerin, sadece gazeteleri okumaları yetiyordu. Nazi Almanya’sı fiilen bir modern mass media toplumu ve gününde modernliğin öncüsü olmuştu. Film yapımı da kısa sürede sisteme yakın bir endüstri haline gelmiş ve gazetecileri kazanmanın dikkate değer şekilde kolay olduğunu ispatlamıştı. Hattâ ünlü orta-sınıf ve muhafazakâr gazeteler Hitler’in tayinleriyle mutabakatlarını beyan edip okuyucudan ona bir şans verilmesini talep ediyorlardı (S.1-7, Giriş’ten).

 

İşin ayrıntılarına girmedik.

 

[1] Joseph V. Femia.  – Against the masses. Varieties of anti-democratic thought since the French Revolution, Oxford 2001.

[2] Bu kişiden “Alman gerçeği ve Türkler” kitabımızda uzunca bahsettik.

[3] Siyasî iktidarın servet sahiplerinin elinde bulunduğu sistem.

[4] Daniel Jonah Goldhagen.  – Hitler’s willing executioners. Ordinary Germans and the holocaust, New York 1996.

[5] Saul Friedländer.  – Nazi German, and The Jews, Vol. I, The Years of Persuasion, New York 1997.

[6] 40’lı yılların ikinci yarısında, faşist Recep Peker Hükümeti’nin Çalışma Bakanı Sadi Irmak, Türkiye’de, “İşçi Dernekleri” adı altındaki ilk “sarı sendika”ları ihdas etmişti.

[7] Örneğin, AEG’nin kurucusu Rathenau.

[8] Heinrich Heine (1797 – 1856), uluslararası düzeyde ün kazanmış ve etkili olmuş Alman şairi. Yahudi bir ailenin çocuğu idi. 1825’te hukuk öğrenimini tamamlamıştı. Yasalara göre Yahudiler memurluk yapamadığından istemeyerek Protestan olmuştu. Heine’nin insanları rahatsız etme gücü, büyüleme ve harekete geçirme gücü kadar büyüktü. Çok az büyük şair, ülkesinde onun kadar geniş tartışma konusu olmuştu. Saldırgan yergileri, radikal davranışları ve pervasız yöntemleri yüzünden pek çok kişi tarafından yurdunu sevmeyen, yıkıcı ve hain biri olarak görülmüştü. Antisemitizmin güç kazanması da ona karşı açılan kampanyayı körüklüyordu. XIX. yy.ın sonu ile XX. yy.ın başında çeşitli Alman kentlerinde Heine adına anıt dikme çabaları, ayaklanmalara yol açmış ve hükümetleri sarsmıştı. Birçoğu bestelenen şiirleri halk arasında çok sevildiği için, Naziler bunları hazırladıkları derlemelere almak zorunda kalmışlar, ama altlarına “yazarı bilinmiyor” notunu da eklemişlerdi (AB).

[9] Robert Gellately.–Backing Hitler. Consent and coercion in Nazi Germany, Oxford University Press, New York 2002.