Basında Konumuzla İlgili Haberler

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Basında Konumuzla İlgili Haberler

Basında Konumuzla İlgili Haberler

Gün geçmiyor ki Türk – Alman ilişkileriyle ilgili çoğunlukla da Türkiye açısından olumsuz, bir haber çıkmasın. Bu sonuncular toplanıp bunlar özetlendiğinde ortaya kesin bir tablo çıkıyor. Ne AB’nin başını çeken Almanya, ne de Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin AB’ne üyeliğine razı. Bunu, her ikisi de yetkili ağızları açıkça ifade ediyorlar. Okuyoruz bunları, az çok tarih sırasına göre.

 

Alman Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Başkanı ve Bavyera Eyaleti Başbakanı Edmud Stoiber, Türkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle karşı olduklarını söyledi. Stoiber, partisinin Münih kentindeki toplantısında, AB’nin yeni üyeler alarak genişleme sürecinin başladığına dikkati çekerek, genişlemenin, ortak değerler ve tarih içinde birlikte yaşamış ülkelerin sınırları içinde kalması gerektiğini savundu. Stoiber ayrıca, partisinin Türkiye ile ilişkilere büyük önem vermesine rağmen, Türkiye’nin AB içinde yer almasına açıkça karşı çıkma cesaretini gösteren ilk parti olduğunu da kaydetti.

 

Alman Hükümet sözcüsü Bela Anda, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakan Gerhard Schröder (Resim 84) ile Berlin’de yaptığı görüşmenin içeriğinin gizli kalmasını istediğini söyledi. Anda, başkent Berlin’de düzenlediği basın toplantısında, Erdoğan – Schröder görüşmesinde Türkiye’deki Alman vakıf temsilcilerinin yargılanma sürecinin de ele alındığını, ancak gizlilik nedeniyle bu konuda daha başka bilgi veremeyeceğini belirtti (Hürriyet. 21.11.2002).

.

. .

 

Haberler, sadece zıtlaşmaları değil, Almanya ile ülkemizin bazı müşterek yanlarını da deşiyorlar. Örneğin “derin devlet”!… Daha önce görmüş olduğumuz Baader Meinhof üyelerinin (Resim 82), hapishanedeki hücrelerinde intihar etti(rildi)klerini biliyoruz. Ama bu iş, kamuoyunda tamamen kapanmamış, küllenip kalmış. Baader Meinhoff üyelerinin hapiste ölü bulunuşlarının 30. Yılında yeni gerçekler ortaya çıkmış. Hayatta kalanlar söyleşiden söyleşiye koşarlarken ölenlerin ardından intihar raporu veren yetkili kişinin eski bir Nazi subayı olduğu anlaşılıyor (Cumhuriyet – Dergi, 870, 24.11.2002).

.

. .

 

Aynı gün (24.11.2002) Cumhuriyet’te Prof. Dr. Suat Çağlayan, “AKP’nin AB’ciliğinin gerçek yüzü”nü yazıyor. Özetle şöyle diyor Çağlayan: “Şimdi ülkemizde lâiklikten sıkıntı duyanlar AB’nin lâiklik konusundaki duyarsızlığından yararlanmak istemektedirler. Kendi lâiklik karşıtlarını AB’nin ‘özgürlükler’ söylem ve eylemiyle örtüştürmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda şansları hiç de az değildir. Başta Almanya olmak üzere kimi AB ülkelerinin Türkiye’deki lâik rejimi değiştirmek isteyenlere ne kadar hoşgörülü davrandıklarını görünce karamsar olmamak elde değil”.

 

Yazının sonunu şöyle getiriyor Çağlayan: “AKP, AB’nin Türkiye’yi üye yapmak konusundaki isteksizliğini çok iyi bilmektedir. Onlar Verheugen’in, Giscard d’Estaing’in ne demek istediğini çok iyi anlamaktadırlar. Ama ona hedefleri AB’nin lâiklik yorumunu kullanıp özgürlükleri genişletmek söylemiyle Türkiye’ye özgü lâiklik uygulamasını değiştirmek olduğundan onlar için durum fark etmemektedir”.

 

Çağlayan böylece, adamların bizi AB’ye almama kesin kararları ayan beyan ortada iken AKP’nin bunda ısrarının nedenini çok açık şekilde izah ediyor.

.

. .

 

Alman basınında dün (29.11.2002) Türkiye’nin AB üyeliğinin, birliğe çok pahalıya patlayacağı yönünde haberler yer alırken, AB Komisyonu bu haberleri yalanladı. Die Welt gazetesi haberinde “bazı tahminlere göre” Türkiye’nin AB’den her yıl 38 milyar Euro’ya kadar para alabileceği, yükün AB harcamalarının dörtte birini karşılayan Almanya’ya düşeceğini yazdı. Frankfurter Allgemeine de “Türkiye’nin getireceği ekonomik zararı konuşma zamanı geldi” yorumunu yaptı… (Radikal 30.11.2002).

 

.

. .

 

Murat Belge’nin Radikal, 30.11.2002’deki “Ulus-devlet süreci[1] adlı yazısı, Almanya’yı tanımlamak hususunda önemli olduğundan hoşgörünüze sığınarak tümüyle derç ettik:

 

“Alman ulus – devleti yedi yıllık bir süreyi kaplayan başarılı bir savaş döneminin arkasından kuruldu. Önce küçük Danimarka’yı bastırıp Schleswig’e el koyan Prusya (1864). Bunun da ardından, Fransa’yı kısa zamanda tam bir hezimete uğrattı. 1871’de Ruhr, Bavaria, Baden ve öteki birçok bölgeyle Almanya’nın kurulması bu zaferleri izledi. ‘Almanya’nın birleşmesi’, Alman burjuvazisinin sloganıydı. Ama birliği ne onların sermayesi ne de Goethe’nin şiirleri kurabildi. Kurucu güç, Prusya’nın Junker’leri (toprak sahibi ve subay) ve onların ileri teknolojideki silâhlarıydı. Kuran güç, kurulan topluma ideolojik damgasını vurdu. Bu süreci anlatan Norbert Elias, zamanın basınında çıkmış bir ölüm yazısını örnek gösterir. Tanınmış bir edebiyat profesörü ölmüş, bir gazete de bunun için bir yazı (‘obituary’) yayımlamıştır. Belli ki profesörün övgüye değer birçok özelliği vardır – ‘bir Arî güneşi gibi’ parlaması, sözgelişi. Ama bunların başında belirtilen özelliği, onu gören herhangi birinin onu mutlaka bir subay sanacağıdır. Bir toplumda, bir insanı övmek için profesör olması yeterli bulunmuyor, bir de subaya benzetilmesi gerekiyorsa, o toplumda ‘militarist’ değerler epey sağlam yer bulmuş demektir. Şüphesiz Prusya ve onun kurucusu olduğu II. Reich devletinde, askerliğin en üst değer olduğunu bize gösterecek tek kanıt bu yazı değil. Almanya’da bugün bile bir ölçüde devam eden topuk tokuşturmalı selâmlar, duruşlar, favori – bıyık bileşimleri bu eski Prusya günlerinin esintilerini taşır. Ama birleşme sonrası Almanya’sının özellikle bir kurumu, bu bakımdan, bayağı düşündürücüdür. Bu, üniversitelerde kurulan ‘düello’ dernekleridir. Bu tür kulüpler, erkek üniversite öğrencilerinin (büyük çoğunluğu yatılı) başlıca ‘sosyalleşme’ kanalıydı. Bunlardan birine üye olmak, üye olan kişiye prestij sağlıyordu. Dolayısıyla öğrenci hayatında önemli bir yeri vardı. Ama bu ‘sosyalleşme’, düello zorunluluğu nedeniyle, ‘militarize’ bir kültürle iç içe var oluyordu. Junker toplumunda düello zaten vardı. Öteki Avrupa toplumlarında çoktan unutulmaya yüz tutmuş, epey barbar bir âdet olarak bilinirken, Almanya’da hâlâ birçok soylu hayatını ‘er meydanı’nda kaybediyordu. Üniversitelerdeki kulüplerde can kaybını önleyen tedbirler alınıyordu (bedeni koruyan zırhlar); ama bundan ötürü, rakibin yüzünde yara açmak önem kazanmıştı. Galibiyeti bu belli ediyor, ama yüzünde kılıç yarası taşımak da taşıyan için bir şeref sayılıyordu. Böylece genç Alman inteligentsiası, üniversiteden, ulusu için yararlı olacak bilgilerle donanmış olarak çıkarken, bir yandan da kılıç kullanmanın ustalığını ediniyordu. Bu işi gerekli ustalık, coşku veya istekle yapmamak, kulüpten geçici veya sürekli ihraç nedeni olabiliyordu. Bu ise son derece onur kırıcı bir durumdu. Düello öğrencilerin boş vakitlerinin önemli bir kısmını alsa da, tek etkinlik biçimi olamazdı elbette. Ama geri kalan zamanı doldurmanın yolları da maço Prusya kültürünün egemenliği altındaydı. Başta gelen etkinliklerden biri, ayrıca baş eğlence biçimi olan, bira içme partileriydi. Ama bu eğlence biçiminde de, ‘paramiliter’ disiplin her bakımdan belirleyiciydi. Alt sınıflardaki öğrenciler, bu ‘sosyalleşme’ platformunda tutunabilmek için, üst sınıflardakilerin dediklerini yapmak ve kendilerini onlara beğendirmek, kabul ettirmek zorundaydılar. Tabii bu içki partileri hemen ve kolayca dayanıklılık sınavlarına dönüştürülüyordu. Gençler, üstlerinin her komutuyla birayı dikmekle yükümlüydüler. Bundan kaçınmak ya da sarhoş olup kabul görmeyecek bir davranışta bulunmak, gene o öğrenci için onur kırıcı sonuçlara yol açabilirdi. Böyle hazırlandılar ve böyle gittiler – önce Birinci Dünya Savaşı’na, sonra da İkinci Dünya Savaşı’na. Sistem etkili oldu, kendi değer sistemi açısından iyi sonuç verdi. Yani, savaşı kazandırmaya yetmedi, ama sistemin başarısı sayesinde milyonlarca Alman disiplini hiç bozmadan öldürdü ve öldü.”

 

  1. İmparatorluk asilzadesi Valerie Giscard d’Estaing, Cumhurbaşkanı olduğunda, en çok Helmut Schmidt’le “paralel” politikalara yatacaktır.

 

Schmidt, kitabında şunları yazıyordu: “… Türkiye’yi AB’ye almak, Avrupa’nın birleşmesi projesini ölümcül bir biçimde tehlikeye atar… Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği, düşüncesizce verilmiş bu sözün yol açacağı yanlış karar, mümkün olabilecek en kısa sürede gözden geçirilmeli…”

 

D’Estaing de, buna koşut olarak “Türkiye’nin AB’ye alınması, AB’nin sonu olur” demiyor mu? Mamafih, bu ahbap çavuşların, öteki Avrupa “politika esnafı”ndan çok daha dürüst davranıyorlar, şöyle ki d’Estaing: 

 

“… Avrupa Konseyi üyelerinin çoğunluğu, aralarında konuştukları zaman, Türklerin Avrupa Birliği’ne alınmasına karşı olduklarını saklamıyorlar; buna rağmen, bu gerçeği Türklere açıkça söylememişler, hep üstü kapalı ve kaçamak konuşmuşlardır…” diyor.

 

Benzer itiraz ve gerekçeleri, Helmut Schmidt de ileri sürüyor. Biri sosyal demokrat, öteki liberal geçinse de, alt tarafı, ikisi de Hristiyan!…

 

Nitekim Papa II. Jean – Paul, hazırlıkları devam eden yeni Avrupa Birliği Anayasası konusunda, Avrupa’nın tarihten gelen dinî mirasına yine gönderme yaparak “… yapılmakta olan ‘ortak’ yeni Avrupa Evi’nin temelleri atılırken, ümit etmek isterim ki, İtalya’nın da himmetiyle, onun ihtişamını gerçekleştirmiş olan o şahane, sivil, kültürel ve dinî mirasının çimentosunu, katmayı da unutmazlar…” demiş (Le Monde, 15.11.2002. Zikreden Atillâ İlhan.  – Al birinden, vur birine!, in Cumhuriyet, 04.12.2002).

 

.

. .

 

Eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in hazırladığı iddianamedeki “casusluk” suçlaması kanımızca yanlış olup daha başta kolaylıkla çürütülmeye mahkûmdu. Üstüne yüklenilmesi gerektiği asıl konu, bizce, Alman vakıflarının “oyunları” idi. Gördüğümüz kadarıyla yakın dostu Hablemitoğlu’nun bu “oyunlar” babında anlattıkları Yüksel’i fazlaca heyecanlandırmış, onu bir “aşırılık”a sevk etmişti. İşin içinde, resmiyette tutmayacak “hissî” mülâhaza vardı. Bu itibarla, casuslukla suçlanan çevrecilerin yargılanma safahatının ayrıntıları üzerinde durmuyoruz.

 

Öte yandan, Ovacık’ta altın istihraç eden Normandy Madencilik A.Ş.’nin 16.12.2002 günü Radikal ve Cumhuriyet gazetelerinde yayınlanan bir bildirisi ilginç oluyor: “Avrupa Birliği’nin Çevre ve İnsan Sağlığı Standartlarının da üstündeyiz. Tüm Avrupa altın madenlerinde olduğu gibi Ovacık’ta da, Avrupa Birliği’nin en katı kuralları uygulanmaktadır. Türkiye Madenciler Derneği’nin uluslararası bağımsız uzman bir kuruluşa Eylül 2002’de hazırlattığı rapor, Ovacık’ın çevre ve insan sağlığı konularında AB standartlarını da aştığını saptamıştır”.

 

.

. .

 

Her ne kadar Nuh Mete Yüksel’in giderayak açtığı davanın tutmayacağı inancında idiysek de mahkeme safahatı arasında bazı tanıkların ifadeleri, bizim kendi konumuz babında çok önemli oluyor.

 

24.12.2002 tarihli Cumhuriyet’in bir haberinde, siyanür yöntemiyle altın madenciliğine karşı çıkan Bergama köylülerinin, Bergama Ağır Ceza Mahkemesi’nde “talimatta” alınan ifadelerinde “Maden karşıtları maaş verdi” iddiası ortaya atılmış.

 

İfadelerine başvurulan tanık Bekir Adalı, hiçbir eyleme katılmadığını söyledi. Adalı, “eylemlere katılanların, para karşılığında bunu yaptıkları yolunda duyumum söz konusudur” dedi.

 

Levent Akçit de yapılan eylemlere katılmadığını, altın çıkarılmasına karşı çıkan köylülerin sözcüsü Oktay Konyar’ın 2001’de eylemlere katılması karşılığında “iş vadinde” bulunduğunu ve kabul ettiğini iddia etti. Akçit şunları söyledi: “2 ay süreyle 190 milyon lira maaş aldım. Maaşımın Ziraat Bankası İzmir Çamdibi Şubesi’nden Özcan Durmaz tarafından gönderildiğini sonradan öğrendim. Ancak bundan sonra Oktar Konyar parayı geri istedi, ben de verdim”!…

 

.

. .

 

Irak hükümetinin BM’ye sunduğu silâh dökümü raporuna göre Saddam’a en çok silâhı Almanların sattığı ortaya çıktı. Saddam’ı silâhlandıran 207 firmanın 86’sının Alman, 24’ünün Amerikan firması olduğu belirlendi. Listenin Almanya’yı siyasî olarak zor duruma sokacağı, ABD’nin listeyi Irak operasyonuna katılması için Almanya’ya baskı aracı olarak kullanacağı öne sürüldü. Alman gazetesi Tageszeitung (TAZ), 86 Alman firmasının 1975’ten beri Irak’ta nükleer, kimyasal ve biyolojik kitle imha silâhlarının üretiminde işbirliği yaptığını ve Saddam’la gizli silâh ticaretinin bazı alanlarda 2001 yılı sonuna kadar sürdürdüğünü yazdı (Hürriyet, 18.12.2002).

 

Bu aynı Almanya, müteakip yılda, Fransa ile işbirliği yaparak, Irak operasyonuna katılmayı reddedecekti.

 

.

. .

 

Ve Hablemitoğlu öldürüldü (Radikal, 19.12.2002).

 

“Hablemitoğlu öldürüldü. Alman vakıfları ve Fethullah Gülen cemaati aleyhine yaptığı açıklamalarla dikkat çeken Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu evinin önünde saldırıya uğradı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan 46 yaşındaki Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, dün akşam Çankaya’daki evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Olaya Hablemitoğlu’nun Alman vakıflarıyla ilgili kitabına dayanarak casusluk suçlamasıyla dava açan ve özel yaşamındaki skandal nedeniyle DGM’den uzaklaştırılan Ankara Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel el koydu. Yüksel, olay yerinde incelemelerde bulunurken ‘Vatan çok büyük bir evlâdını kaybetmiştir’ dedi. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri ve özellikle Bergama’da siyanürle altın aranmasına yönelik hareketleri bu vakıfların desteklediği iddiasını içeren araştırmalarıyla tanınan Hablemitoğlu, bu iddialarını ‘Bergama Dosyası’ adlı bir kitapta toplamıştı. Yüksel de DGM savcısı olduğu dönemde Hablemitoğlu’nun katıldığı ‘Ceviz Kabuğu’ adlı programdaki açıklamaları ve kitabını dayanak yaparak Alman vakıfları hakkında casusluk suçlamasıyla dava açmıştı. Hablemitoğlu ayrıca, Nur Cemaati liderlerinden Fethullah Gülen aleyhtarı makaleler yazdığı için bu cemaatin de tepkisini çekmişti. Hablemitoğlu, Fethullah Gülen’in hakkında, Savcı Yüksel’in ‘Devleti bölmek amacıyla çete oluşturmak’ suçlamasıyla açtığı davaya da müdahil olmuştu. Hablemitoğlu, Alman vakıfları ile ilgili olarak kamuoyunda dikkat çeken şu iddialarda bulunmuştu: ‘Türkiye’ye, Atatürk İlke ve Devrimleriyle Cumhuriyet’in tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan bir avuç Alman istihbaratçısı’ Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsüyle çalışmakta ve Türkiye’deki sivil toplum örgütleri olgusunu çok iyi kullanmaktadır ”.

 

.

. .

 

Ve yine Radikal (20.12.2002)’de okuyoruz.

 

“48 yaşındaki Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu, adını İslâmcı örgütler, özellikle Fethullah Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesi ve casuslukla suçladığı Alman vakıfları üzerine çalışmalarıyla duyurdu. 1977’de Ankara SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştı. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde doktora yaptı. Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitlikler konusunda alan çalışmaları yürüttü. Evli ve iki kız çocuğu bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu Gülen cemaatinin devletteki örgütlenmesi üzerine 10 yıldır çalışıyordu. Bu cemaatin CIA’yle ilişkisini öne sürdüğü ‘Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu’ DGM’de kanıt olarak kullanıldı. Hablemitoğlu’nun gündem yapan çıkışı ise Bergama çalışması oldu. AB karşıtı görüşleriyle de tanınırken, Öğretim Üyeleri Derneği’nde ikinci başkanlık yaptı. Son çalışması ise önsözünü de hazırladığı, Emniyet içindeki lâiklik karşıtı örgütlenmeyi konu aldığı ‘Köstebek’ adlı kitaptı. Doç. Dr. Hablemitoğlu’nun ölümü, hazırladığı rapor ve kitapların kaynaklık ettiği Alman vakıflarıyla ilgili ‘casusluk’ davasını daha önemli hale getirdi. Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama köylülerinin temsilci ve avukatlarının sanığı olduğu ve Türkiye ile Almanya arasında diplomatik krize neden olan davaya önümüzdeki hafta Ankara DGM’de başlanacak. Eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, iddianamesinde, Alman vakıflarını Türkiye’nin bütünlüğü aleyhine, etnik ve dinsel ayrılıkları derinleştirip ulus devleti zayıflatmak amacıyla yerli partnerleriyle birlikte casusluk faaliyeti yürütmekle suçlarken Hablemitoğlu’nun görüşlerini dayanak göstermişti. Hablemitoğlu’nun Gülen cemaatinin CIA’yle ilişkili olduğunu öne sürdüğü raporunun ek kanıt olarak kullanıldığı DGM’deki davada, suikast ile ayrı bir önem kazandı. Gülen hakkında, lâik anayasal düzeni yıkarak yerine dini esaslara dayalı devlet kurma amacına yönelik yasadışı örgüt kurma suçlamasıyla 10 yıl hapis cezası istenen davayı da DGM’deki görevinden alınan savcı Yüksel açmıştı. Yüksel, Hablemitoğlu’nun Gülen cemaatiyle ilgili raporunu da hazırladığı iddianamede kanıt olarak kullanmıştı.”

 

 

Dr. Necip Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama dosyası” adlı son kitabını yayınlayan Otopsi Yayınevi yetkililerinin de tehdit aldığı iddia edildi. CNR’de devam eden İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’ndaki Otopsi Yayınevi standında 2 gündür hiçbir görevli bulunmuyor. Yayınevinin yetkililerine ulaşamadıklarını söyleyen Fuar Direktörü Gülek Dağlar, “Tehdit aldıklarını biliyoruz” dedi (Hürriyet, 21.12.2002).

 

.

. .

 

Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye’de yasal olmayan çalışmalar yaptığını, etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini öne sürüyordu. Söz konusu vakıfların gelir kaynaklarının yüzde 90’ından fazlasının Alman devleti tarafından karşılandığını savundu. Hablemitoğlu, “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” isimli kitabında şöyle ifade etmişti: “Yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren, şeriatçı yapılanmalardan, çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasî partilere uzanan çizgide, Türkiye’ye, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in tüm değerlerine karşı olan, ulus – devletlerin tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan alta oyan bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye’de sivil toplum örgütlerini çok iyi kullanmaktadır”.

 

Hablemitoğlu, Bergama’da da altın madeni karşıtlarının Alman vakıfları tarafından finanse edildiklerini ileri sürmüştü. Türkiye’nin her yıl Almanya’dan 2 milyar dolarlık altın ithal ettiğini söyleyen Hablemitoğlu, “Eğer Türkiye kendi altınını üretirse bu ithalâtı yapmayacağı için Türkiye’de altın çıkarılmasını istemiyor. Bu yüzden maden karşıtlarını örgütleyip finanse ediyor” görüşlerine yer veriyordu.

 

Siyasal İslâm ve İslâmcı terör örgütlerinin Türkiye’deki yapılanmalarına ilişkin araştırmalarıyla tanınan Hablemitoğlu, Fethullah Gülen Davası’nda müdahil tanıklık yapmıştı. Özellikle şeriatçı kesimlerin hedefi olan Hablemitoğlu, Emniyet’teki “Fethullah Gülen yanlısı yapılanmaya” ilişkin bir kitap hazırladı. Ancak hiçbir yayınevinin bu kitabı basmaya yanaşmadığı öğrenildi. Hablemitoğlu, cemaat ve şeriatçı vakıflar, İslâmcı terör örgütlerinin Türkiye’deki bağlantıları ve yapılanmalarına ilişkin çalışmalarıyla tanınıyor.

 

Şeriatçı kesimin hedefi olduğu belirtilen Hablemitoğlu, Alman vakıfları üzerine de çalışmalar yapmıştı. Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ile ilgili araştırmaları Nuh Mete Yüksel tarafından açılan davaya da dayanak olmuştu.

 

Hablemitoğlu’nun Fettullahçılar üzerine hazırladığı rapor, Fettullah Gülen’in (gıyaben) yargılandığı Ankara 2 No’lu DGM’ne dönemin DGM savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından “ek delil” olarak sunulmuştu. Yüksel, DGM’ne sunduğu ek delillerde, Gülen’in CIA ile bağlantısı olduğunu ve Gülen’in ABD’de FBI çiftliğinde yaşadığını iddia etmişti. Yüksel’in bu iddiaları, 10 yıldır Gülen Cemaati üzerine araştırmalar yapan Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hablemitoğlu tarafından hazırlanan “Etki ajanları, nüfuz casusları ve Fethullaçılar” konulu rapora dayandırılmıştı (Cumhuriyet, 19.12.2002).

 

.

. .

 

Hablemitoğlu’nun yayımlatamadığı kitabında bazı önemli ipuçları bulunuyor (Cumhuriyet, 20.12.2002):

 

“Dr. Necip Hablemitoğlu, son dönemde başına geleceklere ilişkin tahminlerini ve şeriatçı yapılanmaya karşı uyarı ve önerilerini, ‘Köstebek: Fethullahçı İstihbaratçılar Dosyası’ adlı çalışmasında ayrıntılarıyla anlatıyor Hablemitoğlu, öldürülmeden 3 ay önce yazımını tamamladığı, bastırmak için yayınevi bulamadığı son kitabı ‘Köstebek: Fethullahçı İstihbaratçılar Dosyası’ adlı kitabında Fethullah Gülen’in ABD’de bulunması nedeniyle Türkiye’deki yandaşlarının görüş ayrılıklarına düştüğünü, istihbarat birimlerinde yuvalananların terörden yana tavır alma eğiliminde olduklarına vurgu yaptı. Gülen grubunun kendilerini gizlemede ve ‘önce ve öncelikle tedbir ve temkin’ ilkesinin ‘şahin’ kanadın baskısıyla terk edildiğine dikkat çeken Hablemitoğlu, şu değerlendirmeyi yaptı: ‘Son gelişmeler, – gözden ırak – Fethullah Gülen’in zoraki ayrılık nedeniyle cemaat üzerindeki kontrol gücünü iyice yitirdiğini, iplerin ise devlet içine sızmış devlet ve rejim düşmanı kamu görevlilerinin eline geçtiğini ortaya koyuyor. Fethullahçıların ABD’nin yanı sıra başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerindeki istihbarat servisleriyle ilişkileri, etkinlikleri ve örgütlenme faaliyetlerini içeren bir kitap çalışması halen devam ediyor. Müritlerinin mülkiye, adliye, maarifte örgütlenmelerini, ancak vakti gelmeden ortaya çıkmamalarını emreden Gülen’in, son gelişmelerden haberi olmadığı öne sürülüyor.’ İstihbarat kurumlarındaki Gülen yandaşı örgütlenmeyi kanıtlarıyla ortaya koyan Hablemitoğlu, bu kurumun TSK tarafından yeniden örgütlenmesi gerektiğini savunuyor. Hablemitoğlu şu görüşü dile getiriyor: ‘TSK’nin Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT üzerinde koordinasyonu sağlaması, iç politikaya karışması anlamına gelmemektedir. Asıl, politikacıların, şeyhlerin ve politikacı bağlantılı mafya babalarının ellerini bu iki kurumdan çekmesi gerekmektedir.’ Gülen’in TSK’ye karşı ‘silâhlı ve yasal bir güce sahip olmak’ için resmi belgeler üzerinden istihbarat birimleri arasındaki çekişmeleri ortaya koyan Hablemitoğlu, MİT ve Jandarma Genel Komutanlığı raporlarına karşın emniyet bültenlerinde Gülen’in korunduğuna işaret etti. Polis akademisinde ve diğer kurumlarda Fethullahçı kadrolaşmayı resmî belgelerle açığa çıkaran Hablemitoğlu’nun değerlendirmesi şöyle: ‘Devlet güvenliğinin zaafa uğraması pahasına basit çıkar hesaplarına ya da makamından olma – düşman kazanma korkusuna dayalı ilgisizlik sorumsuzluk, vurdumduymazlık, fırsatçılık, yandaşlık ve işbirlikçilik gibi tüm olumsuzlukların oluşturduğu bataklık zemin, devletin stratejik kurum ve kuruluşlar içindeki Fettullahçı fidanların(!) âdeta ormana dönüşmesine yol açmıştır. Elinizdeki bu çalışmayı sürdürdüğüm son bir yılı aşkın süre içinde karşılaştığım sıra dışı olaylar, Fettullahçı tehlikenin sadece emniyet içindeki boyutunu ortaya çıkmakta ne denli geciktiğimizin işaretini gördüm.’ Kitapla ilgili çalışma sırasında internet aracılığıyla elektronik postalarının kopyalandığını, her hareketinin izlendiğini anlatan Hablemitoğlu neden koruma istemediğini ise şöyle anlatıyor: ‘Telefon, e-posta ya da posta kutusuna not yoluyla gerçekleştirilen tehditlerin sayısında da bir önceki yıla göre önemli artış gözlemledim. Tehditlerle ilgili olarak valilikten koruma isteminde bulunmayı ise anlaşılır nedenlerden dolayı hiç düşünmedim. Fettullahçı istihbaratçıların telefon dinleme yoluyla elde ettikleri ses kayıtlarını analiz – ayıklama eğitimi almadıkları ya da yemlenme riskini dikkate almadan aceleci davrandıkları, verdikleri anlık tepkilerden ortaya çıktı ’. ”

 

Hablemitoğlu, öldürülmeden önce yayımlayamadığı kitabında MİT’i de eleştirmiş, onu, Fethullahçı yapıyı çözememiş olmakla suçlamıştı (Cumhuriyet, 21.12.2002). Bu suçlamaların ayrıntılarına girmiyoruz. Ama bunların hepsi bu katil vakasında kimin, Almanya ve/veya Fethullahçıların ve/veya MİT’in “Derin Devlet” methaldar oldukları sorusunu beyinlere işliyor. Konuyu daha sonra açacağız.

 

Her şey bir yana, Hablemitoğlu’nun yayımlanmış ve yayımlanamamış çalışmaları büyük yankı getirmiş, bunlarla (kanımızca yanlış iddialarla açılan) Alman vakıfları davası açılmıştı. Bu dava, foyası meydana çıkmış suçlunun hırçınlığı içinde Almanya’yı yerinden oynatmıştı. Türkiye’ye gözdağı veriliyordu.

 

Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları hakkında casusluk iddiasıyla açılan davanın, Türkiye’nin AB arzusuna zarar verebileceğini öne sürdü. Welt am Sontag gazetesine yaptığı açıklamada “Türk hükümetine ve Türk adaletine bu durumu yeniden gözden geçirmeleri konusunda çağrıda bulunuyorum. Almanya olarak biz bu işi ciddiye alıyoruz. Hem de çok ciddiye” dedi. Davayı “kötü ve düşündürücü bir olay” olarak niteleyen Schily, Ocak ayı içinde Türkiye’ye gideceğini belirterek “Bu işin bizim için ne kadar ciddî olduğunu Ankara’da yapacağım görüşmelerde ciddî bir şekilde dile getireceğim. Bu dava, Türkiye’nin Avrupa yolunda ilerlemesinde önemli bir engel teşkil edebilir” dedi (Cumhuriyet, 29.12.2002).

 

Schily, Türkiye’yi ağzıyla kuş tutsa AB’ne sokmayacak, ama Prof. Çağlayan’ın AKP yöneticilerinin bundaki ısrarlarını tahlil ederek bu sonuncuların ortaya çıkardığı ereklerini Almanya sanki bilmiyor mu?… Biliyor ve tehdit edip duruyor…

 

.

. .

 

Almanya’dan Patriot gelmeyecek. Yeni dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeleri arasına katılan Almanya’nın olası Irak savaşına muhalefetini burada da sürdüreceği ve bir oylama durumunda olumsuz oy kullanacağı belirginleşiyor. Der Spiegel Dergisi, Almanya’nın savaşa kesinkes onay vermeyeceğini öne sürdü. Savunma Bakanı Peter Struck ise savaş için ikinci BM kararı gerektiğini, ancak Almanya’nın onay vereceğini sanmadığını söyledi. Bu haberlere göre Almanya hükümeti ABD’nin NATO müttefiklerinden talepleri doğrultusunda Türkiye’ye göndermesi gereken Patriot tipi hava savunma füzesi vermeyi reddediyor. Ancak Struck olası Irak savaşında, içinde Alman askerlerinin de görev yaptığı AWACS tipi erken uyarı uçaklarının, Türkiye’nin savunması için önemli bölgelerde görev yapacağını söyledi. Berlin’in, ABD’nin Türkiye’ye Patriot verilmesi isteğini reddettiğini yazan Der Spiegel, kararı Başbakan Gerhard Schröder, Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ve Struck’un birlikte aldığını belirtti. Hükümet sözcüsü ise Almanya’nın Türkiye’ye Patriot verip vermemesiyle ilgili yorum yapmayıp NATO görüşmelerinin gizli olduğunu belirtti.”

 

Türklere beş paralık faydası olmayan SPD, son eyalet seçimlerinden yenik çıkıyor. Başbakan Gerhard Schröder (Resim 84), kendi kalesi olan Niedersachsen’de tam bir bozguna uğruyor. Bunun sebeplerini ayrıntılarıyla tahlil etmiş olan Oral Çalışlar’ın bu makalesini aynen veriyoruz:

 

Almanya’da Sosyal Demokratların yenilgisi… Almanya’nın iki eyaletinde pazar günü yerel seçimler yapıldı. Seçim yapılan bölgelerden birisi, Almanya Başbakanı Gerard Schröder’in daha önce eyalet başbakanlığı yaptığı, kendi eyaleti Niedersachsen’dı. Niedersachsen’da Sosyal Demokrat Parti (SPD) tam anlamıyla bozguna uğradı. Başbakan Schröder’in partisi daha önce yüzde 14,5’ini yitirerek ancak yüzde 33,4 oy alabildi. Muhalefetteki Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) ise oylarını yüzde 12.4 arttırarak yüzde 48.3 oy aldı. Bu sonuçlardan sonra Niedersachsen eyaletindeki SPD – Yeşiller iktidarı yıkılmış oldu. Hessen’de seçimlerden önce de Hristiyan Demokratlarla, Liberallerin (FDP) koalisyon iktidarı vardı. Bu seçimlere birlikte giren CDU, oyların yüzde 48,8’ini aldı ve Hessen Parlamentosu’nda tek başına iktidara gelecek çoğunluğu elde etti. Savaş tamtamlarının yükseldiği bir dönemde savaşa karşı kesin tutum alan Almanya Başbakanı Gerard Schröder’in uğradığı bu ağır yenilgi, bakalım Almanya’nın tutumunu nasıl etkileyecek? Bu seçimden zaferle çıkan Hristiyan Demokratlar, ABD ile birlikte hareket etmek gerektiğini savundular, Schröder’in savaş aleyhtarı tutumunun Almanya’ya zarar verdiğini söylediler. Aslında, savaş tehditleri gündemde olmasaydı, geçen yılın eylül ayında yapılan genel seçimlerde Sosyal Demokratların seçimi kazanmaları pek mümkün değildi. Bu pazar yapılan yerel seçimler öncesinde de Schröder, savaş konusunu önemli bir propaganda malzemesi olarak kullandı. Savaş aleyhtarı propagandanın bu kez Schröder’i kurtarmaya yetmediği görüldü. Almanya ciddî ekonomik sorunlarla boğuşuyor. AB’ye katılım döneminden bu yana Alman ekonomisi sarsıntı geçiriyor. Fransa ve birçok Avrupa ülkesi kendi paralarından AB parası olan Euro’ya geçerken 6 aylık bir fiyat kontrol sistemi uyguladılar. Fiyatların keyfî bir şekilde belirlenmesine izin vermediler. Almanya, sivil toplum örgütlerinin, tüketici örgütlerinin gücüne güvenerek marktan Euro’ya geçişi serbest bıraktı. İşte bu serbest dönüş Almanlara pahalıya mal oldu. Birçok ürün neredeyse geçmişe göre iki misli fiyatla satılmaya başladı. İki Alman Markı bir Euro’ya eşitti. Bu nedenle daha önce örneğin 3 bin mark alan bir yurttaş, bu düzenlemeden sonra 1500 Euro almaya başladı. Fakat daha önce 10 marka aldığı herhangi bir ürün 5 Euro’ya düşmek yerine 7-8 Euro’ya satıldı. Bir anda alım gücü düştü. Bunu gören Almanlar harcamalarını kıstılar. Bu çekingenlik ve alım gücünün düşmesi, zaten zor durumda olan Alman ekonomisini daha da zora soktu. Birçok işyeri, kapanmaya yüz tuttu. Almanya Başbakanı Schröder, Eylüldeki Genel Seçimlerde yurttaşlarına işsizliği azaltacağı, pahalılığı düşüreceği sözünü vermişti. Dört ay içinde Almanya’da işsizlik azalmak bir yana, tam tersine arttı. Eylül ayında seçimler öncesinde Almanya’daki işsiz sayısı 4 milyonun altında idi. Aradan geçen sürede bu rakam resmi kayıtlarda 4 milyon 300 bin gözüküyor. Ancak gerçek rakamın 5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Schröder’e kızgınlığın bir başka önemli nedeni ise vergileri azaltacağı sözüne rağmen tam tersine arttırması oldu. Seçimlerin ilginç ve dikkat çekici yönlerinden birisi de katılım oranının iyice düşmesiydi. Hessen’de daha önce yüzde 67 olan katılım oranı bu kez yüzde 64.4e düşmüştü. Aynı şekilde Niedersachsen’da da yüzde üç civarında bir katılım azalması sonucu yurttaşların yüzde 67’si sandığa gitti. Irak savaşı gürültüleri arasında, bu savaşın en önemli karşıtlarından birisi olan Alman Sosyal Demokratlarını, bu seçim sonuçlarıyla birlikte büyük bir bunalım bekliyor. Bu seçimler eyalet seçimleri olduğu için hükümetin merkezi çoğunluğunu değiştirmedi. Bu nedenle meclisteki çoğunluk açısından şu anda bir sorun yok. Fakat Sosyal Demokratların her iki eyalette de yüzde 10’un üzerinde oy kaybetmesi, ciddî bir toplumsal tepkiyi gözler önüne seriyor. Ekonomik sıkıntı SDP’nin ülke çapındaki desteğinin yok olduğunu gösteriyor. Bu sonuçlar, Almanya’daki gelişmeleri birkaç türlü etkileyebilir. Birincisi iktidar erken seçime zorlanabilir. İkincisi Alman Sosyal Demokratları arasındaki iktidar kavgasını hızlandırabilir. Daha önce parti başkanlığı yapan ve Schröder’le uyuşamadığı için hükümetten istifa eden Oskar Lafontaine ismi bu yenilginin hemen ardından gündeme geldi. Bu sonuçlarla birlikte Almanya’nın senatosu olarak görev yapan Bundesrat’ta da çoğunluk muhalefete geçti. Kanunların onaylanması için artık muhalefetin onayı gerekiyor. Bir başka önemli sonuç ise 23 Mayıs’ta yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminde de ortak meclisteki çoğunluk muhalefete geçtiği için Cumhurbaşkanı Rau’nun seçilmesi mümkün gözükmüyor. Her şey çok taze fakat belli ki Almanya yeni gelişmelerin eşiğinde. Sanırım Almanya’daki seçimlere en fazla ABD Başkanı George W. Bush seviniyordur. En çok kızdığı ve savaş konusunda kendisine en çok engel çıkaran Gerard Schröder’in yenilgisini keyifle izlediğinden kimsenin şüphesi olmasın”.

 

Türklere genellikle fazla sempatisi olmayan Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu yüksek temsilci Alman Günter Verheugen (Resim 86), bu kez Kıbrıslı Türkleri “Avrupa’da etnik bir topluluk” ve “ölmekte olan bir toplum” olarak niteledi. Verheugen, 5 Şubat’ta, dünyaca ünlü London School of Economics’de düzenlenen “Almanya Haftası”na katılarak AB’nin genişleme süreci ile ilgili değerlendirmelerde bulundu. Konuşmasında Türkiye – AB ilişkileri ve Kıbrıs sorununa da değinen Verheugen, özellikle Kıbrıslı Türklerle ilgili ağır tanımlamalarda bulundu. Kıbrıs sorununa çözüm bulunamaması durumunda, Kıbrıslı Türklerin adayı terk etmeye başlayacaklarını savunan Verheugen, KKTC’ni geleceği olmayan bir devlet olarak gördüğünü söyledi. Verheugen, Kıbrıslı Türklerin Avrupa’da “etnik bir topluluk” olarak tanımladığını belirterek, bu topluluğun Avrupa’da kaybolmaya başladığını da savundu.

 

“Yanlış politikalar sonucu Kıbrıslı Türklerin ölmekte olan bir toplum” olduğunu da savunan Verheugen, bunun sorumluluğunu da KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a yükledi. Denktaş’ı, siyasî bir “oportünist” olmakla suçlayan Verheugen, KKTC Cumhurbaşkanının şu anda Türk hükümeti ile askerler arasındaki görüş farklılığından oluşan “gri politikadan” yararlandığını söyledi. Ankara’da 31 Ocak’taki Türkiye – AB Troykası toplantısı hakkında da bilgi veren Verheugen, AKP hükümetinin 57. Hükümete göre AB konusunda daha istekli ve samimî gördüğünü belirtti. “Ancak bu hükümetin de otoritesi yok. Çünkü ülkede hâlâ askerlerin etkinliği sürüyor” dedi (Hürriyet, 13.02.2003). Evet, görüldüğü gibi Almanya, Türk ulusunu ucundan kenarından “etnik grup”lara bölmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.

 

.

. .

 

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?”…

 

Essen’den gelen bir habere göre (Cumhuriyet 12.02.2003), 18 yıldır Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) direktörlüğünü yapan Prof. Faruk Şen, Türkiye – Almanya ilişkileri, uyum ve “göç” konusundaki üstün hizmetlerinden dolayı Federal Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau tarafından “Federal Alman Liyakat Nişanı”yla ödüllendirildi. 1985 yılında Bonn’da kurulan TAM, 1991 yılından bu yana Essen Üniversitesi’ne bağlı bir enstitü olarak çalışıyor. 2001 yılında vakıf statüsünü alan TAM, kurulduğu günden beri Türkiye ve “göç” konusunda gerçekleştirdiği 200’e yakın araştırma projesi ile hem Almanya’daki Türk göçmen yaşamı hakkında bilinmeyenlerin ortadan kaldırılmasında, hem de Türkiye – Almanya ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir işlev üstlenmişti.

 

Bundan sonra TAM’ın yaptığı araştırmaların ayrıntıları geliyor ki bunları buraya almadık. Meğer AB ülkelerinde yaşayan Türkler, bulundukları ülkelerle Türkiye arasında ve bu bağlamda AB ile Türkiye arasında önemli bir sivil, ekonomik ve politik rolü üstleniyorlarmış da haberimiz yokmuş…

 

.

. .

 

27.03.2003 tarihli Radikal’de heyecan verici bir haber okunuyor: ANAP, Türkiye’nin bütünlüğü aleyhine casusluk faaliyeti yürütmekle suçlanan Alman Konrad Adenauer Vakfı’yla parasal ilişkisi yüzünden kapatılma tehdidiyle yüz yüze. ANAP’ın, Adenauer Vakfı’ndan 2 milyon 250 bin mark aldığını faturayla belgelendiren İçişleri Bakanlığı müfettişleri, kapatma cezası istediler.

 

Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, konuyla ilgili inceleme başlatırken eski ANAP’lı Bülent Akarcalı şöyle dedi: “ANAP’ın, vakıf ile bahsedildiği türden bir ilişkisi yok. ANAP’ı, zaten halk kapatmış. Konrad Adenauer Vakfı hakkında bugün görüşülecek dava, büyük olasılıkla düşecektir. Türkiye’yi AB’den soğutup Amerika’nın kucağına oturtmak istiyor olabilirler”.

 

Aynı günkü (27.02.2003) Cumhuriyet’te bu konu ayrıntılarıyla verilmiş. Önemine binaen aynen aldık:

 

“Mülkiye müfettişleri, ANAP’ın Federal Almanya Devleti’nden maddi ve eğitsel yardım aldığını belirterek anayasanın 69. Maddesi gereğince temelli kapatılmasını istediler. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, mülkiye müfettişlerinin raporu üzerine ANAP hakkında soruşturma başlattı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise müfettişlerin önceki hükümet döneminde görevlendirildiğini belirterek, ‘Bu bizim bakanlığımızın görüşü değildir, müfettişlerin görüşü olarak ilgili mercilere gönderilmiştir’ dedi. 57. Hükümetin başbakanı Bülent Ecevit’in onayı ile 11 Ocak 2002 tarihinde merkezi yurtdışında kurulu bulunan 13 vakıf/dernek hakkında inceleme yapmak üzere İçişleri Bakanlığı mülkiye başmüfettişinin koordinatörlüğünde, Maliye Bakanlığı başmüfettişi, Maliye Bakanlığı baş hesap uzmanı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü başmüfettişinden oluşan bir kurul oluşturuldu. Müfettişler tarafından geçen günlerde tamamlanan raporda ANAP’a yönelik şu saptamalarda bulunuldu: 1) 1983 – 30 Mayıs 1985 tarihleri arasında Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’de bir anlamda illegal faaliyet göstermesi, ancak, birileri tarafından (iktidarda söz sahibi olan) göz yumulması veya korunmasıyla mümkündür. 2) Konrad Adenauer Vakfı adına Tasarım Matbaacılık ve Yayıncılık tarafından düzenlenen 11 Ekim 1999 tarihli belgedeki ‘ANAP için form basımı ve malzemesi’ ve ‘ANAP için özel yazı basımı ve malzemesi’ işlerinin basım tutarı olan 795 milyon lira, incelememiz sırasında Konrad Adenauer Vakfı harcama belgelerinin yer aldığı klasörler içinde bulunmuştur.3) ANAP’ın seçim kampanyasında nasıl bir strateji uygulaması gerektiğine yönelik, Berlin’de düzenlenen eğitim programının finans kaynağının, Federal Almanya Cumhuriyeti Kalkınma ve İşbirliği Bakanlığı kanalıyla doğrudan federal bütçeden karşılandığı anlaşılmaktadır. 4) Eski ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı’nın, eski ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın onayını da alarak ANAP tüzel kişiliğine Federal Almanya Devleti’nden maddî ve eğitsel yardım sağladığı anlaşılmaktadır. Raporda, anayasanın 69. Maddesi işaret edilerek ANAP’ın kapatılması isteniyor”.

 

Başbakan Abdullah Gül, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarına destek verirken, Almanya’ya, vakıfların yöneticileri hakkında açılan davanın iki ülkenin ilişkilerini bozmaması ve Türk adaletine güvenmeleri çağrısında bulundu. Gül, şunları söyledi: “Bu vakıflar Türkiye – Almanya ve Türkiye – AB ilişkilerinin geliştirilmesi ve iki ülke halkları arasındaki anlayışın pekiştirilmesine katkıda bulunuyor. İki ülke ilişkileri bu gibi gelişmelerden etkilenmez. Alman yönetim ve halkına Türk adaletine güvenmeleri ve dava sonucunu beklemeleri çağrısını yineliyor, davanın süratle ve âdil sonuçlanması dileğinde bulunuyorum” (Radikal, 01.09.2003).

 

Gül, davanın nasıl sonuçlanacağını pekâlâ bilerek bu “mesajı” yayınlamıştı. Yüksel’in açtığı dava, hükümet tarafından kapatılacaktı.

.

. .

 

Alman vakıfları hakkındaki davalar sürerken Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Ankara’ya resmî ziyarette bulunacak. Konuk bakan, Başbakan Abdullah Gül, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ve Adalet Bakın Cemil Çiçek ile görüşecek.

 

Türkiye – Almanya ilişkilerinin Alman vakıfları hakkında süren davalar ve “Kara ses” Metin Kaplan’ın iadesi nedeniyle gerildiği bir dönemde Schily, Ankara’ya geliyor. İçişleri Bakanı Aksu’nun resmî konuğu olarak ziyaretine bugün başlayacak olan Schily, Adalet Bakanı Çiçek’le görüşmesinin ardından güvenlik işbirliği anlaşması imzalayacak. Schily’nin Gül’le görüşmesinde Türkiye’de faaliyet gösteren ve Ankara DGM’sinde haklarında açılan “casusluk” davası süren Alman vakıflarının da gündeme gelmesi bekleniyor.

 

Schily’nin Adalet Bakanı ile yapacağı görüşmede ise Metin Kaplan’ın iadesinin gündeme gelebileceği bildirildi.

 

Almanya’da faaliyet gösteren ve Türkiye’de yasadışı Anadolu Federe İslâm Cumhuriyeti’ni (AFİD) kurmayı hedefleyen Kaplan’ın, bu ülkede işlediği bir suç nedeniyle yargılanması da sürüyor. Adalet Bakanlığı’nın iade için Alman makamlarına yaptığı başvuru henüz sonuçlanmadı (Cumhuriyet, 03.03.2003).

 

Yukarıda tahmin etmiş olduğumuz gibi Alman vakıfları yöneticileriyle “siyanürlü altına hayır” diyen Bergamalıların temsilcilerine beraat kararı çıktı.

 

Konrad Adenauer Vakfı Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm (Resim 87), beraata ne kadar hazırlıklı olduğunu DGM kapısında cebinden çıkardığı “Alman siyasî vakıfları için beraat kararı” başlıklı basın açıklamasını gazetecilere dağıtarak gösterdi (Radikal, 05.03.2003).

.

. .

 

Alman vakıfları davasının nihayete ermesinden sonra Leyla Tavşanoğlu, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm ile bir röportaj yapıyor (Cumhuriyet, 23.03.2003) ve bunu şöyle takdim ediyor: “İki yıl kadar önce Türkiye, Alman vakıflarının faaliyetleriyle ilgili bazı karanlık iddiaların ortaya atılmasıyla çalkalandı. İddiaları kaleme alan, geçen Aralık ayında Ankara’da bir suikasta kurban giden Dr. Necip Hablemitoğlu’ydu. Hablemitoğlu, Türkiye’deki Alman vakıflarının ülkenin bütünlüğüne tehdit oluşturduklarını, karanlık faaliyetler içinde bulunduklarını, şeriatçı örgütleri desteklediklerini önce yazdığı bir makalede, daha sonra yayımlanan kitabında öne sürüyordu. Esas boy hedefi de Konrad Adenauer Vakfı ve bunun Türkiye temsilcisi Dr.Wulf Schönbohm’du. Bu iddiaları suç duyurusu kabul eden zamanın DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel, Alman vakıflarına dava açtı. İlk duruşmadan hemen önce Hablemitoğlu bir suikastta öldürüldü. Ancak bütün iddialara karşın mahkeme iki hafta önce Alman vakıflarını akladı. Bu karar üzerine ben de Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’la bir görüşme yaptım. İddiaları, bunların amaçlarını ve davanın seyrini onun ağzından dinledim”.

 

Tavşanoğlu, çok isabetli olarak Schönbohm’un, konumuz bakımından çok ilginç biyografisini de veriyor. Önce bunu okuyoruz.

 

Schönbohm, 1941, Prusya doğumlu. Sovyet ordusunun Berlin’e girişinden hemen önce ailesi Batı’ya kaçmış. Konrad Adenauer Vakfı’ndan burslu olarak Berlin ve Bonn üniversitelerinde siyaset bilimi okumuş. Siyaset bilimi dalında doktora yapmış. Öğrenci hareketlerinde etkin olmuş. 1968-69 öğrenci olaylarında solcu öğrencilere karşı mücadele vermiş. Daha sonra Konrad Adenauver Vakfı’nda çalışmaya başlamış. Yedi yıl sonra Hristiyan Demokrat Birliği Partisi’nin (CDU) Siyasî Strateji ve İletişim Dairesi Başkanı olmuş. Partisinin genel sekreterine danışmanlık yapmış. Baden Württenberg eyaleti başbakanlığının Strateji ve Planlama Dairesi’nde bir süre görev yapıp bunun ardından Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi olarak Ankara’ya atanmış.

 

Böyle bir özgeçmişi olan, CDU mensubu bir kişinin fıtraten (doğuştan) Türkiye’ye karşı beslediği önyargılarını tahmin etmek zor olmaz.

 

Geçelim şimdi doğruca röportaja: 

 

– Konrad Adenauer Vakfı ve Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ile ilgili karalama kampanyasından sonra üzerinde uzun tartışmalar açan mahkemedeki dava meselesi nasıl oluştu? Bunu ayrıntılarıyla bize anlatır mısınız?

 

– Olay 2001 yıl Ağustos sonu, Eylül başında Dr. Necip Hablemitoğlu’nun kitabının yayımlanmasıyla başladı. Kitapta Alman vakıfları ve özellikle bizim vakıf çeşitli nedenlerle suçlanıyordu. Öbür Alman vakıflarında görevli arkadaşlarımın ilk tepkileri şöyle oldu: “Sakın aldırma, çok aptalca bir iddia. Buna kim inanır? Hiç kimse bunu ciddiye almaz. Böyle bir iddia karşısında bizim harekete geçmemiz de hiç gerekmez”. Ben ise farklı düşünüyordum. Almanya, ya da herhangi başka bir ülkede böyle bir iddianın hiç kimse tarafından ciddiye alınamayacağını biliyordum. Ama Türkiye’de altı yıldır yaşayan birisi olarak bazı gerçeklerin de farkındaydım. Türkiye’de bazı yabancı kuruluşlara, vakıflara ve örgütlere şüpheci bir gözle bakıyorlardı. Onlara göre bu kuruluşların Türkiye’de ne işleri vardı? Bunlar ne görevle burada bulunuyorlardı? Neden bu kadar çok paraları vardı? Bunların Türkiye’ye yardımcı olmak için buraya geldiklerine kim inanırdı?

 

– Yani burada, kimileri komplo teorilerine çok mu fazla prim veriyor?

 

– Biraz da öyle gibi, sanki… Tabi bunun nedenlerini siz daha iyi bileceksiniz. Genelde Türkler yabancılara karşı son derece yakın, iyi, sıcak davranır. Geleneksel Türk dostluğu, misafirperverliği, yardımseverliği dünyaca ünlüdür, zaten (Schönbohm lafa “piyaz”la başlamış… B.O.). Ama bir yandan da, “Bu yabancılar niye buraya geliyorlar? Bunlar bizim için tehlike değiller mi? Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” mantalitesi bizlere çok garip geliyor. Çünkü bizde bu tür şüphecilikler, kuşkular yoktur; bu tür kuşkuları bilmeyiz (Elbette bilmezler; çünkü onlar yüksek üretim gücüne, yüksek teknolojilerine sahip sağlam bir ülke oluşturmuşlardır, kimseden korkuları yoktur. B.O.).

 

– İyi de Almanya’da yabancı düşmanlığı yok mudur?

 

– Vardır. Pek çok Alman yabancılara karşıdır. Ama genelde de gerekçeleri, “Bu insanlar ilkel, bizimle uyuşmazlar” ya da “bunlar bizim paramızın peşinde”dir. Ama aslâ, “Ülkemizin güvenliğini tehdit ediyorlar. Bunlar Almanya için tehlikeli insanlardır;  casusluk yapıyorlar. Bizim düşmanlarımız” gibi kuşkulara kapılmazlar… Öte yandan Türkiye’de ise insanlar yabancılardan çok ciddî olarak kuşku duyuyorlar. Ben burada yaşadığım altı yıl boyunca bu duyguları çok iyi öğrendiğim için, “Hayır, yanılıyorsunuz. Bu iddialara karşı mutlaka mahkemeye gitmemiz dava açmamız ve yasaların önünde aklanmamız lâzım. Çünkü Türkler bu kitabı okuduktan sonra ‘Hele şunlara da bakın. Ne işler becermişler ülkemizde’ diye tepki göstereceklerdir” dedim.

 

– Peki, iddianame de boş iddialarla mı doluydu?

 

– Onu söylemek istiyordum, ben de.  İddianameyi gördüğümde bunun ne kadar boş suçlamalarla dolu olduğunun farkına vardım. İçinde tek bir somut dayanaklı bir olay yoktu. Bir Türk hukuk profesörüne danıştım. Bana “Evet, aleyhte hiçbir somut kanıt olmadan (DGM Başsavcısı) bir davayı açabilir… 1982’de… savcılar istedikleri gibi iddianame hazırlayarak dava açabilmeye başladılar” dedi. Böylece Nuh Mete Yüksel’in Alman vakıfları aleyhinde DGM’de dava açtığı haberi bütün gazetelerde, medyada yayımlanınca Almanya’da büyük gürültü koptu, tepki çok şiddetli oldu. Sadece Konrad Adenauer Vakfı’ndakiler değil, başka vakıf görevlileri ve Almanya’daki insanlar “böyle bir şey nasıl olabilir? Bir hukuk devletinde aleyhte somut hiçbir kanıt olmadan nasıl bu şekilde dava açabilir” diye sorgulamaya başladılar. Biz Konrad Adenauer Vakfı olarak bütün dünyada 90’ın üzerinde ülkede faaliyet gösteriyoruz. Ama şimdiye kadar hiçbir ülkede böyle bir sorunla karşılaşmadık. Bunun üzerine ben Almanya’ya yönelik olarak “Lütfen Türkiye ve Türkleri sırf bu dava yüzünden eleştirmeyin.  Çünkü bu, Türkiye’deki hukuka özgün bir olaydır. Ben mahkemenin son derece doğru, hukuka uygun ve bağımsız karar vereceğinden hiçbir şekilde kuşku duymuyorum. Mahkemenin, “Aleyhlerinde hiçbir kanıt yok. Dolayısıyla vakıf yöneticileri masumdur” yolunda karar alacağına” güveniyorum.

 

– İyi de, nasıl bu kadar güvenebildiniz?

 

– Çünkü bir hukuk devletinde olması gereken budur. Ama Türkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle karşı olan ve Türkiye’yi sürekli eleştirmeyi kendine iş edinen Almanya’daki siyasetçiler ve gazeteciler, “İşte, görüyor musunuz? Biz dememiş miydik, bu ülke AB’ye üye olamaz, AB standartlarına uyum sağlayamaz, diye” söylemlerine yeniden başlamışlardı. Ben iki arada bir derede kalmıştım. Bir yandan Almanya’da Türkiye’yi ve Türkiye’nin AB üyeliğini savunuyor, bu yolda büyük savaşım veriyor ve dolayısıyla müthiş eleştiri alıyordum. Diğer taraftan Türkiye’de ise devletin dibini oymaya çalışan bir casus olarak damgalanıyordum. Doğrusunu söylemem gerekirse benim için hiç de rahat bir durum değildi. Derken olaylar hızla gelişmeye başladı. Geçen yıl Mayıs ayında bir telefon aldık. Bir erkek sesi, asistanıma… Alman vakıflarını denetlemek için bir heyet oluşturulduğunu, bunda İçişleri Bakanlığı’ndan bir, Maliye Bakanlığı’ndan iki ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden de bir denetçi bulunacağını söylüyordu. “Bu da nerden çıktı şimdi” diye sorduğumuzda şu yanıtı aldık: “Millî Güvenlik Kurulu Alman siyasî vakıflarının faaliyetleriyle ilgili bilgilenmek istiyor. O nedenle Başbakanlık bu denetçiler kurulunu oluşturma kararı aldı”. Ben buna çok şaştığımı söyledim. Ertesi gün bizim vakfa geldiler. Denetçiler heyetinin başkanı İçişleri Bakanlığı temsilcisiymiş. Ona hangi yasal gerekçeyle bu soruşturma ve inceleme yaptığını sordum. “Ben tam yetkiyle burada bulunuyorum. Başbakanlıktan talimatım var. Siz diplomat değilsiniz. Dolayısıyla hiç bir diplomatik dokunulmazlığınız yok. Ve ben de faaliyetlerinizi istediğim gibi incelerim” diye yanıtladı.

 

– O arada siz bir hukukçuya danışmadınız mı?

 

– Bir hukukçuya danışacağımı, ama gizleyecek hiçbir şeyimiz olmadığı için de istediği gibi bütün belgeleri inceleyebileceklerini ona söyledim. O arada da bir hukukçudan bu yapılanların hukuka uygun olup olmadığı konusunda bana mütalâa vermesini istedim. On beş gün sonra mütalâası geldi. “Yapılan uygulama kesinlikle yasal değil. Böyle bir arama ve inceleme için yargıç kararı lâzımdır” dedi. Bunun üzerine denetçiye yaptıklarının yasal olmadığını söyledim, ama onu hiç ilgilendirmedi. Bana tam yetkili olarak o incelemeyi yapacağını ve gerekli olursa polis gücü ile gelip dosyaları alabileceğini söylüyordu. Bunun üzerine daha fazla üstelemedim.

 

– Bu inceleme ne kadar sürdü?

 

– Beş hafta. Sonra da öbür Alman vakıflarına, yani Friedrich Naumann, Heinrich Böll ve Friedrich Ebert vakıflarına gittiler. Bu arada DGM’de dava açıldı… Biliyorsunuz, büyük olay olmuştu. Çünkü ondan (ilk duruşmadan) birkaç gün önce Dr. Necip Hablemitoğlu öldürülmüştü. Bu olay bizim için tam bir şoktu. Üstelik menfur suikastın duruşmadan hemen önce meydana gelmiş olması ikinci bir şoktu. Yine de duruşma sonunda aklanacağımızdan, hukukun üstün geleceğinden hiç kuşkum yoktu. Sonunda da bu gerçekleşti. O sırada Nuh Mete Yüksel, DGM savcılığından ağır ceza savcılığına atanmıştı. Bizim davaya da yeni bir savcı atanmıştı. Bu savcı mahkemeden, hakkımızda beraat kararı vermesini istedi. Böylece mahkeme, aleyhimizde kanıt olmadığı için suçsuz olduğumuza karar verdi.

 

– Oysa iddianamede Alman vakıfları ve yöneticileri Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü tehdit etmek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne tehlike oluşturmak, şeriatçı grupları desteklemekle suçlanıyordu…

 

– Bütün bunların hiçbir dayanağının bulunmadığı, hepsinin asılsız iddialar olduğu ortaya çıktı…

 

Bundan sonra devam eden Tavşanoğlu – Schönbohm diyalogunun son bölümünü aynen veriyoruz: 

 

“Dostluğu geliştirmek istiyoruz” diyor Schönbohm. “Türkiye’de uzun yıllardır aynı hedefleri paylaştığımız, güvendiğimiz ve desteklediğimiz Türk partnerleri ile çalışmaktayız. Türk Demokrasi Vakfı ile siyasî eğitim alanında bir işbirliğimizi, Türkiye Belediyeler Birliği ile en alt demokratik birim olarak belde yönetimlerinin güçlendirilmesi alanındaki işbirliğimizi, TOSYÖV ile Türkiye’de, KEİB ile de üye ülkelerde küçük ve orta ölçekli işletmeleri desteklemek konusundaki işbirliğimizi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile de yerel medyada çalışan gazetecilere yönelik eğitim seminerleri ve Türk – Alman gazeteciler seminerleri düzenlenmesi şeklindeki işbirliğimizi sürdürmekteyiz. Çalışmalarımız ile Türkiye’de hukuk devletinin, demokratik düzenin ve sorumluluğunun bilincinde, angaje olmuş vatandaşlar ve Sivil Toplum Kuruluş’ları ile çoğulcu bir sivil toplumun oluşması, bunların yaygınlaşması ve güçlenmesine bir katkı sağlamak arzusundayız. Her yıl çeşitli Türk kuruluşları ile birçok workshop, seminer, konferans ve sempozyum düzenlemekteyiz. Birkaç örnek verecek olursam, ‘Türkiye ve Avrupa’da Siyasî Partiler ve Seçim yasaları’, ‘Devlet ve Din İlişkileri – Çeşitli Modeller, Konseptler ve Tecrübeler’, ‘Türk Ekonomisinin Gelecekteki Gelişmeleri’, ’11 Eylül’den sonra Türkiye’nin Siyasî ve Stratejik Konumu’, ‘Türkiye ve Almanya’da Parti Finansmanları’, ‘Türkiye ve Avrupa’da Popülist Partiler’ ve diğerleri. Tüm toplantılarımız halka açıktır ve konuşmacıların sunumları kitap halinde yayımlanmaktadır. Avrupa yolundaki bir Türkiye için Türk ve Avrupalı parlamenterlerin, bilim adamlarının, girişimcilerin ve diğerlerinin arasındaki fikir teatileri çok önemlidir. İşte bu sebepten dolayı biz de bu fikir teatisini organize etmeye çaba gösteriyoruz. Biz AB’yi gayet iyi tanıyoruz ve Türkiye’ye, bir AB ülkesi olmanın ne anlama geldiğini de ayrıntısı ile anlatabiliriz. Ayrıca tabii ki tarihi Türk – Alman dostluğunu da derinleştirmek arzusundayız”. – “Türkiye’deki görev süreniz ne zaman bitiyor?” – “2004 Mayısı’na kadar buradayım. Türkiye’de yedi yıldan fazla zaman görev yaptıktan sonra Almanya’ya geri döneceğim. Normal olarak benim gibi görevliler yabancı bir ülkede ortalama beş yıl kalırlar. Ben yedi yıldan fazla Türkiye’de kalmış olacağım ve gelecek yıl 63 yaşımı doldurup emekliye ayrılacağım. Biraz dinlenip kitap yazacağım.” –Kitabınız hangi konuda olacak? – “Türkiye üzerine ve geçmişte ele alamadığım, ama çok ilginç bulduğum başka konularla ilgili yazmak istiyorum. Zaten yedi yıl çok uzun bur zaman ve ben de bu sürenin sonunda Almanya’ya döndükten sonra yerime yeni bir meslektaş atanacak”.  – Reformlara engel: – “Sizce Hablemitoğlu’nun kitabıyla başlayan Alman vakıflarına yönelik suçlamaların amacı ne olabilir?” – “Ancak tahminde bulunabilirim. Benim tahminim, ayrıca da öbür meslektaşlarım ve pek çok Türk dostumun tahminleri şu: Biz Türkiye’deki Alman vakıfları olarak Türk Devleti’nin reform hareketlerini ve Türkiye’nin AB üyeliği yolunu ve tarihi Türk – Alman dostluğunu var gücümüzle destekliyoruz. Türkiye’de devlet bürokrasisinde ve toplumun çeşitli katmanlarında bu reform hareketleri ve Türkiye’nin AB’ye doğru yürümesini istemeyenlerin bulunduğundan, bu çabaları engellemek isteyenlerin olduğundan hiç kuşkumuz yok.” – “Sizce neden?” “– Bu reformların çok hızlı yapıldığını, bunların devlete zararı olacağını, dolayısıyla kendi varlık nedenlerini tehdit edeceğini düşünenlerin yanı sıra, bazıları da AB üyeliği ile Türk kimliğinin tehlikeye düşeceği ve bir anlamda güçlerinin ellerinden alınacağını düşünüyor, bu olacaklardan korkuyorlar. Dolayısıyla da çalışmalarımızı, etkimizi azaltmayı hedeflediler. Düşünün bu kişiler, Alman vakıflarının sözüm ona karanlık faaliyetlerini anlatan Hablemitoğlu’nun kitabından 2000 tane alıp bunları bütün Türkiye’de parlamenterlere, bakanlıklara, belediyelere, vakıflara, derneklere, sendikalara dağıttılar. Bu olayın benim için gerçekten kötü bir deneyim olduğunu söylemem lâzım. Ama bunun yanında da Türklerden inanılmaz yardım ve destek aldığımı da burada söylemek istiyorum. Bütün tanıdıklarım bana, – Hadi canım sen de, saçmalığın daniskası bu. Ne diye ciddiye alıyorsun? Bir avuç insan bunu yaptı diye de sakın Türklerin hepsini, Türkiye’yi ve Türk adaletini mahkûm etme dediler. Evet, şimdi adalet tecelli etti. Bunu herkes, dünya âlem gördü. Böylece biz yolumuzda yürüyecek, işlerimize bakacağız. Türkiye böylece bir hukuk devleti olduğunu bir kez daha kanıtladı”.

.

. .

 

Başta Almanya’dan olmak üzere Avrupa’dan faşizm – Nazizm’in eradikasyonu, yani kökünden sökülüp atılması masalını, 1945’ten bu yana dünya ve bu arada Türkiye de dinleyip duruyor. O kadar ki Almanya’da Neonaziler (dazlaklar), Türkiye’de Ülkücüler (Bozkurtlar) etkinliklerini her gün sergiliyorlar. Bu olayların son günlerdeki örneklerinden biri Gazi Üniversitesi’nde cereyan ediyor. Burada ülkücüler, öğrencileri Türkeş’i anma törenine iştirake veya hiç değilse o günü derslere girmemeye, tehdit yollu zorluyorlar; hiçbir devlet gücü de bu zorbalığa “dur!” demiyor… (Cumhuriyet, 05.04.2003).

 

.

. .

 

Tekrar edip duruyoruz: Ağzımızla kuş tutsak, bu adamlar bizi AB’den içeri sokmayacaklar. Boş yere uğraşıp zaman kaybedeceğimize ülkemize yeni ufuklar açacak başka alternatiflere yönelmeli deyip duruyoruz. Ama Türk hükümeti yorulmadan ısrar ediyor. Onlar da atlatmak için bin bir parende atıyorlar. Bu “parende”lerin sonuncusunu Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi, “Pek de sürpriz olmadı” diye köşe yazısında veriyor. (Hürriyet – 09.04.2003) gazetesindeki yazıdan bunu aynen derç ediyoruz:

 

“Hani hissetmiyor değildik. Değildik ama başta Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer olmak üzere yüzümüze gülen, sırtımızı sıvazlayan ve ikide bir ‘Türkiye’ye bu defa kuvvetli bir perspektif verilecektir’ diyerek bize ‘Avrupa Birliği’ne üye olmanızı engelleyen hiçbir şey yok’ mesajı veren dostların (!) bu kadar da ikiyüzlü olacaklarını beklemiyorduk. Hürriyet’in Kopenhag’daki temsilcisi Ünsal Turan bugün Hürriyet’te, Avrupa Birliği’nin (AB) Aralık 2002’deki Kopenhag Zirvesi’nde nasıl oyalandığını ve sonra da atlatıldığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Biliyorsunuz o tarihte AB’nin Dönem Başkanı, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen idi. O nedenle Türkiye’nin Birliğe girebilmesiyle ilgili müzakere sürecinin hangi tarihte başlayabileceğine ilişkin karar üzerinde Rasmussen ve Dışişleri Bakanı Per Stig Möller’in özel bir ağırlıkları vardı. İşte bu sırada Alman Dışişleri Bakanı Josckha Fischer, Danimarka Dışişleri Bakanı’na Türkiye konusunda, 12 saat içinde tam üç ayrı görüş empoze etmiş. Önce Türkiye’nin Birliğe tam üyeliğini istemediklerini söylemiş. Sonra Danimarka Dışişleri Bakanı’ndan, ‘Türkiye’ye karşı bir oyalama formülü bulmasını’ istemiş. Daha sonra da (Türkiye’nin üyeliği meselesini) ‘unutalım’ demiş. Anımsayacaksınız… Türkiye de o sıralarda ‘görüşmelere başlamak için bir tarih verin’ diye çalmadık kapı bırakmıyordu. Hattâ (Tayyip Erdoğan’ın paldır küldür yürüttüğü diplomasi sonucu) ABD Başkanı George W. Bush’tan, ‘AB üyesi ülkeler nezdinde torpil yapmasını’ dahi istedik. Şimdi önümüzü daha iyi görüyoruz. Örneğin, artık kesin şekilde biliyoruz ki AB üyesi ülkeler bizi hiçbir zaman güle oynaya Birliğe kabul etmeyecekler. Bizden kocaman bir ödün (taviz) koparma karşılığında ya bir sıcak muhabbet sözü ile veya ayrıntının da ayrıntısı sayılabilecek bir ödün vererek (örneğin ödenmesini durdurdukları bir mali yardımın önünü açarak) bizi oyalayacaklar. Engel üretme niyetlerinin bir örneğini 11 Mart 2003 tarihinde Avrupa Birliği Komisyonu gayet ilginç bir açıklamayla ortaya koydu. Özetle;  ‘(Kıbrıs konusunda) 2004 yılına kadar bir çözüme ulaşılamazsa Türkiye (Rumların AB’ye üye olacağı) 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren AB topraklarını işgal etmiş sayılır. Tabii böyle bir çözümsüzlük durumunda AB’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlaması çok zorlaşır’ dedi. Oysa ‘Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili değildir’ diye 1999 Helsinki zirvesinde karar veren onlardı. Keza Rum yönetimini Birliğe alırlarsa ‘Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin üye olmadığı bir uluslararası teşkilata Kıbrıs’ın katılamayacağını’ emreden 1960 Londra – Zürih Anlaşmalarını çiğneyen de onlar… Görüyorsunuz bir sürü tuzaklara, entrikalara rağmen başarmamız gereken bir iş var… Ama verdiğimiz sözleri tutacağız ve istemeye istemeye olsa da onlara hakkımızın ve yerimizin Avrupa olduğunu kabul ettireceğiz”.

 

Yine Hürriyet’te, aynı günkü bir haberde Kopenhag Zirvesi’nde kameralara yansıyan şok diyalogu yayınlanıyor (09.04.2003). Hürriyet, eski AB dönem başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen ile Dışişleri Bakanı Möller arasındaki ilginç diyalogun kaydını ele geçirdi. Kayıtlarda, Almanya Dışişleri Bakanı Fischer’in, Danimarka Dışişleri Bakanı Möller’e tarih konusunda önce, “Türkiye’yi uyutacak bir formül bulalım” dediği, sonra da fikir değiştirip Türkiye’nin üyeliğini kastederek “unutun” diye konuştuğu apaçık görülüyor.

 

Devam ediyoruz aynı mealde.

 

Alman Dışişleri Bakanlığı, Hürriyet’in dünkü manşetinde duyurduğu belgesel filmde Danimarka Başbakanı Rasmussen ile Dışişleri Bakanı Möller arasında geçen konuşmaya tepki gösterdi. Bakanlık, Fischer’i Türkiye hakkında sürekli fikir değiştirmekle suçlayan Danimarkalıların konuşmalarını “saçmalık” diye niteledi. Alman Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Hürriyet’e telefon ederek, “söz konusu belgesel filmdeki iddia tamamen saçma” açıklamasında bulundu (Hürriyet, 10.04.2003).

.

. .

 

Yalanlama üstüne yalanlamadan sonra Almanya, mutadı veçhile Türkiye’nin “gıdığını okşama” politikasına dönüyor. Avrupa’nın geleneksel dış politikasının ünlü düsturu “siyasette en küçük fazilet mertliktir” gereği her türlü yalan, riya, mubah oluyor. İşte bu yalan ve riyakârlık örneklerinden biri, Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği Sözcüsü Walter Lindner’in dün (Radikal, 10.04.2003) yaptığı açıklama oluyor. O “Almanya Federal hükümetinin tutumu, Türkiye’nin yerinin Avrupa’da olduğu şeklinde açık ve bellidir” diyor. Almanya’nın yıllardır Türkiye’nin reformlarını takdir etmek ve üyelik perspektifini somutlaştırmak için çaba gösterdiğini belirten Lindner, şunları söylemiş: “Federal hükümet, AB Konseyi’nin sonuç bildirgesinde Türkiye’yi teşvik eden bir ifadenin yer alması için zirve boyunca uğraşmış ve bunu Avrupalı ortaklarıyla sağlamıştır. Reform sürecinin devamı Türkiye’nin elinde. AB 2004’te Türkiye’nin kriterleri yerine getirdiğini görürse, hemen üyelik müzakerelerine başlayacak”.  Yani Almanya Türkiye’ye destek vermişmiş!…

.

. .

 

DİVERTİMENTO

 

Nasreddin Hoca’nın birine borcu varmış. Alacaklı kişi hocayı bir gün sıkıştırınca o, büyük rahatlıkla, “dur acele etme, bahar geliyor, koyunlar çayıra çıkacak. Hayvanlar çalılara sürterek üzerlerinde yün bırakacaklar. Ben bunları toplayacağım, eğirteceğim ve iplikleri satacağım. Alacağım parayla da sana borcumu ödeyeceğim” deyince adam gülmeye başlamış. Hoca “peşin parayı buldun da gülüyorsun”…

 

Evet. AB’ye girmemiz, çalılardan toplanacak yünlere bağlı…

 

.

. .

 

Hürriyet’in manşeti Almanya’yı telaşlandırmakla kalmayıp onun Danimarka ile arasını bozdu: “vay, aramızda geçen bu konuşmayı sen nasıl yayınlarsın?”

 

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Rudolf Schmidt’in, Türkiye’nin üyeliği hakkında önce “uyutalım”, sonra “unutalım” dediği öne sürülen Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fisher’ı temize çıkarmak için yürüttüğü yoğun diplomasinin ardından, Almanya Dışişleri’nin Danimarka Dışişleri Bakanı Möller ve Başbakan Rasmussen’i arayarak sitemde bulunduğu ortaya çıktı.

 

Fischer’in Danimarka’ya “kulislerde konuşulanların çekimine ve yayınlanmasına neden izin verdiniz?” şeklinde çıkıştığı öğrenildi. Danimarka’nın en büyük ticaret ortağı olan Almanya ile arasının bozulması, Başbakanlık ile Dışişleri Bakanlığı’nın arasını da açtı. Dışişleri Bakanı Möller’in Başbakan Rasmussen’i suçlayarak “Biz size böyle bir çekime izin verilmemesi konusunda uyarıda bulunmuştuk. İzni siz verdiniz. Şimdi bizim haklı olduğumuz ortaya çıktı” dediği belirtildi.

 

Danimarka’nın Ekstra Bladet gazetesi, belgeselin İsveç TV’sinde yayınlanmış olmasına karşın, kasetteki konuşmaların Hürriyet tarafından ortaya çıkarıldığını yazdı. Konuşmaların Danimarka ve Alman ilişkilerinden sonra Danimarka – ABD ilişkilerini de zedelediğine dikkat çeken gazete şöyle yazdı: 

 

“Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet, savaş haberlerini iç sayfalara çekerek, ortaya çıkardığı kasetin içeriğinde Başbakan Rasmussen ve Dışişleri Bakanı Möller arasında geçen konuşmaları manşete aldı. Bu olaydan sonra Danimarka – Almanya ilişkileri bozuldu ve Almanya özel konuşmaların çekimine izin veren Başbakan Rasmussen’e kızdı. Ayrıca kasette, Bush’un, Türkiye’nin bir an önce AB’ne üye alınması konusunda Başbakan Rasmussen’e yaptığı baskı konusunda Rasmussen’in Bush’la ilgili ‘herkesin dediğini yaparsak bir yere varmayız. Bize kimse baskı yapamaz’ şeklindeki sözleri de ABD’yi kızdırdı”.

 

Danimarka televizyonları da sürekli Hürriyet’ten bahsediyor. Türkiye’nin Kopenhag Büyükelçisi Fügen Ok, kasetteki konuşmaların Türk tarafınca bilindiğini, ancak iki ülke arasında ilişkiler bozulmasın diye sessiz kalındığını söyledi.

 

Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, İsveç televizyonunda yayınlanan dokümanter filmde yer alan “Türkiye’yi uyutalım”, “Türkiye hiç bir zaman AB’ye üye olamaz” gibi iddiaları yalanladı. Fischer, filmle ilgili olarak “makamıma uygun bir şekilde diplomatik bir dille ama net bir biçimde bunu yalanlıyorum”. Alman Bakan şöyle konuştu, “Böyle bir şeye inanamıyorum. Kopenhag Zirvesi’nde bir uzlaşma sağlanması ve Türkiye’nin pozisyonunun yansıtılması için çok sıkı çalıştım. Türklerin çıkacak sonucu kabul etmeleri için saatlerce görüşmeler sürdürdüm. Şu andaki Alman hükümeti, Türkiye’nin AB’ye yakınlaştırılmasını hep kararlı bir şekilde savunmuştur” (Hürriyet, 12.04.2003).

 

Yalana bak!…

.

. .

 

Atillâ İlhan, “ “Eski Defterler” ne diyor?” başlıklı yazısının sonunda (Cumhuriyet, 23.04.2003) Yıldırım Koç’tan şu alıntıları yapmış:

 

“… Alman İşçi Sendikaları Federasyonu (DGB) 1998 yılında, 4.09 milyon dolar, 1999 yılında 4.14 milyon dolar ve 2000 yılında 4.14 milyon dolar uluslararası sendikal dayanışma harcaması yaptı; bu harcamalar, Friedrich Ebert Vakfı aracılığıyla gerçekleştirildi. Bu paraların en küçük bölümü bile, Alman işçilerinin sendikalarına ödedikleri aidatlardan gelmedi. Bu paraların yüzde yüzü Alman devletinin parasıydı…”

 

“…Almanya emperyalist bir ülkedir; Alman Emperyalizmi, Yugoslavya’nın parçalanmasında önemli ve hattâ belirleyici bir rol oynadı; günümüzde de Balkanlar’da, Kafkaslarda, Ortadoğu’da ve özellikle Türkiye’de büyük oyunlar içinde…”

 

.

. .

 

30 Nisan’daki (2003) MGK toplantısında köktendinci grupların gündeme alınması durumunda ele alınacak raporda, Türkiye’deki irticaî grupların Almanya’yı üs bölgesi olarak seçtikleri, bunda da Almanya’nın Müslüman Alman oluşturma politikasının etkili olduğu vurgulanıyor.

 

Türkiye’nin Brüksel Büyükelçiliğinde MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’la girdikleri “yobazlık” tartışmasıyla bir kez daha gündeme gelen Millî Görüş’le ilgili bir rapor hazırlandığı belirtildi.

 

“Almanya’daki irticaî örgütler ve kuruluşlar” başlıklı rapor geçen ay Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MGK Genel Sekreterliği’ne gönderildi. Dışişleri Bakanlığı’nın genelgesinden duyulan rahatsızlık nedeniyle 30 Nisan’daki MGK toplantısında köktendinci grupların gündeme alınması durumunda, söz konusu raporun da ele alınması bekleniyor.

 

Raporda, Millî Görüş Teşkilâtı’nın faaliyetinin durdurulması ve bu konuda Avrupa ülkeleri İçişleri Bakanlarının uyarılması isteniyor. Raporda Almanya’nın yalnızca Kaplancılar örgütü üzerinde durarak Türkiye’nin tepkisini gidermeye çalıştığı belirtildi.

 

Raporda şu görüşlere yer verildi: “1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’da işçi akımının başlamasıyla özellikle yoğun olarak Almanya’daki işçilerimiz arasında başlangıçta dinî ihtiyaçların karşılanması amacıyla kurulan küçük çapta dinî örgütlenmelerin zaman içinde Türkiye aleyhine güçlü birer örgüt haline geldikleri görülmüştür”.

 

“Bu örgütler, Almanya’yı üs olarak kullanarak hem Avrupa’daki hem de Türkiye’deki tüm irticaî faaliyetlerini bu ülkeden organize eder hale gelmişlerdir. Türkiye’deki faaliyeti bilinen tüm irticaî gruplar, Alman yasalarındaki boşluklardan, demokratik ortamdan ve Almanya’nın kasıtlı tutumundan da faydalanarak uzantısı kuruluşlar vasıtasıyla, lider kadro ve ekonomik güçleriyle tüm Avrupa’daki Türk vatandaşlarını etkileyebilecek organize güçler haline gelmişlerdir. Almanya’da vatandaşlarımızın Türk devleti yerine kendi kontrolünde Müslüman Alman olması için irticaî grupların hareketlerine destek vermiştir”.

 

Raporda, Almanya’da Millî Görüş başta olmak üzere toplam 124 irticaî örgüt ve kuruluşun etkili olduğu kaydedildi.

 

Raporda, tüm irticaî gruplar tek tek anılıyor. Bunların etki alanları ayrıntılarıyla sayılıyor. Biz bu ayrıntılara girmedik.

 

Cumhuriyet’in bu “haber”inden (25.04.2003), Türk Devleti’nin aslında her şeyin farkında olduğu, ancak düşük üretimli olması hasebiyle yüksek üretimli bir Devlet’e fazla söz geçiremediği aşikâr oluyor.

.

. .

 

Bir zamanlar Amerikalılar, “Türkiye’de petrol yok!” kampanyasını yürütüp durdular. Bu söylemi, en yetkili ağızlara taşıdılar. Eski bakanlardan Tarhan Erdem Bey bir gün bize, “ben bakanken bana verilen raporda Türkiye’de petrol olmadığı kesinlikle kayıtlı idi” demişti. Aynı nakaratı Maden Fakültesi’nin bazı profesörleri de tekrarlıyorlardı. Sonra yavaş yavaş ağız değişti: “Var ama çok derinde olduğundan rantabl değil!” denmeye başlandı. Bittabi bu söylemler insana ters geliyordu, şöyle ki Türkiye’nin dört bir yanı “yüzeyde, ekonomik” petrolle çevrili (İran, Irak, Kafkasya, Akdeniz’de Libya, Karadeniz’de Romanya…). Ne hikmetle bu petrol, Misak-ı Millî sınırlarının içine geçer geçmez birden derine kaçıyordu!… Ama buna rağmen petrol konusunun büyük uzmanları Amerikalılar, “Türkiye’de petrol olmadığını” bile bile her yerde sondaj çalışmalarını yürüttüler. Rezervleri saptayıp kuyulara beton enjekte ederek bunları kapattılar. Yani adamlar bize “bizim müsaademiz olmadan siz bu petrolü bulup işletemezsiniz” diyorlardı. Esasen PKK hikâyesi de bu politikanın bir devamından başka bir şey değildi. Şöyle ki: PKK, Amerika’nın desteği ile ayakta duruyordu, yoksa bunca silâhı, parayı nereden buluyordu. Bütün dert, “siyasî anlaşma” sonucu bizim petrolden yana son derece zengin Güney ve Güneydoğu bölgelerimizde bir özerk Kürt devleti kurdurmak, sonra da, Arabistan’da olduğu gibi Kürt şeyhinin elinden petrol imtiyazlarını kopartmaktır.

 

Altın da, daha küçük mikyasta olmakla birlikte benzer oyunların konusuydu. Ama bu kez baş aktör, görmüş olduğumuz gibi Almanya idi. Talih, oyunları bozdu. Bunu 17.05.2003 tarihli Radikal’den okuyoruz: 

 

“Kanadalı Eldoradogold şirketinin Türkiye temsilcisi TÜPRAG, Eşme’nin Katrancılar Köyü yakınlarındaki Kışladağ’da 1997 yılında başlattığı arama çalışmalarında nihayet mutlu sona ulaştı. Bölgeden alınan 1500 numuneyi analiz ettiren şirket, zengin altın damarları buldu. Araştırmalar için 7 milyon dolar (yaklaşık 10,5 milyon lira) harcayan şirket, siyanürlü ayrıştırma yöntemiyle altın çıkarılacak maden işletmesini kurmak için hazırlığa başladı. TÜPRAG Halkla İlişkiler Müdürü Mehmet Yılmaz, “İlk çalışmalar tamamlandı. ÇED raporunu da Çevre Bakanlığı’na sunduk. Kışladağ’ın ilk altınını 2005’te çıkaracağız” dedi. Kışladağ Altın Madeni’ne 150 milyon dolar (yaklaşık 225 trilyon lira) yatırım yapılacağını ve 17 yıl faaliyet göstereceğini belirten Mehmet Yılmaz, şu bilgileri verdi: (200 tonluk rezerv) “350 işçi istihdam edilecek olan madende, 132 milyon ton cevher işlenecek. Bölgedeki altın rezervi 200 ton. Bu dünyada son 10 yılda saptanan en büyük altın rezervi. Çıkarılacak altının tahminî toplam değeri 2,4 milyar dolar (3,6 katrilyon lira) “. (Çevre kirlenmeyecek) İşletme atık sularını çevredeki derelere bırakmayacak. Altın ayrıştırıldıktan sonra ortaya çıkacak posanın nemliliği yüzde 15’i geçmeyecek. Katı atık, kaya geçirimsizliği sağlanmış zemin üzerinde depolanacak, atık, sulu olmadığı için atık barajına ihtiyaç kalmayacak. Posadan sızıntı olmayacağı için çevrede herhangi bir tahribat da yaratmayacak. İş bittiğinde bütün bölge yeşillendirilecek.” ”. 

 

Ve Almanya’dan hiç de şaşırılmayacak, hattâ beklenen bir haber: Düseldof’taki Bölgesel Yüksek Mahkemesi Senatosu, Mart ayında cezası dolan ve Türkiye’ye iade edilmesi beklenen İslâmî Cemiyet ve Cemaatler Birliği (İCCB) lideri Metin Kaplan’ı serbest bıraktı. Kaplan’ın Türkiye’ye iadesi istemi de reddedildi. Senato üyeleri, Türkiye’nin Anayasal düzeni yıkmaya çalışmak, cihat çağrısında bulunmak ve 29 Ekim 1998 Cumhuriyet Bayramı törenleri sırasında patlayıcı yüklü bir uçakla Anıtkabir’e saldırı plânlamakla suçladığı Kaplan’ın Türkiye’ye iadesine kadar tutuklu kalmasını öngören kararın da kaldırılmasını istedi. Düsseldorf Yüksek Bölgesel Mahkeme sözcüsü, 3 kişilik senatonun aldığı kararla Kaplan’ın Türkiye’ye iadesinin “uygun olmadığı”nı söyledi. Kararın gerekçeleri malûm: Polis tarafından zorla alınmış ifadeler, sanıkların işkence görmüş olmaları…

 

Buraya kadar iyi de, ayrıca bu riyakârlık örneği de var: Karases Metin Kaplan’ın Türkiye’ye iade edilmemesi yönündeki kararı değerlendiren Federal İçişleri Bakanı Otto Schily (SPD) ile Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Eyaleti İçişleri Bakanı Fritz Behrens (SPD), “Kararı üzüntüyle karşıladık” – demişler. Schily, Almanya’nın iç güvenliğini tehlikeye düşüren ilticacıların kendi ülkelerine iade edilmesini engelleyen yasanın bir an önce değiştirileceğini açıkladı. İtiraz hakkı bulunmayan mahkeme kararıyla ilgili açıklama yapan Schily, “Türkiye’nin defalarca ve özellikle vurgulayarak, hukuk devletine uygun tavır sergileyeceğini açıklamasına rağmen mahkeme Metin Kaplan’ın sınır dışı edilmesi halinde politik kovuşturmaya tâbi tutulacağı yönünde karar verdi” dedi (Hürriyet, 28.05.2003).

.

. .

 

Bugünlerde sosyal demokratlara bir şeyler oldu. CHP lideri Baykal, partiyi “merkez sağ”a taşımakla meşgul, ama içerde çok sayıda mevcut olmayan gençlerden herhangi bir ciddî itiraz sesi yükselmiyor. Ama onun model ittihaz ettiği SPD’de işler daha başka türlü.

 

Halen genç sosyalistlerin başkanı ve SPD içinde Şansölye’nin muhalifi Niels Annen’e, Gerhard Schröder’in onun selefi olduğu hatırlatıldığında iyice “bozuluyor”. Bir yandan Schröder, koruyucu – devlet’in tozunu silkelemek üzere liberal reformlar dizisini açıkladığından ve partisini zorla modernleştirmeye çabaladığından beri, genç kuşağın temsilcisi Niels Annen, SPD’nin eski solda demir atmış halinde kalması için çaba sarf ediyor.

 

Bundan 25 yıl önce Gerhard Schröder, genç Alman sosyalistlerinin, ünlü “Jusos”ların, başkanlık koltuğunu işgal ediyor, bunu SPD içinde en yüksek işlevlere varmak için bir tramplen yapmıştı. 30 yaşında olan Niels Annen, bugünkü şansölyenin yörüngesine haset etmiyor.

 

Gerhard Schröder, bir ulusal siyasî sahneye girmek için 36 yaşını beklemek zorunda olmuştu. Bir gece, 1980’de Bundestag’a seçilmesinden az sonra, bazı dostlarıyla Bonn’a içki âlemine gidiyor. Tesadüfen Başbakanlığın önünden geçerken, parmaklıklara yapışıp “Ich will darein” (Buraya girmek istiyorum) diye bağırarak onları hızla sarsıyor. Onu oradan sökmek için polisin müdahalesi gerekiyor.

 

Niels, “Gerhard Schröder bir model değildi” diyor, “İdealinin ne olduğunu, hattâ bir idealinin var olup olmadığını bilmiyorum”. “Schröder, ihtiraslı bir adamdı. O bir siyasî hayvandı. Ancak hareketi, seçim vaatlerine ters düşüyor. Eylül’de, sosyal kazanımlara dokunmayacağını söylüyor. Dört ay sonra, sosyal sandıkları baltayla yontuyor. Bu benim politika telâkkim değil”… (Le Figaro, 29.05.2003).

 

SPD için bu kadarı yeter.

.

. .

 

Türkiye’de Alman vakıflarının icraatı hakkında haberler tükenmiyor. Son bir tanesi yine Ankara’dan. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarının “yasadışı” faaliyet gösterdiği iddiasıyla eski Başbakan Bülent Ecevit’in talimatıyla başlatılan soruşturmanın ikinci etabı tamamlandı. İlk raporlarında Konrad Adenauer Vakfı ve ANAP’ın kapatılmasını isteyen, ancak bu istemleri kabul edilmeyen müfettişler heyeti, bu kez üç ayrı Alman vakfı ve bu vakıflardan para yardımı aldıkları gerekçesiyle CHP ve LDP’nin (Başkanı Net Holding’in sahibi Besim Tibuk’un bulunduğu Liberal Demokrat Parti) kapatılması istemiyle Yargıtay Başsavcılığı’na başvurdu. Müfettişlerin hazırladıkları raporda Friedrich Ebert, Heinrich Böll ve Friedrich Naumann vakıflarının Türkiye’de yabancı sermayeli şirket gibi faaliyet gösterdikleri belirtildi. Ve buna izin veren DPT ve Hazine Müsteşarlığı yöneticileri hakkında suç duyurusu kararı alındı. Alman vakıflarıyla CHP ve LDP arasında parasal bağlantıların olduğunu tespit eden müfettişler, raporda bu partiler hakkında kapatma davası açılmasını istediler.

 

Raporda, Friedrich Ebert Vakfı’nın CHP lideri Deniz Baykal’a Berlin ziyaretinin yanı sıra partinin 25. Kuruluş yıldönümü kutlamalarına da direkt para katkısı yapmak dışında, afiş ve el ilânı baskısı gibi destekler verdiği, bazı parti yöneticilerinin uçak biletlerini de aldığı öne sürüldü.

 

Besim Tibuk’un seçimlerden sonra genel başkanlığını bıraktığı LDP ise Friedrich Naumann Vakfı’ndan yardım almakla suçlandı. Raporda, Heinrich Böll Vakfı da Alman dış politikasının “maşası” olarak ve Türkiye’de “azınlıklar yaratmak, azınlıkların bölgesel özerklik ve federasyon taleplerine destek vermekle” suçlandı (Radikal, 31.05.2003).

 

Mezkûr Besim Tibuk, bir turizm şirketi olan Net Holding’in sahibi olarak, bir zamanlar “dinî turizm”i teşvik amacıyla hilâfetin geri getirilmesini ve bunun İstanbul’da konuşlandırılmasını bile istemiş olan bir liberal-demokrat’tır…

.

. .

 

Almanya’nın başını çektiği AB, tüm kadroları ve silâhlı militanları PKK ile aynı olan KADEK’i terör listesine almamakta ısrar ediyor. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Bu durum, terör eylemlerine devam eden ve halen 5bin kadarı silâhlı militanı bir tehdit unsuru olarak elinde bulunduran KADEK terör örgütünün bugüne kadar yaptığı terör eylemlerine destek anlamına gelmekte ve terör örgütünü cesaretlendirmektedir” diye konuştu (Cumhuriyet, 03.07.2003). Ama bu sert uyarıya metelik veren kim?…

 

.

. .

 

Ahmet Arpad, Nazi Almanya’sının sayısız utandırıcı eylemlerinin başlarında yer alan “Kitap yakma” günahını yeniden ele alıyor. “Kitaplar ateşe atılırken” adlı makalesini (Cumhuriyet – KİTAP, 694, 05.07.2003), insanlık açısından bir uyarı olmak üzere hoşgörüsüne sığınarak aynen derç ediyoruz.

 

“ Berlin Opera alanında alevler havaya yükseliyor. Büyük ateşin çevresine toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileri ile gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hattâ el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler, üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri, olup biteni dikkatle izliyor. “Yüzlerce insan budalaca, hayvanî bir çılgınlıkla haykırmaktaydılar” diye yazar ilerde Arnold Zweig anılarında. 19 Mayıs 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. Hitler seçimlerde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı Von Papen’in ağır endüstri kralları ile gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler’i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan Führer’in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklandı. Kimileri sınır ötesine kapağı attı, savaş bitene dek yaşamını zorunlu sürgünde geçirdi. 10 Mayıs akşamı başlayan “kitap yakma” girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya’da yüz binlerce kitap yok edildi. Berlin Opera Alanı’ndan, Münih Kral Alanı’na dek. Kitapların yakıldığı kentlerin tümünde üniversite vardı. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: “Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya’yı tehdit etmekte” diye binlerce insana sesleniyordu. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque’ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askerî orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar örneği uluyordu. Naziler, “Alman düşün dünyasının çöpü” dedikleri bu yazarların sadece Berlin’de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler’in düşünceye baskısı 10 Mayıs 1933 gecesi kitapların yakılması ile doruk noktasına ulaşmıştır. Nazi gençlik örgütlerinin “Kitap Yakma” uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi gömlekler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler. Büyük ateşe atılanlar Alman dili kültür ve edebiyatlarını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçılar, düşünür ve sanatçıların eserleriydi. “Bugün kitapların yakıldığı yerde, ilerde insanlar da yakılır” diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. Sınır ötesine kaçamayanlar kampların dikenli telleri arkasında yaşama gücünü yitirdiler. Gaz odaları ve fırınlar sonları oldu. Antifaşist ve antimilitarist çağdaş Alman yazarlarının en ünlüsü Erich Maria Remarque “Hayat Kıvılcımı” adlı eserinde o günleri konu eder. 10 Mayıs 1933’te yakılan ateş, 1945’e dek sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu. Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs’tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan “temizlik” için 7 Nisan 1933’te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs’tan haftalar önce Alman düşün dünyasına zarar veren kişilerin listeleri hazırlanmıştı. Hermann Göring: “Bürokrasinin hiçbir maddesi benim uygulamalarımı engelleyemez” diyordu. “Amacım haklıyı aramak değil. Benim tek görevim kötüyü ortadan kaldırmak, kökünü kazımak. Bunun savaşını yaparken de herhalde polisin kurallarından yararlanacak değilim”. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı. Ancak çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. “Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya’nın yeniden uyanışının bir simgesidir” diye yazanlar oldu. Alman ruhuna bile bile ihanet edildi. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir “yasaklar listesi” yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın “zararlı” dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya’da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu. Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silâhtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır. 10 Mayıs 1933 kitap kıyımı ve ardından gelen korkunç insan kıyımı hiç unutulmamalıdır. Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman her ülkede vardır”.

 

Kim demiş Almanya’da ırkçılık kalmadı diye. Kaldı, hem de dik âlâsı, hem de ne tür. Aşağıdaki haber bunu belgeliyor.

 

Irkçı bir alman, Berlin’de Asyalı ve Türk öğrencilere eğitim veren okulun önünde Adolf adlı köpeğine Hitler selâmı verdirince 6 ay hapis cezası aldı. Emekli fabrika işçisi 53 yaşında Roland Tach, okuldaki çocuklara karşı bir kin duyuyordu. Köpeği Adolf ile okul kapısında bekledi ve kinini kusmak istercesine onlara “siz arî ırktan değilsiniz, evinize gidin baş belâları” diye bağırdı. Daha sonra da köpeğine sağ patisini kaldırmasını emretti. Adolf sahibinin emrini yerine getirdi (Resim 88), ancak bu hareket Tach’ın tutuklanmasına neden oldu.

 

Olayı gören bir anne “Ondan korktuk. Çok tehlikeli ve kabaydı. Bize ve çocuklara kötü sözler söyledi” dedi. Almanya’da Nazi rejimini savunmak yasak. Ancak Tach, köpeğinin yaptığından dolayı tutuklanan ilk Alman oldu… (Hürriyet, 09.07.2003). Yani Tach, çocuklara ettiği küfürlerden dolayı değil, sadece köpeğine Nazi selâmı verdirdiğinden içeri alınmış… Köpeğine Adolf adını vermiş olması, Hitler’i onurlandırma mı oluyor?…

.

. .

 

Nuh Mete Yüksel’in açmış olduğu dava kapandı gitti. Ama bu, ne kadar da olsa, hükümetin gerçeklere gözü biraz açıldı, şöyle ki, Almanların bütün yırtınmalarına karşın altın istihracının önü açıldı. Yukarıda Kanadalı firmanın Uşak’ın Eşme ilçesinde altın arayıp bulduğunu bildirmiştik. Şimdi bu firma, Bergama olaylarıyla karşılaşmamak için üst düzey güvence arıyor.

 

Kanada’nın El Colderado firmasına mensup 20 işadamı, Başbakan Erdoğan’ı Başbakanlıkta ziyaret etti. Türkiye’de altın arama faaliyetinin, yasal düzenlemeler ve karşı kamuoyu nedeniyle hak etmediği şekilde engellerle karşılaştığını belirten işadamları, Başbakan’dan destek istedi. Erdoğan’ın Kanadalı işadamlarına “Meclise sevk edilen Maden Yasası ile yabancı yatırım önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik yasa, bu sorunları bütünüyle çözecek” dediği öğrenildi.

 

Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in de katıldığı görüşmede Kanadalılar, Bergama örneğine dikkat çekerek, benzer sorunları yaşama olasılığının gözlerini korkuttuğunu söylediler. El Colderado Şirketinin Uşak’ın Eşme ilçesinde altın hafriyatı başlatmak istediği bu bölgede 230 ton altın kaynağının saptandığı belirtildi.

 

Görüşmede, ayrıca AKP İstanbul Milletvekili Egemen Barış ve Uşak Milletvekili Alim Tunç da hazır bulundu. Heyette madencilik sektörünün bankacıları ve finansörlerinin de olduğunu belirten Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, Başbakan Erdoğan’ın işadamlarının bu konudaki tereddütlerini giderdiğini söyledi. Uşak Milletvekili Tunç ise bu firmanın Uşak Eşme ilçesinde altın arama konusunda altyapı çalışmaları yaptığını, firmanın Çevre Değerlendirme Raporu ve diğer hazırlıklarını tamamladıktan sonra altın üretimine başlayacağını söyledi (Radikal, 11.07.2003).  Anlaşılan, Adenauer Vakfı’nın gücü, El Colderado’ya geçmiyor.

.

. .

 

Prof. Dr. Ünsal Yavuz, 23-24.08.2003 tarihli Cumhuriyet’te yayımladığı “Sevr – Lozan – AB (Yeni Sevr)? I ve II” adlı yazılarında Sevr ile AB’nin isteklerinin ayniyetine büyük isabetle işaret ediyor. Bu çok önemli yazının birçok bölümünü, hoşgörüsüne sığınarak buraya aktarıyoruz.

 

“Osmanlıların Viyana kapılarına kadar ilerlemeleri Avrupa’da bir “Doğu sorunu” yaratmıştı: Barbar Türkler, geldikleri Anadolu’ya, sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtüleceklerdi”.

 

Almanların safında katıldığımız I. Dünya Harbi’nden muzaffer olarak çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ve Ocak – Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri barış görüşmeleri ile ülke topraklarını işgal etmeleri ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirilerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardı…

 

Sevr Antlaşması’nın Türkiye’ye yüklediği, aslında onun varlığına bir hançer olan şartlarının ayrıntılarına burada girmiyoruz. Ama sonra ne oldu?

 

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme, malî ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra, ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

 

Ancak, Batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri, ne Atatürk’ü, ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek… Bu konuları, bu kitabımızın çerçevesi içine taşımaktan amacımız, I. Dünya Harbi’nde uğruna kendimizi feda ettiğimiz “geleneksel dost”umuz Almanya’nın başını çektiği AB ve Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözden uzak tutulmaya çalışılan ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarını kamuoyuna hatırlatmaktır. Prof. Yavuz’un tafsil ettiği bu kararları ve bunlar hakkında olması gereken düşüncelerimizi onun kaleminden okuyoruz.

 

22.12.1993 tarihli karar: Türk devletinin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin dillerini kullanma, öğrenme, gelenek – göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle, fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idarî özerklikle de uyumlu olabilmelidir”.

 

18.11.1996 tarihli karar: Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır”.

 

19.09.1996 tarihli karar: Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslararası hukuk ihlâli olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plândan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.”

 

17.09.1998 tarihli karar: Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlâl edilmesini haklı kılmadığını düşünür.”

 

08.11.2000 tarihli rapordan: Avrupa Birliği, devlet yetkililerinin merkezî idareden, mahallî idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahallî idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir: ‘Merkezî idarenin mahallî yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hâlâ bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahallî yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir’.”

 

24.10.1996 tarihli karar: 1) Avrupa Parlamentosu, dünyanın her tarafındaki milyonlarca Orthodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur. 2) Avrupa Parlamentosu, patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur. (Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir).”

 

08.11.2000 tarihli rapor: ‘…Heybeliada’daki ruhban okulunun kapalı kalması konusu da dâhil olmak üzere, 1923 Lozan Anlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi…’ istenmektedir.”

 

18.01.1996, 19.09.1996 ve 17.09.1998 tarihli kararlarda; Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir.”

 

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilân etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.”

 

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların ‘AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını’ vurgulamaktadır”.

 

Sonuç: Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır, ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşlarımızın (!) dışındaki sokaktaki sade vatandaşların bile görüp anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir. Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak “Lozancı – Sevrci” tartışmasını kamuoyuna mal etmeye çalışan sözde kalemşor geçinen ahmaklar için Verhaugen, Karen Fogg, Oostlander; Giscard D’Estaing, Bn. Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosman, Rumsfeld, vb. gibi küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması, ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırı da bir anlam taşımıyorsa, böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor: ‘Bu ülke, geleceği sizlere bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!’ O halde görev, yine Atatürk’ten aldığı güçle lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…”

 

Almanya ve Fransa’dan hep aynı nakarat: 

 

“Almanya ana muhalefet partisi Hristiyan Demokratlar Birliği (CDU) LÖDVRÖ Angela Merkel, dün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmesinden sonra net konuştu: ‘Bunun dinle alâkası yok ama AB, Türkiye için hazır değil.’ Merkel bunun nedeninin, Türkiye’nin İslâm dininden olması ya da kültürel farklılıktan değil, AB’nin yeni genişlemesi nedeniyle ortaya çıkan ekonomik durumun Türkiye’nin üyeliğine henüz imkân vermediğini söyledi. CDU lideri, AB konusunda hem Türkiye’nin hem de AB’nin yapması gerekenler olduğunu belirtti. Erdoğan da, Türkiye’nin AB üyeliğinin Almanya’da iç politika malzemesi yapılmamasını istedi. ”

 

[1] Murat Belge, “Ulus – Devlet süreci adlı yazısı, Radikal (30.11.2002).