Birûnî, bu kitabın ilgi odaklarından biri olarak onun hakkındaki bilgileri de özetle veriyoruz.
Harizli bir Türk bilgini olarak Ebû Reyhan el–Birûnî (Batı Harizm başkenti Kas 973–Gazne 1052), küçük yaşta Batı Harizm sarayına girerek dönemin ünlü bilginlerinden matematik ve astronomi öğrenimi görmüş. Batı Harizm sülâlesi son bulunca bir süre Rey’de kaldıktan sonra Curcan’a yerleşerek Sultan Kabus’un sarayına geçmiş. Orada el–Âsârû’l bâkîye ani’l kurunı’l haliye adlı tarih ve kronoloji alanındaki ünlü yapıtını tamamlayıp sultana sunmuş (1001). Yeniden Harizm’e dönerek, (1003 ya da 1009) çalışmalarını sultan Memun bin el–Memun’un sarayında sürdürmüş. Sarayda başta İbn-i Sînâ olmak üzere Ebû Nasr, İbn Miskeveyh gibi dönemin ünlü bilginleriyle tanışarak yakın arkadaşlık kurmuş. Gazneli Mahmud’un Harizm devletini ortadan kaldırmak (1017) üzerine, Gazne’ye giderek ömrünün sonuna kadar bu kentte yaşamış.
Çok yönlü bir bilgin olan Birûnî’nin matematik, astronomi, tıp, trigonometri, fizik, doğabilim, eczacılık, jeodezi, yerbilim, sosyoloji, tarih, coğrafya, felsefe, ethnoloji, dinler tarihi ve dilbilim konularında, elimize sadece 27’si geçmiş 100’den fazla eser vermiş. Zamanın geleneğine uyarak bunları Farsça ve Arapça yazmış. Hindistan gezisi sırasında Hint dinleri, felsefe akımları ve ülkenin toplumsal yaşamı hakkında daha iyi bilgi edinebilmek üzere Sanskritçeyi öğrenmiş; ayrıca çok iyi Yunanca ve İbrânîce biliyormuş.
Hekim olmamasına rağmen büyük hekim el–Râzî’nin yapıtlarıyla ilgili bir kitap bırakmış.
Birûnî gerçek bir uygarlıklar tarihçisi olarak kabul ediliyor. Sadece bilimler ve din sistemlerini değil, efsaneleri, gelenekleri, dillerin düşünce ve inançlar üzerindeki etkisini, bu etkinin zararlarını açıklayıp eleştirerek incelemiş. Temeli deney olan bilimlere yaraşan tek dilin matematik olduğu görüşünü savunmuş. Yapıtlarının çoğu Batı dillerine çevrilmiş (BL).
İşbu Birûnî’nin Kitâb–el–saydan (l)e fi el–Tıbb (Eczacılık ve Tıp Kitabı)’nı Pakistanlı ünlü bilgin Hakim Muhammed Said İngilizceye çevirmiş. Karachi Hamdard Academy’si (Millî Vakfı) 1970’de Mısırlı tabip–oftalmolog İbn el–Haiham’ın bininci doğum günü onuruna bir cilt yayımlamış. Hint–Pakistan alt–kıtasının tıbbî bitkilerinin rolünü belirtmek üzere 1973’te Vakıf, 1890’dan beri baskı–dışı olmuş William Dymock ve arkadaşlarının Pharmacographia Indica’sını basmış. (Bunları araştırıcılara malzeme olmak üzere zikrettik).
Birûnî’nin burada irdeleyeceğimiz mezkûr eseri, o bilim adamının da bininci yılı anısına basılmış. Bu yapıt, bugün dahi, kıyaslanamayacak değere sahiptir. Birûnî bunda, malzemelerin Grek, Süryanî, Farisî, Hindu, Sindhî, Hvarzemî… ve daha birçok diyalekte muadillerini veriyor. Birçok otla bağlı efsane ve mitoslar anlatılıyor. Netice itibarıyla folklorla tıp, ayrılmazlar ve Nobel kimya ödülü sahibi Lord Todd, müstakbel başlıca tıbbî keşiflerin bazılarının, doğru yorumlayıp araştırılması şartıyla folklorda yattığını belirtmiş. İşte bu nedenledir ki bugün yeni bir disiplin, ethnobotanikin gelişmesine şahit oluyoruz.
Bu noktada Birûnî’de az çok bütün başlıca ilâçlar, ezcümle yapışkan otu, sakız, susam kökü, Hint susamı, akasya, sakız ağacı, sarısabır, fındık, badem, “deniz köpüğü” (?), hintyağı, inorganik mineraller vs., ayrıntılarıyla açıklanmış. Deneyimciliğin, Ortaçağ öncesi dünyasına enikonu hâkim olduğu akılda tutulacaktır; bu bağlamda Birûnî’nin ölçüsü, bilgi ve vakıaların tahlili olmuştu[1].
Saydale sözcüğü saydane’den daha iyi biliniyor ve bir kimyageri, ya da eczacıyı ifade ediyor. O, tek ve bölünmez ilâçları mümkün olan en iyi şekilde toplayıp en iyi türlerini, sağaltma sanatı ustalarının talimatına göre harman eden kişidir.
Tıbbın en önemli talebi, tıp adamının doğal bilime göre müracaat zamanını tetkik etmesi ve doğal kanunları tam bilmesidir. Bir ilâcın terkibine giren maddeler hakkında karar aldığında, her tıbbî madde, onun önünde sıralanır ve her birinin farklı şekilde etki yapan niteliği vardır[2].
H. M. Said’in yayınladığı mezkûr kitap burada özetlenemeyecek kadar mufassal olup alfabe sırasına göre ot ve sair ilâçları irdeliyor. Bunlardan, Birûnî’nin Türk, İran, Arap, Süryanî, Yunan, Roma… tababetinden bihakken haberdar olduğu görülüyor. Bu iki örnek vermekle yetiniyoruz.
“Tiryâk-i Turkî. Gençliğimde Harizm’de yaşlı bir Türk’e rastlıyordum. Kitaplarda zikredilen birkaç tiryak (afyon) ve katmerli getiriyordu. Kitaplarda betimlenmiş bütün basit ve katmerlisini toplayıp ambarladığını iddia ediyordu. Ben bizzat onun mûnyâisının (madenî asfalt esaslı ve her türlü yarayı, özellikle kırıkları tedavi eden bir ilâç türü) mucizeye yaklaşan bir güce sahip olduğunu gördüm”.
“Turbud (Turpeth; Ipomoea tuopenthum). Bu otun Roma dilinde eşanlamlısı althiyûn (albatbün), alitaryûn (altaryûn) ve sârdiyûn’dır. Süryanîce ve Farsçada buna turbad, Hindu tarbac denir”[3].
“Turmus. Keza carcar al–Mısrî de denir; otun Yunan müradifi (eşanlamlısı) thurmus’tur. Süryanîcede turmusâ, tarmus, tırmus olarak bilinir”.
Dioskorides’e göre, otun bir sarı türü yabani olarak yetişip zayıf güçlüdür…”[4].
“Sayil (Thyme – kekik otu). Bunun Grek eşanlamları aghrûstûs olup Arapçada buna nacm, nafil, najir ve sutta deniyor. Farisî ve Turkî muadilleri, sırasıyla bayd-ı giyâ ve ayrıkotu (?)dur”.
“Bazı kişiler sayil’in bahçelerde su arkları–harkları boyunca yetiştiğini iddia ediyorlar”.
“Dioskorides şöyle diyor: ‘Aghrustus, ünlü bir bitki olup dalları boğum içinde boğumu haizdir; tadı tatlı olup yaprakları uzun, mızrağa benzer ve küçük bambu–Hint kamışı yaprakları gibi serttir. Sığırlar onu otlarlar’ ”[5].
“Dâr-ı filfil (fülfül, Arapça karabiber – B.O.). Hindîde pipli olarak bilinip beyaz türü Farisî’de dâr pîlpîl sapayd’dır…”
“Galen şöyle yazıyor: ‘En iyi beyaz türü, kullanılmayan olup, ne kadar uzun kalırsa kalsın, soğuk suda erimez ve filfil’le aynı tattadır’ ”[6].
Örnekleri uzatmıyoruz.
***
Pakistan Hamdard National Foundation’ın desteğiyle yayınlanan Birûnî’nin “Eczacılık ve Tıbb Kitabı”nın tahlilinin bu ikinci bölümü soruna değişik bir açıdan yaklaşıyor.
Bilindiği kadarıyla Birûnî İslâm’da ve belki de herhangi bir kültürde, eczacılık sanatını Hristiyan öncesi çağlarda mebdeine kadar indirmiş ilk kişi olmuştu. Grek, Hint, İran ve Süryanî gelişmeleri izah etmiş, farmakolojinin, eczacı ve mesleğinin sistematik, açık, ussal ve nesnel yorum ve tanımlamasını vermiş. Bununla da, (kitabı Arapça yazdığı için) Ortaçağ İslâm’ında “Arap eczacılığının babası” unvanını hak etmiş.
Bu tavrıyla Birûnî, eczacılığı tıptan müstakil bir varlık ve “sağaltma mesleklerinin kademesi”nde ilk adım olarak telâkki etmiş. O, meslekî düzeyin en altından en üstüne terakki etmiş. Eczacılığın, “tıbbın ayrılmaz parçası değil, onun yardımcısı” olduğunda ısrar etmiş. İlginç olarak da, sağaltma sanatlarının çeşitli bölümleri arasında işbirliğinin bir “takım çabası” şeklinde yürütülmesini ima ediyor. Böylece eczacılık gibi bir uzmanlık, öbürlerinin yanında tali durumda kalmadan yardımcı olabilir[7].
Anlamlı olarak Birûnî, eczacılığı (el-saydana) ilâç birimlerinin, çeşitlerinin, menşe’lerinin ve fizikî niteliklerinin bilgisi olarak tanımlıyor. Eczacıya (el–saydalani) gelince, sorumlulukları, denenmiş olduğu sanılan ve tıbbî kodekslerde kaydedilmiş formüllere dayanan mürekkep ilâçların karıştırılıp hazırlanmasını içerir. Keza o, iyi tanınmış hekimlerin tavsiye ettikleri yazılı reçetelere uyarak ilâçlar hazırlar (Resim 37a).
İlâçların etki türlerine (farmacology) gelince: Bunda da Birûnî, tedavi fenni alanında farmakolojinin işgal ettiği yüksek konumu hakkında ussal izahat veriyor: “Farmakolojiden basit ilâç ve etkilerinin işleyiş tarz ve kabiliyetlerini anlıyoruz. Bu, sınırsız geri giden ufukların alanıdır. Bunun zirvesine sadece ampirist denemelerle ya da metodist sistemle varılamaz. Sürekli müterakki araştırmayı gerektirir”. Aksi halde, iki büyük gözlemci, Dioskorides ve Galenos, onu tümüyle çevirir ve onlar hakkında bilinmesi gereken tüm malûmatı tüketmiş olurlardı. Yuhanna B. Mâsavayh, Razî… gibi birçok büyük müellif, bu konuda Arapça yazmışlar ama mükemmeliyette hiçbir zaman Greklerin düzeyine varamamışlar[8].
Birûnî, hemen önceki selefleri Razî, el–Mecûsî ve el–Mesihî’nin yaptığı gibi hayat mesleği olarak sağaltma sanatlarını hiçbir zaman icra etmemişti. Buna rağmen, sağlık mesleklerinin hizmet, görev ve hedefleri hakkındaki düşünce ve yorumlarında, öğrencilere olduğu kadar eğitimciye derin ve hayranlık duyulan telkin ve rehberlikte bulunmuştu. Sağaltma sanatını ve görevini sadıkane bir vizyonla yapan uygulayıcıları övüyor. Birûnî keza, eczacılık sanatını iltizam edip onu teşvik eden tabibin rolünü de belirtiyor: Tabip, tıbbî bilginin şu iki kanadı yardımıyla eczacılık standardını yükseltmeye gayret edecektir: Tıp tahsil ederken akademik, teorik öğrenim; ve kişisel gözlemlerle müzdevic pratik deneyler. Böylece eczacılık mesleğinin, hizmeti en iyi görecek şekilde en yüksek düzeye erişmesine yardımcı olacaktır. Bunu yaptıktan sonra eczacılık uygulamasını sadık, muktedir eczacılara devredecek, bunlar da, doğal maddeler ve nitelikleri hakkındaki bilgileriyle tabibe, uygulamasında hizmet edecek, ona yardımcı olup fikir verecek”. Bu görüşler bugün dahi yeni tabip–eczacı işbirliği ilişkileri bakımından makul görünmektedirler.
Bundan sonra yazar, materia medica ve sıhhat alanlarında uzmanlaşmayı ve de eski ve çağdaş uygarlıklarının kültürel miraslarını irdeliyor:
“Her ulus genellikle bir sanat, bir bilim, teknik ve ticarette uzmanlaşma istidadına sahiptir. Örneğin, Hristiyan çağı öncesinde Grekler, doğal olguları araştırma ve teorik ve ussal bilginin yorumunda mükemmel olup bu bapta bütün öbür ulusları geçmişlerdi. Bu disiplinleri en yüksek başarı düzeylerine, mükemmeliyetin doruklarına yükseltmeye yardımcı oldular. Meselâ Dioskorides bizim bölgemizde yaşayıp dikkatini deneye hasrederek topraklarımızın dağ ve vadilerinde ot ve ağaçları tetkik etseydi, bunların hepsinin doğruca sağaltıcı vasıtalar olduklarını keşfederdi. Deneysel feraseti ile bunların az çok hepsinden hastalıkları tedavi edici meziyet elde ederdi. Şimdi, bereket versin, Mağrib (garp) bölgesi (İslâm zamanında Arap Kuzey Afrika ve İspanya yarımadası) Dioskorides ve muadillerinden nasibini almaktadır…”.
“Maşrık (Şark) bölgesi (Mümbit Hilâl ülkeleri ve Hindistan’a kadar Doğu’ya doğru) uluslarından hiçbirisi, Hindistan dışında, kültürel başarıları, bilim ve öğrenimi gerçekten takdir edip beğenmiş değillerdir” diye devam etmiş Birûnî.
Tabakalaşma ve Birûnî’nin zamanında Alt Kıta’yı Arap–Müslüman topraklarından ayıran geniş aralıktan sorumlu başka bir sorun da dil, inanç, âdet ve töresel uygulamalardaki büyük farklar oluyor. O keza, Alt–Kıta’dan ayrılmayı intaç eden bir üçüncü durumu müşahede ediyor. Bu, genellikle dış ve ahlâkî kirlenmeden kaçınmada aşırılığa götüren Hint mutaassıp tavrından filizleniyor. Çok ihtiyatlı ve isabetli şekilde Birûnî bu tür hatalara ve bunların beşerî, sosyal ve zihnî terakkii bakımından tehlikelere işaret ediyor. Ve izah ediyor: “Her toplumda, kişisel temas sonucu vaki iffetsizlik ve dış kirlenme korkusu, sosyal gelişme ve kamu refahına zararlıdır. Farklı sınıflardan insanları “sağlıklı” birliktelikler ve normal ilişkilerden alıkoyar. Zihnî geri kalmayı, zekâ eksikliğini intaç eder ve kişisel aklı bileyen ussal tartışmaları önler”.
Birûnî’nin çok az çağdaşı niçin Grek kültürünün Hint değil de İslâm toplumuna derinden işlemiş olması keyfiyetinin farkına varıp izah etmiştir. Gerçekten Grek bilimi, tıbbı, felsefesi ve sanatları Arap yüksek tahsilinin her veçhesini istilâ etmiş ve entelektüel (fehmî) araştırma muhakemesini biçimlendirmişken Hint öğretisi, ticaret ve normal alışverişlerden hâsıl olan tek tük temaslar ve komşuluk ilişkileri vesilesiyle paylaşılmıştı. Bu olgunun birçok sebebi vardı. Kısaca:
“Önce Yunanca konuşan halkın önemli İslâm merkezlerine yakınlığı, gerçekten, Suriye, Filistin, Mısır ve komşu ülkeler, İslâm’ın zuhurundan önce kısmen ya da tamamen Helenleşmiştiler. Kısa süre sonra bunlar Arap dünyasının ayrılmaz kısmı olmuşlardı”.
“İkincisi, sadece Arapçayı çok iyi bilmekle kalmayıp Yunan ve Süryanî dillerine de hâkim olan salâhiyetli bilim adamlarının el altında bulunmaları”.
“Üçüncüsü, Araplar Yunan mirasının ussallığı, zarafet, teorik bilimsel nesnelliğinin cazibesine kapılmışlardı ve bunu isteyerek benimsemişlerdi”[9].
Bundan sonra Birûnî, yine tüm tıbbî bitkilerin alfabe sırasına göre döküm ve betimlenmesini yapıyor.
***
İnsanlık tarihinde çok az dönem, dehâsı sadece çağın bilimlerini kavramakla kalmayıp bilinmeyenlere dek uzanan dev zekâlara sahip olmakla övünebilir. Bundan bin yıl önce[10] doğan ve İslâm dünyasının en büyük bilginlerinden biri sayılan el – Birûnî, çok az görülen bu bilginlerden biridir. Çalışmalarını aksatan siyasî kargaşalıklara rağmen, çok sayıda eser vermiş. O çağda pek rastlanmayan bir özelliği de, başka uygarlıklara büyük bir anlayış ve saygıyla yaklaşmasıydı. Çoğu kişi onu İbn-i Sînâ ile kıyaslamakta, hatta onu daha üstün bile tutmuş. Ancak o, her ikisinin şöhretine erişememişti.
O, son derece basit bir formülle yerkürenin çevresini ölçen ilk bilim adamı olmuştu. Dünyanın güneş çevresinde dönme olasılığının var olabileceğini de belirtmişti. Jeolojik dönemlerin birbirini görüşünü Birûnî ortaya atıyor, “zamanın geçmesiyle denizler kara, karalar da deniz oluyor” diyordu.
Birûnî’nin çağdaşlarını bu denli aşmasını izah edecek koşullar eksik değildi. Onun doğup büyüdüğü Harezm ülkesi, eskiden beri çok yüksek düzeye ulaşmış uygarlığı ile tanınıyordu. Ayrıca, X. ve XI. yy.larda Bağdat’taki halifeliğin yok olduğunu görüyoruz. Bunun yıkıntıları üzerine yeni devletler kurulmuştu ve bunlar arasında Farâbî ile İbn-i Sînâ’nın da bulunduğu ünlü Orta Asyalı bilginler yetişmişti.
Birûnî, denemelerinin birinde yer alan şiirinde “aslında soyum sopum, hattâ dedem hakkında bile bilgim yok. Nereden olsun ki, babamı bile tanımıyorum” diyor. Talihin karşısına çıkardığı bir Yunanlı, gençliğinde onun ilk hocası olacaktı. Bu Yunanlının isteğine uyarak bitkiler, tohumlar ve meyveler toplayan genç Birûnî’de, doğal bilimlerine karşı bir ilgi uyanacaktı.
Harezm’in ileri gelen ailelerinden seçkin bir matematikçi ve astronom olan Ebû Nasr Mansur ibn Ali B. Irak, el–Birûnî’yi evlât edinmişti. Ona Euklides geometrisi ve Batlamyus astronomisini tanıttı.
Yaşantısının bu dönemini anlatan Birûnî, “günlerinin çoğu bana verilen armağanlar ve tanınan ayrıcalıklarla renkleniyordu” diyor. “Irak ailesi beni sütleriyle besledi, Mansur da beni yetiştirme görevini üzerine aldı”.
Birûnî, çağının bilginleriyle yakın ilişkiler kurmuştu. 997’de Harezm’de iken, o zaman 17 yaşında olan ve Buhara’da yaşayan İbn-i Sînâ’ya yazdığı mektuplardan bu iki genç bilginin Aristoteles’in “Fizik” ve “Gökler üzerine” adlı eserleri hakkında tartıştığını öğreniyoruz. Bu iki genç ayrıca, evrenin yapısı, özgür olarak düşen bir cismi etkileyen fizikî kanunlar ve bölünemez zerrecikler (atomlar) üzerine de tartışmışlardı.
Birûnî’nin mektuplarından onun eski Yunan feylosoflarına büyük saygı duyduğunu ve genç olmasına rağmen daha o sıralarda olgun bir bilim adamı niteliğine erişmişti. 1010’da, aralarında İbn-i Sînâ, tarihçi ve feylosof Miskeveyh ve matematikçi Ebû–Nasr Arra’nın da bulunduğu sınırlı sayıda bilgini içine alan el–Memun Akademisi’ne kabul edilmişti.
Harezmli bilginler, eski Antikçağdaki bilim adamlarının açtıkları yoldan hızla ilerliyorlardı. Birûnî’nin, sık sık Yunan felsefesi ile bilimsel düşüncesinden söz etmesi, onun ilgi duyduğu bilim adamlarının çeşitliliğini gösterir. O, Odysseus ile İlyada’yı biliyordu. Eflâtûn’un Kanunlar ve Phaedo adlı denemeleri üzerine çalışmalar yapmıştı. Sadece Aristoteles değil, Archimedes ile Democritus’un yapıtları üzerinde de geniş bilgisi vardı ve Yunan felsefesinin en iyi bulduğu yanlarını çok sık överdi.
Birûnî’nin çağından önceki Arap ve Fars edebiyatı, Hindistan’ı bir harikalar ülkesi olarak tanımlamışlardı. Hintliler astronomi ve aritmetik konularında bilgi sahibi idiler. Satrancı buldukları söyleniyordu. Birûnî’nin devrinde satranç, aydınlara yaraşan ve zekâ gerektiren bir oyun olarak biliniyordu. Hintli hekimlerin ünü her yana yayılmıştı. Hattâ felsefenin bile Hindistan’da doğduğu ileri sürülüyordu.
Birûnî Hindistan konulu büyük kitap yazmış, 45 yaşında Sanskritçe öğrenmişti… Euklides’in Unsurlar’ını, astronomi konusundaki kendi denemesini Sanskritçeye çevirdi. Daha önce yapılan çevirisini yetersiz bulduğu ölümsüz bir klasiği, Panchatantra’yı da Arapçaya çevirmeye başladı.
Birûnî daha çok matematik, astronomi, coğrafya, fizik ve yer ölçümü konularıyla ilgileniyordu. Ancak son kitabı olan Kitâbü’l saydala fi l–tıbb (eczacılık ve tıp kitabı) da bitkilerin, hayvanların ve madenlerin fizikî özelliklerini sınıflandırarak şifalı otlar ve bunların kullanılışlarına ilişkin alfabetik bir dizin yapmıştı.
Kitâbü’l saydala fi l–tıbb’ta 900 tane Farsça, 700 tane Arapça, 400 tane Süryanîce ve 350 tane Hintçe isim var. Bu arada Aristoteles’in biyoloji üzerindeki incelemelerinden ve Dioskorides ile Galenos’un çalışmalarından da söz ediyor. Maalesef eseri tamamlayamamıştı. Ama elimize geçen şekliyle bile çok değerlidir[11].
***
El–Birûnî’nin Kitâbü’l saydala fi l–tıbb’ı yazmasının üzerinden 900 yıldan uzun bir süre geçti. Bu eser ona haklı olarak Ortaçağ dünyasında Arap eczacılığının babası unvanını kazandırdı. Kitap hastalıkların nedenleri (etiolojisi) ve tedavi şekilleriyle ilgili değildir. Gerçekte bu kitap, tıpta kullanılan maddeler üzerine yazılmış olup Birûnî bir dereceye kadar Dioskorides’in 600 şifalı bitkiyi sıralayan kitabını örnek almıştır. Ancak o, Dioskorides’i ana kaynak olarak görmekle birlikte, onun sıraladıklarına beş kat daha fazla şifalı bitkiyi sıralayabilmiştir. Dioskorides’in tanımlamalarının ise pek belirsiz olduğu söylenir. Şöyle ki, adını verdiği ilâçlardan ancak yüz tanesi bugün tanınabilmektedir. Birûnî’nin bu sorunun üstesinden nasıl geldiğini görmek ilgi çekici oluyor. Onun en büyük üstünlüğü, anadili olay Harezm lehçesine ek olarak Arapça ve Farsçaya çok iyi bilmesiydi. Büyük bir olasılıkla Türk kökenli (belki de Özbek) olan bilgin, İran’ın üç eyaletinde yaşamıştı. Fars gelenek ve göreneklerini yakından tanırdı. Ancak, Arap ülkelerine hiç gitmediği halde, Arap uygarlığını daha çok benimsemişti. Günümüze kalan yapıtlarının çoğu Arapçadır.
İlâçları genellikle şu biçimde tanımlıyor: Önce ilâcın Arapça adını veriyor, sonra bunun öbür dillerdeki karşılıklarını inceliyor. Örneğin bir ilâcın adı Arapçada hum ül–macus ve Süryanîcede arzad magusî ise, bu aynı ilâç olabilir. Bu bitki, bugün botanikte adı Ephedra pachyclada olan ve efedrin dediğimiz alkaloidin elde edildiği Mecusî bitkisidir.
Ünlü Yahudi feylesofu ve din bilgini İbn Me’mun (Maimonides), İlâçlar üzerine yapıtını Birûnî’den çok sonra yazmıştı. Lisanü’l kelp’in (köpek dili) lisanü’l haaml (plantago major) olduğunu ve Plantaginaceae familyasından girdiğini söylüyor. Birûnî ise bu bitkinin Cynoglossum türünden olduğunu haklı olarak öne sürüyor. Şöyle ki onun bitkiye verdiği ad, Yunanca adının doğruca çevrilmiş şekli oluyor. Yunanca ve Lâtince bilmediği halde (çünkü Roma’yı daima Bizans İmparatorluğu ile bir sayıyor) Birûnî’nin Yunanca adlara ilişkin transkripsiyonları genellikle çok titiz bir doğruluk taşıyor.
Tanımlamalarının çoğu eski metinlerden alınmış. Bazen de etimolojik araştırmalara girmekle yetiniyor. Kimi zamanda, öyle konu dışına çıkıyor ki insanı güldürüyor. Örneğin Farsçada köpeğin pisliğine şaka yollu deva–i kebir (panacea–her derde deva) dendiğini söylüyor (köpek pisliği bazı terkiplere dâhil oluyor).
Bugüne dek yazılan ve tıpta kullanılan maddelere ilişkin belki de en üstün kitap olan Cem–i müfredatü’l edviye ve’l edhiye (Tıp ve besine değgin maddeler üzerine tanımlayıcı bir deneme), Birûnî’nin ölümünden iki yüz yıl sonra, Endülüslü Ziyaeddin İbni Baytar tarafından yazılmıştı. Baytar, ilâçların yerlerini ve betimlemede yararlandığı kaynakları arasında Birûnî’nin adını da sayıyor.
Birûnî, Yunanlılara büyük saygı duyuyordu; ama eski ustaları değil, daha sonrakileri iyi tanıdığı anlaşılıyor. Theophrastus’un arada bir sözünü ediyor. Aristoteles, yapıtları arasında sık anılıyor. Galenos’un (Calinus), tıpta kullanılan maddelerden çok, hekimlik alanında tanındığı için, adı daha seyrek geçiyor[12].
***
[1] Hakim Muhammed Said (Ed.). – Al – Biruni’s Book on Pharmacy and Materia Medica, Part 1, Karchy 1973, s. V-VI.
[2] ibd., s. 1.
[3] Tırnak içindekiler Said’in dipnotlarındandır.
[4] H. M. Said. – op. cit. , s. 89.
[5] ibd., s. 103.
[6] ibd., s. 155.
[7] Sami K. Hamaruh. – Al–Biruni’s book on pharmacy and materia medica. Introduction, commentary and evaluation, Karachi 1973, s.35.
[8] ibd., s.37.
[9] ibd., s.44-45.
[10] Makalenin yazılış tarihi 1974.
[11]Bobojan Gafurov. – El Birûnî, bin yıl önce Orta Asya’da yaşayan evrensel bir zekâ, in (UNESCO) GÖRÜŞ, Haziran 1974.
[12] Hakim Muhammed Said. – Ortaçağ dünyasında eczacılığın “babası”. Bitkilerin bölünmesi için Linmaeus’tan yedi yüzyıl önce bulunan bir yöntem, in ibd.