Bizans toplumu, kilisesi, hükümeti ve tebaası, yetimhaneler, darülacezeler, yaşlılar evi, hastalar için hastaneleri içeren geniş bir hayırsever müesseseleri ağını yaşatmış. Ancak inceleme derinleştirilince, Bizans hastanelerinin etüdünün birçok zor sorunu ortaya çıkardığı görülüyor. Bizans hastanelerine benzer sıhhî tesisler, Hristiyan öncesi Grek ve Roma dünyasında mevcut muydu? Mucize tedavisi geleneğiyle Hristiyan imanı, tıbbî merkezlerin gelişmesini teşvik ya da geciktirmiş miydi? Hastanelerin kurulması için gerekli finansman kimden çıkıyordu? Bunların Bizanslı tabipler ve tıbbî tedavinin niteliği üzerindeki etkisi neydi?…[1].
1936’da ünlü tıp tarihçisi Henry Sigerit, XIX. yy.ın ikinci yarısına kadar hastanelerin, ümitsiz fakirin son sığınakları olmaktan öteye gitmediklerini iddia ediyor. Her ne kadar Hristiyan hayırseverlik duyguları daha IV. yy.da hastanelere gün göstermişse de, bu kurumlar bilimsel tıbbî tedavi merkezlerine dönüşememişler ve başlıca, bazı bakım işlerini üstlenmiş darülacezeler halinde kalmışlar. Endüstri öncesi toplumlarda daha ilk başlardan itibaren hastaneler hastanın tedavisi için tıbbî tesisler yerine başlıca hastaya bakan dinî ve hayırsever tesisler olmuşlar. Son tahlilde bunlar basitçe evsiz fakire ersatz (ikame) evleri gibi işlev yapmışlar. Bu görüşlerin doğru yanları varsa da bunların sahiplerinin, modern dünyanın Bizans İmparatorluğu olarak teşhis ettiği Doğu Roma İmparatorluğu illerinde görülen gelişmiş tıbbî olanak ve vasıtalara tümden kulak asmamışlar.
Yüksek derecede ihtisaslaşmış tıbbî personel ve bunların hıfzıssıhha, hastalar için özel yataklar ve uygun ısıtmaya dair dikkatli kaideleriyle Grekler çoğu kez xenone’ler olarak bildikleri Doğu Roma hastaneleri, Ortaçağ Avrupa’sının soğuk, alabildiğine kalabalık, gayrisıhhî ve hastaları çok az ya da hiç bakmayan yerlerle tezat halinde bulunuyorlardı.
XII. yy.da Haçlılar, Doğu Roma İmparatorluğu hastanelerini Batı Avrupa’ya taşıyacaklardı. Müslümanların ünlü bimaristan’ları da bunlardan esinlenmişlerdi. Nasturî Hristiyanlar VI. yy.da bunları İran’a taşımışlar ve daha sonra da Bağdat’a ithal etmişler.
Araştırıcılar, XIX. yy.dan önce hastanelerin bütün sınıfların hastalarına değil, sadece çaresizlere baktıklarını vurguluyorlar. Keza bunlar, Ortaçağ hastanelerinin tam bir hekim kadrosu idame etmediklerini ileri sürüyorlar. 1328’de hastanenin bir daimî tıbbî ekibe sahip olmasından sonra bile bu, modern hastanelerde olduğu gibi meslekî tıbbın eğitim ve pratiği üzerinde etkili olmamış[2].
Bütün bunlara mukabil Konstantinopolis’in 330’da takdisinden (kutsanmasından) 1453’de Türk fethine kadar Bizans İmparatorluğu kentleri örgütlenmiş hayırsever tesisleri desteklemişler. Hattâ 330’dan önce bile Antakya Hristiyan kilisesi ve onun Suriye hinterlandındaki kardeş kiliseleri xenodocheia tesmiye ettikleri şefkat evleri idame ettirmişler. 332’de imparator Konstantin, kilisenin işbu tesislerine genel vergiden pay ayırmış ki bu tutum, hayırsever müesseselerin finansmanında Bizans devleti ile Hristiyan kilisesinin yakın işbirliği geleneğinin başlangıcı olmuştu. Theodosius’un saltanatı (379-395) sırasında, Konstantinopolis’te çok sayıda xenodocheia veya xenone bulunuyordu.
Bizans xenone’lerinin iyi bir tetkiki, bunların, hizmet verdikleri toplumun tam desteğine sahip, şayan-ı dikkat derecede sabit tesisler olduklarını gösteriyor. Uzun tarihi boyunca vaki birçok siyasî, askerî ve ekonomik iniş çıkışlara rağmen hükümet, kilise, aristokrasi ve hattâ tıbbî meslek sahipleri imparatorluğun hastanelerini himayede aslâ tereddüt etmemişler.
Bizans xenone’leri tıp mesleğine hâkim olmuş, imparatorluğun önde gelen hekimlerini istihdam etmiş, öğrencilere sadece tıp ilminin teorisinin öğreticisi değil, daha önemli olarak, sağaltma sanatının uygulanmasında dikkatli yönlendirmeyi sağlamışlar; bir tür klinik öğretim şeklini teşvik etmişler. Bizans hastaneleri, hizmet verdikleri cemaatlere sıkıca bağlıydılar. VI. yy.da Bizans toplumu bunları kent yaşamının esaslı bir güzelliği olarak görmüş.
Doğu Roma İmparatorluğu’nun Hristiyan piskoposları IV yy.ın mücadeleleri arasında ilk hastaneleri örgütlemişlerse de, bunları yoktan (ex nihilo) vaz etmemişlerdi. Eski pagan Helenizminin unsurlarını ilk Hristiyan kilisesinin gelenekleriyle terkip etmişlerdi. Bir kaynağın zarafetle ifade ettiği gibi, hastane hekimleri Hz. İsa’nın emirleriyle dünyevî tıp kanunlarını birleştirmişler[3].
İstanbul’un başlıca yokuşlarının birinin Kuzey–Doğu yanında, Haliç’e nâzır, üç binanın sıkı salkımı halinde beş kubbesi yükseliyor. Bunlar günümüzün Zeyrek Camii Kilise’sinin kubbeleri. Burası, Türk fethinden önce, büyük bir Hristiyan tesisinin ruhanî merkezini, Christ Savior Pantokrator’un (Her şeyin hükümdarı, halâskâr Hz. İsa) manastırını oluşturmuştu.
1136’da imparator John II Komnenos işbu Pantokrator manastırını tesis ettiğinde bunu, içine kapanmış bir zahitler cemaatine muhteşem bir mekân olarak tasarlamış. Vakfının bir bölümü olarak iki hayırsever tesisi de bu kubbeli kiliselerin hemen yanı başına eklemiş. İşbu müşfik olanakların biri, Pantokrator Xenon’un imparator, Konstantinopolis hastalarını sağaltmak üzere teçhiz etmiş. Tasarımına göre hastalık ya da yaralanmalardan muzdarip olanlara temiz yataklar, besleyici yiyecekler, gece gündüz bakım ve hekimlerin hizmeti sağlanıyormuş.
Doğu Roma hastaneleri üzerindeki denemesinde Alexandre Philipsborn, Pantokrator Xenon’un veçhelerinden bazılarını, daha önceki Bizans hastanelerinden değil, Halifelerin ve daha sonraki emirlerin Bağdat, Şam ve sair İslâm kentlerinde inşa ettikleri bimaristanlardan aldığını ileri sürmüş[4].
Pantokrator hastaları ne tür bir tedavi sistemine tâbi tutuluyorlardı? Bunda âdet üzere banyolar, önemli bir unsur oluyordu. “Eczane”sinde, tabibin tavsiye edeceği bazı ilâçlar, ezcümle sıvı yüksekliğini tanzim eden (hydrostat), sirkeli bal şerbeti, diospolis (?) den ibaret olup bunları IV. yy.dan beri Grek hekimler, en az Oribaseios’tan itibaren ellerinin altında bulunduruyorlardı. Bunun dışında dıştan uygulanan merhem ve yakılar bulunduruluyordu. Tesiste âlet bileyicisi de vardı. Bunu, kan alma, dağlama demirleri, mesane sorunları, diş için kerpetenler, baş ve mideye gerekli âletlerini satın alma memuru tamamlıyordu.
Bedenin sağaltılmasının bir parçası olarak, ruhî tedavi de sağlanıyordu. Kilise Babalarının çağından beri, Doğu Hristiyanlığı fizikî ve ruhî sıhhat arasındaki yakın bağlantıyı vurgulamıştı. Böylece de xenon, iki küçük kiliseyi haiz olup bunlardan biri kadınlar, öbürü erkekler içindi. Her birinde bir papaz ve bir lektör bulunurdu.
Hastaneler hastalara sadece manevî gelişme fırsatını vermekle kalmayıp, işbu tedavi edici hizmetlerin verilmesini sağlayan kurucuların ruhuna bazı dinî vecibelerin yerine getirilmesini de hastalardan talep ediyordu. Bu sonuncular John II. Komnenos, karısı İrena ve ailesinin öbür fertleri için dua edeceklerdi. Kurucuların ölüm yıldönümünde, gücü yeterince yerinde olan hastalar Pantokrator’un kilisesi Theotokos’ta, hekim ve sair müstahdemlerle birlikte kurucu Komnen’lerin göçmüş ruhları için dualar hediye ediyorlardı.
Hiç şüphesiz Pantokrator hastanesinin hastalarının birçoğu meteliksiz kişilerdi. Büyük fakirlik içinde olanlara gömlek ve elbise veriliyordu. Mamafih başka hastaların, hiç değilse gecelik elbisesine sahip olacak kadar varlıkları olmuş olmalıydı. Ama bazı hastalar gerçekten tümden yoksuldular.
Hekimler için sıkı kaideler vaz edilmişti. Bunlar hastalardan herhangi bir ücret ya da bahşiş almayacaklardı. Bu kısıtlama, serbest çalışmayı kısıtlamıyordu, şöyle ki bu çalışma Konstantinopolis kentine inhisar edecekti. Tabiplerin xenon’da görevli olmadıkları altı ay içinde serbestçe hasta ziyaretinde bulunabilirlerdi ama bu arada kenti terk etmeyeceklerdi. Bu xenon’daki hastalardan bahşiş alma yasağı, hastaların tümünün tam yoksul olmadığını gösteriyor. John II. Komnenos, hastaneyi, her sosyal tabakadan hasta kabul edecek şekilde tasarlamıştı.
IV. yy.ın sonuna kadar Hristiyan cemaati daimî hayırsever müessese kurmamıştı. İskenderiye’deki gibi büyük kiliselerde bile yoktu. Bu gibi bazı küçük teşebbüslerde de tabip bulunmuyordu[5].
***
Dönüyoruz Eski Dünya ve bunun sağaltma kurumlarına. Yunan tıbbının uygulanması, Homeros çağına kadar geri gidiyor. İliada’da bazı aristokrat aile mensuplarının kahramanlık eylemlerine, sağaltma sanatının uzmanları olarak giriştikleri okunuyor. Bu ailelerin tıbbî bilgileri bir pratik iş olup her kuşak, bitki ve minerallerin sağaltıcı hassalarını dedelerinde birikmiş olan deneyimlere kendininkilerini de ekleyerek iktisap ediyordu. Bu bilgiler sonra zürriyetlerine intikal ettiriliyordu. Yunan tıp mesleği, uzun tarihi boyunca, bir büyük aile geleneği dış yapısını muhafaza etmişti.
M.Ö. IV. yy.dan sonra, Küçük Asya’da Hellenistik ve Roma dönemlerine ait yazıtlar, çok sık tıp mesleğini aileler içinde tutma âdetine işaret ediyorlar. Ortaçağ Yunan kaynakları muntazaman tıp öğrencilerini doktorların çocukları olarak gösteriyorlar. Tıp uygulamasında Bizans Yenilikleri, hiç şüphesiz, hastanenin yaratılması olmuştu[6].
Hıristiyanlık Bizans İmparatorluğu’nun hastanelerini yaratmıştı. Sadece Konstantinopolis ve Küçük Asya’nın nosokemeia’ları (hasta bakım evleri) değil, Justinian’ın saltanat döneminin gelişmiş xenon’ları, Pantokrator ve daha sonraki yüzyıllarda Krales hastaneleri bile Kilise adamları tarafından idare ediliyordu. Böylece tıp uygulaması ve bunun hayırseverlik erdemi ile olan ilişkisi hususunda Hristiyan telâkkileri, Bizans hastanelerinin tarifinde esaslı yer tutar. Her ne kadar Hz. İsa yeryüzünde şefkat, ihtiyaç halindeki kişilere, fakirlere, evsizlere, yetim ve hastalara yardım şeklinde ifade edilen komşuyu sevme idealini yerleştirmişse de, şefkat müesseselerin programlarını örgütleyecek pratik rehber göstermemişti.
Kappadokya’lı üç büyük kilise pederi, Nyssa’lı Greguar, Nazians’lı Greguar ve Caesarea (Kayseri) piskoposu Aziz Bazil[7], hastaları sevip onlara bakmayı Hristiyan davranışında merkez durumuna getirmişlerdi. Ama Hristiyanların birçoğu, mezkûr pederleri tasvip etmekle birlikte hastayı sevmenin bir yolu olarak tıp sanatı ve ilâç kullanımını reddediyordu. Hz. İsa ve havariyûn, ilâçlarla değil, mucizevî güçleriyle tedavi etmişlerdi…[8].
***
Koğuşlarına bakabilmek için Bizans hastaneleri geniş ve çoğu kez şaşırtıcı doktor ve hastabakıcı kadrosu istihdam ediyordu. İlk Bizans hastanelerindeki personelin dikkatli bir tetkiki, Komnen hastaneleriyle Justinian zamanındakiler arasında çarpıcı benzerliği vurgulayacak ve Pantokrator’daki personel örgütlenmesinin daha önceki xenone’lerde kullanılan sistemden itibaren nasıl geliştiğini gösterecektir.
IV. yy.ın ilk hastaneleri yüksek derecede teşkilâtlandırılmış bir tabip ve profesyonel yardımcı kadroya sahip olmamış görünmektedirler. Yine Justinian, hastane gelişmesinin amili olarak beliriyor; bu kez tıbbî personelin yeniden düzene sokulması vaki oluyor. O, geç klasik tıbbî mesleğin tüm geleneklerini Hristiyan nosokomeia’lara ithal ediyor. Bu doktorlar, hiç şüphesiz, profesyonel asistanları, gayretkeş hamiyetli gönüllülere tercih ediyorlardı. Böylece de Justinian saltanatının başlangıcından sonra, hastaya bakan zahitler yok oluyorlar; buna karşılık Pantokrator’daki gibi yüksek ölçüde örgütlenmiş lâdinî kadroya atıflar çoğalıyor.
VII. yy. Sampson ve Christodotes hastanelerinin tasvirlerine göre Sampson Xenon’u, tıpkı Pantokrator hastanesinin 600 yıl sonra yapacağı gibi, cerrahîde uzmanlaşmış hekimler istihdam ediyordu. Keza, göz sorunu olan hastalara özel kolaylıklar sağlanmıştı ve belki de bunu tedavi edecek tabipler alınıyordu.
Aynı şekilde Pantokrator, koğuşlarından birini buna tahsis edecekti. Asistanların gece nöbeti bu hastanelerde Pantokrator’da aynı şekilde uygulanmış. Arada bir temel devamlılık olduğu aşikâr oluyor.
Christodotus Xenon’da hekimler aylık vardiyalar halinde çalışıyorlarmış. Bu tesisin iki başhekimi olup bunlar da her ay vardiya değiştiriyorlarmış.
Pantokrator Xenon ve öbür XII. yy. Konstantinopolis hastaneleri, özellikle ayakta tedavi için tabip tutuyorlarmış. Komnenler zamanında ayakta hizmet, halkın bilimsel tıbbî tedaviye sokulabileceği doğal yol olmuş.
Bizans hastaneleri babında Alexandre Philipborn, Pantokrator gibi bir hastane tesisinde tıp öğretisinin, Pantokrator’dan önce Bizans Xenon geleneğinin bir parçası olmadığını iddia ediyor. Ona göre John II. Komnenos’un bu tıbbî öğreti programının, Arap kaynaklarının eğitici hastaneler olarak açıkladıkları tesislerden aldığını ileri sürüyor[9].
Bizans hastaneleri, kilise inşasından sonra bir gerçek Hristiyan kentinin damgasını taşıyor. Bunlar fakir ve evsizler için Hristiyan tesislerinden itibaren gelişiyorlar. Ama bu bapta daha başka etkenler de vardı…[10].
***
Ama yine de tıp, Bizanslıları derinden ilgilendiren bir konu oluyordu. Tıbbî eğitim hiçbir surette müstakbel tabiplerle sınırlı olmayıp Psellus ve Anna Komnena gibi amatörler de, mesleğin üyeleri kadar işi bildiklerini iddia ediyorlardı: Manuel I, konuğu olan İmparator Conrad’ı tedavi edebilmişti. Romanus III gibi hastalık hastaları, tabiplere danışmadan hiçbir şey yapmıyorlardı, ama Cecaumenus’un dediğine göre, bu tabiplerin hepsi bir müspet tehdit olup zenginleşmek için hastalık telkin ediyorlardı. Karaciğer için biber al ve yılda üç kez kan aldır ve eğer hasta isen istirahat ve perhiz et ve kendini sıcak tut; böylece onlarsız yapabilirsin diyordu. Ve hiç şüphesiz Theodorus II’nin sıhhat ve sinirleri, çok fazla tıbbî ihtimamdan perişan olmuştu.
Ama bütünü içinde Bizans tıbbı, teorisinden çok akl-ı selimi bakımından takdire lâyıktır. Teori, Hippokrates’in ötesine gitmemişti. Temeli, beden, kan, balgam, sarı safra ve kara safranın dört hıltı ile dört derece, kuru ile nemli, sıcak ve soğuktan ibaret olup her şey, bunların özgün orantılarına bağlı oluyordu. Bütün büyük Bizanslı tıp yazarları, Oribasius, Aetius, Aegina’lı Paul, Giritli Agapius, bu esas üzerine çalışıyorlardı ve yaygın, yılın her mevsiminde nelerin yenmesinin gerektiğini tavsiye eden Besin Rejimi Takvimi, işbu derecelerin kaba bir tefsiri üzerine geliştirilmişti. Bunların başlıca sonucu nikris’e (damla, gut), Bizans’ta yaygın bir eğilim yaratmak olmuştu. Bununla birlikte tıbbî tedavi, nispeten yeni zamanlara kadar Avrupa’da bilinen her şeyin düzeyinde idi. Kan alma ve dağlama daha çok şiddetli oluyordu ve her zaman olumlu sonuç vermiyordu; ama nikriste, asidi tasfiye etmek için makul girişimler vardı; masaj kullanılıyordu; bütün hastalıklarda istirahat ve dengeli ısı, bitkisel ilâçlar da faydalı olarak tavsiye ediliyordu.
Yine de Bizans, hastanelerinin örgütlenmesiyle doruğa çıkmıştı. Ordu, bir etkili tıbbî ekibe sahip olmakla kalmayıp büyük hayırsever müesseseler, yüksek derecede ehliyetli koğuşları haizdiler. John II’nin 1112’de vakfettiği Pantokrator manastırının hastanesinde on erkek ve iki kadın tabip, on iki erkek ve dört kadın asistan, sekiz munzam erkek ve iki kadın yardımcı, sekiz erkek ve iki kadın hizmetçi, üç cerrah ve konsültasyon odasında teşhisle iki patologist bulunuyordu. Daha küçük hastaneler, daha küçük çapta benzer şekilde örgütlenmişlerdi.
Hastaneler, daima manastır ya da fakirler evlerine bağlı olduklarından, hastabakıcılık bunların sakinleri tarafından yapılıyordu. Kadın doktorlar, muhtemelen sadece hastanelerde çalışıyorlardı. “Sosyete hanımları”na ise hadımlar bakıyordu. Ama tamamında Tıp, Bizans öğreniminde belirgindi, şöyle ki Bizans’ın teori ve kültür aşkı, her ne kadar büyük ve övünüldü ise de, kısırdı. Beklenmeyecek şekilde dehaları, pratik verimde yatıyordu
[1] Timothy s. Miller. – The birth of the hospital in the Byzantine Empire, Baltimor (USA) 1985, s.XIII-XIV.
[2] ibd., s.3-5.
[3] ibd., s.8-10.
[4] ibd., s.12-13.
[5] ibd., s. 18 – 26.
[6] ibd., s.31-37. İlyada’nın mezkûr sağaltma uzmanı ailelerinin öyküsü, Anadolu’da hâlâ cari “ocaklı” ailelerini hatırlatmıyor mu? Döneceğiz konuya.
[7] Bu önemli kişiler hakkında bkz. Burhan Oğuz. – Türk halk düşünce ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, C.I, 1997, s.106 ve dev.
[8] Timothy s. Miller. – op. cit. , s. 50-53.
[9] ibd., s.152-157.
[10] ibd., s.207 – 208.