Delilik, tecessüsü tahrik eden ama yine de korkutucu bir konu olmuş. Çok kişide dayanılmaz bir çekicilik, başkalarında da geniş ölçüde merak ve ürküntüden kaynaklanan bir cazibe yaratmış. Delilik tedavi edilebilir mi, yoksa müteal (transcendent), fecî ya da abes bir şey midir?
Önce Doğu tıbbî metinleri, çeşitli akıl hastalıkları ve bunların tedavileri için tarifler vermişler ama bunlar, İslâmî tıpta Galenos geleneğine münhasır kalmışlar. Modern görüş açısından bunlar klinik dışıdırlar.
İslâm toplumunda deliliğin gayrimuayyen manası, basit bir Arap deyişi olan al–junûn funûn, yani “delilik birçok türlüdür” ile ifadesini buluyor. “Cine çarpılmış”, ya da “akıl hastası” manasında majnûn-mecnun, nev’e ait anlamıyla bir erkek ya da kadının mutad hilâfına davranışının teşhisini kapsıyor. Bu deyim Ortaçağda Arapçada, daha sonra da İran ve Türk edebiyatında en yaygın sıfat olmuş[1].
“Mecnun’a mukabil oldu Leyli
Bahr-ı gama battı dert seli
Leyli deme, şem’i meclisi efruz (meclise nur veren mum)
Mecnun deme ateş-i ciğer suz (yakan)
Leyli deme cennet zulmet içre bir nur
… “ (Fuzuli – Leylâ ile Mecnun) B.O.
Dönelim esas konumuza.
Eski ve Ortaçağ Orta–Doğu’sunda hastalığın bir dinî yorumu derinlere kök salmış bir görüş olmuştu. Bu, özellikle zihnî bozukluklar için, naturalistik tıp mantığına kolay ve insafsızca meydan okuyordu. Rahatsız bireylerin ve daha olası olarak ailelerinin ilk başvurdukları şey, doğaüstü tedavi oluyordu. Paganlar için olduğu gibi Yahudi ve Hristiyanlar için de, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde, aklî bozuklukların sebebinin teşhisi ve muhtemelen tedavisi, doğaüstü bir yöntemle yürütülüyordu. Doğruca sebep, genellikle habis ruhların işiydi ve bunlar dua ile def edileceklerdi. Müslümanlar, işbu manevi tedavinin zengin mirasının vârisi idiler. Bunda Doğa Hristiyanları etkili olmuşlardı ve Hristiyan tedavinin Müslüman toplumda şaşırtıcı bir devamı görülüyordu.
Dua ile habis ruhları def etme (exorcism) yöntemi Hz. İsa’nın öğretisinin bir önemli veçhesi olmuşsa da işbu uygulama, Hz. Muhammed’in hayatı ya da daha sonraki kitlevî ihtidada böyle bir rol almamıştı. Kaldı ki dinî tedaviyi üstlenme yetkisine sahip bir Müslüman ruhban sınıfı da yoktu. Bununla birlikte dünya ötesi ruhlara inanç İslâm öncesi Arabistan’da yaygındı ve cinlere Kur’an’da belirgin olarak rastlanıyor.
Her ne kadar Hz. Muhammed herhangi mucizevî güçleri reddetmişse de sofu Müslümanlar ona Tanrı ile aracılık etme ve mucize gösterme kabiliyetini atfetmişlerdi ki bu keyfiyet, Müslüman velilerin yolunu döşemişti. Geç Ortaçağda bunların sayısı alabildiğine artacaktı. Mucize yaratan Hz. Muhammed ve Müslüman azîz–velîler inancı, fethedilmiş alanlarda ilk Müslümanlar üzerinde Hristiyan inanç ve uygulamalarının etkisinin sonucu olmuştu. Zahid Müslümanların ve özellikle mutasavvıfların Hz. Muhammed’i bu yönde yeniden yorumlayıp velilere ibadetin yolunu açmış olması doğaldı. Orta–Doğu ve Kuzey Afrika’da veli mezar ve türbeleri her yere yayılmış olup müminlere tedavi sunuyordu[2].
Yukarıdaki ünlü Mecnun ile mâşukası Leylâ’ya iffetli aşkının hikâyesi, sevgisi uğuruna kendini feda edecek romantik deli idealini ifade ediyor. Geç Ortaçağlarda bu dokunaklı Arap masalı İranlı ve Türk şairlerce yeniden işlenmiş ve Mecnun, kendini Tanrı aşkına yakan mutasavvıf (mystic) sembolü olarak belirmiş. Tevrat’taki Potiphar’ın karısı Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkı, İran şiirinde bir mistik romans şeklinde verilmiş; Züleyha’nın Yusuf’a olan delice aşkı, birinin Tanrı’ya ateşli aşkı olarak nitelendirilmiş.
Akıllı deli, kutsal deli gibi, esas itibarıyla zararsız olup sonuncusunun aksine, bir Saray şakacısı ya da soytarısı ya da korkusuz bir sosyal eleştirici olabilir[3].
***
İskenderiye tıp mektebinin terakiinin sonucu olarak Galenos tıp sistemi, Geç Antikçağ alanına hâkim olmaya götürecekti. Galenosçuluğun ana kavramı, hıltların kuramı idi. İşbu kuram, Grek doğa felsefesinin ilk gelişmeleriyle yakından ilişkiliydi. Hippokrates mektebi salikleri hekimler, doğanın dört unsuru, hava, toprak, su ve ateş kavramını kabullenmişlerdi ve bunları insan bedeninin esas unsurları olarak telâkki etmişlerdi. Bunlar, kuramsal olarak, bedenin çeşitli organları tarafından tevlit edildiğine inanılan dört hılta, ezcümle kan, kara safra, sarı safra ve balgama tekabül ediyorlar.
***
Zamanla hıltlar, yılın mevsimlerine, kişinin hayatının kademelerine ve insanların mizaçlarına bağlanmış. Her hılt, iki türden yapılmıştı: Kan ratıp ve sıcak, kara safra kuru ve soğuk, sarı safra sıcak ve kuru ve balgam da soğuk ve rutubetli idi.
Aklî bozukluklara gelince, kara safranın bunun etiolojik kaynağı olduğuna inanılırdı (kara sevda). Malihülya (melankoli, Grek melaina chole’den) korku ve gam, melâli istilzam edip mutat olarak kara safralılık halini ifade eder[4].
Galenos’un aklî bozukluklar hakkında yazdıkları, vâsi eserinin ancak küçük bölümünü oluşturuyorsa da, görüşümüze göre bu konudaki yorumlarının Ortaçağ tıbbı üzerinde büyük etkisi olmuştu. Galenos öğretisinin muhafaza ve teşviki, ünlü hekimin İskenderiye tıp mektebi nezdindeki rağbeti sayesinde idi. Bunun ötesinde İskenderiye mektebinin İslâmî alanda yaşamını sürdürmesi, Yunan tıbbı ile İslâmî tıp arasındaki devamlılığı temsil ediyor. İslâmî dönemde İskenderiye mektebinin ısrarlı varlığı ve bunu tabiplerinin VIII. yy. başlarında Suriye’ye intikallerinden daha anlamlı olan, Süryanîce konuşan Hristiyanlarda Yunan Tıbbî metinlerinin sürekli tercümeleri idi; böylece de Galenos öğretisi Suriye, Irak ve İran’a yerleşmiş oluyordu. Süryanîce çeviri ve etütler, bin yıl yaşadıktan sonra yok olan bilim dili Yunancanın bıraktığı boşluğa rağmen tıbbî metinleri korumuş oldu[5].
Sürekli olarak tesis edilen Hristiyan hastaneleri, hiç şüphesiz, saray hekimlerinin etkileri ve bunların doğruca malî destekleri sayesinde var olmuşlardı. Böylece Hristiyan hekimler, aleyhlerine olan yasal zımmî statünün üstesinden gelme yolunu buluyorlardı; böylece de “Arap bilimleri”nin gelişmesine bir kültürel ve meslekî karşı denge oluşturuyorlardı.
Süryanî hekimler şüphesiz daha ileri tercümelerle tıbbî geleneklerini pekiştiriyorlardı. Öbür yandan, rakipleri göreceli zayıftılar: Ne Zerdüştî tıbbî geleneği, ne de Müslüman dinî tıbbınki güçlü idi. Sadece Hint tıbbî sistemi Galenosçuluğa mümkün bir meydan okuma olanağına sahip bulunup başlarda Bağdat’ta Yunan tıbbı ile hemzaman olarak bulunmuş gibiydi. Peygamber tıbbı ve Hint sistemi, Greko–Arap tıbbının zaferinden sonra yaşayacaktı.
Hint–İran tıbbı İslâmî materia medica’ya ciddî yardımda bulunmuşsa da bu yolda en büyük iştiraki, ilk İslâmî hastanenin kurulmasıyla olan bağlantısı idi. Harûn Reşid (ölm. 193/809) ile veziri Yahya İbn Barmak’ın Doğu kültürünün güçlü destekçileri olduklarını, vezirin, Bağdat’ta geç VIII. yy.da kurduğu hastanede Hint tıbbî eserlerinin çevirisini teşvik ettiğini biliyoruz[6].
Alkoholism, bittabi, akıl hastalığına götürebilir, ama İslâmî toplumda bunun genel yasaklanmasının zihnî kabiliyete tehdidi dolayısıyla edilmemiş olması da dikkate değer, şöyle ki Kur’an’da besleyici olarak gösteriliyor: “Hurmaların meyvesiyle üzümlerden hem şarap yapar, hem güzel güzel yiyerek beslenirsiniz… Sonra bütün meyvelerden yiyin… Onların karınlarından türlü türlü renkli ve insanlar için şifalı şerbetler çıkar…” (16/67 – 69).
Şarap için Arabî kelime hamr olup bunun dahi “kopmak – yakalamak” demek olan hâmara’dan türediği sanılıyor, şöyle ki hamr, zihni kavrayıp bastırıyor. Serhoşluğun yasaklanmasına mütedair dindar hadislerin genel delili, muhakemeyi azaltmasına dayanıyor. Ama şaşırtıcı olarak, alkoholism, genellikle tıp yazarları tarafından bir zihnî bozukluk ya da hiç değilse, akıl hastalıkları bağlamında bir sebep olarak ele alınmamış[7].
“Her hastalık için, onu tedavi edecek bir ilâç vardır, delilik, veba ve yaşlılık hariç” demiş el – Mansûrî.
Hastane, ya da bimâristân veya mâristan’da, akıl hastaları için özel tedbir, Ortaçağın İslâmî toplumunda tıbbî uygulamanın dikkate değer bir veçhesi olmuş. Gerçekten Ortaçağ boyunca mâristân, bir “akıl hastası sığınağı”nı ifade etmiş. Görmüş olduğumuz gibi, Grek tıbbî metinlerinin Arapça’ya kitlevî çevirisi, İslâmî hastanenin tesisi ile aynı zamana düşüyor, bu sonuncusunda akıl hastaları için özel koğuş ya da hallerin mutat dışı olarak varlığı belirgin oluyor.
İlk İslâmî hastane, Bağdat’ta IX. yy.ın başlarında kurulmuş gibi olup Doğu Hristiyan xenodocheion numunesine göre tesis edilmişti. İşbu hayırsever Hristiyan müesseseleri, başlıca manastır reviri ya da darülacezesi olmalıydılar. Bunlar Doğu Hristiyanları tarafından İslâm’ın zuhurundan önce tesis edilmişler ve daha sonra ilk İslâmî alanlarda da bu yolda devam etmişler. Böyle bir “hastane”nin kurulması hakkında en iyi delil, Bağdat’ta, 780’den 823’e kadar Doğu Kilisesi’nin Patriği Timothy’nin bir mektubu oluyor; mezkûr Patrik Kilise’de olduğu kadar Abbasî sarayında da önemli kişi olarak kabul edilmişti; onun zamanında Kilise, dikkate değer gelişme göstermişti. 790’da Timothy, Elâm (Kuzistan) metropoliti olarak nasbettiği iyi dostu ve de tabip olan Sergius’a yazdığı bu mektupta, kişisel ve Kilise işlemlerinden bahsettikten sonra şunları söylüyor: “Kraliyet kentlerinde (Madâ’in ya da Ctesiphon–Selefkiye’de) bir (xenodocheion), yani bir (bîmâristân) inşa ettik ve en az 20.000 (züxé) sarf ettik. Şimdiden çatısı örtüldü ve tamamlandı. Cenab-ı Hakk’ın burada hastalara ve bedenen veya zihnen–ruhen hastalara sağlık vermesi için dua edin”.
Böylece de, geç VIII. yy.da Madain civarında açıkça hastalıklı ve muzdarip insanlar için bir yer yaratılmıştı ve bunda muhtemelen hükümetin tasvibi ve Suriye Hristiyan cemaati ve özellikle çok sayıda bulunması melhuz Suriyeli tabiplerin malî desteği vardı. Patrik açık seçik olarak xenodokeion’u, bîmâristân olarak tarif ediyor. Bu sonuncu tabir Farsça “hasta için yer” demek olup Hristiyan hastanesinin o çağda İran’da kabul edilmiş bir kurum olduğunu gösterir gibidir. Keyfiyet önemli oluyor, şöyle ki Müslümanlar bu adı ve de Hristiyan kurumunu, ilk İslâmî hastane Bağdat’ta açıldığında devralacaklardı. Hristiyan Xenodokeion, muhtemelen Galenos’un aklî hastalıklar hakkındaki öğretisine aşina tabipler tarafından yönetiliyordu.
Bağdat’ta başlıca ilk İslâmî hastanenin kurulmasından sonra bunun örneği bütün Abbasî döneminde de devam ettirilecekti ve bu arada vaki olan şey, Suriyeli hekimler ve tıbbî uygulayıcılar tarafından anlaşıldığı veçhile tıbbın yeniden ayarlanması ve bunun yeni biçime sokulması idi. İlk önce delilik, tıbbın bir bağımsız alanı olarak Trallesli Alexander’in önemli eserinde beliriyor; bu eser, IX. yy.ın başlarında çevrilmişti. Bu zamanda, delilik hakkında benzer görüşleri yansıtan bir Arapça eser mevcut muydu? İlk tıbbî icmal, Tabarî’nin (ölm. 240/855) Firdavs al–hikma olup bunda Yunan tıbbının devamı görülüp böylece bir tıbbî uzmanlık için bir fikrî temel sağlanıyor. Tabarî, bahsini beyin hastalıklarıyla başlatıyor:
“Bu bahiste on üç tür aklî hastalık zikredeceğim. Bunların arasında sar’a–epilepsidir (as–sar’, ifilibsiyâ). Halk bunu “peygamberî hastalık” (al–maraz al kâhinâ) tesmiye eder, çünkü bu illete duçar birçoklarını, kriz sırasında geleceği söyler ve bundan şaşırtıcı şeyler çıkar…”
Öbür yandan, halk bâtıl inançlarına bulaşmamış aklî hastalıkların anlatılışı, gerçek “bilim” gibi görünme meziyetine sahip oluyor. Arap fâtihler ve dinleri, bu gelişmede bir miktar etkili olmuş olmalıydı. Arap fâtihler, “yabancı bilimler”e yeni ve geniş müzaherette bulunuyordu. Özgül olarak deliliğe bakıldığında, Orthodox, İslâm, Sûfîliğin aksine, hiçbir surette Hristiyan tipi dua ile hastalığı tevlit eden kötü ruhları kovma işlemini tasvip etmiyordu. Şöyle ki dinî dua ile kovma fiili, tıbbî tedaviye bir alternatif olmuyordu.
Bu itibarla ilk deliler koğuşunun kuruluşu, geniş ölçüde tabiplerin kendileri tarafından Galenizmin güçlü teşvikinin sonucu olmalıydı. IX. yy. Bağdat’taki Hristiyan hekimler, Galenos tıbbının ilerlemesi için faal olarak Saray’ın desteğini aramışlardı ve işbu tıp, sonunda hastanelerde kurumlaşacaktı.
X. yy.dan itibaren İslâmî hastaneler sık sık Orta–Doğu’nun başlıca büyük kentlerinde tesis edilmişlerdi. Selçuklu sülâlesi, Anadolu’da ilk olarak birçok hastane yaptırmıştı; bunun ilki 1205-6’da Kayseri’de kurulmuş olanıydı. Daha sonra Osmanlı sultanları ve yüksek memurları da, tüm imparatorlukta hastane ve darülacezelerin cömert hâmileri olmuşlardı[8].
“İnsanoğlunun tedavisinde günümüzün en büyük hatası, bazı hekimlerin ruhun tedavisini bedeninkinden ayırmalarıdır” (Eflâtûn).
Akıl hastasının tedavisi, doğal olarak “psikoterapi” sorununu ortaya çıkarıyor. Artık hiç kimse zihnin çalışmasıyla bedeninki arasında bir ilişkinin bulunduğundan şüphe etmiyor; bununla birlikte geniş tıbbî metinlerde ve uygulamada bir geniş yorum yelpazesi bulunuyor. “Orthodox” tutum, bittabi Galenos’unki ezcümle ruhun, bedenin mizacını takip etmesi keyfiyeti oluyordu.
İslâmî hastanelerde psikolojik hastaların yoğunlaşması, muhtemelen aklî hastalıkların psişik sebebine daha büyük gerçeklik kazandırıyor. Aksine olarak da zihnî karışıklıkların münhasıran fiziksel yorumu hususunda haklı şüphelere yol açıyor. XI. yy. ortalarında, Bağdat’ın ünlü tabipleri ailesi mensubu Said İbn Bahtishu, Risâla fi tıbb’ında inandırıcı şekilde hastalığın, ateşli bir aşk ya da aşk hastalığı olarak özetlenen, psişik sebebi lehinde fikir yürütüyor. Eserinin dördüncü bahsinin başında sıra doktorlarının hastalıktaki psişik unsuru ihmal etmeleri hususuna dikkati çekiyor. Ona göre bu doktorlar bîmâristân’a (hastaneye) girip tabipler ekibinin hastaları nasıl tedavi ettiklerini, kimilerinin sinirlerini teskin edip, kimilerinin zihnini meşgul edip, kaygılarını idare ettiklerini ve onları şarkı ve sair şeylerle eğlendirdiklerini, kimini de küfür ve horlama (hor görme) ve ruhlarını yerinden oynatarak uyardıklarını görmemişler.
Hekimler, olayların ruhî koşulları davet ettiklerinde müttefiktirler. Böylece de heyecan durumu, bedenin niteliğini doğruca etkilemektedir. Bu fikrin bir güzel izahı, aşırı şişmanlıktan (obesity) şikâyetçi olan, Harun Reşid’in danışmanı İsa’nın hikâyesidir. Tavsiye edilen diyet rejimine riayet etmiyor, verilen ilâçlar da faydasız oluyor. Halife, saray hekimi Abû Kurayş’ın teklifini onaylıyor ve hekim İsa’ya, hastalığının tedavi kabul etmeyeceğini ve ancak birkaç haftalık yaşamının kaldığını ifade ediyor. İsa o denli korkuyor ki birkaç hafta içinde fazla ağırlığı kaybediyor. İbn-i Sînâ, eserlerinin birinde zayıflamak isteyenlere kederin faydalı olduğunu pervasızca söylüyor[9].