Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > Çadır-Topak Ev

Çadır Topak Ev

Kuzey Asya halklarının çadır ve yurtlarının büründükleri kozmolojik sembolizm malûmdur: Gökyüzü, bir merkezî sütun, çadırın orta kazığı tarafından tutulan bir muazzam çadır gibi telâkki edilir. Bunda, dumanın tahliyesi için üst açıklık, Dünyanın Sütunu veya “Gökyüzünün deliği”, Kutup Yıldızı’na teşbih edilmiş. Bu açıklığa (“pencere”ye) aynı zamanda “Gökyüzü’nün Penceresi” denmiş.[1]

Daimî konut olarak mütalaa edilmeleri itibariyle bu bölümde[2] yer alan çadırlar ya sürekli olarak göçebelik niteliğini muhafaza eden unsurların bütün yıl veya yerleşik hale geçmiş olmakla birlikte yaz aylarında yaylaya çıkma âdetini devam ettirenleri de yılın belli aylarında barındırır. Resim 120a ve b bunlardan ilkine, Resim 120c de öbürüne örnek teşkil eder.

“… Arkeolojik ve ethnolojik araştırmalar… eski Doğu’da da konutun kronolojik gelişmesinde dairesel plandan kare planlı eve doğru bir gidişe işaret etmektedir… Kare planlı konutlar, yerleşiklikle bağlantılı düşünülür. Çoğunlukla çadırlardan oluşan taşınabilir barınaklar kare ya da dairesel planlı olabilir; ancak dairesel olanlar daha hafif malzemeden yapılabildiği için taşınmaları da daha kolaydır ve bu nedenle dairesel planlı evler hep taşınabilirlikle bağlantılı düşünülmektedir…”

“Çeşitli çadır biçimleri arasında ‘kara çadır’ ve kubbe biçimli ‘yurt’ (Anadolu’da ‘topak ev’ ya da ‘alaçık’ olarak anılır). Yurt ile kara çadır arasındaki temel fark, yurdun kubbe ya da koni biçiminde oluşu, kara çadırın ise asılı dokumalardan oluşmasıdır. Yurt tipi çadırlarda sabit kubbeli üst kısım basınç yükünün tümünü taşırken kara çadır, basıncın yalnızca bir kısmını düşey yapısıyla taşımakta, basıncın çoğu sıkıca gerilmiş uzun ipler üzerinden aktarılmaktadır. Batı Anadolu çadırlarında çekme gücünü yüklenen kumaşları birarada tutan, dikişlerdir (üç direkli çadırlar). Özel bir tür de, Türkiye’nin Toroslar bölgesinde görülen ve ‘çatma ev’ olarak adlandırılan beşik tonozlu çadırlardır” (Resim 120c).

“Kara çadır ile yurt arasındaki bir başka fark, yapımlarında kullanılan malzemeden kaynaklanmaktadır. Birincisi keçi kılı dokuma ile yapılırken ikincisi keçeyle kaplanır… Yurt, dairesel çadırların en akıllıca biçimlendirilmiş olanıdır. Silindir biçimli bir gövde ile kubbe ya da koni biçimli bir çatıdan oluşur…”

“Türklerin kubbeli yurtlarının… tambur olarak adlandırılan silindirik gövdeyi oluşturan çapraz çitalar, genellikle sepet işi türündendir ve katlanabildiği için taşımaya elverişlidir. Açılır kapanır bu çapraz çıtalar sayesinde çadır çapı büyültülüp küçültülebilir. Yurtların penceresi yoktur; ancak çatıdaki açıklık hem pencere hem de baca işlevi görür…”

“… Bozkırda yaşayanlarda ise her türlü referans öğesi kişiler tarafından evlerinde yaratılmalıdır. Onların elinde astronomik eksenler, güneşin doğuşu ve batışı, bütün olarak gök kubbe ve merkez olarak da yurt vardır. Böylece çadır, evrenin ‘karşı’ yansıması olmaktadır; çatıdaki delik, gökyüzünün gözü, yani güneş, çatı da kubbeli, kapalı gökyüzünü temsil etmektedir…”

“Osmanlı mimarlığı büyük ölçüde Türk-Moğol yurt’undan etkilenmiş görünmekte; bu etki, sivil mimarlıkta da Türk evinin oturma odaları ve özellikle de başodanın düzenlemesinde göze çarpmaktadır…”[3]

Bütün bu ifadeler, Eliade’in yukarıdaki özetlenmiş sözlerinin doğrultusunda oluyor.

Çadır konusu ile ilgili olarak DLT’te bazı sözcükler buluyoruz.

“Çığ: göçebelerin sele sazı, (çığ otu ile yaptıkları çadır örtüsü (III/128). Bu, kamıştan daha ince ve daha yumuşaktır.”

Bu sözcük günümüzde halk dilinde biraz farklı ama aynı bağlamda manaları ifade ediyor:

  • Süt kazanlarının üzerini kapatmak için kamıştan yapılan örtü (Uş, Brd, Dz, Es, Mr, Sv, Ank, Nş, Nğ, Kn, Ada, Mğ, Mn).
  • Çadırlarda kamıştan yapılmış bölme (Ur, İç, Kerkük).
  • Keçi ve koyun yavrularını koymak için kamıştan yapılmış ağıl, çit (Af, Brd, Es, Zn, Ama, Nğ, Ada).
  • Ucu dikenli bir çeşit kamış (Af, Isp, Brd, Dz, Sm)…

Yine DLT’te

“Kidhiz: keçe. Türkmenlerin çadır örtüleri ve göç zamanı bürgüleri gibi” (I/366, 508; II/96, 304; III/262, 329).

Buna karşılık günümüzde kullanılan bir sözcüğe rastlamadık.

Cuisenier de, Orta Anadolu aşiretleri üzerine yaptığı kapsamlı mukayeseli tetkikinde bize bu çadırlar hakkında önemli bilgileri veriyor.[4] Bekdik oymağından söz ederken bunların, her ne kadar tamamen yerleşik hale gelmişlerse de, Orta Anadolu bozkırı hayvancıları arasında topak ev’i muhafaza etmiş tek topluluk olduklarını söylüyor. Gerçi bunlar bu evi artık sadece yazlakta kullanıyorlar. Ve yaz meralarında köyler kurarak da bunlardan çoğu, mevsimlik göçten kurtulmuş;

bu itibarla keçe çadır varlık nedenini kaybetmiş oluyor ve dolayısıyla da her geçen gün daha nadir olur. Bununla birlikte, Bekdik’lerde, bazı köylerde, yeni inşa edilmiş kerpiç evlerle yan yana, geçmişin topak evi görülüyor. Ve Karacadağ eteğindeki bozkırda da, daha ilkbahardan itibaren, bu evlerden oluşan bütün bir oba’lar topluluğu görülüyor. Böyle bir uygulamanın ısrarla devamı, çok anlam taşıyor: Çoktan beri yerleşik hale geçmiş olanların ortasında, çevredeki eski göçebeler arasında tek ve yürük’lerden farklı olarak Bekdik’lerin topak ev’i muhafaza etmiş olmaları, grubun büyük bir salâbetinin işareti, Türkmen sosyal örgütlenme prototipine yakın bir uygunluğun muhtemel damgası olarak düşünülür.

Cuisenier, bir topak ev’in dikey eksenel kesitini, ayrıntılarıyla veriyor.[5] (Resim 121).

Azerî yarı göçebelerinin çadırları “deye” tesmiye ediliyor. Alaçık da, bu “deye”lerin tekâmül etmiş bir şekli oluyor. “Şayan-ı dikkattir ki Türk göçebe ve yarı göçebe kavimlerinde ‘Alaçık’ kelimesi mevcuttur. Bu ‘alaçık’ın Türk meskeninin en iptidaî şekli olduğu muhakkaktır…”.

“Azerîlerin ‘alaçık’ı bütün Orta Asya ve Başkurt göçebelerinin çadırlarına en yakın olan çadırdır…”[6]

Günümüz Anadolu halk dilinde alacık-alacuk ve çok sayıda varyantı, ağırlık Batı ve Orta Anadolu’da olmak üzere ülkenin her yerinde üzeri dal veya hasırla örtülen çoban evi, bağ kulübesi, çardak; çul ve keçeden yapılan çadır (Brd, Mğ); göçebe çadırlarının üzerine konan eğri ağaç, eğilmesi kolay ağaç sürgünü (Kn, İç) oluyor. DLT’te (I/136) bu, alaçu olarak kaydedilmiş.

Oba,  çadır, mesken, çadır halkı, aile anlamlarına gelir, Derim-dürum-derim evi,  kafes şeklinde tahta taşınabilir ev, çadır iskeleti (üstü keçe ve kilimle örtülür) (Nğ, Ada); keçe çadır’dır (Ky).

Oba’nın “çadır” olduğu kadar “ev” anlamına da geldiği görülüyor. Ama aşağıdaki karşılaştırma da ilginç olabilir;

ωβή= klan; Tacmahal (Orta Hindistan) dilinde de ava = ev…[7]

Dönelim “deye”lere. Bunların akşamı arasında Gelif var ki bu, daha önce de gördüğümüz gibi “kalıp” demektir ki Kazak deyelerinde doğruca “kalıp” deyimi kullanılırken Gence ve Karabağ’ınkilerde sırasıyla gälif ve kälip diye geçiyor.[8] Bundan anlaşıldığı kadarıyla “gelif’; p-f değişimi ile “kalıp”tan galat oluyor.

Ayrıntılarına girmediğimiz bu “deye”lerde bizim için ilginç olan husus işbu “gelif-kalıp”ın bir tür “modül” oluşturması şöyle ki çadırlar tek gelif, çift gelif, üç gelif (ikilik, üçlük) diye tarif edilip bu sonuncularda tek kalıplar birbirlerine yan yana dikiliyorlar. Böylece çadır, barındıracağı insan sayısına göre belli “standart” boyutlarda oluyor.

Oba’yı tekrar ele aldığımızda bu sözcük günümüz halk dilinde “ova”yı (Tr, Rz, Kerkük) ifade ediyor ki burada bir b-v değişmesini görüyoruz. Yunan β harfi de b-v değil midir? Yine “oba”, beş on evli köy (Ay, Mn, Çkl, Es, To, Or, Gr, Ezc, Mr, Sv, Nğ, Mğ) oluyor.

Türkiye halkına kesin damgasını vurmuş olan Asyalı öğelerin başlıca meskeni olması itibariyle Anadolu dillerinde çadırın haylice eşanlamlı karşılığı vardır. Bunlardan birkaçını sayıyoruz: Çatma,  yörük çadırı (Or, Gr, Tr, Gm, Gaz, Sv, Yz, Kn, İç). Çeğmel, kıl çadır (Kn). Çengetir, yazlık çardak, göçebe çadırı (Hat, Ada). Dörümevi-dürümevi, kışlık keçe çadır (Türkmen aşireti, Brs). Yani zamanı geldiğinde “dürülüp kaldırılan” bir ev. Kara ev,  çadır (İst, Nğ, İç). Keler, çadır (Ky). Bunun aynı zamanda kaya oyukları, doğal mağara, in (Ky, Nş, Nğ, Ada, İç) manalarına da gelmesi dikkate değer. Könük, şemsiye, çadır (Ezc). Kümele,  çadır (Kn). Turluk,  keçi ağılı (Bil), çadır (Kü, Mğ); çadır üzerine örtülen keçe (Af, Ay, Brs, Mğ); çubuk ve dallarla çevrilip üzerine kıl kilim ya da keçe örtülerek yapılan küçük çadır (Mğ)… Yellik, keçe çadır (Ada), sair anlamlarından başka. Keza çadır ağaçlarına arkalla (Kn); çadır üzerine çatı yerine konulan ağaca (Ant), çadırın yatay direğine arkıt (İç); çadır iplerinin bağlandığı kazıklara (Ml) basruk deniyor.

Yukarıdaki arkalla’ya gelince: Latince arca’nın kasa veya kasa şeklinde herhangi bir şey, çevre kazığı manasında olması dikkate değer…

Clauson’da (s.744) kerekü,  bir yurt’u örten keçeyi taşıyan ahşap kafes olup Kuzey-Doğu Altay dilinde bu kerege şeklinde kullanılıyor. DLT’de keregü: Türkmenlerce “çadır” demektir, göçebelerce “kışlık ev” anlamına gelir. Şu savda dahi gelmiştir: “kek kördi keregü yüdhti = sıkıntı gördü, çadırını yıktı, şırtladı” deniyor (I/447-8). Günümüz halk dilinde kereki-kereke,  aba (İç, Af); yünden ve pamuktan yapılan hırka, ceket (Kn) ki bunlar da, çadır gibi, bir “koruma” işlevini görüyor.

Devam edelim DLT’te çadırla ilgili sözcükleri taramaya:

“Kurvı çuvaç kuruldı, tugum tikip uruldı… = Han’ın yuvarlak çadırı kuruldu; tuğ dikilip nöbet davulu vuruldu… (Savaşı anlatarak diyor ki: Han’ın çadırı kurulduğunda -bu çadır ipekten yapılır, Han’lara özgüdür, şiddetli sıcaktan, yağmurdan, kardan korumak için kullanılır- savaş alâmetleri dikilir, davul vurulur…)” (I/195). Aynı çuvaç = çadır sözcüğü II/7, 190; III/60’da da geçiyor.

Sapığ: Çadırın eteği (I/374).

Sıruk: Sırık, çadır direği (I/381).

Böylece de çadırın kapağını örtüp dışarı çıkıyoruz.

* * *

Yukarda tuğla, taş ve ahşabın kesin standartlara tâbi kılınmış olduklarını, bu baptaki fermanlarda değişmez şekilde “kadimden olduğu üzere” ifadesinin geçtiğini görmüştük. Bunun yanı sıra solikos, pedavra, lata… gibi Türkçe kökenli olmayan sözcükler de, işbu standartların Osmanlı öncesi kökenine şüphe bırakmıyor.

Bunları geriye doğru nereye kadar izleyebiliriz?

Bunlar, loncalar kadar eski olmalıdırlar.

Gerçekten Osmanlı loncaları, tespit edilmiş kaide ve nizamlara uyarlardı. Bunda bir zorunluluk da vardı şöyle ki çok faal bir uluslararası ticaret ve yerel pazarlarda resmen tespit edilmiş fiyatlar böyle bir standartlaşmayı zarurî kılıyordu. Gerçekten, XVI. yy.ın ortasında, Kilia ve Çetatea-Alba gibi Rumen kentlerinin pazarlarına, Moldavya, Valakya, İstanbul ve imparatorluğun sair ekonomik merkezlerinin, ezcümle Vidin, Niyebolu, Silistre, Varna, Trabzon ve hattâ Karadeniz’in Kuzey’indeki ülkelerin tüccarları devam ediyorlardı. Bu pazarlarda alışveriş konusu olan çok sayıda emtia arasında, kiriş, kalas, pedavra… kütük ve kerestelik ağaçları kaydetmeliyiz.[9]

Osmanlı loncalarının genel yasaları, prensipleri ve törelerinin ayrıntılarına, hazırlamakta olduğumuz “Münakale ve Mübadele” cildinde gireceğiz. Ancak şimdiden lonca üyelerinin herhangi bir yeni nizamı tartışıp karar verdiklerini ve bu kararı kadı sicillerine işlettiklerini söyleyelim. Buna, lonca ustalarıyla devletin mümessilleri arasında tartışma sonucu bağlanan fiyat ve kaliteyi sağlamakla yükümlü muhtesip’in rolünü de eklemek gerekir. Bu sonuncusu, çarşıyı sürekli denetleyerek ihtisap nizamnamelerinin uygulanıp uygulanmadığını saptardı. Bu nizamnameler, anlattığımız “standartlar”ı içeriyordu. Yani muhtesip, bu “standartlar”ın bir nevi kefili oluyordu…

“… devletin muhtelif işyerlerinde istihdam edilmek üzere muhtelif şehirlerden getirtilen marangoz, taşçı ustası, nakkaş, amele, sıvacı, demirci gibi meslek erbabının da işlerini aksatmamaları, işyerini bırakıp kaçmamaları… için kefile bağlandıkları görülmektedir… Nitekim Büyükçekmece yakınında inşa edilecek köprü için ihtiyaç duyulan yetenekli ustaların tespit edilip birbirlerine kefillenerek Nevruz’da işe başlayacak şekilde gönderilmesi Edirne, Gelibolu, Üsküp, Selanik, Konya, Kayseri, Kastamonu gibi yerlerin kadılarına 11 Aralık 1565’te ferman olunmuştu. Selimiye Cami’nin inşası için lâzım olan ustaların tedariki için Gelibolu, Silivri, Ferecik ve İnoz kadılarına yazılan 8 Mart 1573 tarihli fermanda kefilleme usulünün âdet olduğu açıkça ifade olunarak..”[10]

Evet, Resim 122’de görülen Büyükçekmece köprüsü de, daha nice yapılar gibi, bir istihdam usulü “standart”ına uyularak inşa edilmiş.

* * *

Ülke sathında derleyebildiğimiz mesken tiplerinin resimlerle betimlemesine geçmeden önce nihaî olarak işin “felsefe”sine bir kez daha değineceğiz. Bunun bazı formasyonların izahına yardımcı olacağına inanıyoruz.

Mekânla ilgili tanımlama silsilesi içinde, şekiller yüzeyleriyle sınırlandırılmışlardır. Böylece de, yüzeyler iki türlü işlev yüklenirler. Fizikî olarak, şekli sınırlandırabilir ve o münasebetle dünyevî kozmik mekânları belirgin hale getirebilirler. Zihnî olarak da, müteal (transcendent) niteliklerinin gelişmesi yoluyla ruhu, insanoğlunun yaratılmış mahallerinin ötesinde yer alan daha yüksek gerçekleştirme düzeylerine sevk eder.

Yüzeylerin müteal (aşkın) nitelikleri aşağıdaki yollarla gelişir: Malzemelerin bizzat kendilerinin doğal aslî soyluluk ve zenginliği ile yüzey dış şekil ve süsleme ile veya yüzeyler üzerinde dış şekiller oluşturan soylu malzemelerin müşterek etkisiyle.

Mükemmel denge haline varma teknikleri güçlü doğal, geometrik ve ahenkli eğilimler sergiler. Daha sonra herhangi bir değişikliğe gerek göstermeden bir soylu tabiat sergileyen malzemelerin seçimi, işbu dengeyi yaratmanın ilk ya da “doğal” tekniğini teşkil eder. Ahşapta, zengin nesiçli tür aranır, bu vasıf geliştirilir ve kısımlar, malzemenin öz tabiatının emrettiği şekilde birleştirilir. Geometrik teknikler bir ya da daha çok malzemeyi geometrik modeller halinde mezceder ve bu sonuncular, malzemenin doğal niteliklerinden çok, birleştirilmiş yüzeylerin müteal niteliğine tâbi olurlar. Bu yolda tek bir malzeme, örneğin alçı, yüzeye oyulmuş geometrik boşluk doldurma şekliyle, değiştirilmiş olarak kullanılabilir.

Yüzeyler, kendi içlerinde bir mekân,  ya da “mahal duygusu” içerirler ve böyle olunca da boyutlar belirgin bir amaca sahip olurlar ve belli bir metafizik kavramı sembolleştirirler.[11]

Gerek çadırların, gerekse genel olarak konutun boyutlarının (yatay, dikey…) ifade ettikleri sembolizm, geleneksel insanın hayatı bir “sacrament” olarak yaşaması keyfiyetinin bir sonucu oluyor, herhalde. “Kutsal” kavramı için şu tanımlama kabul edilebilir: “Kutsal” olan, nedensel görünen, değişmez ya da dokunulmaz (elle tutulmaz) ve de tanımlanamazdır, şöyle ki doğru olduğu biliniyor veya böyle kabul ediliyor, ya da ona iman ediliyor.

İnsanoğlu niçin sembolizme başvurmuştur? Bunu istemeyebilir miydi? Bu sembolizm aynı zamanda hem saklıyor, hem de öğretiyor ve öğretmek için çapraşıklaştıkça anlama, ayırt etme yetisi, bilgiden daha çok saklayıp uzaklaştırıyor: Etki, tasarlanmış amacın tersine çalışıyor. İster doğal veya karma, ister itibarî bir işaret olsun, sembolün ayırıcı niteliği, genel olarak bir sentez tesmiye edilen bir özet temsil olmasıdır.

Hindistan’da Vastupurushamandala, yani kozmik insan tarafından kurulmuş mabedin plânı geleneği hâlâ canlı. Hristiyan Ortaçağın katedrallerinde, binanın numune imgesi olarak çarmıha gerilmiş İsa vardı.

Ama bütün yol gösterici mabetler, Anthropokosmos, yani “Evren olan insan” prensibi üzerine müesses olmuşlar.

Önemle kaydedilecek bir husus da şu: Mekanist düşünceye karşı mücadele etmek ve anthropocentrismin (insan merkezli evrenin) güçten düşmesini önlemek üzere Katolik Kilisesi, mantıkî olarak,  Galile ile Copernic’e soruşturma açmıştı zira mekanist düşünce, ister istemez rasyonalizme götürecek olan Evren’in saf bir materyalist kavramına kapı açacaktı. Galile ve Copernic’in uğradıkları takibatın tarihte emsali vardı: Gelenekselciliğe sadık eski Yunan’da, heliocentric (Güneş merkezli) kuramı yüzünden, “Yeryüzü’nün merkezinde Vesta’nın rahatını kaçırmamak” amacıyla Samos’lu Aristarque, mahkeme ile tehdit edilmişti.

Gökbilimsel heliocentric telâkki, Antikçağ ve Mabet’lerce mükemmelen biliniyordu ama bu bilgi, sadece saliklere mahsus olarak kalmıştı. Üstelik Copernic’ten sonra Kepler derhal, gerçekten dahiyâne olarak gezegenler mekanizmasını idare eden kanunların başarıyla araştırılmasına koyuluyor ve bunu, kendisinin söylediği gibi, eski belgeler üzerinde yapıyor. Mazereti şöyle idi: Mademki Antikçağ heliocentric sistemi biliyordu, neden bu da öğretilmeyecekti? Onun çağı, çoktan “Mabet” duygusunu kaybetmişti.

Gerçi, Ptolemaus tarafından bize kadar getirilmiş yeryüzü merkezli sistem ne rasyonel, ne de ahenkli idi, ama bir mistik mantığa hitap ediyordu; o ise ki heliocentric sistem, analitik mekanist rasyonalizme götürüyordu.[12]

Sanat tarihçilerimiz belki de dinî yapılarımızı işbu “felsefe” açısından da değerlendirebilirler…

* * *

Ama bu “felsefe” kadar Kuban’ın aşağıdaki mülâhazaları, sergileyeceğimiz konutların (bizim karışmadığımız) mimarî tasarımları hakkında fikir verebilir.

“Türkiye bugün bile en ilkel konut tekniklerini sergiler. Dağlık Ağrı bölgesiyle Van bölgesinin hayvan yetiştiricileri geleneksel olarak yaptıkları kulübelerde çimli toprağı tuğla gibi keserek duvar örer; bunu dallarla ve çamurla kaplar ve hem kapı, hem pencere, hem de baca işlevini gören bir açıklıktan yararlanırlar…”

“Sıradan evlerin yapımında kullanılan yapı teknikleri Anadolu tarihinin çok erken bir aşamasında geliştirildiğine göre, belirgin konut üslûplarının ortaya çıkışı, teknik zorunlulukların değil, içinde bulundukları toplumların sosyokültürel yapılarının ve siyasî konjonktürlerinin doğurduğu bir sonuçtur. XV. ve XVI. yy. Anadolu’sunun ev biçimi, Osmanlı sisteminin sağladığı siyasî güvenlik ortamında gelişti. Yerleşik yaşama yeni geçmiş göçer toplulukların eski kentlerin dolayında ve nerede ise kırsal, tarımsal denebilecek bir ortamda yarattıkları bir mimarlıktı bu. Biçim açısından değişik etkilerle yoğrularak vücut buldu. Önce, korkudan arınmıştı ve yoğun kent ortamının dışında kalıyordu. Belli ölçülerde göçerlerin yeğledikleri şeyleri dile getiriyordu. İkincisi, bir Müslüman cemaatinin buyruklarına göre, yani kadının toplumdaki konumuna uyacak biçimde düzenlenmişti. Üçüncüsü, anımsanan ve el üstünde tutulan bir geçmişin imgelerini temsil eden bazı mimarî kalıpları kullanıyordu. Dördüncüsü, yarı kırsal niteliğini ve yalınlığını koruyordu.”[13]

Frangipane de Anadolu kültür ve etkileşim bölgeleri arasında dolanıyor: “Anadolu’da Yukarı Fırat bölgesinin tarihi, çok ayrı özelliklere sahip büyük kültür bölgelerini birbirinden ayıran sınırın üzerinde oluşuyla yakından ilgilidir. Doğu Anadolu dağlık kütlesi her ne kadar bölgenin Güney’le ilişkisini keserek Trans-kafkasya ile birlikteliğini sağlayan bir engel oluşturursa da, yöre Fırat vadisi yoluyla Mezopotamya kültür bölgesiyle, ayrıca da Orta Anadolu kültürleriyle de etkileşim kurabilmiştir. Toros sıradağlarının hemen Kuzey’inde yer alan Malatya, çevre kültürlerinin Doğu Anadolu’nun gelişimindeki etkilerin en iyi izlendiği bir bölgedir. Anadolu’nun Toroslar’ın Güney’inde kalan bölümü, Mezopotamya kültür bölgesinin bir devamı olmasına karşın, Kuzey’de Elâzığ ve çevresi yoğun Güney etkilerinin görüldüğü M.Ö. IV. bindeki birkaç dönem dışında Anadolu kökenli kültür bölgesi içinde yer almaktaydı. Arslantepe’nin kültür silsilesi, Malatya bölgesinin diğer yönlerle olan ilişkilerini ve burada yaşayan halkın yaşam düzeni ile kültürlerindeki köklü değişimleri açıkça yansıtmaktadır. “[14]

Çeşitli tarihçilerin belgelerle ortaya koyduklarına göre evlerin iç düzenlemesinde, bütün zamanlarda birbirine benzer bir “standart” göze çarpar: Ocak ve fırın, evlerin sabit öğeleri arasındadır. Bunlar genelde ana mekânda veya varsa, avluda yer almaktadır. Resim 104’de görülen, evin ikinci katındaki fırın, herhalde evin iç mekânının elvermemesi ve avlunun da bulunmaması nedeniyle böyle “havaya kaldırılmış”.

Bir başka sabit düzenleme de, gerek Kayseri civarı, gerekse Kayseri’nin merkez köyü ve bağlarıyla ünlü Erkilet’te görmüş olup da aşağıda anlatacağımız gibi genellikle evlerin oturma odalarında duvar boyunca uzanan, kerpiç tuğlasıyla veya taşla örülerek sıvanan alçak setlerdir.[15] Neve bununla, genelde Türk evinde bulunan, kol koyacak yeri olmayan, arkalıksız, üstü minderli ve yastıklı olabilen, çoğunlukla ahşap kereveti, tarif etmiş oluyor. Bu kerevet ya da sedir, odanın duvarları boyunca odayı çevreler.

Artık iskemleye gerek kalmıyor ve gerçekten de bu eşya odada bulunmuyor (“İskemle”, Batı’da oluşmuş, Rumca σxαμνί’den alınmış olup Latincesi de scammellum’dur – BTL ve DELT).

Uzun süre, yerleşmiş Türk’ün hayatında göçebe geleneklerinin devam ettiğini görüyoruz. Yukarda, nice insanımızın hâlâ yerde, hamur tahtası (göçebenin mayasız yufka ekmeğinin hamurunun üzerinde açıldığı yuvarlak tahta)[16] üzerinde yemek yediği saptanmamış mıydı? Yere serilen yatakların her gün dürülerek yüklüklere kaldırılmaları da, aynı “masa”lar gibi, bir göçebe tabiatını yansıtmıyor mu?

Türk kentinin bütün yapısal özellikleriyle, geleneksel mimarînin en yerleşmiş biçimlerini saklayan Kula, Bucak, Safranbolu gibi küçük kentler, Ilgın veya İncesu gibi anıtsal kompleksleri barındıranlar (Resim 123a, b), kendini bulmuş bir kültürün bütün tamlığını aksettirebilmektedirler (Resim 124).

Gerek Erkilet’te (Resim 125a ve 187) gerekse aşağıda göreceğimiz yamaçlara oyulmuş-gömülü konutlarda bu setleri görmüştük. Erkilet’te girdiğimiz bir evde, dış kapıdan girişte, 80-100 cm kadar genişlikte bir yol bırakılmış, bunun iki yanında zemin 30-40 cm yükseltilmişti. Büyük baş hayvanlar bu yoldan doğruca bir başka kapı ile ayrılmış ve buradan girişte içerisi genişçe oyulmuş ahıra varıyorlardı (o yol üstünde temizliğe fazla riayet etmeden). Ama ahır, hiç abartmadan bir hamam kadar sıcaktı ve insanlar başka soba kullanmıyorlardı, o yükseltilmiş iki taraflı oturma odasında. Burada duvarlar boyunca bırakılmış taş setler vardı ve oralara oturuluyordu.

Resim 126’da, Samsun’da bir evde, bu sedir ya da kerevet görülür.

”Osmanlı Türk aile üyeleri, bir arada olmayı seven kolektif kültürün içinde yaşıyorlardı. Bu kolektivite ihtiyacının, Avrupa menşeli mobilyaların toplum töresine uygun bir şekilde yerleştirilmesiyle giderildiği göze çarpmaktadır. XIX. yy.ın Avrupai Dolmabahçe

Sarayı’ndan İstanbul seçkinlerinin köşklerine, hattâ bugünkü çağdaş kimi Türk evlerindekilere kadar ortak kullanım alanları, sandalye veya koltukların eski sedirler gibi odaların ortak alanına bakacak şekilde duvarlara yaslanmış halde sıralandığı, komünal ilişkiyi pekiştirecek bir düzen içindedir…”[17]

Esenbel, Yıldız Şale Kasr-ı Hümayunu’nda Avrupai kanepe, koltuk ve sandalyelerin sedir gibi duvar kenarlarına yerleştirilmesinin fotoğrafını da vermiş.

Burada geçen “kanepe” (Fransızcadan), “sandalye” (Arabi kökenli) gibi eşyaların adlarının Türkçe olmadıklarını zikredelim. Bu sonuncusu Latin sedile = oturulacak yer, sandalye, iskemle, sıra, peyke ile karşılaştırılır. Sedile’nin çoğulu sedila olup bu sözcük, genizlenerek Arabi sandali’ye dönüştürülmüş ki bunun anlamı, Gayrimüslim hükümdarların “taht”ı olmuş (Doğulu ve Müslüman hükümdarlarınki için doğruca “taht” sözcüğü kullanılmış).

Halk dilinde isdol-istol, Kr, Or, Ar, Ezc ve Rz’de sandalye ve masa karşılığında kullanılıyor. Almanca “Stuhl”, iskemle olup bu halk sözcüklerinin, Doğu illerimizde Rusçadan geçmiş olması muhtemeldir. Yine Ar ve Kr’da işgaf-işgap,  dolap, masa oluyor.

[1]           Mircea Eliade. – Histoire des croyances et des idées religieuses I. De l’âge de la pierre aux Mystéres d’Eleusis, Paris 1976, s.55

[2]           “Dokuma teknikleri” bölümünde yapılışlarını göreceğiz.

[3]           Anton Bammer. – The relationship between the tent and the Anatolian house, in Coll. – Tarihten günümüze Anadolu’da konut, s.235-237

[4]           Jean Cuisenier. – Economie et parenté. Leurs affinités de structure dans le domaine Turc et dans le domaine arabe, Paris 1975, s.131

[5]           ibd.,s. 199

[6]           Abdülkadir. – M. V. Kulîyev. Kazak yaylalarındaki yarım göçebe Türklerin çadırları. Tahlil ve tenkit, in Azerbaycan Yurt Bilgisi, C.I., sayı 10, İst.1932, s.355

[7]           BTL ve DELT

[8]           Selim Refik. – Azerbaycan “Deye”lerine dair, in Azerbaycan Yurt Bilgisi C. I. sayı 11, İst.1932, s.388-393

[9]           Nicoara Beldiceanu. – Recherche sur la ville ottomane au XVe siècle. Etudes et actes, Paris 1973, s.137

[10]         Abdullah Saydam.-Kamu hizmeti yaptırma ve suçu önleme yöntemi olarak Osmanlılarda kefâlet usulü, in Tarih ve Toplum 164, Ağustos 1997, s.68-69

[11]         Nader Ardalan and Laleh Bahtiyar, op.cit., s.33

[12]         R. A. Schwaller de Lubicz – Le temple de I’homme, T.I, Paris 1985, s.50-86

[13]         Doğan Kuban. -Ev üzerine felsefe kırıntıları, in Coll. – Tarihten günümüze Anadolu’da konut ve yerleşme, İst. 1996, s.2-4

[14]         Marcella Frangipane. – Models of urbanisation in Eastern Anatolia, in ibd., çev. Leylâ Çapan, s.60

[15]         Peter Neve. – Housing in Hattusa, the capital of the Hittite kingdom, in ibd.,  s. 108-109. Çev. Turgut Saner.

[16]         Ayrıntıları için bkz. Türkiye halkının kültür kökenleri, C.I., s.357 ve dev.

[17]         Selçuk Esenbel. – Medenî davranışın aczi-II, in Toplumsal Tarih 48, Aralık 1997, s.9

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.