Basında Türk – Alman İlişkileri

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Basında Türk – Alman İlişkileri

Basında Türk – Alman İlişkileri

Bundan böyle buraya kadar literatür taramasıyla Türk – Alman ilişkileri hakkında edinmiş olduğumuz fikirler doğrultusunda basında çıkmış makale ya da haberleri ele alıyoruz.

 

Ayrıntılarıyla irdelemiş olduğumuz Alman kişiliğinin profili karşısında Türklerin özellikle yıllar önce Almanya’ya ucuz işçi olarak gidenlerin, kendilerine özgü genetik potansiyelleriyle ulaştıkları başarıyı, “Türkiye Araştırmalar Merkezi”nin bu bapta yaptığı araştırma ve anketlerden çıkan şu sonuç özetliyor: Gurbetçiler bugün dev bir gurbet ekonomisine sahiptirler. Bunun bazı ayrıntıları toplumsal tarih bakımından ilginç olabilir. Bunları Barış Doster’in kaleminden aktarıyoruz[1].

 

Araştırma için seçilen, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları Kuzey Ren Westfalya Eyaleti’ndeki 47 kentte toplam olarak 1187 Türk işletme sahibi ile yüz yüze görüşme yapılmış.

 

Türk işadamlarının 91 değişik alanda faaliyet gösterdikleri, araştırmanın önemli bulgularından birini oluşturuyor. Türk girişimcilerin faaliyet gösterdikleri ilk beş branş arasında, ambalajcılık, anahtarcılık, araba alımı satımı, araba hasar tespit bürosu işletmeciliği ve oto kiralama işi yer alıyor.

 

Girişimcilerin %13’ü kadın, gerisi erkek. Bunların %55,6’sının 30 – 39 yaşları arasında olması, genellikle ikinci kuşağın serbest girişimci olmak için uğraş verdiğini gösteriyor. Bunların %75,3’ü, 15 yıldan fazla bir süredir Almanya’da bulunuyor. Genç Türk işletmecilerin büyük bir bölümü Almanya doğumlulardan oluşuyor.

 

Girişimcilerin büyük çoğunluğu 31 ile 50.000 DM sermaye ile işe başlıyor. Daha büyük sermayelerle başlayanların oranı, kademeli olarak azalıyor. Sadece kendi sermayesiyle çalışanların oranı %15. Genel olarak serbest girişimciler ağırlıklı olarak kendi sermayelerine, akraba ve tanıdıklarının birikimlerine dayanırken, başka finans kaynaklarına başvuranların oranı düşük kalıyor.

 

Araştırma, eğitimlerini Türkiye’de yapmış olan serbest girişimcilerin % 22,7’sinin herhangi bir diploma sahibi olmadıklarını, %24,6’sının lise, %5,1’inin ise yüksek okul mezunu olduklarını gösteriyor. Eğitimlerini Almanya’da yapanların toplam içindeki oranı % 47,9.  Almanya’da yüksek öğrenim görenlerin oranı % 9,9 iken, ortaokul ya da lise mezunu olarak iş kuranların oranı % 35,2. 18-29 yaş grubuna mensup genç Türk girişimciler arasında yüksek okul mezunu olanların oranı ise %12. Bu da giderek eğitimli kesimin toplum içindeki oranının artma eğiliminde olduğunu gösteriyor.

 

Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin Almanya çapında yaptığı araştırmalar, Ağustos 1966’da Federal Almanya’da 40.500 Türk serbest girişimcisinin bulunduğunu ortaya koyuyor. Türkler her yıl ortalama 2300 yeni firma kuruyor. Bunlardan ortalama 700’ü bilgisizlik, deneyimsizlik, pazarın iyi tanınmaması, eksik finansman vb. nedenlerden iflâs ediyor.

 

Girişimcilerin serbest çalışmayı seçmelerinin nedenleri, giderek azalan oranlarda yüksek kazanç, bağımsız olmak, sosyal statü değişimi, işsizlik tehlikesi, çocukların geleceği, işsizlik, terfi edememe, tasarruf değerlendirme olarak sıralanıyor.

 

.

. .

 

Aynı mealde devam ediyoruz.

 

Almanya’nın yüksek tirajlı haftalık dergisi Focus, Almanya’da sayıları hızla büyüyen ve iş olanağı sağlayan Türk işadamlarına altı sayfa ayırdı. Focus’ta yer alan haberde, bir zamanlar yüksek ısılı fırınların karşısında terleyen işçilerin yerine, şimdi onların çocukları ve torunlarının bağımsızlık rüyalarını gerçekleştirdikleri belirtiliyor. Haberde, Köln’deki Alman Ekonomi Enstitüsü’nün uzmanlarının “Genç Türklerin alt tabakayı terk etme isteği, çoğu zaman Almanlarınkinden daha yüksek” yorumuna dikkat çekiliyor.

 

Dergi, Almanya’da 15 yılda tekstil devi olmayı başaran Santex’in kurucusu Kemal Şahin’e de yer veriyor. Kemal Şahin, Almanya’da 1352, tüm dünyada 9 bin işçi çalıştırıyor. Şahin, “Bu piyasayı ancak yerli personelle ele geçirmek mümkün” diyor. Hemen hemen tüm firmalarında çalışanların yüzde 70 – 80’ini Almanlar oluşturuyor. Özellikle de marketing, yönetim ve müşteri hizmetlerinde Almanlar tercih ediliyor. Türk patronların başını ağrıtan en büyük problem ise, kalifiye eleman bulmak (Hürriyet, 04.06.1997).

 

Akciğer röntgenleri çekildi, atlar gibi dişlerine bakılarak sağlıklı olup olmadıkları saptandı. İdare lambasıyla aydınlandıkları, tezekle ısındıkları köylerinden kalkıp, kendi kentlerini bile görmeden, yüz yıl birden atlayıp, Avrupa’nın göbeğine gittiler.

 

Sirkeci Garı’ndan resmî tören ve bando – mızıkayla uğurlanan ilk işçi kafilesi Munich Garı’na ayak bastığında Alman hükümeti bakanlarınca, çiçekler ve bandolarla karşılandı. Tahta bavullarıyla “Acı vatan Almanya’ya” giden ilk Türk işçi kafilesinin uğurlanışından bu yana, 35 yıl geçti.

 

Bugüne kadar 2 milyon 400 bini döndü. 2 milyon 38 bini Almanya’da kaldı. Fransa, Belçika ve Hollanda’daki yurttaşlarla birlikte 3,5 milyonu aşan Avrupa Türkiye’sini oluşturdular. Biz onlara “gurbetçi, Almancı”, diğerleriyse “yabancı işçi, kara kafalılar” dedi. İki cami arasında “bi-namaz” kalakaldılar.

 

Türkiye’deki siyasîlerin sadece bir ‘döviz makinesi’ olarak gördükleri bu insanlar, artık kendilerine ‘gurbetçi’, ya da ‘Almancı’ denilmesinden rahatsızlık duyuyor. Kimse, Almanya’da üçüncü kuşak doğup büyüyen bu insanların kimliği üzerinde kafa yormuyor. Çalışmalarına göre Türkler, 42 bin işyerine sahip, 186 bin kişiye istihdam sağlıyor. İçlerinden 50’si Avrupa’nın, hattâ dünya’nın büyükleri arasında.

 

Vatanlarını unutmadılar, ama artık vatanları doğdukları değil, doydukları yer. 35 yıl sonra onlar, Alman Türkler, ya da Türk Almanlar (Zülfikar Doğan, Milliyet, 13.06.1997).

On Mayıs, Nazilerin Berlin Üniversitesi önünde kitap yaktıkları gündür. 1933’te bu iğrenç eyleme seyirci kalanlar, pısırıklıklarının ceremesini çok ağır ödemişlerdir. Bugün bile bu olayın anımsanmasının gereği vardır: Üzerinde gereğince düşünülmesi, bugün Almanya’da evleri yakılan yurttaşlarımıza yönelik utanç verici saldırıların irdelenmesini kolaylar; bizim de ülkemizde uzakta gerçekleşmiş olan bu olayı anımsamamız, sadece dün Sivas’ta Madımak Oteli’nde insanlarımızı yakanların ve onları savunanların değil, bu Neron’ların günümüzde yaptıklarının kavranmasına da yol açabilir.

 

1930’larda Batı dünyasında baş gösteren ekonomik çökkünlük Almanya’yı perişan etmişti: Bu ülkede işsizlik ve sefalet görülmemiş boyutlara ulaşmıştı. Geçim sıkıntısı çeken halkın aşırılıklara sürüklenebilmesi, kestirme çözüm önerilerine kanabilmesi daha kolaydır. Bu atmosfer, Nazi Partisi’nin gelişmesine katkıda bulunmuştu.

 

Bu faktörlerin yanında, o zamanki parti liderlerinin basiretsizlikleri ve hataları da Almanya’nın Hitler’cilerin eline geçmesine yol açmıştır. Alman Meclisi Reichstag’taki parti liderleri, birbirleriyle anlaşacaklarına, birbirleriyle çekişerek, birbirlerine kazık atarak ülkelerini bu sonuca taşımışlardır.

 

31 Temmuz 1932 seçimlerinde Naziler, Reichstag’daki 608 sandalyenin 230’unu kazanarak en büyük parti konumuna gelmişler, ancak 6 Kasım 1932’de yenilenen seçimlerde 34 sandalye yitirmişlerdir. O tarihte Schleicher’le yaptığı Şansölyelik yarışını kaybetmiş olan Franz von Papen, Hitler’e Schleicher’e karşı işbirliği karşılığında kendisiyle şansölyeliği paylaşmayı teklif etmişti.  Hitler bu öneriyi kabineyi kendi kurması, ancak von Papen’in adamlarına hükümette önemli yerler verilmesi koşuluyla kabul etmişti. Bu anlaşmadan sonra Schleicher’in darbe düzenleyip o tarihlerde Cumhurbaşkanı olan Paul von Hindenburg’u alaşağı edeceği söylentileri yayılmış ve bundan korkan Hindenburg, Hitler’i sevmediği halde, von Papen’in telkiniyle, onu şansölyeliğe getirmişti. Yaşlı Cumhurbaşkanına, nefret ettiği rakibini alt etmek için Hitler’i öneren von Papen’in o tarihte, “Hitler’i öyle bir sıkıştırırız ki iki aya kalmaz sıkıntıdan kuş gibi ötmeye başlar!” dediği bilinir.

 

Ama Hitler, iki ay sonra kuş gibi ötmemişti…

 

Nazi Partisi’nin gençlik örgütleri bu partinin fideliğini ve terör estirmesi gerektiğinde yararlanacağı birçok örgütün kaynağını oluşturdu. Hitler, bu gerçeği, sonraları, 1935’te bir demecinde şu şekilde açıklamıştı: “Gençliğe hâkim olan, geleceğe de hâkim olur! Oğlanlar (10-14 yaş arasında) Jungvolk örgütüne alınır ve zamanla Hitler Gençlik Örgütü’ne, oradan yetişenler de SA ve SS örgütlerine katılırlar…”.

 

Naziler, çocuk yaşta beyin yıkamanın başbuğun emirlerini körü körüne yerine getirecek militanların yetiştirilmesini sağlayacağını iyi kavramışlardı.

 

Nazilerin iktidara yaklaşmaları karşısında Alman aydınlarının tepkisi ne olmuştur? Çoğu bu gelişimin demokratik olduğuna bakarak ve korkarak pısırıkça davranmış, anlamlı bir bölümü, Nazilerin eninde sonunda faşistçe davranıp Anayasa’yı, hakk-ı hukuku, insan haklarını ayaklar altına alacaklarını sezinlemiş, ancak bu ara sağlanacak ekonomik gelişmeler sonunda refaha kavuşacağını umarak alkış tutmuşlardır.

 

Peki, ordu ne yapmıştır?

 

Bir Alman düşünürü olan Wolfgang Streseman, ordunun davranışını 1934’te şu kelimelerle açıklamıştır: “Çok sayıda entelektüel ve pek çok silâhlı kuvvetler üyesi bunun bir katiller hükümeti olduğunu iyi bildikleri halde seyirci kalmışlardır!”. Ordunun tepkisi gerçekten böyle yetersiz olmuş, ancak iş işten geçtikten sonra 1944’te Albay von Stauffenberg başarısız bir suikast düzenleyerek ülkesini Hitler’den kurtarmaya çalışmıştır. Gunther Lewy “The Catholic Church and Nazi Germany” (Londra 1964) başlıklı eserinde bazı tarihçilerden, Hitler’den önceki şansölye Schleicher’in ordu ile beraber darbe yapıp Nazilerin iktidara gelmesini önleyebilecekken, bunu gerçekleştirmediğini, böyle bir gelişmenin gerçekleşmemesiyle de dünyada, bir ikinci Dünya Harbi felâketinin yaşanmaması fırsatının kaçırıldığını aktarır.

 

Bütün bunlardan alacağımız ders yok mudur? (Selçuk Erez.  – Hitler’i anımsamalıyız!, in (Cumhuriyet) DERGİ, 11.05.1997.

 

.

. .

 

Schleicher’in mezkûr darbeyi gerçekleştirmemiş olması, hayatına mal olacaktı. O dönemin önemli bir şahsiyeti olması itibariyle onu daha yakından tanımayı uygun gördük.

 

Bir asker olan Kurt von Schleicher (1882 – 1934), Weimar Cumhuriyeti’nin son Şansölyesi (1932-1933) olmuştu.

 

1900’da orduya girmiş, 1929’da tümgeneralliğe yükseltilmişti. Sonraki üç yıl içinde Savunma Bakanı Wilhelm Groener, Şansölye Heinrich Brüning ve Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’la birlikte Weimar Cumhuriyeti’nin en önemli kişilerinden biri durumuna gelmişti. Bir süre sonra Brüning Hindenburg’la anlaşmazlığa düşmüş ve Brüning’in görevden alınarak (Mayıs 1932) yerine Franz von Papen’in getirilmesinde önemli rol oynamıştı. Aynı dönemde Savunma Bakanlığına getirilmişti. Papen’in 1 Aralık 1932’de istifa etmesi üzerine, onun yerine şansölye olmuştu. Bu görev sırasında Nazilerin yasaları çiğnemelerini engellemeye çalışmış ve bu amaçla Hitler’e, ordunun denetiminin kendisinde kalması koşuluyla bir hükümet kurmayı önermişti. Bu öneriyi reddeden Hitler, bu tarihten sonra von Schleicher’i baş düşman olarak görmeye başlayacaktı. 1933’te Hindenburg Schleicher’i görevden alarak yerine Hitler’i atadı. Schleicher, bir buçuk yıl sonra, Uzun Bıçaklar Gecesi’nde (Nacht der langen Messer) Hitler’in SS’leri (Schutz – Staffel) tarafından öldürülecekti (AB).

 

.

. .

 

Almanya’da Hitler ideolojisinin Türkiye’ye yansıması hususunda ilk akla gelen sivrilmiş ad, Alpaslan Türkeş olmaktadır. O, ülkücü hareketini kuran, yazdığı kitaplarla ve eylemleriyle milliyetçiliği tamamen ideolojik bir harekete büründüren kişidir.

 

1944’te yazdığı “Dokuz Işık Doktrini” ile milliyetçiliğin ideolojisini yaparken şeriata karşı çıkan, “şeriat Türkiye için büyük tehlikedir” diyen, ama diğer yandan İslâmcı – ülkücüleri partisine alan ve onlara sahip çıkan da o. Kısacası, hayatının her devresinde farklı bir Türkeş portresi var. Sözgelimi, 12 Eylül 1980 öncesi ülkücülerin çarpışmasını ister, askerî darbeden sonra savaşın bittiğini ilân eder. Erbakan’ı şeriatçı olmakla suçlar, onunla fikir birliği eder. Ama Türkeş, kendisinde bir değişme olmadığında ısrarlıdır: “Ben değişmedim, geçmişte neysem bugün de oyum”.

 

Türkeş her ne kadar değişmediğini söylese de eylemleri onun değiştiğinden yana. Daha önce ‘vatan haini’ ilân ettiği Nâzım Hikmet’in dizelerini okuyup onu ‘vatan şairi’ diye tanıtması başka nasıl açıklanabilir ki.

 

1944’te (kurmay) yüzbaşı rütbesiyle Nihal Atsız’la birlikte Irkçı–Turancı görüş doğrultusunda gizli örgüt kurmaktan yargılandı. 1945’te Askerî Yargıtay’ın mahkûmiyetini bozması üzerine tahliye edildi. 1948’de ABD’ye gönderildi.

 

Milliyetçiliği “lider, teşkilât, doktrin” diye tanımlayan Alpaslan Türkeş, siyasete 1965’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)ne girerek başladı ve 4 ay sonra genel başkanlığına seçildi. 1969 yılında CKMP’nin adını MHP olarak değiştirdi ve Adana milletvekili olarak parlamentoya girdi. 1975’te Demirel başkanlığında kurulan MC (Milliyetçi Cephe) hükümetleri Türkeş’i iktidarla tanıştırdı. 12 Eylül darbesinden sonra bir süre ortadan kaybolan Türkeş, daha sonra teslim oldu. 4 yıl süren MHP davası süresince tutuklu olarak kaldı, 11 yıl 1 ay 10 gün hapis ve 11 yıl genel gözetim cezasına çarptırıldı. Ancak karar Yargıtay’ca bozuldu, daha sonra da dava zamanaşımından düştü.

 

Türkeş’in önce MÇP (Milliyetçi Çalışma Partisi) adını almış olan MHP’si, 1991 seçimlerinde RP ile ittifak yaparak parlamentoya girdi. Bu dönemde MHP kamuoyunda ‘mafya partisi’ diye tanımlandı. Bunun nedeni, MHP’nin İzmir’den milletvekili adayı gösterdiği Ali Rıza Gürbüz ile Cengiz Ünal’ın eroin, silâh kaçakçılığı ve kara para aklamak suçlarından dolayı yakalanmasıydı (Yeni Yüzyıl, 06.04.1997. Türkeş öldü. Siyasetin kurt adamı).

 

Alpaslan Türkeş’in 80 yıllık yaşamöyküsü, bir anlamda Türkiye’nin sağcılaşmasının da özeti sayılabilir.

 

Türkeş, Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra, birçok kurmay subayın ABD’de eğitildiğini anlatıyordu. Kendisi de bu eğitimi alan subaylardandı. MHP Genel Başkanı, bu dönemi anlatırken ABD’nin dış politikalarına dikkati çekmişti. ABD’ye giden Türk subaylar komünizm tehlikesine karşı eğitilmişlerdi. Gerillaya karşı kontrgerilla eğitimi görmüşlerdi.

 

Türkeş, DP’ye karşı hazırlanan cuntaların birçoğunun içinde yer aldı. 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinin önde gelen isimlerindendi, ama kısa süre sonra bu müdahaleyi birlikte gerçekleştirdiği arkadaşlarından kopmuştu. O, parlamenter rejime dönülmesine karşıydı. Askerî yönetimin bir dönem daha devam etmesini istiyordu.

 

Genel başkanı olduğu CKMP’nin adı değiştirildi ve uluslararası Nazi hareketinin kullandığı Milliyetçi Hareket’e dönüştürüldü.

 

Bu dönem, MHP içindeki eski askerlerin komando kamplarını kurdukları dönemdi. Bu kamplarda gençler, askerî eğitim aldılar. Ülkücü gençlerin dövüş ve savaş tekniklerini öğrendikleri yıllar Türkiye’de sol’un da yükselişe geçtiği yıllardı. Sosyalist gençler neredeyse bütün üniversitelerde fikrî ve örgütsel bir hâkimiyet kurmuşlardı. Türkiye’nin dört bir yanı, antiemperyalist eylemlerle çalkalanıyordu.

 

Kamplarda eğitilen komandolar tam bu sırada sahneye çıktılar. Amerikan aleyhtarı gösterileri bastılar, okullarda şiddet içeren saldırılara giriştiler. Devletin ve polisin korumasındaki ülkücü komandolar, sayıca azalmalarına rağmen arkalarındaki destek nedeniyle pervasız ve korkusuz eylemlere giriştiler. Çok sayıda solcu genç öldürüldü veya yaralandı.

 

Bu saldırılara solcu gençler de karşılık verince, Türkiye yaygın deyimle “sağ – sol çatışması” ortamına sürüklendi. Bütün bu eylemlerde komandolar, polisin sürekli desteğini gördüler. 12 Mart 1971 askerî darbesi, sağ – sol çatışmasını bahane ederek gerçekleştirildi. Ülkücüler, bu askerî darbede solcuların yargılandığı duruşmaların tanıkları oldular. Cezaevleri yalnızca solcularla dolduruldu.

 

12 Eylül 1980 askerî darbesi de benzer koşullarda gerçekleştirildi. Yine büyük suikastların arkasında ülkücüler vardı. Susurluk sonrası ortaya çıkan tablodan ve devlet yetkililerinin açıklamalarından anlaşıldığı gibi, bu ülkücü militanları kullanan devletti. Yani 12 Eylül askerî darbesi bilinçli bir iç çatışma zorlamasıyla hazırlanmıştı. Bu hazırlığı da devlet içindeki bazı güçler, ülkücüleri kullanarak gerçekleştirmişlerdi.

 

Türkeş’in hemen Susurluk’un ardından söylediği sözlere geri dönersek, ABD Türkiye’de antikomünist bir yönetim kurmaya ve solun ezilmesine özel bir çaba göstermiş, özel örgütlenmeler kurmuştu. Avrupa’da ortaya çıkan Gladio benzeri örgütlenme Türkiye içinde de kurulmuştu. Türkeş, NATO’da eğitilmiş bir subaydı. Antikomünizmin ve aşırı milliyetçiliğin en uçtaki temsilcisiydi. Son 40 yıllık yaşamı bu çerçeve içinde bir anlam kazanıyordu (Oral Çalışlar. – Türkeş’in tarihsel misyonu, in Cumhuriyet, 07.04.1997).

 

MHP lideri Alpaslan Türkeş’in, Meclis Araştırma Komisyonu kayıtlarında da yer alan 01 Haziran 1990 tarihli mal bildiriminin ayrıntılarına girmemize gerek yok. Ama vurgulanmasının önemli olduğu husus, darbe sırasında hazineye devredilmesinden korkularak kaçırılan MHP’nin birikmiş büyük meblâğlarının ne olduğu sorunudur.

 

Türkeş öldüğünde baş sağlığa gelen kişilerin kimlikleri de konumuz açısından önemli oluyor.

 

Abdi İpekçi’yi öldürmekten yargılanan eski ülkücü Oral Çelik gelip MHP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş ve Genel Sekreter Yardımcısı Akkan Süver ile görüşerek başsağlığı dileğinde bulundu.

 

MHP Genel Merkezi’ne başsağlığı dileğine gelen kişilerin Genel Merkez’de asılı bulunan Türkeş fotoğraf ve tablolarını alıp yanlarında götürdükleri belirtildi. Genel Merkez yetkilileri, önlem olarak Türkeş portrelerinden çoğunu sakladılar.

 

Genel Merkez’e Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Erzurumlu Naim Hoca ve Millî Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü Ahmet Gül ile birlikte geldi. Tuğrul Türkeş’e başsağlığı dileğinde bulunan Mehmet Nuri Yılmaz, Türkeş ölümünü büyük kayıp olduğunu söyledi.

 

Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz’ın Özel Kalem Müdürü Hasan Demirbağ’ın Kur’an okumasından sonra hep birlikte dua edildi.

 

Türkeş için Avrupa’da bulunan Türklerin taziyelerini yazabilmeleri amacıyla internette anı defteri açıldı. “Güle güle başbuğumuz” başlığını taşıyan anı defterinde şu sözlere yer verildi: “Türk tarihinin uzun bir dönemine imzasını atan başbuğumuz 5 Nisan 1997, saat 22:45 sırasında aramızdan ayrıldı. Fikirleri her zaman bizlerle yaşayacak. Onun düşünceleri hep yaşatılacak. Aramızdan ayrılan sadece, yaşatmaya çalıştığı Türk milliyetçilik uğruna yorgun düşen bedeni. O, kaybolan değerlerimizin, örf ve ananelerimizin, Türklüğün anlamının korunmasını, Türklerin farklı ülkelerde de olsa aynı kalpte atmasının savaşını verdi. O, Türklüğü, Müslümanlığı, milliyetçiliği dejenereleştirmeye çalışanlara isyan etti. Leke bulaştırılmaya çalışıldı. Ama o, Türkün yüce tarihinde ışıl ışıl parladı, hep parlayacak. Ülkümüz hep devam edecek. Rahat uyu başbuğumuz. Ardından milyonlarda genç senin yolunda yürüyor. Bütün Türk dünyasının başı sağ olsun” (Yeni Yüzyıl, 06.04.1997).

 

27 Mayıs 1960 sabahı radyolarda gürleyen davudî sesin sahibinin ölümü, birçok önemli konuyu gündeme getirmiş oluyordu. Bunları Atillâ İlhan’ın yorumlarıyla gözden geçiriyoruz: 

 

Alpaslan Türkeş’in, gizli ya da açık bütün siyasî kariyeri boyunca ‘NATO’ya ve CENTO’ya bağlı’ bir politikacı olarak kaldığı bir gerçek. Türkeş’in ölümü, hayli gecikmiş bir özeleştirinin yapılabilmesi için, ikinci önemli fırsat sayılmalı. Birincisi SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşmuş “esir Türkler”in Turancılığa düpedüz omuz silkmesiydi; çoğu kendini Türk diye adlandırmıyor. “Kazak”, “Türkmen”, “Özbek” vb. demeyi tercih ediyordu; o ise “Turancılık” ülkemizde Rusya’daki “esir Türkler”in kurtarılması ve tek bayrak altında birleştirilmesi hayaline dayandırılmıştı. Bu işin evveliyatı çok iyi bildiğimiz gibi, Cumhuriyet öncelerine uzanıyor.

 

Ünlü Fransız yazar André Malraux, aslında Alsace’lı. Babası, anılarında yazdığına göre, I. Dünya Harbi arifesinde (1913’te) İstanbul’da imiş. Alsace o dönemlerde “Alman” olduğuna göre baba Malraux, Alman istihbaratının Enver Paşa nezdindeki “müşavirlerinden” birisi olup, en çok da Orta Asya Türklerini Çarlık Rusya ve Hindistan Müslümanlarını İngiltere aleyhine ayaklandırmakla ilgileniyor. Gazi’nin “lâfını edip, yapamayarak dünyayı kendimize düşman ettiğimizi” söylediği Pantürkizm’in de, Panturanizm’in de “itici gücü”, o yıllarda Kayzer’in Almanya’sı oluyordu.

 

  1. Dünya Harbi öncesi ve sırasında ‘nöbeti’ Hitler Almanya’sı devralmıştı. Harp sonrasında, SSCB Dışişleri Bakanlığı’nın yayımladığı ‘gizli belgeler’, Rusya’daki Türkleri Moskova aleyhine örgütlemek için Mareşal Çakmak namına hareket eden Mürsel (Bakû) Paşa’nın ve mahiyeti belirsiz Doktor Hârun’un Nazi istihbaratı ile ilişkilerini gün gibi ortaya koymuştu; Nazi Dışişleri Bakanı Ribbentrop’un Türkiye’deki dostlara dağıtılmak üzere Ankara’daki Büyükelçi von Papen’e gönderdiği ‘altın markların’ dağıtılış öyküsünü ayrıntılarına girmiyoruz.

 

İnsan, elinde olmadan sormaz mı? Bu nasıl bir “milliyetçi hareket”tir ki, Alman ‘aşırı’ milliyetçiliğinin, Rusya ve İngiltere’ye karşı yayılmacılığının ‘taşeronluğuna’ soyunur? (Atillâ İlhan.  – Ülkücülere “özeleştiri” fırsatı, in Cumhuriyet, 28.05.1997).

 

Çok iyi hatırladığımıza göre, 1974 ilk Kıbrıs Çıkartması’nın ertesinde Türkeş’in Meclis’teki tepkisi “Amerika’ya sordunuz mu?” olmuştu ki ‘büyük milliyetçi’nin, böyle bir hareket için bir yabancı devletten izin alınmasının gereğini vurgulamış olması, işbu ‘milliyetçilik’in gerçek ‘rengini’ ortaya koymuştu (B.O.).

 

.

. .

 

Evet, ezelden olduğu gibi, bugünün Almanya’sı da, gözünü Doğu’ya dikiyor.

 

NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin (AB) Doğuya doğru genişlemesiyle Avrupa’nın ağırlık merkezi de değişiyor. ABD’de yayınlanan Washington Post gazetesine göre bu durum, Almanya’nın stratejik çıkarlarında önemli değişikliklere yol açacak. Alman politikacı ve akademisyenleri, artık gelecekte istikrar ve zenginliğe sadece Fransa ile kurulacak yakın ortaklık aracılığıyla değil, Doğu’ya yönelik yoğun bir diplomatik atak ve yatırımlarla ulaşılabileceğini düşünüyorlar. Siyasî ve ekonomik etkenler de Almanya’nın Doğu’ya yönelme sürecini hızlandırıyor. Almanya Baltık komşularına baktığında işsizliğe ilişkin kaygılar ve siyasî bütünleşmeye yönelik kuşkular görüyor. O ise ki Alman işadamları Doğu ülkelerinde ucuz emek ve gelişen bir pazar görüyorlar. Doğu ülkeleri de, Almanya’nın siyasî liderliğine sıcak bakıyorlar.

 

Başbakan Kohl’un koalisyon hükümetinin Yeni Doğu politikası, muhalefetteki Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve toplumun büyük bir bölümü tarafından da destekleniyor. Deutsche Bank’ın önde gelen ekonomistlerinden Norbert Walter, ABD’nin Kanada ve Meksika’ya doğal bir yakınlık duyduğu gibi, Almanya’nın da Doğu’yla ilgilendiğini belirtiyor (Cumhuriyet, 23.07.1997).

 

Yani işin neresinden bakılırsa bakılsın, küllere gömülü sanılan Drang nach Osten fikri, şu ya da bu şekliyle baş gösteriyor. Almanya’nın bu yeni Doğu’ya yönelik politikası’nın güncel belirtilerinden biri, onun İran’a karşı, Hatemî’nin Cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine ‘yumuşamaya’ başlaması oluyor.

 

Konuya ilişkin bilgi veren Alman kaynakları, İran’ın Batı’dan koptukça Rusya’ya yaklaştığına dikkat çekerek “İran’ın Rusya’dan konvansiyonel silâhların yanında füze gibi kitlesel imha silâhları aldığı duyumları geliyor. Bu durum, Avrupa’yı özellikle Türkiye’yi tehdit ediyor” dediler. Türkiye’nin de Almanya gibi İran ile ilişkilerini düzeltmesi gerektiğine dikkat çeken kaynaklar, “İran ancak bu sayede Rusya’dan uzaklaştırılabilir” ifadesini kullandılar.

 

Türkiye’nin Almanya’nın İran konusundaki çağrısına henüz yanıt vermediği ‘kendi çıkarlarını ön plânda tutan bir karara’ imza atacağı öğrenildi.

 

Konuya ilişkin bilgi veren Türk diplomatik kaynaklar, Türkiye’nin durumunun Almanya ve öbür AB üyesi ülkelerinkinden farklı olduğuna dikkat çekerek “Türkiye’nin İran ile ilişkilerinin düzelmesi için İran’ın teröre verdiği desteği kesmesi ve Türkiye’nin iç işlerine karışmaması gerekir” dediler (Yeni Yüzyıl, 01.06.1997).

 

Yine Cumhuriyet’in bir haberine göre (28.08.1997), Almanya’nın İran ile dört aydır kesik olan ilişkilerini düzeltmek istediği bildirildi. Tahran ile Bonn ilişkileri, bir Alman mahkemesinin geçen Nisan ayında Berlin’deki Mykonos adlı lokantada öldürülen dört İranlı Kürt liderin ölüm emrinin İran’ın üst düzey liderlerinin verdiği yönündeki karar nedeniyle kesintiye uğramıştı.

 

Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel, Neue Ruhr Zeitung gazetesinde yayınlanan bir söyleşisinde “Uzun bir aradan sonra yavaş yavaş İran ile yeniden ilişki kurmak istiyoruz” dedi. Kinkel, İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi’nin bir süredir gergin olan ilişkileri düzeltmek amacıyla Avrupalı meslektaşlarıyla görüşmeye hazır olduğuna ilişkin açıklamasını memnunlukla karşıladığını belirtti. Kinkel, “Uzun bir aradan sonra bu isteği göz ardı edemeyiz. Daha liberal izlenimini veren yeni hükümetle açık bir ilişki kurmalıyız” dedi.

 

Mykonos davasının ardından Yunanistan dışında bütün AB ülkeleri Tahran’daki büyükelçilerini geri çekmişlerdi. Almanya’nın desteklediği ticarî ve siyasî ilişkilerin yanı sıra insan hakları konularının da ele alındığı ‘kritik diyalog’ politikası da AB tarafından askıya alınmıştı. Kinkel kritik diyalogun askıya alınmasının insan hakları konularının gündeme getirilemeyeceği anlamına geldiğini belirtti.

 

Yani, işine geldiği zaman, meselâ Türkiye’nin AB’ye girmesi hususunda Almanya, insan hakları konularını ileri sürüp bunu önlüyor, ticarî çıkarı gerektiğinde de pekâlâ insan hakları konularını gündeme getirmeyebiliyor.

 

Hollanda ve Almanya’da son günlerde meydana gelen Türk yurttaşlarına karşı kundaklama eylemleri, Avrupa’da yükselen ırkçılığın son işaretleri olup Prof. Dr. Nermin Abadan – Unat, Almanya’da ırkçılığın temellerini aşağıdaki gibi yorumluyor (Milliyet, 04.1997, Entellektüel Bakış).

 

1990’dan bu yana Alman toplumu üç belirgin sınıfa ayrılan bir toplum oldu: 

 

  1. a) Yaşam standardı ve değer yargıları açısından kendilerini üstün gören ‘Wessie’ler.

 

  1. b) Fakir akraba – sığıntı rolünü üstlenen ‘Ossie’ler ve

 

  1. c) Emeğine ihtiyaç duyulmakla birlikte kamusal yaşamda göze batan, istenmeyen ‘yabancı’lar. Bu yabancıların büyük çoğunluğunu ise Türkler oluşturmakta.

 

Federal Almanya, bir zamanlar sinema seyircilerine heyecanlı anlar yaşatan ilginç bir karakteri andırıyor: Gündüzleri çevresine yardımcı yasaya saygılı, sevecen bir kişi olan Dr. Jekyll, geceleri korkunç cinayetler işleyen Mr. Hyde’a dönüşmekte.

 

Her vesile ile Türkiye’de demokratikleşme sürecinin yavaşlığından ve insan haklarına olan saygısızlıktan şikâyet eden, Türkleri ‘farklı bir kültüre’ sahip oldukları için uyum göstermeye davet eden ve tüm erdemlerin kendilerinde birleştiğini ileri süren Almanya, Nazi bayrakları ve ırkçı şarkıları ile yabancıların oturduğu mahallelerde terör estiren ‘Dazlaklar’ karşısında edilgen kalıyor.

 

Kamuoyu artık sadece ölümle sonuçlanan olaylardan haberdar olmaktadır. Saldırganlık olağan bir fiil haline gelmiştir. Acaba bu bölünmüş ulusal kişilik, iki Almanya’nın birleşmesinin yarattığı sarsıntının bir ürünü müdür?

 

Alman tarihini inceleyen herkes, yabancı düşmanlığın kökünde yoğun bir Yahudi düşmanlığının yattığını bilir. Luther’den günümüze kadar sayısız düşünür yayınlarında Yahudilerin a) Almanlardan farklı, b) Toplumu sarsan, sömürücü yaratık oldukları ve c) bir an önce bunların temizlenmesinin gerektiği türünden fikirler savunmuşlardır.

 

Alman toplumu 1960’lardan sonra yüksek sayıda yabancı işçi kabul edince, Yahudi düşmanlığı büyük bir kolaylıkla yabancı (esas olarak Türk) düşmanlığına dönüştürüldü. “Irkımızı korumalıyız”, “yeni bir Hitler’e ihtiyacımız var”, “bu yabancıların doğurganlığı korkunç”, “ulusal bir harakiri yapıyoruz” gibi görüşler çoğunlukta olmaktadır. Bugün Alman toplumu iki başlı bir dev görünümünde. Bunlardan biri, işlenen cinayetler ve kundaklamalara karşı direnen sivil toplum örgütlerini kucaklamakta, diğeri ise sayıları 31’i bulan ve içinde 9 bini aşkın, şiddet olaylarına karışmış Dazlak’ı barındıran aşırı sağcı, ırkçı grupları beslemekte.

 

Gerçek bir hukuk devletinde uykuya yatan herkesin ertesi sabah yatağında uyanabileceğinden emin olması gerekir. Bugün Almanya’nın refahına alın teri ile katkıda bulunmuş olan milyonlarca Türk, başını güvenle yastığa koyamıyor.

 

.

. .

 

Gerçekten bugünün Almanya’sında ve hattâ genel olarak Avrupa’nın bazı ülkelerinde ‘Faşizm ruhu’ hortlamış durumda. Nazi Almanya’sının Hitler’den sonraki en güçlü ismi, Rudolf Hess’in onuncu ölüm yıldönümünde Almanya ve Danimarka’da büyük gösteriler düzenlendi.

 

Uluslararası meşhur Nurnberg mahkemesinin suçlu görülerek hapse mahkûm edilenlerin kapatıldıkları ‘Spandau Hapishanesi’nin geriye kalan tek mahkûmu Rudof Hess, 1930’lu yıllarda Nazi Almanya’sının üçüncü adamıydı. 1894 yılında doğan Hess, 25 yaşında iken Nazi Partisi’ne girdi. 1925’te Hitler’in özel sekreterliğine, Nazi Partisi’nin iktidara gelişinden sonra da Hitler’in ikinci halefliğine getirildi. Mayıs 1941 ayında ise nedeni hâlâ anlaşılmayan ‘kaçış’ gerçekleşti. Hess, İskoçya’ya gittiği sırada tutuklandı ve harbin bitimine kadar İngiltere’de kaldı. Uluslararası Nurnberg mahkemesi, aklî durumunun bozulduğunu göz önüne alarak onu ömür boyu hapis cezasına çarptırdı. Hess, yaşamının geri kalan kısmını Spandau Hapishanesi’nde geçirdi. 10 yıl önce de hücresinde kendini astı (Milliyet, 18.08.1997).

 

.

. .

 

“Huylu huyundan vazgeçmez” denir. Bu savın, genelde fıtrî olarak vahşî tabiatlı Cermen ırkı için evleviyetle (a fortiori) doğru olduğunu son olaylar da teyit ediyor.

 

Alman ordusunda, geçen yıl Bosna’ya barış gücü için eğitilen askerlerin ‘tecavüz, işkence ve infaz’ talimi yaptıkları ortaya çıktı. Bavyera’daki Hammelburg Kışlası’ndaki dehşet uyandıran talimin video görüntüleri dün Alman televizyonları ve gazetelerinde yayınlandı.

 

Kimliği meçhul bir kişinin SAT1 adlı özel televizyona gönderdiği video kayıtlarından satın alınan görüntüler skandalın boyutlarını iyice su üstüne çıkarıyor. Görüntülerde Alman asker, elleri bağlı bir esirin ağzına dayadığı tabanca ile infazı gerçekleştiriyor (bunun resmi yayınlandı).

 

İkinci bir sahnede ise, kadın kılığına giren bir askere, öbür gün askerler tarafından tecavüz ediliyor. Kadın kılığındaki asker yere yatırılıyor. Ve bir çadırda tecavüz canlandırılıyor. Çadırda tecavüz gerçekleştirilirken, diğerleri çorba içerek sıra bekliyor.

 

Yine bir başka dehşet görüntüde bir kişi, sırtına bağlanmış dev bir haçı taşıyor. Daha sonra aynı kişi, çarmığa gerilmiş olarak görünüyor. Bir diğerinde, bir esirin başına elma konuyor, elmaya fırlatılan bıçak, sivil Boşnak’ın göğsüne saplanıp onu öldürüyor. Dehşet sahnesinin sayısı çok fazla. Dehşet uyandıran bir diğer canlandırmada, bir asker bir tahta parçasıyla, gırtlağın nasıl parçalanacağını gösteriyor! (Alman ordusunda Bosna vahşeti, Hürriyet 07.07.1997). Aynı günkü Milliyet’te de “Alman ordusunda skandal” adıyla aynı şeyler sergileniyor.

 

 

[1] Barış Doster.  – Gurbetçi, Almanya’da büyüyor.  – in (Cumhuriyet) EKONOMİ 31, 26.05.1997.