Biraz da Bizans’tan, şu birçok yönden Sasanî ile benzerliği bulunan Bizans’tan… Osmanoğlu Sasanî’ye uzaktı ama akraba olmuştu Bizanslıyla. Gerçi birbirlerine “akrebin etmediğini” etmişlerdi ama Kayı’lı Osman’ın torunları çok şey borçlu olacaklardı, Haliç’in hâkimlerine. Var mı “kendiliğinden tevlid”?…
Yine çakıllı bir yola dalmış olduk. Burada çok dikkatli olmamız gerekiyor. Hep söylediğimiz gibi, çağın genel teknolojik düzeyi birçok hususu, ister Doğu, ister Batı; ister göçebe, ister yerleşik olsun, müşterek kılıyor. Bu açıdan herhangi bir kurum ya da düşünce sistemini bir yakın kökene bağlamak gerçekten güçleşiyor. Kolay çözümlerden kaçınmak gerekiyor.
Bizans İmp., bir theokratik düzen, “naib”i eliyle Tanrı tarafından yönetilen bir Hristiyan Devleti’ydi. “Naib” o denli imtiyazlıydı ki “Tanrı ile özel ilişkileri” vardı. Hiçbir zaman Bizans Devleti ile Kilise’sini iki ayrı kurum olarak görmeyeceğiz, sonradan “Saltanat ile Hilâfet”i görmeyeceğimiz gibi…[1] Roma İmp., İsa’dan sonra, Tanrı’nın yer yüzündeki “büyük kent”i olmamış mıydı, daha sonraları “Zıllullah-i fi’l-âlem”in yöneteceği imparatorluk gibi?…Var mıydı bu görüşe karşı çıkacak? “Var” diyeni Hıdır ya da Kuyucu Murat Paşa’lar bekleyecekti…
Bizans politik yaşamının gücü onun uysallığı ve intibak kabiliyetindeydi. Onun idarecisi, bir otokrat olmakla birlikte zımnen ve daha sonraları da açıkça bazı sorumlulukları üstlenmiş ve esas itibariyle Yasa’yı biteviye çiğnemekten kaçınmıştı ve günün birinde bir âmir sebeple Yasa’ya karşı gelmesi bir tanrısal takdir olarak kabul edilecekti. İmparatorun kilise rütbe silsilesiyle doğruca hısımlığı vardı ve her ikisi de uyum içinde dünyanın refahına çalışıyorlardı. Dünya, “Tanrı’nın gerçek dogması ile rahiplerin itibarını” korumayı kendine baş görev saymış olan İmparator tarafından denetleniyordu, tıpkı Osmanlı Sultanı’nın “Tanrı’nın gerçek dogması” olan Sünnî tarikin mümessili Bâb-ı Meşihat ile asırlar boyunca el ele yürümesi gibi… Bittabi bu devletin on bir yüzyıl süren yaşamı boyunca her şey sürekli tatlı ve düzenli olmayacaktı, İmparatorlar bazen aforoz edilecek ve muhakkak eleştirileceklerdi. Patrikler de azledilecek, kimi hapsedilecekti, tarihin Dersaadet’te kaydettiği gibi.
Değişik kader çizgileri içinde İmparatorluğun monarşik karakteri hiç değişmeyecekti ve siyasetinin bütün tarihi, imparatorluk yetkesinin değişen tarihî çerçeveye göre nasıl bir tutum içine girdiğini gösterir. İlk çağlarda, IV.’den VII. yy.lara kadar İmparator kendini bir takım dinî ihtilâf ve tartışmaların içinde bulacaktı ve bu arada da Konstantinopolis patriği Roma’dan hemen sonra gelen bir düzeye yükselecekti.
İlahiyat alanında İmparator, “Tanrı ile özel ilişkileri”ne rağmen, karşısında “halk inançlarını bulacaktı,[2] tıpkı sonradan Osmanoğlu’nun önüne dikilecek “fırak-ı dalle” gibi…
Bu arada İtalya elden çıkacaktı.
Ortaçağ Bizans’ının doruk dönemi olan IX. yy.ın ortasından XI. yy.a kadar, imparatorluk nüfuzunun kullanımında “işleyen bir uzlaşma”ya tanık oluyoruz. İmparatorun da, Patrik’in de aşamayacakları bir sınır bulunacaktı. Hikmetli hükümet bu kişileri buna zorlayacak olursa da iktisadî mülâhazalar imdada yetişirdi; VI. Leo acilen tek oğlunu meşru çocuk statüsüne getirebilmek için dördüncü kez evlenmeye kalkacaktı ki bu, Bizans yasasına göre kesinlikle mümkün değildi. I. Yanis de adı çıkmış ve iki kez dul kalmış Theophano’yu almayı düşündüğünde Aya Sofya’nın kapıları yüzüne kapanmış ve başka yerde daha uygun bir eş aramak zorunda kalmıştı. Bu aynı disiplin Kilise adamı için de cari idi. Mütehakkim Patrik Mikael Cerularius, siyasî sorunlarda sürekli taciz edici bir tutum içine girince mahkeme önüne çıkarılıp ihanet ve dalâletle (heresy) suçlanmış ve ancak yolda ölmek suretiyle idamın infazından kurtulmuştu.[3]
* *
Bizans’ın gelişmesinin başlıca üç etkenini kesinlikle saptıyoruz: Roma’nın siyasî telâkkileri, Grek kültür yapısı ve Hristiyan inanı. Bu her üçü olmadan Bizans’ın yaşam tarzı tasavvur olunamaz. Roma İmp. çatısı içinde Helenik kültürle İsa dininin bütünleşmesi bizim Bizans İmp. olarak bildiğimiz tarihî olayın doğmasına yol açacaktı. III. yy.ın buhranları Roma İmp.nun gözlerini her gün daha çok Doğu’ya çevirtmiş, bu da mezkûr sentezi mümkün kılmıştı.
Roma imperium’unun vârisi olarak Bizans, tek imparatorluk olma emelini besliyor, başlarda Roma yörüngesinde bulunup da şimdi Hristiyan dünyasının bir kısmını teşkil eden toprakların tümünü denetimi altına almayı amaçlıyordu. Ancak gerçekler her zaman bu düşlerin uygulama alanına çıkmasına imkân bırakmıyor, eski Roma toprakları üzerinde çapraşık bir devletler silsilesi gelişiyordu; bunun doruğunda, Roma İmparatoru ve Hristiyanlığın başı sıfatıyla Byzantium’un hâkimi bulunuyordu. Bizans’ın ilk çağlarında imparatorluğun siyaseti orbis romanus’un doğruca denetimi elde tutma gayreti üzerinde yoğunlaşmıştı; orta ve geç Bizans dönemlerinde ise, artık bir nazarî egemenliğin idamesine gayretten ibaret kalacaktı, bu siyaset.
Ama Eski Roma ile bağların gevşemesi mukadderdi. Dil ve kültürde Latin unsuru yerini Grek’inkine bırakacak, Bizans hayatında Kilise’nin etkisi her gün artacaktı. Ekonomik, sosyal ve politik gelişmeler, yeni bir ekonomik ve sosyal yapının ortaya çıkmasını kaçınılmaz hale getirecekti. İleri sürülen görüşlerin aksine, Bizans devletinin gelişmesi son derece dinamik bir olgu olup her şey sürekli bir akım içinde, her an kendini yeniliyordu. Şöyle ki Bizanslıların İmp. sona erdiğinde, Roma imperium’u ile adından ve de artık gerçekleştirilmesi olanaksız iddialarından başka bir şeyi kalmamıştı.[4]
III. yy.ın buhranı eski dünyanın kent yaşamından kopmasının simgesi olmuştu. Bir başka yaygın olay da büyük mülklerin (latifundium) sürekli inkişafıydı. Bütün imparatorluk içinde özel mülkler küçük tasarruflarla devlet mülkleri aleyhine ısrarla gelişiyordu. Küçük tasarrufların zevali sonucu köylünün her gün daha çok toprağa bağlanması keyfiyeti, sıkıştıran işgücü gereksinmesi tarafından ayrıca tacil ediliyordu. Köylü sınıfının sertliği, halkın kendi iştigal konusuna genel cebrî bağlanması keyfiyetinin sadece bir özel durumundan ibaretti. Bu bağlantı, III. yy. kriziyle son Roma Çağı’nda sistemli şekilde uygulanır olmuştu. İktisadî hayatta cebir, politik alanda da cebire yol açacaktı. Gaile ve meşakkatiyle bu buhran, insanların dine ve gelecek dünyaya döndükleri bir çağı küşat edecekti.
Imperium ile sacerdotium’un, Orthodox İmparatorlukla Orthodox Kilise’nin yakın temel ilişkileri, beraberce tek bir politik ve dinî varlık kurmaları keyfiyeti Byzantium’un karakteristiğiydi: Tanrı iradesi altındaki dünya nizamını, İmparatorun iç ve dış düşmanlarıyla çeşitli heresy’lerin kemirici tahribatına karşı koruma görevini bu iki varlık beraberce üstlenmişlerdi. Bittabi böyle bir anlaşma Kilise’yi, güçlü İmparatorluğun doğruca himayesinin, yani koltuğunun altına itecekti.
İmparator sadece başkumandan, en yüksek yargıç ve yasa koyucu olmakla kalmıyor, aynı zamanda Kilise ve orthodoxluğun, yani “doğru” tarikin de hamisi oluyordu. Tanrı tarafından seçilmiş olmakla Tanrı’nın ona emanet ettiği Hristiyan İmp.nun yaşayan simgesiydi. Böylece dünyevî ve beşeri alandan çıkıp Tanrı’yla doğru ilişki halinde duruyor, hem siyasî, hem de dinî bir özel kültün muhatabı oluyordu. Her geçen gün bu kült, Kilise ve tüm saray erkânının iştirak ettiği etkileyici ayin ve törenlerle icra edilip duruyordu, “Cuma selâmlığı” gibi…
Bizans sarayının bu görkemli ayin ve törenlerinin modeli Sasanî ve daha sonra da İslâm Halife’leri sarayları olacaktı.
“Bizans devletinin elinin altında iyice tefrik edilmiş ve iyi eğitilmiş bürokrasisiyle eşi bulunmayan bir idarî mekanizması vardı, askerî tekniği muhteşemdi, mükemmel bir yasal sisteme malikti ve bu devlet ileri derecede gelişmiş bir iktisadî ve malî dizgeye dayanıyordu. Büyük bir refahın içindeydi ve altın sikkesi her gün daha çok devlet ekonomisinin ekseni haline geliyordu. Bu haliyle geç Antikçağlar ilk Ortaçağın doğal ekonomili öbür devletlerinden temelden ayrılıyordu. Byzantium’un güç ve nüfuzu her şeyden önce altınına dayanıyordu ve bu en parlak devirlerinde itibarı bitmez tükenmez gibiydi. Öbür taraftan Devlet katı bir vergi sistemi uyguluyor, cümle âlemi malî gereksinmelerine tâbi kılıyordu. Üstün idare mekanizması aynı zamanda acımasız bir gasp âletiydi. Bizans sivil bürokrasisinin tefessüh ve açgözlülüğü dillere destan olmuş ve o her zaman halk için korkunç bir musibet halindeydi, imparatorluğun refahı ve yüksek kültür düzeyi, doğrulması olanaksız ve hürriyetten mahrum olarak sefalet içinde yaşayan kitlelerin sırtından sağlanıyordu.”[5]
Islahat hususunda Diocletian ve Constantine’in attıkları adımlar hep imparatorluk yetke ve itibarını pekiştirme yönünde olacak, sivil ve askerî örgütler, başkent ve taşra idareleri birbirlerinden itina ile ayrılacak, tüm devlet makinesi merkezden yöneltilecekti. Reformlar mezkûr makineyi yerine oturtmuş ve devlet yetkesi güçlenmişti ama halkın büyük çoğunluğu hâlâ büyük fakirlik içindeydi. Köylünün büyük bölümü koloni olup geç Roma döneminde kırsal kesimde üretimin başlıca dayanağını oluşturuyor, hızla da irsî serfliğe düşüyordu. Yetmiyormuş gibi Diocletian’ın vergi sistemi onu bir nevi cezalandırıyor ve bu gelişmeyi hızlandırıyordu. Sikke değerinin düşmesiyle altın olarak tahsil edilen verginin değeri azaldığından onu aynî olarak alma yöntemi yerleşecekti. Bu yolda gelişen annona, en önemli vergi ve başlıca gelir kaynağı oluyor, ancak bu, aynî olarak tahsil edildiğinden, sadece kırsal kesimde uygulanacaktı. Mezkûr imparator zamanında capitioiugatio, kelle vergisi ile arazi vergisinin bir bileşimi olup annona’ye teşkil eden unsurlar gibi görünmektedirler. Vergilendirme birimi iugum, yani muayyen değer ve yüz ölçümünde toprak parçasıyla caput, yani bunu ekip biçebilecek tek kişiden ibaretti. Değerlendirme kolaylığı amacıyla iugâ ile capita ayrı ayrı hesaplanıyor, ancak tekabül eden bir caput olmadığı sürece bir iugum (ya da aksi) tahakkuk ettirilemiyordu. Böylece hazine, her mevcut iugum için bir caput sağlayarak iugatio ile capitatio arasında denge kurma durumundaydı; bu dahi, İmparatorluk dâhilinde bariz nüfus azalması ve işgücü noksanı sebebiyle son derece güç bir iş oluyordu: Köylü yoksulluk ve istikrarsız koşulların dürtüsüyle kaçmaya itiliyordu. Bu nedenle Devlet makamları, bir kez tahakkuk ettikten sonra caput’u, ona ayrılmış iugum’a bağlamak için her çabayı gösteriyordu.
Tarım işgücünün kıtlığı Bizans maliyesi için büyük önemi haiz bir sistemin, έπιβολή’nin ortaya çıkmasına sebep olacaktı. Bu, daha Ptolemeus’lar döneminin devlete ait nadasa bırakılmış topraklarının, zorunlu ekip biçmek ve uygun vergiyi vermek karşılığında özel toprak sahiplerine tahsis edilmesinden beri Mısır’da gelişmişti. III. yy.ın sonunda bu dizge İmparatorluğun her yerinde kullanılır hale gelecek ve özel mülk sahiplerinin olduğu kadar devlet malı olan ekilmemiş topraklara uygulanacaktı.
Mülk sahibi olmayan kentliler annona ödememekle daha baştan avantajlı bir durumda bulunuyorlardı ama Constantine, ticaret ve sanayi erbabına, altın parayla ödenen ağır auri lustralis collatio vergisini yüklemişti.[6] Maliyeden gelmiş olan imparator Anastasius (491-518), ticaret ve sanayiye yük teşkil eden bu mükellefiyetten kent sakinlerini azat edecek, buna karşılık hazinede dengeyi bozmamak için kırsal kesimden daha fazlası talep edilecek, annona’nın aynî olarak değil de altın para ile ödenmesinde ısrar edecekti. Kırsal kesim dahi sürekli olarak altın ekonomisine dönüşüyordu. Ama bunun yanı sıra Devlet’in tabii ürün ihtiyacını karşılamak üzere de coemptio-συνωνή ihdas edilecekti ki bununla köylü, zarurî ürünleri, hükümetin tespit edeceği alçak fiyatla satmaya zorlanacaktı. Böylece Anastasius tarafından ticaret ve sanayi üzerindeki baskı hafifletilirken köylü sınıfı yeni ve usandırıcı taleplerle karşılaşıyordu. Devlet kasasında 320.000 pound altının birikmiş olması onu hiç ilgilendirmiyordu ve sık sık kargaşalık ve halk kımıldanışları vaki oluyordu.[7]
Bununla birlikte bir köyün sakinleri bir cemaat (κοϲνότης) teşkil ediyordu. Ancak bunun bir zamanlar Bizans’ta var olduğu sanılan, Slav göçü tarafından ithal edilen “ilkel” cemaat yaşamının etkisine atfedilmiş, toprağın müştereken ekilip biçilmesi ve belli zamanlarda yeniden dağıtımı ile tebarüz eden bir cemaat örgütüyle bir ilişkisi yoktu. Böyle bir ilişkinin varlığını sananlar yanlış savlardan hareket ediyorlardı: Farazi ilkel Slav cemaatleri, Rus mir sistemi modeline benzetilerek bina edilmek isteniyordu; o ise ki mezkûr sistemin çok daha sonraki çağlara ait olduğu bugün saptanmıştır ve de Slavlar arasında bir tür bir cemaat örgütlenmesi, bunların Balkanlar’a yerleşmeleri sırasında, en azından bilinmeyip kayda geçmemiştir. Kısaca Byzantium hiçbir zaman müştereken ekip biçmeye dayanan bir cemaat örgütlenmesine sahip olmamıştı ve kaynaklarımıza göre böyle bir örgütlenme ilk Slavlar arasında da bulunmuyordu. Bizans köylüsünün mülkü onun kişisel, sınırsız ve irsî mülkiyetindeydi. Köyün malı olan bazı toprak parçaları köy topluluğu tarafından beraberce kullanılmaya devam ediyordu. Otlaklar da müştereken kullanılıyor ve köy cemaatinin tediye ettiği çoban köyün davarlarını burada otlatıyordu. Hükümet köyü, vergi bakımından bir idarî birim olarak telâkki ediyordu. Topluluğun üyeleri vergilerin tam ödenmesinde müştereken sorumlu tutuluyordu ve borucunu ödemeyenden açık kalan vergi miktarını kapatmakla yükümlüydü. Geç Roma çağının έπιβολή sistemi bu kez değiştirilmiş, nadasa terk edilmiş toprakların vergisi de onlara komşu çiftçilerin sırtına bindirilmişti. Bu sonuncular, aynı zamanda, bu fazladan zemini kullanma hakkını elde ediyorlardı. Cemaati vergilerin zamîni kılan bu yeni nizam ilk olarak Çiftçi yasası’nda geçmekte olup sonradan άλληλέγγυον adıyla anılacaktı. Toprağın intikali, esas kaygı konusu olan verginin intikalinin sonucu olacaktı. Bizans’ın “sahip, vergi verendir” temel mütearifesi artık iyice yerleşecekti.
VII. yy.ın sonlarına doğru başlıca vergi miktarlarının tayin sistemi önemli bir değişikliğe uğruyor. Diocletian’ın capitatio-iugatio dizgesi ortadan kalkıyor. Poll tax, arazi vergisinden müstakil olarak tahsil edilip tüm vergi mükelleflerine aynen teşmil ediliyor şöyle ki bundan böyle cizyeye bağlanmak için toprağa tasarruf etmek koşulu aramaz oluyor. Erken Bizans çağının nizamları, emeğin nadir olduğu bir zamanda, vergilerin ödenmesini temin etmek üzere, vergi mükelleflerinin sistemli şekilde toprağa bağlanmış olmaları anlamını taşıyordu; ama dizgenin değişmesiyle serbestçe gezen köylü sayısında artış teşvik edilmiş oluyordu. [8]
Alleleugyon kavramı içinde bir başka uygulamanın öyküsü de ilginç olmaktadır. İmparator Nicephorus I (802-11), VII. yy.dan itibaren askerlik mükellefiyetine tâbi küçük mutasarrıflar sistemine dayanmakta olan savunma dizgesini ıslah hususunda önemli adımlar atıyordu. X. yy. kayıtlarına göre bir askerin iktisadî mevcudiyetinin temelini oluşturacak mülk, en az dört altın libre değerinde olacaktı, şöyle ki hizmete çağırıldığında bir at ve tam teçhizatla ispat-ı vücut edebilsin. Ancak bu miktarda mülke sahip yetersiz sayıda asker köylü bulunduğundan Nicephorus, en fakir köylüleri bile askerlik hizmetine bağlama yolunu buluyor: yıllık 18 1/2 nomismata[9]lık bir iştirakle köy cemaati, bunların teçhizatının masrafını karşılayacaktı. Böylece Devlet, askerî gücünün azalmasına karşı kendini sigorta etmiş oluyordu. Bu yöntem, alleleugyon’un vergilerin muntazaman ödenmesini sağlaması kadar etkili şekilde askere alınma işini düzenliyordu.
Yine X. yy. kayıtları, bahriyelilerin de, kara askeri gibi, kendilerine maişet sağlayan mülke sahip bulunduklarını gösteriyor. İmparator, özellikle Küçük Asya’da, daha önce hiç tarımla uğraşmamış denizcileri artık ekilmeyen arazileri kendisinin saptadığı fiyattan satın almaya zorlamıştı.[10]
“…Bu eğilim (patrocinium) öyle boyutlara ulaştı ki, Leon hükümeti, küçük toprak mülkiyetini korumak ve büyük toprak ağalarının Devlet’in üstünlüğünü ve ayrıcalıklarını, Devlet’e ait hak ve görevleri zorla ya da düzenle ele geçirmelerine bir son vermek için, buna gem vurmaya girişti. Böylece 468 yılında, Leon ve Anthemius, özgün köy toplulukları halkına yönelik, bu halktan bir kişinin, ne bahaneyle olursa olsun, bu topluluğun üyesi olmayan kişilere toprağını devir ve ferağ etmesini yasaklayan bir temel-yasa yayımladılar.”
“Bu temel yasa… hükümetin, özgür küçük toprak mülklerinden ne kalmışsa onu koruma kaygısını gösterir; öte yandan, V. yy.da, Bizans kırsal kesiminde, ortak bir köy yaşantısının canlı kalıntıları bulunduğuna tanıklık eder. Bilginler, şu son zamanlara gelinceye değin, Bizans’ta ortak bir köy yaşantısının varlığını kabul ediyorlardıysa da bunu, VI. ve VII. yy.larda Slavların getirdiğini düşünüyorlardı. Ama… yeni belgelerin bulunması… toplu ortak yaşamın izlerinin ve kalıntılarının yerli yerine konup düzenlenmelerine olanak verdi… Toprak birimlerinin ortak mülkiyeti, köy topluluğunun kiraya verdiği çayırların ortak mülkiyeti, köylülerdeki ortak işletme için “koinos”lar kurma alışkanlığı, aynı komünün insanları arasındaki dayanışma, görevi, yükümlülükleri paylaştırıp sonra toplamak ve anlaşmazlıkların giderilmesi (demek) olan yerel bir özerkliğin korunup sürdürülmesi, suyun dağıtımının yapılması, vergilerin ödenmesi bakımından köylülerin ortaklaşa kefaletle birbirlerine bağlanması, hep böyledir. Topluluk, sahipleri tarafından yüzüstü bırakılmış ya da işlenmemiş toprakları işlemek ve vergilerini ödemekle de yükümlü tutulur.
Topluluğun ortak yaşamının canlı izleri, topluluk üyelerinin, satışa çıkarılan topraklar üzerinde şuf’a, öncelik haklarına (“protimesis”) sahip olmalarıyla da ispatlanır. Suriye’de, Trakya’da, Küçük Asya’da ve Balkanlar’da da ortak toplum yaşamının, yaşamlarını sürdüren benzer kalıntıları, izleri bulunabilir.”[11]
Nicephorus, nüfus sayımını tazeleyip vergileri artırıyor ve ilk olarak da manastır ve kiliselerle Bizans’ta var olan çok sayıda hayır kurumlarının paroikoi, yani serf-köylü mutasarrıflarını bir “ocak vergisi” (καπνικόν)ne bağlıyor ki bu vergi aslında, bu kez aile başına tahsil edilen bir poll-tax oluyor. Toprak vergisiyle birlikte bu vergi, orta Bizans döneminin en önemli gelir kaynağını teşkil ediyor. Gerçi Nicephorus’dan önce de bu son vergi biliniyordu ama bu kez, o güne kadar bundan bağışık bulunan bir köylü kategorisine de teşmil edilmişti. Bu aynı imparator bazı kilise mallarını Devlet mülkü arasına katmakla kalmayıp böylece budanmış kilise mallarından eski vergi miktarını tahsile devam edecekti. Ayrıca veraset vergisiyle, özellikle fakirlikten birdenbire zenginliğe geçmekle şüpheler yaratan kişilere uygulanan varlık vergisini sıkıca uygulayacaktı. Bundan başka, yurttaşların faiz almalarını kesinlikle yasaklayan bir irade ile faiz alma işini Devlet’in tekeline verecekti: Constantinopolis’in zengin armatörlerini Devlet’ten % 16,66 faizle borç almaya zorlayacaktı. Her ne kadar faiz alınması Ortaçağların kuramsal ahlâkî (ve dinî) ilkelerine ters düşüyor idiyse de Bizans’ın çapraşık para ekonomisi bu tür ilkeleri bilmezlikten gelirdi ve ikrazda bulunup yüksek faiz almayı devlet tekeli haline getirerek hazineye yeni gelir kaynağı bağlanmıştı.[12]
IX.yy.ın ortasından X. yy.ın sonuna dek süren Bizans İmp.nun altın çağı’nın bitimine doğru II. Basil’in büyük toprak ağalarıyla vaki şedit mücadelesi ve zaferi sonunda bu ağalar, fakirler hesabına yukarda sözü edilen alleleugyon’u ödemeye zorlanmışlardı. Böylece de köy topluluğu tarafından vergilerin müştereken ödenmesi prensibi uyarınca o güne dek vergisini veremeyenin komşusuna binen alleleugyon’un yükü bundan böyle sadece büyük toprak ağalarının omuzlarına binecekti, imparator böylece bir taşla iki kuş vuruyordu: Bir yandan ağalara yeni ve ağır bir darbe daha indiriyor, öbür yandan da alleleugyon’un ödenmesini emniyet altına almış oluyordu. Ödeme gücünden yoksun komşusunun da vergilerini sırtlanma zorunluluğu çoğu kez köylünün olanaklarını aşıyor ve onu firara sevk ediyordu ki bu keyfiyet her yanıyla hazinenin aleyhine oluyordu. II. Basil, Patrik Sergius tarafından desteklenen ağaların itirazlarına kulak asmayacaktı. Tek amacı, aristokrasinin mağrur gücünü kırmaktı.[13] Ama Basil de bu dünyadan göçecekti…
Bundan, sonra da koca imparatorluk inhilâl sath-ı mailine girecek, halkın-köylünün sosyo-ekonomik yaşamı bir felâket halini alacaktı. Osmanlı, bütün bunlardan ibret alarak tarih sahnesine çıkacaktır.
* *
Gothları silâh kuvvetiyle durdurmanın mümkün olmadığını gören Büyük Theodosius, bunları Balkanlar’ın gerisine sürüp onlarla bir anlaşmaya (foedus) vardı: Ostrogothlar Pannonia, Visigothlar da Trakya eyaletinin Kuzey kesiminde oturacaklardı. Tümden özerk ve vergiden bağışık olacaklar, askerî hizmetlerine karşılık yüksek ücret alacaklardı; bunlar imparatorluk hizmetinde foederati olarak kaydedileceklerdi. Bir muhasım Cermen istilâsı barışçı bir istilâya dönüştürülmüştü. Orduda Cermen unsuru son derece önem kazanmış, birliklerin çoğunluğunu bunlar teşkil eder olmuştu. Theodosius’un bu politikasının öbür yanı da, hazineyi büyük bir yük altına sokmuş olmasıydı. Halkın durumu her gün beter oluyor, İmparator’un seleflerinin boş yere mücadele ettikleri himaye (patrocinium) sistemi devletin her köşesine yayılıyordu. Köylü iktisaden batmış, ağır yükler altında ezilmiş, hükümet memurlarının küstahlık ve suistimali karşısında savunmasız kalmıştı. Bütün bunlar onun kendini büyük toprak ağalarının himayesi altına sokmasının, onun serfi haline girip dayanılmaz hale gelmiş özgürlüğü hamisine teslim etmesinin nedenlerini oluşturuyordu. Şöyle ki IV. yy.ın sonunda toprağa bağlı colonus, tüm imparatorluk içinde mutat bir vakıa halini alacaktı.
Roma yasasının bir sisteme göre tanzimi, merkezî devlete bir temel vahdet sağlamıştı. Bizanslı hukukçuların eşsiz bir sarahat ve etkinlikle ortaya çıkardıkları, Roma yasasının yeni koşullara uydurulmuş şekli olan Corpus Juris Civilis, tüm kamu ve özel kişilerin sorunlarını, Devlet’in ve bireyler ve ailelerinin yaşamını, yurttaşların birbirleriyle olan ilişkilerini, işlerinin yürümesini ve özel sorunlarını tanzim etmek üzere hazırlanmıştı. Helenik geçmişle Hristiyan dogmasının bir bileşimiydi bu yasa. Justinian dönemi kanununun tüm insanlığın eşitliği ve hürriyetini ilân etmesine rağmen günlük uygulamalar bu yönde fazla ileri gitmiyordu: Tüm öbür dinler yasaklanmış ve her türlü yasal korumadan mahrum bırakılmışlardı. Hristiyanlığın etkisiyle kölelerin durumu biraz olsun düzelmiş ve azat edilmeleri Justinian döneminde kolaylaştırılmıştı. Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir husus da, özellikle kırsal kesimde, köle emeğinin ancak tali kalması keyfiyetidir. Coloni, çoktan beri üretimin esas dayanağı olmuşsa da Justinian yasası bunların toprağa bağlı olduklarını belirtmekle kırsal kesim halkının çoğunluğunun özgürlükten yoksunluğu yasayla onaylanmış oluyordu.[14]
Küçük Asya’da her gün daha çok gelişen thema sistemi, Bizans İmp.nun yeniden inkişafının çerçevesini oluşturacaktı. Uzun bir süre boyunca Bizans hükümeti şaşırtıcı bir inatla mümkün olduğu kadar çok Slav’ı imparatorluk toprakları içine getirip bunları yeni teşkil edilmiş themalara stratiotai ve küçük çiftçi olarak yerleştirme çabası içinde bulunmuştu; amacı, imparatorluğun askerî gücünü artırmak ve kırsal kesimi iktisaden kalkındırmaktı. VII. yy.dan itibaren yukarda mezkûr Altın Çağ’a dek süren iç canlanma, fiilen geniş bir köylü sınıfının gelişmesi ve yeni stratiotai ordusunun teşekkülünün ürünüydü. Bu, küçük mülk sahiplerinin artması demekti: İskân edilmiş stratiotai’ler, aynı zamanda da küçük toprak sahibiydiler. Bunların askerî hizmet zorunluluğu, mutat olarak, mecburî askerî hizmetin bağlı bulunduğu “askerlerin mülkü”nü de tevarüs eden büyük oğla geçerdi. Zürriyetlerinin gerisi, nadasa kalmış toprağın artanını ekmekle doğal olarak ilgili serbest köylü emeği fazlalığını temsil ediyor ve bu köylüler de aynı şekilde stratiotai’ler arasına katılabiliyorlardı. Hür köylüler ve stratiotai’ler tek bir sınıf oluşturuyor ve dolayısıyla Bizans İmp.nun ağırlığını taşıyan gücü sağlıyorlardı.[15]
Bizans köyünün yeni modeli, yukarda mezkûr ünlü Çiftçi Yasası (νόμοςγεοργικός)’nda çoğunlukla belirtilmiş olup yasa, ilk Ortaçağ Bizans köylüsünün günlük yaşamını yansıtır. Sanki Çiftçi Yasası, kırsal kesimin boş bir bölümünün kolonizasyonundan doğan yerleşmeyi hedef almış gibidir. Burada ormanların ve nadasa bırakılmış arazinin tarıma açılmasından sık söz edilmektedir. Yasa tarafından yasal ilişkileri tanzim edilmiş köylüler hür toprak sahipleridir Bunların herhangi bir toprak ağasına karşı mükellefiyetleri yoktur ve sadece Devlet’e karşı, vergi ödeyici olarak, yükümlülükleri vardır. Bunların hareket serbestîlerinde herhangi bir sınırlama yoktur. Bu, bütün bu dönem içinde hiç serf bulunmadığı anlamına gelmezse de hür köylülüğün geniş bir sınıf teşkil ettiğini ve “çiftçi” (γεωργοί) sözcüğünün bu dönemde özellikle hür toprak sahibini tazammun ettiğini ifade eder. Şu kadar ki Çiftçi Yasası bunlardan, çok manidar olarak, mülklerinin efendisi (κύριοι) olarak söz eder. Buna ek olarak bunlar sadece toprak ve hayvan sahibi olmakla kalmayıp Bizans köy ekonomisinde yine de hiç de önemsiz sayılmayan bir rol oynayan kölelere bile tesahup ediyorlardı.[16]
947 tarihli bir yasa, özellikle Anatolikon ve Thraceion themalarında Constantine’in tek hâkimiyetinden itibaren “güçlü”ler tarafından iktisap edilmiş tüm köylü topraklarının, tazminatsız olarak derhal iadesini âmir oluyor. Altın Çağ’da. VIII. Constantine’in muahhar bir kanunu da askerlerin tasarruflarına taallûk ediyor. Buna göre askerlerin maişetlerini sağladıkları ve teçhizatlarının sağlanması aracı olan toprakların ferağ ve temliki yasaklanıyor ve thema süvari ve bahriye askeri parselinin değerinin alt sınırı saptanıyor. Asker tasarruflarının verasetle bölünmesi ve vârislerin hizmet mükellefiyetini yerine getirmek üzere güçlerini birleştirmeleri koşuluyla cevaz veriliyor. Eğer bir askerin tasarrufundaki toprağın değeri, saptanmış asgariyi aşarsa, fazlalık kısmı, stratiotai siciline işlenmemişse, elden çıkarılabiliyor. Önceleri bir askerin tasarrufunda bulunan mülk, ancak kırk yıl geçtikten sonra inkâr ve cerh edilemez hale gelebiliyor.[17]
Justinian eski imperium romanum’un ihyası peşindeyken İran da bir uçtan tüm Yakın Doğu’yu denetimi altına alıyor, eski Ahmenî imparatorluğunu diriltme çabası içine giriyor. Slav ve Avarların Balkanlar’ı gark ettikleri, Acemlerin de Bizans’ın Doğu illerine daldıkları o korkunç yıllarda, Byzantium’a taze güç verecek olan yeniden örgütlenme sürecinin başlangıcı görülüyor; Bizans ordu ve mülkî idaresinin yapılarında esaslı değişiklik vaki oluyor ve bunun sonucunda da imparatorluk “thema’lar şeklinde örgütleniyor. Düşmanın henüz el sürmediği Küçük Asya toprakları “thema” adı verilen geniş askerî bölgelere ayrılıyor. Böylece yüzyıllar boyunca Ortaçağ Bizans devletinin taşra idaresini simgeleyen sistemin de temeli atılmış oluyor. Ravenna ve Kartaca eksarklıkları gibi, Küçük Asya themaları birer askerî idare birimleri olup bunların her biri bir strategus’un denetimine veriliyor; bu strategus, kendi mıntıkasının en yüksek askerî ve mülkî yetkesini elinde tutuyor. Bununla birlikte eski il taksimat ve teşkilâtı tamamen ortadan kalkmıyor ve thema çerçevesi içinde varlığını sürdürüyor; themanın proconsul’u, sivil idarenin başı olarak, strategus’dan sonra gelen en büyük âmir oluyor. Tek bir themanın birkaç ili içermesi, strategus’un en yüksek komutan olduğunu gösteriyor.
“Thema” (θέμα) sözcüğü bir askerî birlik için normal terim olup themalar sadece idarî alanı ifade etmiyor, birliklerin yerleştirildikleri bölgeleri temsil ediyorlardı. Askerlere, irsi askerî hizmet koşuluyla, sahibinin tasarrufundan çıkarılamaz (alınıp satılamaz) toprak tahsisleri yapılıyordu ki muahhar kaynaklar bunları στρατιωτικά κτήμητα tesmiye edeceklerdi.
Heraclius’un işbu “iktâ” sistemini-ihdas ettiği tarihlerde, Muhammed henüz Medine’ye hicret etmemişti…
Bu kitabın esas konusu itibariyle önemine binaen bu sistemin biraz daha ayrıntılarına gireceğiz.
Gerçekten Bizans’ın önünde, sayısız sorun arasında, onu yakından sıkıştıran askerî sorun vardı: imparatorluğun bütün sınırları belâlı düşmanların tehdidi altında bulunuyordu. Bu nedenle iyi bir orduya sahip olmak her şeyin üstünde bir amaç oluyordu.
Hangi unsurlardan oluşacaktı, bu ordu? Bütün söylenenlerin hilâfına, ulusun sinesinden ahzedilen millî τημωνᾶτον[18] yine mevcut olup önemini koruyor. Sağladığı askerler, yasa metinlerinde στρατιῶται olarak geçiyor ve bu ad onlara, bir özel değeri haiz kişiler olduklarından değil, sadece bunlarda eski Roma lejyonlarının vârisleri görülmek istendiğinden veriliyordu. Gerçekten bir imparatorluk novellus’unda bunlar “στρτιῶται’lerin aziz lejyonları” ifadesiyle tesmiye ediliyorlar. VII. yy. içinde ve belki de daha Heraclius devrinden itibaren yeni bir rejim, askerî fief’ler rejimi (στρτιωτικαι κτήτεις)[19] ortaya çıkıyor ve imparatorluk tebaasına olduğu kadar yabancılara da uygulanıyor. Esas itibariyle imtiyaz sahibinin askerlik hizmeti ifa etmesi koşuluyla bir toprak ihsanından ibaret oluyor, bu rejim ve bu hizmetin devamlılığını sağlamak üzere de ihale olunmuş toprak bazı imtiyazlarla donatılıyor: intikal ve ferağ edilemiyor (alınıp satılamıyor), zabt ve haciz olunamıyor, irsî oluyor, babanın hizmet etmede acze düşmesi halinde oğullardan biri babanın yerine kaim oluyor. Kurumu X. yy.da tam örgütlenmiş olarak görüyoruz: VII. Constantine’in 945 ile 959 arasında bir tarihte yayınladığı bir novellus’la “âdeti evvelce yazıya dökülmemiş şekliyle onayladığı”nı ifade edip Nicephorus Phocas’ın iki novellus’unu yasallaştırıyor.
İmtiyaz sahibi tarafından sağlanacak silâhların nevi itibariyle iki tür toprak tefrik ediliyordu: Sisam, Ege Denizi ve Phrygia themalarının süvari ve bahriyenin seçme askerine tahsis edilen dört libre altın değerinde topraklarla iki libre altın değerinde ve sair denizcilerle muhtemelen piyade askere verilen topraklar. Bu sonuncuların orduda önemli yer tutmadıkları sanılır; güzide efrat süvariden oluşup bu yüzden bu askerler çoğu kez καβαλλάριοι tesmiye edilirlerdi. Bunlar dahi zırhlı ve ağır silâhlı kataphraktês’lerin[20] büyük süvari kolları ile hafif süvari olmak üzere iki öğeden oluşurdu ki kesin muharebelerin çoğunun neticesine bu sonuncular amil olmuştu. Bu askerî fief’ler rejimi, imparatorluğun sonuna dek sürecekti; ancak XI. yy.dan itibaren yeni bir imtiyaz tipi, pronoia (πρόνοια) ile itman edilecekti; bunda, lehtarın bizzat değerlendirdiği toprak yerine, sekenesinin ona vergi ödediği bir çiftlik ya da köy tahsis edilirdi. Özellikle XIII. ve XIV. yy.larda yaygın hale gelen rejimin bu yeni şekli, askerlere münhasır kalmayıp bunlara uygulandığında da, daha çok zabitan bundan faydalanacaktı. Ama en fazla, karşılığında orduya iyi mücehhez belli sayıda süvari istihzar edip gönderecek olan büyük mülk sahiplerine verilecekti. Hangi şekil altında olursa olsun, rejimin temelinde aynı ilke yatıyordu: Orduya hizmet koşuluyla askerî fief ferağı. Bu itibarla imparatorlar, bu imtiyazların lehtar olan askerleri korumak için büyük dikkat ve çaba sarf edeceklerdi. Gerçekten bu topraklar hayli hırsın hedefi oluyorlardı: Komşu büyük toprak ağaları bunları da satın alma ya da bunların üstlerine oturmaya bakıyorlardı; işte bütün bunlara karşı imparatorlar her çareye baş vurıp novellus üstüne novellus yayınlayarak karşı koyma savaşına girişmişlerdi ve ellerinde bu fief’lerin yaratılmasına yeterli mirî toprak bulunduğu sürece kurum beklenen sonuçları veriyordu.
Bizans ordusu genel olarak nasıl örgütlenmişti? Bu ordu esas itibariyle, biri çok müteharrik, büyük muharebelere ve tehdit altında bulunan noktalara yetişmeye her zaman hazır saf ordusu (τάγματα θϯματα),[21] öbürü de sınır birlikleri olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Sınır birlikleri çok eski bir kuruluş olup limes’leri, yani sınıra yakın bölgeleri, korumak için Roma özel kıtaları, limitanei’leri teşkil etmişti. Bizans bu özel amaçla birlikleri, bunları άκρἴται[22] tesmiye ederek muhafaza edecekti. Bunlar da, hatta çok daha geniş ölçüde, askerî fief’ler rejiminden faydalanıyorlardı; gerçekten, bunlara ferağ edilmiş topraklar her türlü vergiden bağışık tutulmuştu. Böylece sınır yakınında sabit bir noktaya yerleştirilmiş olan bu akrites’ler arazinin hızlı ve emin savunmasına göre örgütlenmişlerdi ve bu görevlerini fevkalâde şekilde yerine getireceklerdi.
Vaktiyle Roma’nın, limes’ler boyunca sağlam garnizonlarca işgal edilmiş tek bir sıra müstahkem mevkiler inşa etmiş olmasına karşın Bizans, VI. yy.dan itibaren bu mevkileri, derinlemesine, birkaç koşut sıra halinde vücuda getirecekti. Böylece birinci sırayı herhangi türlü aşmayı başarmış müstevli, savunmasız halkla karşı karşıya kalmayacaktı: Her tarımsal mülk bir berkitilmiş şatoya tahvil edilmiş ya da böyle bir şatonun yakınında tesis edilmişti.
Bizans bu savunma sistemini hiçbir zaman terk etmeyecekti. XI. yy.da, Balkan yarımadasında olduğu gibi imparatorluğun Asya bölümü de hisarlarla doluydu, işbu askerî sınırların savunması, kendilerine ferağ edilmiş topraklar üzerine aileleriyle birlikte yerleşmiş akrites’lere tevdi edilmiş olup bunların görevi düşmanı gözetlemek, istilâları püskürtmek ve savunma olduğu kadar saldırı savaşı sürdürmekti. Meselâ Kappadokya sınırları veya Toros dağlarında, ardı kesilmez Arap tehdidine karşı sürekli mücadele yürütüyorlardı.
Bu mücadele, güç ve usta bir tabiye, girişken bir düşmanı küçük kuvvetlerle hırpalayıp tevkif etmeye matuf baskın ve tuzak, cesur keşif ve anî darbe hareketlerini mükemmelen uygulayan hafif süvari kolları tarafından sürdürülüyordu. Bütün sınır sık, küçük gözetleme yuvaları şebekesiyle korunuyor, bu yuvalar bir işaret-haberleşme sistemiyle genel karargâha bağlı bulunuyordu; düşmanın bir kımıldanışı gözlenir gözlenmez, her yöne süvari keşif kolları yollanır ve bu perdenin ardında, seferberlik icra ediliyordu: Piyade geçitleri tutuyor, ülke halkı müstahkem mevkilere doğru kayıyor, ordu toplanıyordu. Verilen talimatta hiçbir şey tesadüfe bırakılmıyordu.[23]
* *
1081’de büyük Comnenus’lar feodal ailesi tahta çıkıyordu. “Gerçekte bu büyük feodal aile imparatorluğu feodalce idare etmedi. Comnenus’lar sülâlesinin imparatorları imparatorluk yetkesini tüm gücüyle ihya etmeye çaba sarf ettiler ve bunda başarı sağlamış gibi oldular. Ama esasta çok az şey değişmişti. Nitekim Comnenus’lar yok olup yerlerine Angelus’lar tahta çıktıklarında, Gabras’ların Trabzon’da ya da Leon Sgouros’ların Yunanistan’da kurdukları imparatorluğun 1204’de dağılmasından doğmuş olanlar, Epir despotluğu ya da Anadolu’nun aristokratik senyörlükleri gibi yarı özerk devletler teşekkül etmeye başlamıştı… 1204’te Haçlılar, Doğu’ya vardıklarında Batı’da bildiklerinin tamamen benzeri bir örgütlenmeyle karşılaşmışlardı ve hiç tereddütsüz, ‘vilanis’ tesmiye ettikleriyle “gentilshommes” adını verdikleri iki sınıfı tefrik etmişlerdi.”
“Şüphesiz bu Doğu feodalizmi hiçbir zaman tamamen Batı’dakine benzemeyecekti ve Batının feodal toplumunu uzun bir metbû ve vassallar zinciri haline getiren bu kesin kademeleşmeyi hiçbir zaman bilmeyecekti. Ama Bizans tarihinin sonuna dek Doğu’da bu güçlü aristokrasinin varlığı, sosyal mücadelelerin ve kargaşaların daimî kaynağı olacaktı…”[24] Önce Selçuklu, sonra da Osmanlı, bu “güçlü aristokrasi”nin varlığından çok yararlanacaklardı…
Böylece yeni thema dizgesi, eski limitanei, yani sınır bölgelerindeki (limes) topraklara yerleştirilmiş asker sisteminin bir inkişafı oluyordu.
Sınırların savunması her zaman, kendilerine, vergiden bağışık toprak imtiyazları verilmiş, buna karşılık da kendilerinden askerlik hizmeti istenmiş bir nevi ikinci ordu teşkil eden limitanei’lere düşüyordu. Bunlar aileleriyle birlikte castella’larda (müstahkem şatolarda) cem olurlar (bunların καστρησιανοί adı da buradan gelir), sık sık talim ederler, toprağı sürmekle mükellef bulunurlar ve limes’i terk edemezlerdi. Her talep vukuunda da ispat- ı vücud ederlerdi.
Mısır’ın askerî rejimi tamamen istisnaî bir durum arz ederdi. Bu ülke Thebaid ve Libya limitanei’leri tarafından savunulurdu fakat kendisi bir limes değildi. V. yy.da birlikler her kökenli barbarlardan oluşurken Justinian döneminde bunlar sadece mahallî halktan toplanır olmuştu. Bundan başka bunlar Mısır dışında hizmet görmezler ve limitanei’ninkine benzer bir yaşam sürerlerdi. Bu στρατιῶται’lerin çoğu aynı zamanda bir el sanaatını da icra ederlerdi. Bunlar annone’nin ödenmesinin sağlanmasına, bunun naklinin korunmasına ve eşkıyanın bastırılmasına matuf polis gücünü oluştururlardı.
Themaların arz ettikleri sıkıyönetim rejimiyle Justinian’ın Mısır’da tesis ettiğinin arasında bazı benzerlikler vardı. Aradaki fark, bu garnizonların tabiatı ile bunların toplanma şekillerindeydi. Öbür yandan themalar çoğu kez tarihî adlar taşıyan özel birlik gruplarından oluşuyor, konakladıkları bölgeden toplanıyorlardı. Bu mahallen askere alınma keyfiyeti, themaların resmen, işgal ettikleri yörenin birlik grubu adıyla anılmış olmasını izah eder: Armeniaklar theması, Anatolikler theması, Helladikler theması…[25]
Düşman istilâsının baskısıyla çökmüş olan sınır savunma dizgesini oluşturan birlikler lime’lerden çekilip Küçük Asya’nın içlerine sevk edilmiş ve Bizans idaresinde kalan bölgelere iskân edilmişlerdi. Lime’ler askerinin yanı sıra Bizans ordusunun mükemmel alayları da Küçük Asya’ya yerleştirilmişti.
Daha Heraclius’un saltanatı sırasında Opsikion, Armeniakon ve Anatolikon themaları kurulmuş olup Küçük Asya’nın Güney-Batı kıyılarındaki Carabisiani deniz themasının da bu zamanda gün görmüş olması muhtemeldir. Bu thema dizgesinin inkişafının, bu ilk aşamada, Küçük Asya’ya münhasır kalmış olması dikkate değer. Balkan yarımadasına themaların ithali o tarihlerde pek mümkün görünmüyordu: Oralarda felâketler birbirini kovalıyordu. Ancak çok sonra ve tedricen Bizans idaresi ve beraberinde thema sistemi Balkanlar’ın bazı bölgelerine, özellikle kıyı alanlara yeniden yerleşebilecekti.
Thema dizgesi, etkili bir yerli ordunun üzerinde kurulduğu temeli teşkil ediyordu ve Devlet’i çoğu kez talebe uymayan bir kaynaktan toplanan güvenilmez paralı askerlerin büyük masraflarından kurtarıyordu. Sınır ordusu askerinin, Küçük Asya ve Kafkasya’nın harpçı ırklarından derlenmiş mükemmel Bizans alaylarının yanı sıra, sayısı hayli yüksek Bizanslı köylü de asker-çiftçi oluyor, askerî yükümlülükler karşılığında bunlara küçük tasarruflar tevdi ediliyordu. Birçok Slav sonradan hükümet tarafından Küçük Asya’ya taşınıp themalara stratiotai olarak iskân ediliyorlardı. Bu yolla sağlam bir askerî ve mülkî yeniden örgütlenme çerçevesi içinde, taze kan girişiyle güçlü bir gelişme ortaya çıkacaktı. Themalardan çıkarılan yeni ordu, kendi öz toprakları üzerine yerleşmiş ve asker çiftliklerinin maişet ve donanımını sağlayan ekonomik olanakların amili bulunduğu asker- çiftçilerden oluşacaktı. Askerî hizmet için çağırıldıklarında bunlar musellâh olarak ve birer atla icabet edeceklerdi. Bunun yanı sıra da bir cüzi sabit aylık da alıyorlardı. Bu yeni sistemle hazine çok ferahlamış olmakla kalmayıp işbu asker çiftliklerinin tahsisi aynı zamanda serbest küçük mutasarrıfın durumunu da pekiştirmeye yardımcı olacaktı.[26]
Kaynaklar her ilde, thlemalar ordusunda babadan oğla geçen zorunlu askerlik hizmetini mutazammın topraklara sahip bulunan ailelerin yerleşmiş bulunduklarını gösteriyor. Bu mülkler askerî kütük’e kaydedilmiş olup bu Defter ayrıca hizmete tâbi sahiplerin de listesini içerirdi. Bu kütükler günü gününe tutulur ve askerî müfettişlerce denetlenirdi. Bu kurum X. yy.a kadar muntazaman işleyecekti.
Constantine Porphyrogenetes döneminde (913-957), hiç değilse Batı Theması’nda, uzak sefer halinde “bedel” ödendiğini görüyoruz. Longobardiya’ya gitmemek için Peloponezliler eğerli bin atla bir kentarion (kantar) altın vermişlerdi.
İmparatorların halî toprakları iskân etmekte aslî çıkarları olup geleneği eski Roma’ya çıkan bir kolonizasyon politikası gereğince imparator toprağı’nı[27] yabancılara, Ermenilere, Slavlara, Türklere, Araplara ve hattâ vaftiz olmayı kabul eden savaş tutsaklarına dağıtıyorlardı. Topraklarıyla birlikte bu göçmenler thema başkâtibinden bir yerleşme akçesi, hayvan ve âletlerin satın alınmasına gerekli parayı, tohumluk olarak da elli ölçü buğday alırlardı. Bir Arap’ı damat olarak kabul edecek ailelere vergi bağışıklığı sağlamak suretiyle ülkenin kadınlarıyla evlenmeler teşvik ediliyordu.
Bu akıllı politika sayesinde Devlet bir daimî ve her an harekete hazır ordunun varlığını sağlıyordu. Bu arada limitanei’ler de adı altında, themalarınkinden müstakil bir örgütlenme ile varlıklarını sürdürüyorlardı ve görevleri sınırları korumak, düşman arazisine akınlar düzenlemekti, “uç”lar gibi…
Böylece askerî mülk tesisi, themalar rejiminin esas temelini teşkil ediyordu: imparatorluk ordularının gücü bu mülklerin refahına bağlı bulunuyordu. Doğal olarak bütün imparatorlar bunları tüm infisah nedenlerinden korumaya ve yayılmakta olan büyük mülkiyetin lehine alınıp satılmalarını ya da tasarruftan men edilmelerini önlemeye çaba harcayacaklardı. Mücadele Romanus Lecapene zamanında başladı. Bu basileus, 922 tarihli bir iradeyle, bir askerî mülkün, satış ya da iltizama verilmesi halinde şuf’a hakkını (πριτίμησις), mucir ya da satıcının ailelerine, komşularına, cemaatin mensuplarına inhisar ettiriyor ve bu mülkün güçlüler (dunatoi’ler) tarafından ele geçirilmesini men ediyordu: Otuz yıl öncesinden beri satılmış tüm askerî mülklerin, tazminatsız olarak eski sahiplerine iadesini emrediyordu. Görmüşlük zaten bunu.
Bu gibi iradeler öbür Basileus’lardan da sâdır olacaktı. Ama bütün bunlar büyük mülkiyetin karşı konulmaz, tüm hür köylüleri olduğu kadar askerî mülkleri de tehdit eden genişleme hareketi karşısında etkisiz kalacaklardı. Sonunda, Nicephoras Phocas gibi toprak asaletinin mümessili imparatorlar, bu “demokratik” örgütlenmenin yaşamına hatime çekeceklerdi.[28]
Bizans’ın Altın Çağ’ı (843-1025), aynı zamanda bir iç “ölüm kalım” mücadelesini de sergileyecekti. Bu mücadele, “fakir” (πένητες)lerin mallarına göz dikmiş “güçlü” (δυνατοί)lerle, küçük tasarrufların sayısının azalmasının Bizans maliyesiyle askerî gücünü tehdit ettiğini açıkça gören imparatorlar arasında cereyan edecekti. Buna daha önce değinmiş olduğumuzdan[29] öyküyü tekrarlamayacağız. Sonunda dunatoi’ler galebe çalacak, Bizans da çökecektir.
Bu arada “fakir” (penetes)ler de serf (πάροικοι) haline düşeceklerdir.
Şimdi sıra, Bizans sosyal tarihinin, kitabımızın konusu açısından son derece önemli bir aşamasına geldi. Bunu doğruca Ostrogorsky’nin ağzından dinleyelim.
“Başkentin yüksek idarî memurlarının nüfuzu, merkezî yetkenin feodal ağalara karşı güçlenmesini mutlaka tazammun etmiyordu. Bir yandan küçük mülkiyet her gün daha çok azalırken öbür yandan geniş mülk tasarrufu durmadan artıyordu. Ayrıca, büyük mülklere sürekli imtiyaz tanınır olmuştu. Geniş toprak sahiplerinin en çok peşine düştükleri ayrıcalık, vergiden bağışıklık olup buna Byzantium’da ex kousseia deniyordu. XI. yy.da merkezî hükümet günden güne feodal ağaların isteklerine daha çok dikkat ediyor ve ayrıcalığı cömertlikle veriyordu. Büyük sivil ve kilise emlâki bazı vergilerden muaf tutuluyor, bunların arasından en güçlü ve nüfuzlu olanlar tam bağışıklık elde ediyorlardı. Bu itibarla bu mülkler üzerinde serflerin ödemekle yükümlü bulundukları vergi ve resimler artık imparatorluk maliyesine değil, toprak sahiplerinin cebine giriyordu. Vergi bağışıklığına ek olarak bu dönem ayrıca yasal bağışıklığının da başlangıcını görecekti: Ağalar kendi serf-mutasarrıflarının yargıcı oluyorlardı. Böylece de devletin denetiminden günden güne daha çok kaçıyorlardı. Tam vergi ve yasal bağışıklıktan faydalanan büyük mülkler, merkezî idare ağının dışına kayıyorlardı ve hattâ imparatorluk memurları bu mülk arazilerine girmekten men ediliyorlardı.”
“Merkezî hükümet, geniş toprak aristokrasisinin isteklerini yerine getirmeye hahişger olmakla birlikte, bir noktada cömertliği sona eriyordu. Şimdi, daha önce olduğu gibi, geniş mülkler üzerine yerleştirilmiş köylü sayısına bazı sınırlamalar getirme çabasındaydı. Bu imtiyazların beratında mülk üzerine yerleştirilecek azami paroikoi sayısı belirtilip bunların hiçbir surette devlet çiftçileri ve stratiotai’ler arasından alınamayacağı vurgulanıyordu. Ama uygulamada hükümet yeni imtiyazlar vererek önceki paroikoi tahsisini yükseltmekten, özellikle işin içinde nüfuzlu ağalar varken, kaçamıyordu; yine de denetimi elden bırakmış değildi. Her ne kadar merkezî hükümetle feodal ağalar arasındaki dramatik mücadele sona ermişse de daha birkaç yıl paroikoi’ler üzerindeki sessiz anlaşmazlık sürecektir. Bu da yeni icar ödeyici mutasarrıf çiftçi yerleştirmenin, yeni topraklar edinmekten çok daha önemli bir sorun olduğunu gösterir.”
“Bütün öbür alanlarda gücü zevale yüz tutmuş olan merkezî hükümetin bu konuda gösterdiği inat cidden dikkate şayandır. Pronoia sisteminin ortaya çıkmasıyla imparatorluk idarî dizgesinde yeni bir çatlak görülüyor. Bazı özel hizmetlerin ödülü olarak, yüksek düzeydeki Bizanslılara, idare edilmek üzere (είς πρόνοιαν) tüm gelirleriyle birlikte, mülk devrediliyordu.[30] Bir pronoia tahsisi adi toprak armağanından, lehtarın bunu, hiç değilse başlarda, sınırlı bir süre için, genellikle ölümüne kadar, elinde tutabilmesiyle ayrılıyordu; dolayısıyla, pronoia ne satım ne de verasetle intikal ettirilemezdi. Byzantium’un gelişme süreci içinde ilk olarak XI. yy.ın ortasında zuhur eden pronoia’nın önünde uzun bir gelecek vardı.”[31]
Üzerinde çok konuşulmuş olan pronoia’nın yapı ve amacının tasrihi, konumuz açısından büyük önem taşıyor.
“Pronoia” cins ismi kaynağını, şüphesiz, “önceden bir şeye itina etmek” veya “bir şeye nezaret etmek” manasına gelen προνευειν fiilinden almaktadır. Bu itibarla pronoia’nın ilk anlamı “dikkat, teyakkuz, durendişlik, basiret…” olmaktadır. XIV. yy.da dahi edebî ve hukukî dilde kelime bu manada kullanılıyor ama zamanla “emanete verilmiş olan”ı ifade eder oluyor. Böylece Akropolitês (1217-1282), II. Baudouin’in firarını naklederken “Constantine’in pronoia’sı doğruca Romalıların imparatorunun ellerine geri geldi” diyecektir. Gerçekten, Tanrı tarafından Constantine’e tevdi edilmiş ve yasal halefine intikal eden emanet bahis konusudur. Sonunda, nezaret etme fiilini ifade eden sözcük, nezaret edilen şeyi teşkil eden mülke ıtlak olunmuş. XI. yy.ın ikinci yarısında ortaya çıkan pronoia’ların gelişmesini, Comnènes’ler zamanında askerî asaletin yükselmesine bağlama hususunda ittifak edilmektedir. Gerçekten, pronoia zilyetleri stratiotes tesmiye edilirlerdi. Bu kurum XIII. yy.da çok yaygın hale gelecekti ve VIII. Mikael Paléologus’un saltanatı sırasında pronoia’lar ekilmiş toprakların tümünü değilse bile, büyük çoğunluğunu oluşturacaklardı.
Beratlarda çok kez οίκονομία olarak geçen πρόνοια, hayli nazik ve çapraşık sorunlar ortaya çıkarıyor. Teklif edilmiş olan sınıflandırmaların hukukî durum ve ilişkilerin çeşitliliğini tam olarak ifade etmiş olmaları şüphelidir. Genel olarak verilen izahata göre, bir poronia imtiyazı verirken Basileus, bir manevî (gayri cismanî) haklar hibesinde bulunuyordu. Lehtar, kendisine ferağ edilmiş malın gelirlerini, bir hizmet, esas itibariyle askerî hizmette bulunma koşuluyla tahsil etme hakkını haiz oluyordu. Bu gelirlerin miktarı (ποσότης), pronoia mutasarrıfının nüfuz ya da yüklendiği işlevin önemine göre değişip daima nakit olarak hesaplanıyordu. Pronoia, imparator prostagma’sıyla (fermanıyla) verilip her oikonomia için hazine memurları tarafından bir praktikon tanzim edilirdi. Pronoia’nın devir ve teslimi (παράδοτις) eyalet valisinin eliyle olurdu. İmtiyazın konusu çoğu kez bir topraktı ama bazen bir tuzla ya da dalyan olabilirdi. Özet olarak bunların lehtarı, ferağ edilmiş malların gelirlerinin tahsili bakımından, maliyenin yerine kaim olmaktaydı ama bu mallar yine de Devlet’e ait olmakta devam edecekti.
Bu yorum belki ilk günlerin imtiyazları için doğru ise de sonradan bunların irsî hale getirildiklerini aşağıda göreceğiz. Bunun tersi de vaki olacaktır: Basileus, sıkıştığında oikonomia’nın posotes’ini kısmakta tereddüt etmeyecektir ki bu, pratikte, pronoia’nın bir kısmına el koymak demektir. Posotés’i de artırabiliyordu, imparatorluk hazinesinin sırtından, muhakkak surette asker de olmayan taraftar toplamak isteyen Basileus.[32]
Elde bulunan bir belge bir pronoia itasının gerektirdiği muamele hakkında fikir veriyor. Stratiotes – pronoia sahibi olarak yazılmak isteyen kişi, ona belli bir bölgede bir pronoia tahsis edecek olan bir imparatorluk prostagma’sı istihsal edecekti. Birçok kaynak bunu, pronoia kurumunun askerî karakterini iktisap ettiği XII. yy.dan itibaren mutat muamele olduğunu doğruluyor. Manuel I Comnenus çağına ait Nicétas Choniate’ın şu cümlesi bunlardan oluyor: “Böylece ordu saflarına alınanlar (yani pronoia sahipleri) kendilerine sulanan topraklar, mümbit tarlalar ve kendisine vergi verecek olarak da, köle mahiyetinde Romalılar tahsis eden bir imparatorluk beratı alırlardı.”
Bunun böyle olması doğaldı, şöyle ki bir şahsa, çoğu kez de bir askere, bazı vergi birimleri üzerinde Devlet’in haklarından bir bölüm temlik etmek bahis konusuydu ve bu hakları sadece imparator kullanabilirdi; bu itibarla bu temlikin bir özel durumu vardı ve bir imparatorluk ihsanı olarak telâkki edilirdi. Öbür taraftan imparatorla askerleri arasında, Comnenus’lar çağından itibaren her gün daha güçlü şekilde tezahür eden bir kişisel bağın varlığı hesaba katılacaktır; iradın askere bizzat imparator tarafından ihsan edilmesi bu bağı vurgulamış oluyor.
İmparatorluk belgesi ilgili memura bizzat lehtar tarafından götürülürdü. Lehtar doğruca, ilgili yüksek memur’un (paradotès) emriyle pronoia sahiplerine paroikoi’ler tahsisiyle (paradosis) görevli bir ast memura müracaat ederdi. “Bizlere tanrısal ve imparatorluk prostagmata’ları ibraz edenler” düsturu, işbu muamele şeklinin mutat ve imparatorluk topraklarında pronoia tevziinin büyük ölçüde vaki olduğunu gösteriyor.
İmparatorluk prostagmata’sının ibraz edildiği memur, bunun emirlerine ittibaen paradosis’e tevessül ederdi. Belge, ister istemez bir praktikon şeklini alacaktı, ocakların ve sair malların sırayla sayılmasıyla. Bu pronoia pekâlâ daha önce başkasına ait olabilirdi: Bu şahıs ya ölmüş, ya da pronoia’sı herhangi bir nedenle elinden alınmıştı: Devlet, pronoia mülklerini sürekli olarak denetim altında tutuyordu.
Paroikoi paradoisis’i, pronoia tahsisini ifade etmek için kaynakların mutat olarak kullandıkları bir tabir oluyor. Ama bundan sonra, hesapların zeugarion birimine göre yapıldığını görüyoruz. Beratın kâtibi stratiotes’e şu kadar zeugaria tevdi ettiğini tasdik ederdi.
Aşağıda yine değineceğimiz gibi zeugarion:
Yukarda sözünü ettiğimiz belgede bahis konusu olan zeugaria’lar, paroikoi ve ayrıca da, çok değişik şartları haiz paroikoi’lerden oluşuyordu.[33]
Gayri maddî hakların ihsanı ya da imtiyaz yoluyla terki hususunda Bizans yasaları, vâhibin (hibeyi yapanın) arzusuna göre belli şartlarla yapılmış “şartlı hibe” konusuna da yer vermişlerdir. Lehtar için bir lütuf gibi görünmesine rağmen ancak bu hakka sahip olan şahıs ya da hükmî şahıs tarafından, genellikle devletçe, yapılabilecek bir gayri maddî hakkın devri, uygulamada, vergi ya da başka bir şeyin gelirinin intikali şeklince olup aslında Bizans’ın iç ve dış siyasetine yardımcı bir tedbir oluyordu. Başlarda manevî nedenlerle (genellikle dinî müesseseler lehine) tevdi edilmiş bir imtiyaz olarak tasarlanıp tatbik edilmiş olan bu devir, sonradan imparatorluğun iktisadî ve idarî sorunlarına, özellikle ordunun teşekkül ve idamesiyle ilgili olanlarına çözüm getirmeyi amaçlayacaktı. Ama sonunda iş, hele dış güçler lehine yapılmışsa, bir gerçek kapitülasyona ve devletin parçalanmasına müncer olacak, imparatorluğun son çağlarında yarı özerk apanage’lar bunda ciddî rol oynayacaklardır.
Mülk, ya da gayrimenkul mallar gibi maddî haklar karşıtı olarak gayri maddî hak olarak nitelenen imtiyaz ihsanında bulunma salâhiyeti imparatora aitti. Esas itibariyle bir ödül olarak ya da bir hizmet karşılığında yapılan bu hibe kabil-i rücû olup manevî eşhasa – tüzel kişilere (kurumlara, örgütlere, kentlere, Devlet’lere) ve imparatorluk yurttaşı olsun ya da olmasın özel kişilere (basit kişilere, memurlara, mansıp sahiplerine vs.) yapılırdı. Lehtara, hibenin şartlı tabiatıyla gelir tahsilinin şekillerini içeren bir berat, resmî törenle tevdi edilirdi. Ve nihayet bu imtiyaz lehtarın ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsan edilmiş olup onun maaşını, yaşama vasıtasını oluştururdu. Bu imtiyazlar arasında bazıları ve özellikle pronoia oikonomia, memur ve asker kişilerin bir kesin maaş tipini teşkil etmeye müncer olacaklardı.
Gayri maddî hak hibesi lehtara ilke olarak yıllık, genellikle sabit, nakdî ve nadiren de aynî bir değerin itası şeklinde ifadesini bulurdu; bu değer Devlet ya da Saray’a ait bir vergi ya da sair gelirden alınırdı. Bu hibenin şekilleri genel olarak iki kategoride toplanırdı ki bunlardan biri, gördüğümüz pronoia – oikonomia, öbürü de τολέμνιον ve καριστίκοσ tesmiye edileniydi. Şimdi bu sonuncusunu, türleriyle özetleyelim. Bu türler, hibe edilen gelirin kaynağına göre değişiyordu.
Bu kaynaklardan biri kırsal kesimin toprak vergisi oluyordu. İmparator, mutat olarak bir tüzel kişi (dinî kurum) olan lehtara yıllık olarak nakdî veya aynî sabit bir değeri ihale ederdi ki bu tutar, lehtarın bir iradını, bir mevhum (itibarî) malını teşkil ederdi. Bu tür imtiyaz kişisel olup intikal ettirilemezdi. Lehtar, imtiyaz tutarının tahsiline müdahale etmezdi; bu tutar, tespit edilen meblâğı hasıl eden kesin vergi dairesinden sorumlu vergi idarelerince ona ita edilirdi. Bu meblâğ, mutat olarak imtiyazın önemine göre küçük ya da büyük bir kadastro birimi tarafından hâsıl edilirdi.
Bu kaynaklardan bir diğeri de kesin olarak saptanmış bir yerden tahsil (meselâ ticarî malalardan, dalyanlardan, madenlerden vs. alınan) edilen, ya bir vergi grubu (örneğin, o zamanlar vergi birimleri olarak telâkki edilen hisarlar ya da kentler) ya da muayyen bir mükellef kategorisinin (meselâ Yahudiler) hâsıl ettikleri vergi geliriydi. Burada, ihale edilen meblâğ saptanmamıştır ve kaide olmamakla birlikte bu, doğruca lehtar tarafından tahsil edilebilir. Ayrıca imtiyaz irsî olup sair şekillerle de intikal ettirilebilir: Bu sonuncu koşul, İmparator’un bir özel lûtfuydu. Lehtarın bir özel kişi olması halinde o, genellikle, imtiyazın verasetine hak kazanacak nesil sayısını peşinen saptardı.
Ve nihayet hanedan, İmparator’un yakınları veya üst düzeydeki memurlar lehine yapılan hibeler vardı ki bunlar tüm mal ve haklarıyla birlikte manastırlar ve sékréta’lardı. Bu sonuncular, büyük mâlik sıfatıyla maliyenin mülklerini (domaines) idareyle görevli, önemli kurumlardı: Bunlar kamu yararına oldukları saptanmış düşkünler evi, hastane, hotelleri idare edip bunlara tahsisat bağlarlardı.
Bu tür hibeler, genellikle kharistikion tesmiye edilip menşeleri, imparator ve Patrik’in zeval halindeki manastırları kurtarma kaygısından doğardı. Ama kısa süre sonra İmparator’un mukarribîninin lehine müreffeh manastırların hibesi şekline dönüşecekti. Bununla birlikte vâhib, İmparator ya da Patrik, bir manastır hibesi halinde, lehtarın kendisine hibe edilmiş müesseseye karşı vecibelerini ve verasete hak kazanmış kuşak sayısını tasrih ederdi. Buna karşılık sékréta hibesi, önemi itibariyle, hiçbir surette intikal ettirilemez gibiydi: O, istisnaî bir hibeden ibaretti.[34]
* *
Latinler Byzantium’a girmişler, Bizans İznik’e sığınmıştı. İznik İmparatorluğu’nun kurucusu Theodore I Lascaris dış düşmanlarını, içinde Greklerin hizmetine geçmiş ve başlıca rolü oynamış Latinlerin bulunduğu, yabancı öğelerden kurulu küçük bir orduya dayanarak, yenmeyi başarmıştı.
Buna karşılık, idarenin işlemesi ancak kamu işleriyle ünsiyeti olan uzman kişilerle sağlanabilecekti. O ise ki, mülklerinden olmuş bir insan seli Byzantium’u terk edip Küçük Asya’ya akın etmişti: Bunların çoğunluğunu kamu yaşamına egemen olmuş büyük aileler efradı teşkil ediyordu ve kamu görevleri için hizmet arz ediyorlardı. Ordu ve sivil idarenin kadrolarını dolduracak bu kişileri ödüllendirmek için Devlet’in elindeki tek olanak topraktı. Bundan böyle yeni imparatorluğun tüm idare makinesi Lascaride’lerin toprak politikası üstüne oturacaktı.
1204’ten önce İzmir civarında toprak, üç mâlik grubu arasında bölüşülmüş haldeydi: İmparator; yerel grup (İzmir metropolitliği, manastırları ve büyük sivil toprak ağaları) ve Byzantium’lu mâlikler (Patriklik ve büyük manastırlar…). Yine aynı dönem içinde İzmir bölgesinde hiç pronoia’dan söz edilmiyor: Bu kurum ilk olarak bu bölgede Theodore I Lascaris zamanında teessüs ediyor. Eldeki belgelere göre yukarıdaki mâlik gruplarının öyküsünden, İznik çağı sırasında değişmelerin vaki olduğunu öğreneceğiz. Mahallî grupların elindeki toprak rejiminin, köylü mülkleri dışında, bu dönem içinde, yani 1204’ten önce, hiçbir değişiklik göstermediğini hemen kaydedelim.
Başkentin elden çıkmış olmasıyla Byzantium grubunun emlâki, sahiplerinin elinden kaçıp Devlet malı haline geliyor. Belki de işin içinde bir müsadere fiili bahis konusu olmuştu.
Elindeki olanaklardan hareketle genç imparatorluğun gerekli kadrolarını teşkil etmeye çabalayan Theodore I Lascaris tarafından Constantinopolis’li Kilise mallarının müsaderesi ve bunların pronoia olarak dağıtılması keyfiyeti, bu hükümdarın politikasının, bir aynası oluyordu. Halefi Vatatzis, bazı değişmelerle, aynı yolda yürüyecekti.
Bu değişmeler arasında, askerî pronoia’ların (stratiotikai pronoiai) ortaya çıkmasıyla genel olarak pronoia yüz ölçümlerinin önemli ölçüde azaltılmış olması zikredilir.
Yine İzmir bölgesinde büyük mülkler (domaines) (“apanages”) çıkıyor karşımıza; bunlar yüksek kamu görevi ifa eden Constantinopolis aristokrasisinin elinde bulunuyor.
Bu kişilerin sosyal kökenleri, ailelerinin imparatorluğun tarihinde oynamış oldukları rol, Vatatzis’in saltanatı ve 1204’ten önce bu mülklerden hiç söz edilmemiş olması, bunların birer imparatorluk ihsanı olduklarını ortaya çıkarıyor. Birçok örnekten öğrendiğimize göre de bu ihsanlar, irsî mahiyette olmak üzere yapılmış: işbu koşul, bunları aynı çağın stratiotikai pronoiai’lerinden açıkça ayırıyor. Zaten hiçbir yerde bu mülklerin pronoia tesmiye edildiklerine rastlanmıyor. Buna karşılık, zamanın vakanüvislerinin ve özellikle Pachymeres’in, az çok her “pronoia”dan söz ettikleri yerlerde, bu tür mülklerin anlaşılması gerekiyor. Senato ve hanedanın elinde bulunan “pronoia”lar, gerçek apanage’lardan başkası değildi.
Böylece ihsan edilmiş “apanage” mülklerin statüsü neydi? Bunlar stratiotikai pronoiai’lerden çok, yukarda gördüğümüz dinî müesseseler lehine imparator tarafından yapılmış hibelerle kıyaslanabiliyorlar. İmparator özel kişilere, genellikle ekip biçtikleri toprakların sahipleri bulunan köylülerin iskân edip işlettikleri toprakları hibe ediyor; köylüler, bu arada, mallarını alıp satmada serbest kalıyorlar. Böylece imtiyaz sahibi kişi, mülk toprağının sahibi değil, bu toprağın tekâlifinden faydalanan bir imtiyaz sahibi oluyor; tekâlif eskiden maliyenin kasasına girerken şimdi onun cebine iniyor.
Toprağa tesahup edip onu ekip biçen köylüler genellikle bu imtiyaz sahibinin paroikoi’ler, yani mallarından alınan vergiler dışında, angarya hizmette bulunmak mecburiyetini yüklenmiş kişiler oluyorlar. Buraya kadar, bir sivil ya da ruhanî kişiye ihsan edilmiş “apanage”ların statüsü stratiotikai pronoiai’ninkiyle aynı oluyor. Ancak bu sonuncusunun müddetle mukayyet olup diğerinin irsî olması bu iki tür imtiyaz arasındaki esaslı farkı teşkil ediyor. Bir pronoia sahibi, kendisine tahsis edilmiş mülkten bir parçayı ne köylülerinden satın alabilir, ne bunu satabilir, ne de vasiyetle bırakabilir; bu parça köylülerin malı olması dahi bunu veremez zira son aşamada gerçek malik Devlet’tir. Buna karşılık apanage tahsislerinin sivil lehtarı bu takyıdata tâbi değildir. O, sanki Devlet’tir, pronoia sahibi sadece bir “timarlû” iken…
Bununla birlikle apanage’a nail olmuş şahıs, bu nimetin, irsî olmasına rağmen, her yeni imparator tarafından teyit edilmesi lüzumu karşısında, hiçbir zaman bunun süresinden emin olamıyordu. Vâhib de, halefi de, bunu pekâlâ geri alabiliyordu. O ise ki pronoia stratiotike’de çok daha büyük inanca vardı.
Constantinopolis aristokrasisiyle manastırlara irsî mahiyette büyük mülklerin Vatatzis tarafından hibesi ve bu imparatorun pronoia’ya verdiği şekil (eni boyu daralmış, askerî – stratiotike), politikasının iki veçhesini yansıtacaktı. Artık “yeni dizge küçük ya da büyük mülkiyetten yanadır” gibi eski mülâhazalar değerlerini kaybedeceklerdir. Değişmiş olan, mülkiyet rejimi değil, derinden farklı hale gelmiş kişiler arasındaki ilişkiler olmuştu: Lehtarlar (aristokrasi – manastırlar – stratiotes) ile Devlet (maliye) arasındaki ilişkiler; bunlar hibe ya da imtiyazın şekline göre şartlandırılmışlardır. Mülk (domaine) toprağını elinde bulunduran ve onu ekip biçen köylülerle, işbu imparatorluk ihsanı konusu olabilen mülkün bu ihsanın lehtarı ile olan ilişkileri; yani başka deyimle, paroikoi’likle köylü komünü sorunu…
İmparator’un şu ya da bu türlü hibeleriyle köyler, oldukları gibi akşamdan sabaha bir şahsa bağlı hale geliyorlardı. Topraklarını iskân eden, ekip biçen, kendi şahsî mülklerinin sahibi köylüler şunun bunun paroikoi’si oluyorlardı. Bu durumda köylü komünü, mevhum bir tüzel kişilikten ileri gitmeyecekti.
İzmir yöresinde dolaşmaya devam ediyoruz. Burada serbest sivil büyük mâlikler, aileden kalma olup imparator ihsanı ile ilişkili mülkleriyle bir ayrı kategori teşkil ediyorlardı. Mahallî aristokrasi mensubuydular ve 1204’ten önce de vardılar. Bunları Vatatzis’in icraatı etkilememişti. Vergiye tâbi olmakla birlikte bedava işgücünden yoksun olan bu zümre zevale yüz tutmuştu.
Vatatsi döneminde İzmir bölgesinin toprak rejimi üzerinde bu kısa gezintiden sonra bu imparatorun toprak politikasının muhasebesini yapmakta yarar var. Onu şöyle özetleyebiliyoruz:
Az genişlikte askerî pronoia’ların tevdii, çok sayıda lehtara mülk sağlamayı mümkün kılmış ki bu da güçlü bir ordunun kurulup idamesi için gerekli oluyordu. İrsi hibelerle Vatatzis, idarî mekanizmanın iyi işlemesi için gerekli olan büyük Constantinopolis aristokrasisinin desteğini sağlamıştı. Genel olarak bu türdeki ihsan ve hibelerle Devlet gerçi gelirinden olmuştu ama aynı zamanda da ordunun idame ve levazımı ile idarenin işlemesi için gerekli masrafları azaltmıştı. Yine bu sistem, Devlet’in vergi tahsil kadrosunu asgariye indirmiş, lehtarlar mülklerinin nezaret ve denetimi için küçük bir kişisel kadro kurmak zorunluluğunda kalmışlardı. Yani iş Devlet’in sırtından kalkmış, çok sayıda “mümtaz”ın omuzlarına binmişti.
Ama aristokrasi düşmanı imparatorlar da gelecek, çok kan ve gözyaşı dökülecek, sonunda mezkûr sınıf muzaffer olacaktı.[35]
* *
İzmir bölgesini bırakıp yine biraz gerilere gidelim. IX.-XI. yy.larda eyalet idaresi sorununa müteallik bilgileri toplayacak olursak, kurumların evriminde iki aşamayı tefrik ederiz. Bu dönemin ilk yarısında themalar rejiminin genişleyip genelleşmesi, yetke adem-i merkeziyetinin oluşmasını simgeliyor, imparatorluk arazisi bir takım idarî dairelere, Themalara, ayrılmıştı ve bunların yönetimi de bir askerî ve sivil takıma tevdi edilmişti. Thema’nın kendi öz yönetimi, thema arazisinden ahzedilip burada konaklamış öz ordusu vardı. Thema’ların askerleri bir ilde ayrı bir kategori teşkil ederlerdi: Toprağa tesahup eden ailelerin mensupları, kendi imkânlarıyla teçhiz edilip sair masrafları karşılanmış olan bu kişiler, bir maaş karşılığında silâhlı hizmeti üstleniyorlar ve buna karşılık da birçok vergi bağışıklığından faydalanıyorlar. Themata’lara (thema orduları) koşut olarak mevcut tagmata ordusuna karşın, birinciler gerçekten bir “millî ordu” mahiyetini ihraz ediyorlardı. Öbürleri ise eski paralı asker ilkesine uygun olarak muvazzaf yerli ya da yabancı askerlerden oluşuyordu. Thema’lar rejimi Bizans vilâyetini, imparatorluk çerçevesi içinde bir nevi küçük “devlet” haline sokmuştu; ama bu “devlet”, çok marifetli bir sistem sayesinde başkentçe denetim altında tutuluyordu: Vilâyetlerin sivil memurları ilgili merkezî kalemlere bağlanmıştı, iller iktisaden merkezin emri altında bulunuyor, vergi idaresi doğruca başkente tâbi idi. Thema’nın askerî ve sivil yüksek görevlileri doğruca Constantinopolis tarafından atanıyor ve işlevlerinin süresi buraca sınırlandırılıyordu. Bunlara ilâveten bazı hallerde, merkezî askerî komutaya bağlı tagmata’ların illerde bulunması da, tedbirler arasında zikredilebilir.
Mezkûr dönemin ikinci yarısı ise, askerî, siyasî ve iktisadî nedenlerle askerî örgütlenmede ve illerin idaresinde derin değişmelere sahne olmuştu. Yeni rejim, askerî örgütlenmenin merkezîleştirilmesiyle simgelenmişti ki keyfiyet, Doğu Ordusu’nun başkomutanlığının, sonra da Batı Ordusu’nunkinin ihdası ile başlamıştı. Themata il ordusunun yerine tedricen imparatorluk hizmetinde yerli ve yabancılardan oluşan ve Devlet tarafından iaşe ve ibatesi sağlanan muvazzaf tagmata almıştır. Devlet, askerî harcamaları karşılamak üzere eski thema’lar ordusunun askerî mükellefiyetlerini vergilendirmekle başlayıp tüm imparatorluk halkına askerî mahiyette vergi mükellefiyeti yükleyecekti; bunu yaparken de herkesin maddî olanaklarını dikkat nazara alıp sosyal mevkiine hiç itibar etmeyecekti.
Daha sonra da, Selçuklu baskısı altında, şekillerde yine de değişmeler olacaktı.
İller idaresi ve sivil ve askerî yetkeler arasında vazedilmiş münasebetlerin çeşitli dönemlerinin tetkikinde bazı genellemelere imkân veren veriler ele geçiyor: İmparator’un her alanda en üst kumanda mevkiinde olduğu bir Devlet’te askerî yetke ile sivil yetkenin salt ayrılmasından söz etmek olanak dışıydı. Sadece şu ya da bu yönde eğilimlerden söz edilebilirdi.[36]
* *
Bizans tarihinin nirengilerinden birini de iconoclastic hareket, yani azizlerin resimlerini kırma hareketi teşkil eder ve kimi tarihçi de bunu bir Kilise olayı olarak görüp bu yolda uzun yorumlara yönelir. Ama bu hareket sadece dinî mahiyette miydi? Böyle olmadığı açıktır. Dinî sorun, geniş bir sosyal ve politik bağlam içinde bunun sadece bir görünümünden ibarettir.
Arap istilâlarının bîzar ettiği Anadolu halk kitleleri lehine imparatorların aldıkları önlemler pek açık olarak saptanamıyor. Özellikle Küçük Asya’nın iktisadî, malî (vergiler) ve askerî kaynaklarının muntazam ve etkili şekilde sömürülmesiyle meşgul olan imparatorluk politikasının, yerel unsurların gelenek ve isteklerine uygun bir temel oluşturabilecek reformları kararlı şekilde kenara itmiş olduğu sanılır. O ise ki bu isteklerin sahibi öğeler, Anadolu halkının çoğunluğunu oluşturuyordu. Konuya bu açıdan bakıldığında, bir yandan resmî Kilise’nin örgütü, öbür yandan da ilk olarak Küçük Asya’da tesis edilmiş thema’lar rejimi, merkezî idarenin sosyal sorunların çözümü için olmaktan çok ülkenin yaşamını denetim altında tutmak ve gerektiğinde de, onu imparatorluğun çerçeve ve geleneklerinin dışına itebilecek belirtileri boğmak için iki aracı olarak görünür.
Buna karşılık, aldatıcı “iconoclastic” adı altında bilinen hareket, birçok bakımdan yerli (autochthon) ve Arap istilâlarının zararlarına doğruca maruz kırsal kesim halkının kaygılarından esinlenmiş gibidir. Çatışma ve ihtirasların özellikle sert şekillere büründüğü Küçük Asya’nın, iconoclastic hareketin ateşli yandaşlar bulduğu tek bölge olmuş olması bir rastlantı değildi.[37]
Roma ve sonradan da Bizans İmp.ları çeşitli ethnik unsurları içeren Devletler olmuşlardı. Hâkim Romalı ve Helen kitleleri dışında birçok ulus ve topluluklardan teşekkül etmişlerdi. Afrika’da, Suriye, Mezopotamya, Küçük Asya’nın bazı illerinde ve özellikle Doğu’sunda, Tuna ülkelerinde Mısırlı, Suriyeli, Yahudi, Ermeni, Trakyalı, İlliryalı…lar imparatorluğun en önemli ethnik gruplarıydı. Roma’nın kaderine bir devletçi ve askerî bağlarla bağlı olan bu unsurlar, fatihlerin kültüründen çok az etkilenmişlerdi. İnatla içlerine kapalı ve çoğu kez de mütemerrit olan bu uluslar İmparatorluk sınırları içinde ama İmparatorluğun dışında yaşıyorlardı. Romalı bu insanlara büyük toleransla bakmıştı. Sekenenin Mısırlı, Golua… olması, Kelt ya da Aramî… dil konuşması onu ilgilendirmiyordu. Bu kişiler istedikleri tanrıya, Jupiter veya Zeus, Osiris ya da Mithra’ya tapabiliyorlardı. Ama önemli olan Roma kartalı altında yaşayıp kendilerini İmparatorluk tebaası görmeleriydi.
Roma kuramının Hristiyanlaşmasıyla işler değişik şekilde gelişecekti. Bu derin değişmenin sonucu olarak Devlet’in dinlere, sonra da, hangi cinsten olursa olsun, dinî tefrikalara karşı tutumu katılaşacaktı. Roma toleransından Bizans toleranssızlığına tedricî olarak dönüşmesi, Bizans’ın kaynaşma ve sentezi tarihinde bir kesin dönüm noktası teşkil edecekti.[38]
İşi bu noktadan ele alarak sosyal sorunun öyküsüne devam edelim. Dış tehlikeye karşı koymaya kararlı imparatorlar tarafından Küçük Asya’nın Araplarca istilâsı sıralarında başlatılan iconoclastic politika, sadakat ve bağlılığının o günlerde Bizans’ın kaderini şartlandırmakta olan halkın özlemlerine cevap sağlamış gibi görünüyor. Gerçekten, Batı’da da Slav istilâları sonucu birçok eyaletin kaybı ve dolayısıyla ethnik değişmeler, Küçük Asya’yı, imparatorluğun nüvesi haline getirecekti. Halk kitleleri üzerinde etkili keşişlerin taassubu ve özellikle ekonomik, entelektüel ve idarî güzidelerin düşünce ve çıkarlarıyla çatışan iconoclastic hareket eninde sonunda, hiç değilse dinî veçhesi altında, akim kalacaktı. Ama hiç değilse içtimaî siyasette bir değişme gereksinmesini göz önüne sermeyi başaracaktı. Isaurialı imparatorların hukukî yapıtı ekloga, Bizans toplumunda, artık Grek topraklarına sığınmış imparatorluğun iktisadî temeli ve asker kaynağı olan kırsal kesim kitlelerine yeni bir yer açıyordu.
Arap istilâları ve iconoclastic kavgaların uzun dönemi sıralarında iki zıt akım Bizans’ın içtimaî ve iktisadî siyasetini simgeler olmuştu. Her biri, o anda çeşitli sosyal tabakaları ayıran ters eğilimlerin bir görünümünü ifade ediyordu: Her ikisi de, buhran dönemi geride kaldıktan sonra, ülkenin sosyal yaşamında izlerini bırakacaklardı. Biri, tutucu, icon’lardan yana ve ekonominin mümtaz tabakasına, kentlerin varlıklı sınıflarına çıkan imparatorlar tarafından yürütülecekti.
Elimize sadece icon’lardan yana düşünceden esinlenmiş kaynaklar ulaşmış olup bunlar, iconoclastic imparatorların adalet hisleriyle mülemma sosyal ve ekonomik düzeydeki eserlerini ne pahasına olursa olsun hiçe indirmeyi ve gözden düşürmeyi amaçlamışlardı. Buna rağmen satırların arasından, bu hükümdarların toplumun fakir öğesinden ciddî şekilde kaygılandıklarını görmek mümkün olmaktadır. Bu zümre lehine alınmış bütün önlemler, varlıklı sınıfların ve hattâ Patriklerin şimşeklerine hedef olmuşlar. Tabii, bunlar da, icon’lardan yana hükümdarlara yaslanarak bir yandan hasımlarına bugün bile aynına sık rastlanan karalar sürerken bir yandan da vergi bağışıklıkları koparıp duracaklardı.
Araplar, çeşitli ethnik, dinî ve sosyal grupların her zamankinden daha keskin zıtlaşmalarını kendi lehlerinde kullanmasını bilmişlerdi. Bunların çoğu, İslâm fetihlerini kolaylaştıran tutumlar içine girmişler, Araplar ülkedeki “yabancı”lar ve kentlerin “prolelarya”sı tarafından desteklenen asi Slav Thomas’a arka çıkmışlardı.[39] Kappadokya Paulician’larının müstevlilerle, Bizans için, özellikle bu heretic’lere icon’sever İmparatoriçe Theodora tarafından edilen zulümden sonra, tehlikeli hal alan işbirliği, bu açıdan mütalâa edilecektir.[40] Döneceğiz bu konuya.
* *
Bizans toplumunun feodale benzer bir düzene geçiş süreci içinde belge bolluğu ile karşılaşılıyor. Birçok sivil kişi ve manastır İmparator’dan toprak, beraberinde köylü, gelir, imtiyaz ihsanına nail oluyordu ve bu temlik belgelerinin bir bölümü günümüze kadar çıkıyor. Bu belgeler (beratlar) zaman zaman yenilenir ve bu ihsanların lehtarları bunları itina ile saklarlardı. Bunların arasında praktika-praktikon, önemli yer tutuyordu: Bu belgelerde sivil kişilerle kilise mensupları emlâki tadat edilmişti. Elimize geçen praktika’lar çeşitli cinsten olup bunlar arasında en ilginç ve faydalı olanları, bir toprak ağasının emlâkini teşkil eden unsurları tadat eden listeler olup bunlarda toprak, bunun gelirleri, köylü aileleri ve bunların malları ve ağaya ödedikleri vergiler ve sair bütün senyörlük icarları yazılı bulunuyor. Belgeler, köylü ev halkını itinayla tarif ediyor; önce ailenin ya da ev halkının başı zikrediliyor, sonra eşi ve çocukları, evlenme dolayısıyla aileye dahil olanlar ve beraber oturan sair hısım ve akraba geliyor. Köylülerin malik oldukları malların listeleri az çok tam olarak çıkarılıyor; genellikle toprakları, hayvanlar, bağları, bahçeleri, meyve ağaçları, arı kovanları, bazen atlar, kayıklar ve değirmenler bulunuyor bu listelerde.[41]
Elimize geçen praktika’ların büyük çoğunluğu manastır ve sonradan manastırlara devredilen vakıflara ait olup bunlar Aynaroz arşivlerinde muhafaza edilmişlerdir. Çok az sayıda praktika, ruhanî sıfatı olmayan halktan kişilere ait olup bunlar da, mülklerin zamanla manastır mallarına dâhil olmaları sayesinde muhafaza edilebilmişlerdir. Gerçekten siyasî istikrarsızlık dönemi ile uzun Türk işgali asırları boyunca Kilise, mülkleri bakımından nispî olarak rahatsız edilmemiş tek kurum olarak kalıyor ve bu kurum bu belgeleri muhafaza kabiliyetinde olan yine tek örgüt oluyor. Belgeler onun için paha biçilmez değer taşıyordu zira ancak bunlar sayesinde manastırlar tek tek arazi parçaları üzerinde iddialarını ileri sürebileceklerdi. Aynı sebepten manastır arşivlerinde korunmuş belgeler az çok münhasıran bağlı köylüler, paroikoi’lere ait oluyor. Eğer o dönemde bir hür, bağımsız toprak sahibi köylü var idiyse dahi bu köylü aslında görünmez, her halükârda praktika’da hiç görünmezdi.
“Askerlerin en fakirinin sosyal durumu bir sorunu ortaya çıkarıyor; gelirleri bunlar zengince bağımlı köylülerle kıyaslanabilir hale getirir gibi görünüp bunların bağımsızlıkları nazik bir durum arz ederdi. Bu kategori, idareci sınıfın en alt tabakası olarak değil de bir serbest köylü sınıfının temsilcisi olarak kabul edilirse, bu toprak sahiplerinin de baskı altında bulunduğu ve XIV. yy. boyunca sayılarının azalmaya yüz tuttuğu görülür. Böylece, her ne kadar tarif gereğince praktika’ların içerdikleri bilgiler bağımlı köylülerle ilgili iseler de gerçekten Geç Bizans çağı köylüsünün büyük çoğunluğunun bağımlı köylülerden terekküp etmiş olması ve belgelerin yansıttıkları koşullar içinde yaşam sürdürmüş olmaları çok muhtemeldir.
Bu arada, sivil toprak sahibi köylülerin, manastırlara bağlı olanlardan farklı bir yaşam sürdürüp çalıştıkları olasıdır. Gerçekten mezkûr belgeler sivil toprak sahiplerinin paroikoi’lerinin manastırlarınkilerden daha çok mülke sahip olma eğiliminde bulunduklarını gösteriyor. Böylece de her iki köylü grubunun iktisadî koşulları ve toprak ağalarıyla ilişkileri farklı olabilir. Keza eleutheroi (“serbest”) tesmiye edilen köylü grubunun ortalama köylüden ne kadar çok fakir olduğu anlaşılıyor; bu grubun “serbestî”si, belli bir anda herhangi bir praktikon’a kaydedilmemiş olmasından ibaretti.
Bu belgelerde her başlık bir vergi birimi teşkil eden bir ev halkını içeriyordu.[42] Burada bizim için çok önemli olan bir husus da, her şeye rağmen çok ciddî bir defter tutma sistemiyle karşılaşmış olmamızdadır ki bu konu bizi Osmanlı döneminde eğleyecektir.
Bu Defterlerin en önemlilerinden biri de kadastro defteri olup kadastro rejimi genellikle κῶδιξ terimiyle ifade edilirdi.[43] Aslında çeşitli kadastro belgelerini ifade etmek üzere birçok tabir mevcuttu, ancak bunların zikri konumuz dışında kalmakta olduğundan sadece bir tanesi üzerinde kısaca duracağız ki bu, dilimizde yer edinecekti χαρτίον veya χάρτης (“hartion, hartes”) başlarda, yazılı bir kâğıdı ifade eden bir genel tabir oluyor, ya tek bir levha, ya da tomar halinde. Sonradan herhangi bir resmî ya da özel belgeyi, bir şekil ve de malzeme bahis konusu olmadan, tarif ediyor. Sözcük Osmanlıcada, anlamında biraz farkla “harita-harta” şeklinde devam edip günümüze çıkıyor…
Kadastro örgütünün çekirdeği “stichos” oluyor ki bu belge, basitten muğlâka doğru genel olarak üç bölüm içeriyor; bunlar da sırasıyla mükellef, mükellefiyetin konusu ve vergiye taallûk ediyor.
Mükellefiyetin konusu, köylünün ekip biçtiği toprağın ürününden başka ne olabilirdi? Burada birim stase (στάσις) oluyor ki bu, köy ekonomisi açısından, bir aile işletmesini temsil ediyor; bu işletme tek bir parsel içinde kalabilir ya da, çoğunlukla olduğu gibi, dağınık birkaç parselden oluşabilirdi. Stichos tek bir stase ya da bunun bölümünü, bundan birkaç adedini ya da birkaç bölümünü içerebilirdi. Vergi unsurlarına gelince, hiçbir bağışıklık tanımayanından geçici, kısmî ya da tam, kısa veya uzun vadeli, müebbet bağışıklığa kadar, her şey burada mukayyetti.[44] Gerisi şimdilik bizim için fazla.
* *
İşte birçok tarihçinin İslâm “iktâ”ı ile Osmanlı “timar”ını bağlamak istediği ya da bağlantı ihtimalini reddettiği pronoia, bu sistem oluyor. Biz ise, onunla birlikte, gözlerimizi yukarıdaki statiotika themata’ya da dikiyoruz. Önemle döneceğiz bunlara: Devam edelim şimdilik Bizans’ın öyküsüne.
XI.yy.ın ortasından itibaren ordunun çözülmesi ve sıkıştıran malî gereksinmeler, Bizans’ın iç âleminin iki belirgin karakteristiği olmuştu. Demiştik ya, “Malazgirt savaş meydanına yaralı olarak çıktı…” diye.[45] Yaranın kökeni bunlar oluyordu: Akçenin ayarı bir yandan düşürülüyor, bu yandan da tam ayar altın para ile vergi vermeye zorlanıyor, mükellef… Ayrıca yeni nakdî ve aynî vergiler de bindiriliyor, onun zayıf omuzlarına. Bir de bunlara vergi mültezimi ile hazine memurlarının keyfî talep ve zulümleri eklenince sert tepkiler baş gösterir oluyor. XII. yy.ın başlarında vergi tahsilinin iltizama verilmesi keyfiyeti, yerleşmiş bir yöntem halini alıyor.
Ordunun dayanağı artık yerli küçük mutasarrıf olmaktan çıkmıştı; feodalleşme süreci bunları eritmiş, ancak tali rol oynar duruma sokmuştu. Bundan böyle Bizans askerî sistemi sadece şartlı tahsis feodal düzenine dayanacak ve onun gerçek gücü pronoia müessesesi olacaktı. Pronoia’nın askerî amaçlarla kullanılması filhakika Bizans İmp.nun Comnen sülâlesinde müşahhas hale gelmiş askerî aristokrasinin idaresinde savunmasını pekiştirmiş olmasının ana âmiriydi. Pronoia sahibi genel olarak “asker” (στατιώτης) tesmiye edilirdi. O, mücehhez ve süvari şövalye idi ve pronoia’nın değerine göre değişen sayıda eri beraberinde getirirdi. Buna benzer Kilise mülkleri de bu gibi zorunlu askere alınmalara tâbi idi, efrat, hafif silâhlı piyadeyi oluşturuyordu.
Daha önce de söylediğimiz gibi pronoia mülkü, sahibinin özel mülkiyetinde değildi, alınıp satılamaz, elden çıkarılamaz ve başlangıçlarda, verasetle intikal ettirilemezdi. Sahiplik ve sınırsız tasarruf hakkı Devlet’te kalıyordu ve o bunu; isteğine göre ihsan eder ve geri alırdı. Ama pronoia sahibi, kendisine tahsis edilmiş mülkün ve üzerine yerleştirilmiş köylülerin mutlak ağa ve efendisiydi ve kaide olarak bunu ancak ömrü boyu muhafaza edebilirdi. Orta Bizans döneminin pronoia sahibi ile stratiotes’i, birbirinden tamamen farklı iki sosyal ortamdan geliyorlardı. Eski stratiotai bir küçük çiftçi milisiydi ve her ne kadar pronoia sahibine stratiotai deniyor idiyse de, bu sonuncusu feodal aristokrasi ve özellikle küçük soylular saflarından çıkıyordu. Büyük ve küçük feodal ağalar vardı ve bunların mülkleri, üzerinde oturan köylüler tarafından ekilip biçilirdi. Bir pronoia ihsanı sadece mülkün kendisinin değil, üzerindeki köylünün de ferağını tazammun ediyordu ve bunlar pronoia sahibinin paroikoi’leri, yani serf-mutasarrıfları haline geliyorlardı ve bunlar tüm vergi ve resimleri ona ödüyorlardı. Pronoia’nın işbu vergi ve rüsuma tahsil hakkı, onu sahibinin gözünde cazip kılıyordu.
Her acil sorunun çözümü için hükümet pronoia sistemine başvurdukça, bu yolda tahsis edilmiş emlâk sayısı da her gün artıyordu, tıpkı Buveyhîlerde görüldüğü gibi “… feodalleşme süreci hızlanıp pekişiyordu: Pronoia, Bizans feodalizminin aldığı şeklin bariz karakteristiğidir.”[46]
Bunu söyleyen Ostrogorsky daha sonra şunu da ekliyor: “Bizans feodalizmini Batıdan alıntı çerçevesinde izah etmek tamamen tutarsızdır… Batı feodalizminde ayırıcı nitelik olan senyörle adamı arasındaki iki yollu mukavele Byzantium’da imparatorla tebaa arasında düşünülemezdi…”[47]
“Her ne kadar Batı anlamında feodalizm siyasî sistemi, çok sayıda ve çapraşık vassallık şekilleriyle, Bizans dünyasına yabancı idiyse de Byzantium, her şeye rağmen eski merkeziyetçiliğinden çok şey feda etmiş ve özellikle tüm iktisadî ve askerî dizgeleri uzun süre bir feodal temele dayanmıştı. Asırlar boyunca bu feodalleşme süreci Byzantium’da tedricen artmıştı: Bizans İmp.nun iktisadî yapısı ve içtimaî koşullar artık Batıdakilerden çok farklı olmayıp bu keyfiyet Latin denetiminin yerleşmesine geniş ölçüde yardımcı olmuştu.”
“Çok şey değişmemiş olarak devralınabilirdi ve bugünkü haliyle[48] Bizans pronoia’sıyla Batı feudum’u arasında fark yoktu. Pronoia sahipleri kırsal kesimde önemli bir sınıf olup gerçekten müstevlilerin ciddî olarak hesap edecekleri tek kuvveti temsil ediyorlardı. Mora’nın fethinde[49] mukavemet, kaide olarak, pronoia sahipleri karşı koydukları müddetçe sürmüştü. Bu sonuncular, pronoia’larının tasarrufu (Latinler tarafından) teyit ve tasdik edildiğinde hiçbir mücadele vermeden teslim olmuşlardı. Bu koşulla çoğu kez eller hemen havaya kalkmıştı. Temelde bu, sadece metbu değişikliği demekti. Halkın durumu da gerçekte aynı kalmıştı şöyle ki vergilerini bir Grek ya da Latin toprak ağasına ödemeleri bir değişiklik getirmiyordu.”[50]
Bu sözlerin altında yatan büyük sosyal gerçek kısmen Selçukluların, tümden de Osmanlıların hızlı başarılarının en önemli etkenlerinden biri olmuştu. Ne tuhaftır ki “başlangıçta Doğu İmp.na çatan Visigothlar, kölelerden ve onlara toptan katılan Romalı ortakçı-yancı çiftçilerden tam bir işbirliği buldular.
Maden ocağı işçileri, Trakya maden ocakları köleleri onları kurtarıcı diye karşılıyor, onlara kılavuzluk yapıyor, onlara besin maddelerinin saklandığı yerleri gösteriyor, onları zenginlerin mal ve mülklerine götürüyor, ulaştırıyorlardı. Roma’ya karşı başkaldırmış, ayaklanmış bulunan Germen boyları ve kabileleri ile kölelerin ve ortakçı-yancı çiftçilerin isyanı arasındaki bağışım, böyle damgalanmış…” oluyordu.[51] Bizans’ın son günlerinde pronoia artık bir özel mülktü, âdeta…
Bu bozulmanın öykülerinden biri de kısaca şöyle: Asırlar ilerledikçe senatörler (synklêtikoi) sınıfı sürekli şekilde genişleyip güçlenmişti. Sayıları, kaynaklara inanacaksak, 10.000’i bulmuştu. Senatörler sınıfının etkinliği ile synklêtikoi’lerin toprak mülkiyeti arasında yakın ilişkiler bulunuyordu: pronoia’lar genellikle bu sınıfın elindeydi. Byzantium’un Latinlerden istirdadından az önce VIII. Mikael, yandaşlarının şevkini pekiştirmek ve kararsızları sürüklemek amacıyla bir önemli reforma kalkışıyor ki bunu Pachyméres şöyle kaleme almış: “Özellikle synklétikoi’leri, pronoia’lar tahsis ederek veya ellerinde bulunanları genişleterek taltif etti…, ayrıca pronoia’ları irsî kıldı”[52] I. Manuel de, İmparator’un armağan ettiği gayrimenkullerin sadece senatörlerle asker kişilere intikal ettirileceğine dair emirname neşrediyor.[53]
* *
Her yerde “feodalite” görenlerin takıldıkları bir keyfiyet de Bizans İmparatoru’na edilen sadakat yemini olup bunda bir vassallık ahdi görme eğilimi arz ediyorlar. Subay ve askerlerin, ordunun başkomutanı sıfatıyla İmparator’a bir itaat yemini etmeleri âdeti daha Roma İmp. çağında mevcuttu. Bu yemin zamanla bir sadakat ahdine dönüşmüştü.
V.yy.dan itibaren, yeni İmparator’un, cülûsunu müteakip, yeni görevlere atadığı Saray’ın yüksek memurları ve imparatorluk mansıp sahiplerinin bir sadakat yemini etmeleri koşulu vazedilmişti. İmparator’un ölümünden sonra da bütün il valileri topluca istifa eder, toplanıp, canı isteyip de bunları eski görevlerine iade eden yeni İmparator’a içten bağlılık andı içerlerdi.
Mansıp sahibi ve memurların bu kaseminin metni yazılı olarak ellerine verilir ve törenin tutanağı kütüğe kaydedilip saray arşivlerinde saklanırdı.
Memur ve özellikle yargıçların, görevlerini doğruluk, tarafsızlık ve irtikâba sapmadan icra edeceklerine dair ettikleri yemin bu yukarıdakinden tamamen farklıydı. Bu yemin dahi imparatorluğun ilk asırlarından beri mutat olmuştu.
Bunlardan daha önemli olanı da imparatorluğun bütün tebaasının İmparator’a ettiği bağlılık yeminiydi. Tebaa dendiğinde Senato, ordu ve halk anlaşılacaktı. Çoğu kez de İmparator, ölümünden sonra yerine bırakmayı tasarladığı oğul (bazen henüz ana karnında olanlara bile) ya da yakınlarına sadakat yeminini bir müessese haline getirmişlerdi. Buna vasi prenslerle (şehzade eğitmeni- “atabek”) prenses kocası prensler (consort) de iştirak edeceklerdi. Kilise-Devlet ilişkileri açısından Patrik’le ruhanî reislerin yemini de, üzerinde biraz daha duracağımız bir özel anlamı haizdi.
Comnène’ler döneminden itibaren mutat hale gelmiş bütün tebaanın yemini kurumu, imparatorluk yetkesi, onun yasallığının kaynağı ve veraset şeklini tanzim eden kaideler fikriyle yakından ilişkiliydi. Her ne kadar seçimli monarşi ilkesi kuramsal olarak devam ediyor idiyse de uygulamada çok az imparator bu yolla iclâs edilmiş, imparator “ortağı” müessesesi seçimli ve irsî monarşi ilkeleri arasında sürekli bir telif şekli haline gelmişti. Seçimli monarşiden ortaklı imparatorluğa, intikale ve irsî monarşi ilkesine olanak sağlayan ilke, bir yeni imparatorun tahta çıkma hakkı, doğuşundan değil, selefinin iradesinden, Tanrı’nın kendisinden neşet eden iradesinden iştikak ediyordu: Senato, ordu ve halk, kendi seçme haklarını, Tanrı’nın bu naspettiği kişiye devretmişlerdi. Oğlunu tahta ortak eden Heraclius’la başlamıştı, Bizans’ın bu yeni veraset, yetke ortaklığı ilkesi. Bu ilke sülâlelerin kurulmasıyla sülâle düşüncesinin gelişmesine imkân verecekti.
Bu zamana kadar imparator, taç giymeyi müteakip, Kilise’ye, orthodox imanı muhafaza ve koruyacağına dair ant içmekle mükellef olup bundan böyle Kilise de ona sadakat yemini edecekti.
İmparator’a Patrik tarafından taç giydirilip onu ritüel olarak yağla temrîhi gibi doğruca dinî bir davranış olan yine ona sadakat yemini, bir başka sorunu ortaya çıkarıyor: Kilise ile Devlet arasındaki ilişkilerle Kilise’nin anayasa açısından işgal ettiği yer.
Bazı bilginlere göre Patrik, İmparator’un başına tacı oturturken Kilise’nin temsilcisi olarak değil de birinci yurttaş, imparatorluğun üç öğesi olan ordu, Senato ve halkın mümessili olarak hareket etmekteydi. Bazıları ise Patrik’in taç giyme törenindeki rolünü sadece bir dinî amel gibi görüp Kilise’yi de, dolayısıyla, imparatorluğun bir dördüncü meşrutî öğesi gibi telâkki ediyorlar. Gerçeğin kefesi bu ikinci şıkka doğru eğiliyor: İmparatorluk yetkesinin tanrısal kökeni düşüncesinin yerleştiği ve Roma İmp.nun meşrutî unsurlarının öneminin azaldığı, sonra da yok olduğu andan itibaren artık birinci yurttaş değil, ancak dinin başı, İsa’nın temsilcisi İmparator’a yetkesinin alâmetlerini tevdi edebilirdi; birinci senatörün yerini Patrik almıştı. Bununla birlikte Kilise, imparatorluğun bir dördüncü öğesi gibi görünmemektedir. Nasıl görünsün ki aslında öbürleri dahi sadece geçmişin bir hatırası olarak kalmış olup hiçbir fiilî etkinliği bulunmayan sembolik birer işlevden öteye gitmiyorlar.
Yine de dikkate değer bir husus var ortada: hiçbir imparator, yetkesini yasallaştırmak için Kilise’ye başvurmamışken, veraseti sülâle ilkesinin tanzim ettiği zamanlarda, meşrutî yetkeyi sadece kuramsal olarak ellerinde tutan Senato, ordu ve halka dayanmış imparatorlara rastlıyoruz. Buna karşılık imparatorun halli için işbu müntahiplerden birinin, hattâ halkın “yasal ihtilâl hakkı”nı kullanması yeterken, İmparator’un Kilise tarafından aforoz edilmiş olduğu hallerde bile Kilise’nin husumeti bir imparatoru hal’ ya da onu gasıp ilân etmeye yetersiz kalmıştır. Böylece de Patrik, Devlet’in bir örgütü olan Kilise’nin başı olarak sadece, kendi mümasilleri gibi göreve atanmış bir yüksek mansıp sahibinden başkası olmayacaktır. Şeyhülislâm gibi… Onun İmparator’a yemini, yalnız bir papazınki değil, aynı zamanda bir memurun mutat yeminidir.
Verasete müteallik çeşitli ilkeler arasındaki bütün çatışmalar içinde sadakat yemini, imparatorluk iradesinin mutlak sultasını teyit etmek için ortaya çıkar. Bu nedenle de bu fikrin muarızları bunun meşruiyetini tartışmış ve bazı hallerde de buna ittibâ etmeyi reddetmişlerdir. Bunun için de çeşitli bahaneler ileri sürmüşler ve özellikle kasemi yasaklayan İncil emrinin arkasına sığınmışlardır. 1321’de eski Girit metropoliti Nicephorus Moschopoulos, İmparator’a yazdığı bir mektupta, siyasî yemin, yani tebaanın İmparator’a veya Devlet ya da genel olarak toplumun işleri için mahkemelerde yemin üzerine görüşlerini bildiriyor. Ona göre derinden bağlılık andı fesada karşı bir emniyet ve teminat oluyor. Herkesin, bir beneficium’a nail olmamışların, yani İmparator’un hizmetinde olmayanların dahi buna tâbi olmaları gerekiyor. Bu, onların yurttaşlık görevi olup bunu Moschopoulos siyasî yemin (ὄρκος πολιτικός) tesmiye ediyor.
Metropolit’e göre imparatorluğun hizmetine girenlerin yemini bundan tefrik edilecektir, imparator ister kendi öz emniyeti, ister kentler veya Devlet sınırlarındaki veya başka amaçlar için maaşlı adam tutmakta, kimseyi buna mecbur etmeden, serbesttir. Beneficium’lar vererek istediğini hizmetine alabilir, bir bağ sahibinin gündelikçi tutması gibi. Buna da Moschopoulos kralî yemin (βασιλικός ὄρκος) adını veriyor. Beneficium ita etmeden buna zorlanamıyor.
Bundan sonra metropolit, genel olarak yeminin meşruiyetini ve Hristiyan ahkâmına göre geçerliliğini müdafaa ediyor ve bu noktada önceki Bizans hukukçularının delillerini yeniden ele alıyor. İncilî emir kasemi kesinlikle men ettiğinden Hristiyan öğretisiyle günlük yaşamın gerekleri telif edilmeliydi. Dogmanın sosyal gerçekle çeliştiği sair hususlarda olduğu gibi burada da bir uzlaşma tariki bulunacaktı.
Bu uzlaşmanın dayandığı kuramsal temel, yeminin yasaklanmış olduğunu iddia etmek için üzerine istinat edilen İsa’nın sözlerinin mutlak manada alınmayacağı idi. Dağ Üzerinde Vaaz’da söylenmiş daha başkaları gibi bu sözler bir kesin emirden çok bir ideali ifade ediyorlardı. Gerçi yaşamın günlük işlerinde yemine başvurulmayacaktı. Bu, ancak istisnaî hallerde yapılabilecek, başka deyimle sebepsiz yere Tanrı tanık gösterilmeyecekti. Ama ciddî ve önemli durumlarda Kilise buna rıza gösterecekti.
Moschopoulos’un bu risalesi Paleologos’lar döneminde sadakat andının almış olduğu önemi gösteriyor. Gerçekten, ana hatlarıyla bunun evrimi özlendiğinde, önceleri sadece imparatorluk memur ve mansıp sahiplerinden talep edilmiş sadakat yemininin sonradan, Devlet memuru telâkki edilmiş Kilise’nin üst kademelerine ve nihayet, XI. yy.dan itibaren, İmparator’un tüm tebaasına teşmil edilmiş olduğu görülüyor. Bunun anlamı ve işlevi gelişiyor. Gerçekten, daha baştan beri, memur ve mansıp sahiplerinin andında, hükümdarla bu kişiler arasında bir sadakat, vakf-ı nefs ve kişisel bağ anlamının mündemiç olduğu anlaşılıyor; ancak, bu kişisel bağ, Bizans İmp.nda, Comnène’ler çağına kadar imparatorun sadece tecessüm ve teşahhus ettiği Devlet’i temsil etmesi keyfiyetiyle tahfif edilmişti: Devlet, açık seçik olarak “kamu malı”, Romalıların res publica’sı, Yunan’ın da πολιτεία’sı olup memurlar görevlerini sadece murahhas sıfatıyla yerine getirirlerdi. Böylece bu dönemde imparatora sadakat yemini, Devlet telâkkileri babında Bizans’la Mérovingien ve Carolingien devletleri arasında başka bir kıyaslama noktası arz etmektedir.
Bizans’ta da, Batı’da olduğu gibi, bu kişisel bağ düşüncesi her gün önem kazanıp kuvvetlenerek gidecektir. Sadakat yemini bütün ulusa teşmil edilmemiş miydi? Kilise de, aynı dönemde buna intiba ederek yeminin kişisel karakterini vurguluyordu: Mensupları, Tanrı’nın temyiz ve istifa ettiği hükümdarın şahsına ant içiyorlardı ve bu dünyevî yetkeye baş eğmiş bir Kilise mübayenetine çare bulmak üzere de Basileus’un şahsını az çok ruhbaniyete bulaştırıp onu, bir ölçüde, Kilise rütbe silsilesine dâhil etmeye kadar gideceklerdi.
Artık Bizans beyninde, Comnéne’ler döneminden itibaren derin bir değişme vaki olacaktı: Toplumun iç evrimi, Batı’dakine müşabih sosyal münasebetler geliştirecek, feodalleşme eğilimleri çok bariz alâmetler gösterecekti.
Pronoia’lar, mezkûr “kişisel bağ” kavramına güç kazandırıyordu ve Bizanslılar yeminde mündemiç bu bağı gün geçtikçe daha açık olarak idrak ediyorlardı. Hele Latinlerin Byzantium’u ele geçirmelerinden sonra vaki düpedüz vassallık yeminleri işbu feodalleşme sürecinin göstergeleri oluyorlardı: İmparator, Bohémond’a bir nevi pronoia ita etmişti ve bütün maddî zaafına rağmen, onu vassalı olarak telâkki etmeye devam ediyordu. Bohémond, vaktiyle Bizans İmp.na ait olmuş bir yeri işgal edecek olursa, bu ülkenin idaresi açısından onu Basileus’a tevdi etmek zorunluluğunda olacaktı, o da burasının idaresini vassalı, “arz-ı ubûdiyet” etmiş yeminli “adamı” olan Bohémond’a bırakıp bırakmamakta serbest olacaktı…[54]
Konu üzerinde bu denli durmamız, önümüzde İslâm-Osmanlı “bey’at-bi’at” ile “Bab-ı Meşihat” müesseselerinin bulunması sebebiyle idi. Bunlara sonra değineceğiz ama şimdiden bazı açıklamalar, konuyla bağlantının kopmaması açısından faydalı görünüyor.
Batı feodal vassallık saptama töreninin manumissio’su, bir yandan bir bağlantı, bir ahdi ifade ederken, sözcüğü teşkil edenlerin semantik değerleri açısından da bu işte ellerle karşılıklı yapılan hareketleri (eli avuca, elleri içine koyma…) anlatılıyor. “Bey’a, aslında herhangi bir satış akdinin el sıkma ile tamamlanmasını ifade eder. Bir halifenin cülusunda onun eli üzerinde edilen sadakat yemini manasına gelişi bundan dolayı olup Türkçede bu merasime ‘bi’at’ denilir. Bu merasim, hükümdarın açık eline el konmasıyla yapılır. Bunun şekli, Sakifa gününde, halife Ömer tarafından tespit edilmiştir. Ömer, ‘Ey Ebû Bekir, elini aç dedim; o elini açtı ve ben ona bi’at ettim’ demiştir. Bu hareket, salâhiyetin bir diğerine devrinin remzidir.”[55]
“Bay’a, geniş anlamıyla, belli sayıda kişinin, tek başına ya da müştereken hareket ederek bir başka kişinin yetkesini tanıdığını mübeyyin fiilini ifade eder. Böylece de, bir Halife’ye bay’a, bir kişinin Müslüman Devleti’nin başı olarak kabul ve ilân edilmesidir. Bu ifadenin bir eşanlamı da mubayaa’dır” ki bütün bunların her türlü “alışveriş”le ilişkisi ortaya çıkmış oluyor.
“Etimolojik olarak, geleneksel hale gelmiş görüşe göre bay’a tabiri bâ’a (satmak) fiilinden müştak olup bay’a, satmak gibi, bir girişimler teatisini ifade eder. Bu izah daha çok, yapay gibi görünmektedir. Yazarın görüşüne göre bay’a, adını eski Arap örfünde iki kişi arasında bir anlaşmanın el sıkışmasından ibaret sonucunu sembolleştiren fizikî hareketlerden alıyor…”[56]
Bütün bu sözlerden bir önemli sonuç çıkıyor: Batı’nın feodal Ortaçağının bariz karakteristiklerinden biri olan manumissio hareketinin koşuluna, az çok aynı şekil ve anlamıyla, İslâm öncesi Arap geleneğinde rastlanıyor. Aklımıza hemen bugünün Anadolu’sunda (özellikle Kayseri ve yöresinde), pazarlarda, bir sıkı pazarlığı müteakip varılan anlaşmayı vurgulayan uzunca el sıkışma fiili geliyor.[57]
Şimdi de, Selçuklu alanından bu konuda, Batı’dakilere koşut bir örnek verelim. Hasan b. Abdülmümin el-Huyî’nin 690 (1291)de kaleme aldığı “Rusûm-er-resâil”inde tafsil edilen bir “ahitnâme”, gerçekte önemli bir belge oluşturuyor şöyle ki, bildiğimiz kadarıyla, çözümü yolunda henüz olumlu yanıta rastlanmamış bir sorun yaratıyor. Ahitnâme, gerçekten, Batı’dakine benzer bağımlılık bağlarını tarif etmekle, Selçuklu sosyal (ve ekonomik) yapısının çapraşıklığını ortaya koyuyor. Selçuklu idaresinin bir memurunun, rütbesini tam olarak kestiremediğimiz bir emir’e karşı girdiği taahhütlere karşı bu memurun kendini mezkûr hamisine tevdi etmesine mukabil neler elde ettiği bilinemiyor.
Bu memurun emir’ine “yardım” vaadi, bir resmî yeminle pekiştirilmişti. Batı’da olduğu gibi kişiyi kişiye bağlayan yemine dair tek metin, Manas Destanı’nda bulunuyordu: Almanbet, sarhoşluk saikiyle kendisine hakaret eden Han’ı Er Gökçe’ye “Andımızı unuttun mu? Aydar Han oğlu Er Gökçe andını unutup neler saçmalıyorsun. Yazıkım nedir? Söylesene!…” deyip sonunda bu andı bozarak Manas’ın yanına varıyor.[58] Destan’ın gelişmesi yeminin kolaylıkla bozulduğunu gösterip Almanbet’in bundan fazla vicdanî üzüntü çekmediği anlaşılıyor. Bu keyfiyet Batı feodalizminin ülkü ve kuramlarıyla çelişmektedir. Yukarıdaki “ahitnâme’nin mumzisinin içtiği ant da yine bu feodalizmin “hommage lige”lerine benzememektedir; o, açıkça, bu emir’in de, bilmukabele “sünûn-u muhabbet…”e riayet etmesi koşuluna bağlıdır. Tarafeynden birinin bir “gulâm” ya da “nöker” olmayıp bir emir’in tevabii arasına katılmayı arzu eden (ahitnâme’de “muvalât” tabiri geçiyor) üst sınıflardan bir kişi olması, emir’e savaşta refakat etme ve ona “mülâzemet-i hizmet”te bulunma taahhüdüne girmemesi dikkati çekiyor. Bu takdirde bu kişinin ya emir’in “divan”ında kendisine uygun yer arayan bir “kâtip” ya da hami peşinde koşan bir edip olması gerekiyor. Gerçekten “ahitnâme”de o, emir’in tasavvurlarına arka çıkmayı, bunları engellememeyi, olanakları oranında emir’e malî yardımda bulunmayı, düşmanlarının ve onu kıskananların desiselerini bozmayı ve nihayet emir’in, kendisine zarar vermesi melhuz kendi hareketlerinden sakınmasını öğütlemeye vaat ediyor.[59]
Kentsel ortamların ürünü, “Danişmendnâme”, “Menkabe-i Seyyid Battal Gazi” gibi destanlarda bu alplerle adamları arasında herhangi bir kişisel bağa rastlanmaması nedeniyle bu bireysel belgeye dayanıp “Selçuklu feodalizmi” konusunda acele karar vermekten kaçınılmalıdır.
* *
Ve nihayet, idarî işlere ait bazı ayrıntılar: Patricius’tan başlayan sekiz rütbe unvanı hadımlara ayrılmış olup patrisyen hadım aslında öbür patrisyenlerden daha üst bir mevki ihraz ederdi. Hadımlar Bizans sarayında önemli rol oynarlardı. İmparatorluk makamının dışında, ne kadar yüksek olursa olsun, hiçbir Devlet ya da Kilise mansıbı, ilke olarak, hadımlardan esirgenmezdi ve Bizans tarihinde parlamış patriklerin, devlet adamı ve generallerin birçoğu hadımdı. Bununla birlikte bazı saray memuriyeti de genel olarak sadece bunlar tarafından işgal edilirdi.[60] Saray dairelerinin âmiri (praepositus sacri cubiculi) de bunlardandı, sonraki “harem ağaları” gibi. Sadece o, önceden haber verdirmeden, imparatorun katına girebilirdi ve Hipodrom’da şeref tribününde yer alırdı.[61] “İbrikdâr-ı hazret-i şehriyarî”ye (νιψιστιάριοι) de bunlar arasında rastlanıyor, sairleri gibi, “esvabcıbaşı” gibi…[62]
Altın Çağın doruğunda, X. yy.da, büyük mansıpların hadımlara tahsisinin bir nedeni de bu insanların feodal irsiyete karşı bir silâh olarak kullanılmalarıydı…[63] Bunlar doğal vâris bırakamazlardı.
* *
“L. Bréhier, ‘Bizans tarihinin temsil ettiği sosyolojik deney’den söz ediyor. Ülkeyi büyüklüğe getiren politik ilkeler XI. yy.da terk edilmeseydi deney çok daha uzun sürebilirdi. Fetih âletinden iktidar âletine dönüşen ordunun gücüne dayanan mutlakıyet daha önce Roma’yı felâkete götürmüştü; o ise ki bu aynı süreç bir ikinci kez vaki olacaktı: ‘Roma’nın kaderinde Bizans’ınki önceden belirlenmişti – Henri Berr’…”[64]
Osmanlı tarihi Bizans’ınkiyle şaşırtıcı benzerlikler arz edecektir. Bu sonuncusunda, XII. den XV. yy.a kadar yasal vâris, daha önceden iktidara ortak edilmiş olmasına rağmen, az çok her zaman tahtını yeni baştan ele geçirmek, hiç değilse haklarını kabul ettirmek için elini çabuk tutmak zorunda kalıyordu.
Hristiyanlığın zaferi Roma’nın imparator kültünü silememiş, aksine onu bir orthodox çizgiye getirmişti. İmparator olmaktan vazgeçmeden Hristiyan olmak isteyen Constantine, vaftiz olmadan önce de kendini bir tanrısal koruma altında görürdü ve imparator kültünü putperest niteliğinden temizleyecek önlemler almıştı. Artık o Tanrı’nın hizmetkârıydı. Romalı geçmişinden imparatorun şahsının kültünü muhafaza etmiş olan Bizans geleneği, yine putperest “üstün insan” kavramıyla “zıllullah-ı rûy-i zemîn”de kendini devam ettirecek, Bizans’ın “kutsal saray”ı da “südde-i saadet”, “dergâh-ı muallâ”ya dönüşecekti. Unutmayalım ki hükümet merkezi Byzantium’da İmparator’un meskeni “kutsal saray”dı ve tüm emirler buradan sadır olurdu.
Keza İmparator’un mübarekliği de θεῖος (divus) sıfatıyla simgeleniyordu ki bu, eskiden İmparator’a tevcih edilen ulûhiyetin bir anısıydı.[65] Osmanlı Sultanı’nın da her şeyi “şerif’ oluyordu: “hükm-ü şerif”, “emr-i şerif”… “Cuma selâmlığı” da, işbu imparator kültünden hiçbir iz taşımıyor mu?…
“Haşmetlû” İmparator, secde edilerek selâmlanırdı, Sasanîlerde olduğu gibi. Diocletian, imparatorluğun simgesi olan erguvanî kaftanın öpülmesini, memurin için hem bir zorunluluk, hem de bir imtiyaz haline sokmuştu.[66] “Etek Öpme”, sürüp gidecekti, “yer öpme” gibi…[67]
Acaba merasim günlerinde Osmanlı Sultan ve devlet erkânının sırtındaki kaftanların herhangi bir dinî törenle ilgili (liturgical) karakteri var mıydı, çeşitli bayramlarda giyilen değişik şekil ve renkteki Bizans elbiseleri gibi?
İmparator, yaşayan kanundu ve iradesi sınırlanamazdı. Yetkesi Kilise’yi bile kapsardı. Onun önünde sadece “veli-i nimeti” olduğu tebaası vardı ki bunlara δοῦλοί yani “bağlı kişi”, köle-kul denirdi. Dizge, Osmanlıda bu minval üzere gelişecekti: “Veli-i nimet-i bîminnet Efendimiz Hazretleri…” Ama her şeye rağmen de âdetler-örfler, mutlakıyetin karşısına dikiliyordu. Şeyhülislâm, Patrik gibi, “Efendi”yi çok kez “yol”a getirecekti.
Magistri militum, “beylerbeyi”nin modeli mi olacaktı?…
Mülkî memur ve ordu komutanı, rütbesine göre, bunları bir saray soylusu haline sokan şeref unvanı alırdı. Kibarlık gereği eşhasa tefviz edilen bu eski şeref mesnetlerinden kalma unvanlar, III. yy.da toplumun sınıflarını ayırırdı: clarissimi, senatörler; perfectissimi, şövalyeler; egregii, küçük memurlar. IV. yy.da unvan, memuriyete bağlanmış ve sarayda takaddüm hakkı ile bazı imtiyazlara hak kazandırır olmuştu. Ve spectabilis, illustris, magnifıcus, gloriosus…[68] Sonra da, küçükten yukarıya doğru “Hamiyetlû, Fütuvetlû, Rifatlû, İzzetlû, Saadetlû, Atufetlû, Devletlû…” elkabı…
[1] Bazı önemli farklar mahfuz kalmak kaydıyla.
[2] Bunları ilerde irdeleyeceğiz.
[3] Joan M. Hussey.- A private line to God, in Foylibra, Foyles Bookshop Magazine, October 1977, London, s. 16.
[4] G. Ostrogorsky.- History of the Byzantine State. Transl. J. Hussey, Oxford 1968, s. 27-9.
[5] ibd., s. 33.
[6] ibd., s. 40-1.
[7] ibd., s. 65.
[8] ibd., s. 135 ve dipnot 3, 136-7.
[9] 4,48 gr altın içeren para birimi.
[10] G.Ostrogorsky.- op. cit., s. 190-1.
[11] M. V. Levtchenko.- Bizans. Türkçesi E. Berktay, İst. 1979, s. 58-9.
[12] G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 187-190.
[13] ibd. s. 307 ve Louis Bréhier.- Vie et mort de Byzance, Paris 1969, s. 182. Aynca bkz. L. Bréhier.- Les institutions, s. 210-7.
[14] G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 53, 76.
[15] ibd., s.133-4.
[16] ibd.,s. 135.
[17] ibd., s. 280-1.
[18] τημέ= tetkik etmek, gözetlemek (YTS).
[19] κτῆοις= kazanma, alma, elde etme; κτῆμα = kazanç, mal, mülk (YTS).
[20] Genellikle deri üzerine pul pul dikilmiş; metal lamalardan oluşan bir zırh giymiş süvari. Aynı zırh atı da korumakta olup Doğu kökenli
olan bu Kataphraktés, Roma ordusuna II. yy.da girmişti (ML).
[21] Thema taburları.
[22] ἂκρος= uç, azamî sınır…
[23] Charles Diehl.- Les grands problèmes de l’histoire byzantine, Paris 1943, s. 67-72.
[24] ibd. s. 100-1.
[25] Louis Bréhier.- Les institutions de l’empire byzantin, Paris 1970, s. 104, 274, 288 ve dev.
[26] G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 95-8.
[27] Herhalde “hassa” mülkü olmalı.
[28] L. Bréhier.- Les institutions, s. 292-5.
[29] Bkz. c. I. s. 127-8 ve G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 272 ve dev.
[30] Tarafımızdan belirtildi.
[31] G. Ostrogorsky.- op. cit.,s. 329-31.
[32] Léon-Pierre Raybaud.- Le gouvernement et l’administration centrale de l’Empire byzantin sous les premiers Paléologues (1258-1354),
Paris 1968, s. 146-50.
[33] N.Oikonomidés.- Contribution à l’étude de la Pronoia au XIIIe siécle. Une formule d’attribution de parèques à un pronoiaire, in N.
Oikonomidés.- Documents et études sur les institutions de Byzance (VIIe-XVes.), Variorum Reprints, London 1976, s. VI/167-170.
[34] Hélène Ahrweiler.- Etudes sur les structures administratives et sociales de Byzance, Variorum Reprints, London 1971. La concession des
droits incorporels. Donations conditionnelles, s. I/103-9.
[35] H. Ahrweiler.- La politique agraire des empereurs de Nicée, in ibd., s. IV/51-66.
[36] H. Ahrweiler.- Recherches sur I’administration de l’Empire bysantin aux IXe-XIe siècles, in ibd., s. VIII/1-109.
[37] H. Ahrweiler.- L’Asie Mineure et les invasions arales (VIIe-IXe siécles, in ibd., s. IX/22-3.
[38] Dionysios Zakythinos.- Byzance et les peuples du Sud-Est. La synthèse bizantine, in D. Zakythinos.- Byzance: Etat- Société-Economie,
Variorum Reprints, London 1973, s. VI/13-4.
[39] Bu konuda bkz. B. Oğuz.- C. I, s. 106-7, 115-6.
[40] H.Ahrweiler.- op. cit., s. IX/23-7.
[41] A. E. Laiou- Thomadakis.- Peasant Society in the late Byzantine Empire, Princeton 1977, s. 9.
[42] ibd. s. 10-18.
[43] Modern Rumcada “düstur, kanunnâme” anlamında.
[44] Nicolas Svoronos.- Recherches sur le cadastre byzantin et la fiscalité aux XIe et XIIe siècles: Le cadastre de Thébes, in N. Svoronos.-
Etudes sur l’organisation intérieure, la société et l’économie de l’Empire Byzantin, Variorum Reprints, London 1973 s. III/20-3.
[45] C. I, s. 128.
[46] G.Ostrogorsky.- op. cit., s. 371-2.
[47] ibd., s. 375, infra 1 ve 2.
[48] Artık XIII. yy.dayız.
[49] Latinlerce.
[50] G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 424-5.
[51] M.V. Levtchenko.- op. cit., s. 34.
[52] L.- P. Raybaud.- op. cit., s. 136-7.
[53] N. Svoronos.- Un rescut inédit de Manuel I Comnène, in N. Svoronos.- Etudes sur l’organisation, s. VII/345.
[54] N. Svoronos.- Le serment de fidélité à l’Empereur Byzantin et sa signifiation constitutionnelle, in ibd., s. VI/106-142.
[55] Tarafımızdan belirtildi. Cl. Huart.- Bey’a – Bay’a, in İA.
[56] E. Tyan.- Bay’a, in EI.
[57] “Mübadele” cildinde ayrıntılarına gireceğiz.
[58] Abdülkadir İnan.- Manas Destanı, İst. 1972, s. 44-5.
[59] Mario Grignaschi.- Un “acte de foi” de l’époque Seldjoucide, in M. Tayyib Okiç Armağanı, Ank. 1978; s. 39-41.
[60] G. Ostrogorsky.- op. cit., s. 249.
[61] L. Bréhier.- Les institutions, s. 84-5.
[62] ibd., s. 100-1.
[63] S. Runciman.- Byzantine civilisation, s. 92, 204.
[64] L. Bréhier.- Les institutions, P. Chalus’un önsözünden.
[65] L. Bréhier.- op. cit., s. 55.
[66] ibd., s. 61.
[67] ibd., s. 72.
[68] Bkz. ibd., s. 89-91.