Kültür Eserleri > THKK 5 - Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri > Bozkır Tıbbı

Bozkır Tıbbı

Çin’in en yakın teması, Asya’nın uçsuz bucaksız vasî bozkırlarında at koşturan göçebe kavimlerle olmuş. Bu temas, çoğu zaman istilâlarla biten savaşlar, ya da ticarî ilişkiler suretiyle vaki olup bunlar, kaçınılmaz şekilde bir kültürel alışverişle sonuçlanmış. Bu itibarla bozkırın göçebe kültüründe yer alan tıbbı burada irdelemek mantıkî olacaktır.

Türk ve Moğolların ulusların az çok çoğunluğu gibi, nazarlık ve vefklere başvurdukları şüphesizdir. Uygur çağından itibaren bu tür nesneleri ifade etmekte kullanılan sözcük Çin vu–(fu) olmuş. Yukarı Ortaçağ metinlerinde geçen nazarlıkların hayvanî oldukları sanılmıyor. DLT’teki gibi kısa beyanlar dışında, ancak yaşayan âdetlerden bunu öğreniyoruz. “Kekük: Seksek kuşu. Kemiği büyü ve tılsım yapmakta kullanılır” (DLT II/287). Böylece Anadolu’nun bazı yörelerinde, nazarlık olarak bildiğimiz mavi gözboncuk taşır gibi, korunmak amacıyla kurt dişleri taşınır. Daha başka yerlerde de kurt bedeninin bir parçasını evin önüne asmak yeğlenir. Bu vakıalar karşısında hayvanî nazarlığın sistematik olarak kullanıldığı ileri sürülebiliyor. Bu bapta E. Reuterkiöld’ün uyarısı ilginç oluyor: “İlkel insanın ihtiyacı olduğu şeylerin çoğunluğunu hayvanlar sağlıyor. Dişleri, kemikleri, tırnakları, derileri vs. silâhlarının, ev eşyalarının ya da kulübesinin en adi malzemeleri oluyor”. Giyinmek için derileri, yaylar yapmak için sinirleri kullanma âdeti, insanlara mutat yardım işlevleri ve varlıklarının gücü, doğal olarak hayvanları nazarlıklar, tılsım ve vefkler sağlamaya götürüyor.

Şaman gösterimler dışında sihrî tıp hakkında fazla bir bilgimiz bulunmuyor. Hastalığın zihnî temsili, onu sağaltma şeklini doğruca etkiliyor. Göçebeler, işin felsefesine giriştiklerinde, hastalığı başlıca iki sebebe irca ediyorlar: Ya insan ruh’u (ruh’lardan biri) bedeni terk ediyor ve başıboş dolanıyor, ya da yabancı bir ruh, hastanın bedenine giriyor. Bu itibarla sağaltma tekniği de ya kötü ruhu dışlamak, ya da ruh’u yeniden bulmaktan ibaret oluyor. Birinci halde, Şamanizm’e başvurulabiliyor. Ama bununla birlikte Altaylıların da binlerle adlandırdıkları şeyi, bir devâyı kullanıyorlar. Devânın çeşitli Türk – Mongol adları saptanmış olup bunların arasında en çok kullanılan ot oluyor.

Bu sözcük önce belirgin bir bitkiyi, sonra da tıbbî bitkiyi ifade eder olmuş. Dolayısıyla en mükemmel devânın bitkisel olduğuna inanılmış ki bunda şaşılacak bir şey yok zira otun, bilimin gözünde, gerçek sağaltıcı gücü bulunuyor. Bittabi, o zamanlar hiçbir bilimsel tahlil yapılmamıştı ve otun gücü kesin ve sihrî idi. Keza, hayvanların sıcak kanının kullanılmasında çok sayıda devâ keşfedilmiş ve bunun sihir, kurban, ya da hematotheraphy (kanla tedavi)nin bahis konusu olup olmadığı kestirilemiyor.

Altaylı ulusların, kesik olarak daha ileri komşu uygarlıklarla temaslarından önce kullandıkları devâlar hakkında bilgimiz kıt. DLT’de şöyle deniyor: “Egir: Karın ağrısını sağaltmak için kullanılan bir kök. Şu savda dahi gelmiştir: “Egir bolsa er ölmes = Bir adamın yanında bu ilâçtan bulunursa ölmez”;… bu sav, ihtiyaç baş göstermeden önce hazırlanmanın gerekli olduğunu bildirmek için söylenir” (DLT I/53–54). Bu ot, (acorus calamus) bataklık zambağı oluyor.

Eldeki belgelerin çoğunda dış etkiler, eski yerli geleneklerin en azından bile söz etmeye imkân bırakamayacak kadar belirgin oluyorlar.

Bundan sonra hayvanların bedeninden çıkarılmış ya da hayvan gücünün uygun kullanımı ile elde edilmiş iyileşmenin örnekleri, çok sayıda zikredilebilir. Bunlardan birçoğu, iyice yerleşmiş çerçevelere girer: “Bir çocuk geç konuştuğunda, Orta Asya Türkleri ona bazı kuşların dilini yedirirler”…

Uygur dönemine ait bir dizi sıhhî metin elde bulunuyor; bunlarda Çin etkisi, gerek sözcüklerle, gerekse de kullanılan tekniklerle (geyik boynuzunun kullanılması vs.) yadsınamıyor.

Hayvan bu işte büyük rol oynuyor:

– Deve idrarı alınıp bununla baş oğulur: Kabuklar yok olur; kulağa, onu açmak için, fare ödü ya da ölmüş bir kedinin yağı konulur.

– Keklik beyni kuduzu sağaltır.

– Tavuk yumurtası, safraya karıştırılarak, kan çıbanlarına iyi gelir…

İşbu Ortaçağ yöntemleri kaybolmadılar ve birçok seyyah bunları hâlâ zikrediyor: “Ayı ödü, bitkin güçleri yerine getirmek için kuduz böceği çayı yerini tutuyor… Bunlar, güzde toplanmış ve buharda ısıtılmış kuzu gübresinden süzülen sıvı ile hastayı ovarak kemiklerdeki ağrılar hafifletiliyor”. Yakutlarda veremliler, canlı bir küçük kurbağayı yutuyorlar. Buriatlar, Turna balığı ödü ile perde gelmiş gözü ovuşturuyorlar. Oyratlar da, fıtığı, kekliklerin taze kanı ile sağaltıyorlar. Kazaklar da ayı ödü (safrası), iktidarsızlığa iyi geliyor ve böbrek rahatsızlıklarını tedavi ediyor.

Bütün bunlarda, mutlaka devâda olmayıp bunun hakkında edinilen düşüncede bir hata bulunuyor. Bu hata, bir süre (az çok yirmi dört saat) için hasta bir taze yüzülmüş hayvan derisi içine dikildiğinde görülüyor. O ise ki bununla hastayı sağaltabilecek bol bir terleme hâsıl edebiliyor. Ancak, sağaltıcının gerçek amili bu terleme değil, hayvanın gücüne izafe ediliyor ve bu anlamda artık teknik değil, sihir bahis konusu oluyor. Buna delil olarak da her hayvanın derisinin terletebileceğini, ama sağaltılması bahis konusu hastalığa göre farklı hayvan derilerinin seçildiğini söyleyebiliyoruz[1].

Yine Jean–Paul Roux, bir başka eserinde, daha önce görmüş olduğumuz bazı kavramları yineliyor.

Türk ve Moğol dilleri kümesinde, devâyı ifade eden belli sayıda farklı sözcüğe rastlıyoruz. Bunlardan en mutadı em oluyor. Kaşgarlı bunu sem ile terkip ederek kullanıyor.

Em sem: İlâç. Sem kelimesi yalnız kullanılmaz” (III/157). Bu sözcük günümüzde Batı Anadolu’da “o adam eme seme yaramaz” diye kullanılıyor.

Devam edelim DLT’ü karıştırmaya: “Em: İlâç. Buradan alınarak ilâç yapan adama “emçi” denir ( I/38). “Erkeç: Erkeç. Şu savda dahi gelmiştir: Erkeç eti em bolur, eçkü eti yel bolur=Erkeç eti ilâç olur, (dişi) keçi eti yel olur” (I/95). “Balığ: Yaralı. Şu beyitte dahi gelmiştir: Urmuş ajun pusuğın kılmış anı balığ, em sem anğar tilenif sizde bulur yakığ = Dünya pususunu kurmuş, onu yaralamış; ilâç, çare arayıp yakıyı sizde buluyor (I/407-408).

“Emçı angar ot otadı = hekim ona ilâç yaptı” (III /252).

Öbür yandan em’in kem, hastalık ile bir çift teşkil ettiği sanılır, “Kem: Hastalık. “At kemlendi” = “At hastalandı” (I/338).

“Ol anı emletti”, “buğday anı kemletti = o, ona ilâç ettirdi, buğday atı kötületti, zarar verdi”. Bunlardan birincisinin aslı em, ikincisinin aslı kem’dir, “ilâç” ve “hastalık” anlamlarınadır (II/363). Günümüzde “kem”, kötü anlamında kullanılıyor; “Kem göz, kem söz…” (B.O.).

Ortaçağ’dan itibaren İran kökenli iki başka sözcük, Altaylı uluslar tarafından kullanılır olmuş. Bunların ilki derman, öbürü dâru’dur. Bu sonuncusu Kırgız ve Moğollarda bir “tıbbî toz” anlamında geçiyor. İşbu Farisî sözcükler Altay dillerine, İran’da kullanılan tekniklerle birlikte girmiş olmalılar.

“Dil hastaların bilmedi sıhhat neye derler;

Dâru-i inayetle ifakat neye derler” (Ragıp Paşa)

(Gönül hastaları bilmediler sıhhat neye derler,

Lütûf ilâcıyla iyileşme neye derler) (B.O.).

Ve nihayet ot da, daha önce görmüş olduğumuz gibi çok kullanılıyor. Bunun anlamları çok sayıda olup bazen de bunlar birbirlerine zıt oluyorlar. Devâ’nın yanı sıra, anlam genişlemesi veya birini sağaltmak için yapılan ilâcın başkasını öldürmesi nedeniyle zehir manasını da alabiliyor:

“Anınğ ışın keçürdüm, eşin yeme kaçurdum

Ölüm otın içürdüm, içti bolup yüzü türü=onun işini bitirdim, arkadaşını eşini kaçırdım. Ölüm ağısını içirdim, yüzünü buruşturarak içti”(I/47-48).

Sair bütün hallerde ot (bitki), deva karşılığında alınabilir. Burada bahis konusu olan, bir tıbbî ot (bitki)dir. Eski tarihte otcı ya da otacı, tabibin en mutat adı olmuş.

Nispeten dış etkilere kapalı kalmış Altaylı gruplarda deva adları, tedavilere imalar oldukça nadir bulunuyor. Mamafih bunlardan bazılarına da rastlanıyor; örneğin: “Egir: Karın ağrısını sağaltmak için kullanılan bir kök. Şu savda dahi gelmiştir: egir bolsa er ölmes=Bir adamın yanında bu ilâçtan bulunursa ölmez (I/53–54).

Halen bu sözcük, aynı manada Mn ve Kn’da kullanılıyor (B.O.). Kaşgarî, yakı’yı da zikrediyor; “Balığ: Yaralı. Şu beyitte dahi gelmiştir: “Urmuş ajun pusuğun, kılmış anı balığ, em sem anğar tilenip sizde bulur yakığ ” = Dünya pususunu kurmuş, onu yaralamış; ilâç, çâre arayıp yakıyı sizde buluyor” (I/407–408).

Moğollarda sarih sağaltıcı metinlere rastlanıyor. Bununla birlikte eldekiler, yerleşik hale geçmiş uygarlıklardan geliyor ve bunlarda ithal izleri çok sayıda bulunuyor. Bir XIV. yy. metninde, baş ağrıları, sıtma vs.nin sağaltılması için muska ya da vefkin kullanıldığı görülüyor[2].

Gerek Roux’nun bu beyanlarından, gerekse daha önceki mülâhazalardan bozkırın göçebe adamının, bunca temasa rağmen, tıp babında Çin’den fazla bir şey almadığı anlaşılıyor. Moğolların “ithal” ettikleri bilgiler de, yine mezkûr ülkede Moğol hâkimiyetleri dönemlerinin ürünü olmalı. Her hâlükârda Selçuklu ve Türk–Osmanlıda iş farklı olacak.


[1] Jean–Paul Roux. – Faune et flore sacrées dans les sociétés altaiques, Paris 1966, s.164-167.

[2] Jean–Paul Roux. –La mort chez les peuples altaiques anciens et médiévaux, Paris 1963, s.37-39.