“Toprakla uğraşan, ekin, bağ, bahçe yetiştiren insan, hayvan gibi canlı ve hareketli değil, durgun bir varlık karşısındadır. Nebatlar üzerinde kuvvet ve cesaretin hiçbir tesiri yoktur. Burada aksine, sabır ve tevekkül ile beklemek lâzımdır… Ekinci(yi), içinde bulunduğu durum, onu kolaylıkla gözle görünmez manevî kuvvetlerin mevcudiyeti zikrine götürür…”
“Göçebe insanın ideal insanı olan “Alp tipi” ile yerleşik İslâmî devrim ideal tipini temsil eden Velî ve Derviş arasında derin bir tezat vardır… Semboller ve imajlar da bu iki medeniyet tarzı ve ideal insan tiplerine göre değişmekte, göçebe-avcı aktif tipi hayat ve insan görüşü daha ziyade hayvan temi; ekinci-bağcı pasif tipi ise umumiyetle nebat temi etrafında teşekkül etmektedir.”[1]
Dede Korkut Kitabı’nda, gezgincinin yaşam ve kültüründe hayvanın egemen oluşuna karşın köylü ve derviş anlayışında nebatın ön plana çıkışı Yunus Emre Divanı’nda belirgin olur.
Doğaya güven caiz değildir. Tohumu toprağa atarsın, kimi biter, kimi çürür gider. İnsan yaşamı da öyle.
“Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter, kimi yiter yere tohum saçmış gibi”.
Köylü, mevsimlere göre bitkilerin ölüp yine dirilmelerine her yıl tanık olur.
“Yine yeni hazineden yeni hil’at giydi cihan
Yine verildi yeni can ot u ağaç süsdi yine
Ölmüş idi otu şecer dirilüben girü biter
…”
Yine şiirinin birinde Yunus, yolda rastladığı uzun, şirin, çiçek açmış bir ağaçtan fanîlik dersi çıkarır:
“Gideridüm ben yol sıra yavlak uzamış bir ağaç
Böyle lâtif böyle şirin gömlün aydur bir kaç sır aç
Böyle uzmak ne manidür çünkü bu dünya fânîdür
Bu fuzulluk nişanıdur gel berû miskinliğe geç
…”
İnsanın bitki misillû fânî oluşu teması aslında evrensel olarak işlenmiştir. Örneğin Fransız şairi Ronsard’ın (1524-85) şiirinde buna sık rastlanır. O da “üvey ana doğa – marâtre nature”den şikâyetçidir…
Mevsimlerin tezadı Yunus’u bıktırmıştır:
“Geçtüm sonsuz sayınçtan usandım yaz u kıştan”.
O, sürekli bir bahar ve yaz, solmayan bir gül bahçesi özler:
“Bir şaha kul olmak gerek hergiz ma’zul olmaz ola
Bir eşik yastanmak gerek kimse elden almaz ola
Bir bahçeye girmek gerek hoş teferrüç kılmak gerek
Bir gülü yaylamak gerek hergiz ol gül solmaz ola”.
Köyde kuvvetli bir mülkiyet fikri olup mülk şahsiyetin temeli halindedir:
“Kimse bağına girmegil kimse gülini dirmegil
Var kendü mâşukun ile ol bahçede alış yürü”.
Ve nihayet derviş, meyvelerinden herkesin faydalandığı, yaprakları dertlilere derman olan bir ağaçtır:
“Her kime kim dervişlik bağışlana
Kalbi gide pâk ola gümüşlene
Nefesinden müşk ile amber tüte
Budağından il ü şar yemişlene
Yaprağı derdlü için derman ola
Gölgesinde çok kademler işlene”[2].
* *
Batı Türkçesinde “bağ”, Farsçadan geçme olarak “asma dikilen yer” olup doğruca Farsçada “ağaç ve çiçek dikili olan yer, bağçe”dir. Mecazen de dünya, cihan, âlemdir: Bağ-ı kuds, bağ-ı bedî, bağ-ı refî, bağ-ı dehr, “çe” edad-ı tasgiriyle “bağçe”, “küçük bağ” oluyor, Farisîde.
“Bostan” da Farisî “bûstan”dan muharref olup “kavun ve karpuz ekilen tarla, sebze yetiştirilen bahçe” oluyor (BTL).
Bahçenin süsü “çiçek, garp, gül manasında iken tamim edilmiştir” (BTL).
“Karşılaştırınız İbranî çiçah = çiçek, çiç = çiçek açmak, parlamak’tan. ‘Gül’ manasında İranî çiçek’in İbranîceden örnek edinilmiş olduğunu sanıyoruz. Ayrıca karşılaştırınız Sokpa (Çin sınırı) çiçuk = çiçek; Mongol tsitsik = ibd.; Slavçvieçe= ibd…”
“Taç giyme töreni sırasında Bizans imparatorlarının sagion ve chlamyde’in altına giymekte oldukları, çiçek şekilleriyle bezenmiş, Türk-Tatar kökenli bir giysinin adı olan τσιτσακιον, hiç şüphesiz, Türkçe çiçekten gelmedir” (DELT, s. 177-8).
“Fidan”, φυθος, φυθας; “fide” de φυδοκ,φυδας’tan gelmedir (BTL) Fidana Kn’da dingi deniyor, Krş ve Mğ’de ağaç fidanına ceterlik-citerlik; meyve fidanına Kn’da borza-burza; Ada’da fidana çetil-çetik denip “sebze fidesi, fidan ve tohum”u ifade eden çitil Mr, Ank, Krş, Nğ, Kn, İç, Rumeli göçmenleri Ist, Ks, To, Ml, El, Mr, Sv, Ank, Kn, Ada, Ant illerinde geçmektedir. İğşe Kn’da fidandır, sığlam’ın Sn, Sm’da olduğu gibi. Ve daha nice adlar…
Çiçeklerden “karanfil”, καγεοφυλλον’un muarrebi; mimoza-nergis, Farisî, Rumca ναρκισσος; Sünbül, Arapçadır: sünbülteber, sünbül-ü rumî, sünbül-ü hindî… “Sünbülî”, seyrek bulutlu ve güneşsiz hava.
“Sünbülî bir hava ki mest-i rükût
Duruyorken muhit-ü namahdut” (Fikret).
Bu çiçeklere ârız olan kemirici “tırtıl, Garb, Ermenice… kurt, meskûkâtın etrafındaki dişler ve çentikler”dir (BTL).
Çiçekler çoğu kez saksıda olur: “saksı, garb. Saxe şehrinde yapılan porselen, saksonya…” (BTL).
Ağaçlar dal budak salarlar. “Dal” da Batı Türkçesine ait bir sözcük olup bu hususta DELT (s. 195), “karşılaştırınız δαλλος. Latince thallus ve Fransızca talle = fışkın, filiz, sürgün, ayrıca krş. Latin talea = sopacık. ‘Dal’ veya ‘dalı’ bunun dışında ‘sırt, omuz’ manasına gelmektedir, ‘dalına binmek’ ifadesinde olduğu gibi” diyor.
Cinsin ıslahı için ağaç ve çiçeklerin aşılanması (kalem, yaprak, göz, kabuk aşısı) tekniği çok eskiden beri bilinir. “Aşı” sözcüğü Batı Türkçesine ait olup Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî’de, bunu “aşırmak”a izafe ediyor: “aşı, vasl-ı peyvend ki bir yerden alınub aşırılub diğer mahalle yapıştırılan, sokulan bir miktar şey. (Tıbbî) inek aşısı, telkıh-i bakarî: çiçek aşısı, telkıh-i cederî…” (s.33). DELT’de (s. 12) “biz bu Türkçe kelimeyi (aşı) Zend-aşi = göz; Ermeni aş; Sanskrit axi. Yunan Ӧσσε, Rus oçi – ile kıyaslayacağız”.
“Ayrıca, ‘göz’ manasında bu Türkçe sözcüğü mürekkep ‘güneş’ (kelimesi kelimesine ‘günün gözü’) ve Doğu Türkçe ayaş = ay’a dahil olduğunu sanıyoruz” diyor. Kalem aşısına Ank’da düdük aşısı deniyor.
Kel-kelemçe “aşı kalemi” (Bo, Çkr, Kn) olmanın dışında “sebze fidesi” (Isp); “tomurcuk” (Nğ); “meyve ağaçlarının sürgünü” (Brs) olup keli de “aşı yapmak için alınan filiz”dir (Kü).
Ağara-ağura yatırmak, “daldırma yapmak, soğuktan müteessir olan veya kök salması istenen sürgünleri toprağa gömmek” (Sv) olup ahıra yatırmak-ahra geçmek- ahra yatırmak da yine “daldırma yapmak, bağ çubuğunu gövdeden ayırmadan toprağın içine batırıp biraz ilerden çıkarmak”tır Gaz ve Es’de.
“Aşısız fidan, yabani ağaç; yabani gül fidanı”na acı-acı ağaç deniyor Dz, Brs, Kc, Zn, Çkr, Ar, Sk’da.
“Yabani gül fidanı” sözü bize ilk Isparta’ya gidişimizde, nefis gül bahçeleri görmeyi beklerken çalı tarlalarıyla (fot.90) karşılaşarak uğradığımız hayal kırıklığını hatırlattı. Meğer yağı çıkarılan gül, yabani gül çiçeği gibi olup geceleri toplanır, güneş vurmadan gülyağı fabrikasına teslim edilirmiş. Çiçekler güneş görecek olursa kokusu kaçarmış. Bu nedenle gece yarısından sonra fabrika birer saat aralıkla birkaç kez düdük çalardı. Birinci düdük, baş fiyatla alımın başladığını haber verirdi. Bu fiyat ikinci düdüğe kadar devam ederdi. Bundan sonra üçüncü düdüğe kadar getirenlerin güllerine daha düşük fiyat verilirdi. Son düdükten sonra fabrika alımı durdururdu. Onun için gündüzleri tarlalarda çiçeğe rastlanmazdı. Döneceğiz bu konuya.
Acor, “ağaçların dip filizi”dir, Vn’da (sözcük Ermenice olabilir mi?…) Dip filizleri genellikle aşısız olur ki aşısız fidanın bir başka adı aşbak’tır Ks’da. Filiz, sürgüne Ama, Çr, To, Gm, Sn, Ank’da cımbar-cımbut-cimbar-cunbar deniyor.
Cipil, “gelişigüzel yetişen fidan” (Sv); çipil ve varyantları, “ağacın yan dalları, ince ağaç dalı” (To, Gr, Gm, Sv, Yz, Çr, Nğ); “ırmak kenarlarındaki söğüt, kavak gibi ağaçların filizleri” (Ama, Gr, Ml, Sv); “bataklık yerlerde veya pınar kenarlarında meydana gelen ot, yosun gibi bitkiler” (Brs, Kü, Es, Çr, Ama, Ezm, Ml, Gaz, Mr, Hat, Sv, Yz, Ank, Ky, Ng); “bataklık” (Dz, Ezm, Gaz, Hat, Ky, Es, Tr, Ank, Ada, Isp) olup Türkçe Sözlük’te çipil, “gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse; çepel, yani kirli, bulaşık, çamurlu”dur ki, köylü kentli sözcükler, aslında “aşısız” olmanın mutsuzluğunu ifade ediyorlar.
Bu yeni sürgün filize daha çok sayıda ad verilmiş olup bunlar üzerinde yayılmayacağız.
Hıyar, kabak gibi bitkilerin kol salması için tarlada boş bırakılan ve iyi çapalanmasına özen gösterilen yere arka denir Ant’da.
Boraza-boruza, “yeni dikilen asma çubuğu” (Ky); borza-barza da Kn’da “meyve fidanı”dır. Áπόρριζο, Kıbrıs Rumcasında kök sürgünüdür (Tietze). Barazıt-barazit, “kökten süren ve ağaca zarar veren sürgünler” (Af) olup bunun Fransızca-İngilizce “parasite”den galat olduğunda şüphe yoktur.
Baran-baram-baraza-boran ailesi, “üzüm, meyve ağaçları ve bitkilerin dizisi” (Dz, Çkl, Kr, Ezc, El, Ur, Gaz, Mr, Hat, Sv; Ada, Ml); “sebze fideleri, üzüm çubuğu ekmek için hazırlanan yer, çukur” (Ezc, Sv, Ml, Tn); “bostan” (Tn, Gaz); “bağlardaki evlek” (Ezc); fidan ve çubuk sıraları arasındaki aralık” (Gaz, Mr, Ada)…olup barana-baran-barane-baran-barhana-barna da “fasulye sırığı ve üzüm çubuklarını dayamaya yarayan çatal ağaç, kazık”tır (Isp, Brd, Dz, Nğ, Kn, İç, Ant, Mğ, Ar). Rz’de falsulye sırığı hoşka tesmiye ediliyor, Zn’da çılpı dendiği gibi. Ezc’da ise bunun adı serepene’dir.
Natır, “yeni dikilen fidanların sallanmaması için yanına dikilen kazık”tır, Ada’da. Arapça “natur-natır”, bağ bahçe bekçisidir (hamam hademesi olmanın dışında). Ada’daki “kazık” da fidanı beklemiyor mu?… Burada ilginç bir benzerlik ortaya çıkıyor: Fransızca “tuteur”, hem vasi, yani “ergin olmamış çocuğu bekleyen kişi…”, hem de “herek”, yani fidan desteği oluyor.
Natır ayrıca bir “teknik”i ifade ediyor: “asma çubuklarının kimini uzun, kimini kısa bırakarak yapılan bir çeşit budama”dır (Gaz).
Bildiğimiz gibi “sebze”, Farsça “sebz” = yeşilden geçmedir. Halk dili de sebzeye, yine “yeşil” ile bağlantılı olarak göğeri-gökeri-göveri (Af, Isp, Dz, Kü, Gaz, To, Mn, Bt) adını vermiş ki bunun “gök” yeşili-mavisinden mülhem olması melhuzdur. Bu sözcükler aynı zamanda “çayır, çimen, yeşillik”i de ifade ediyorlar (Isp, Dz, Ba, Sn, Sv, Kn, İz,To). Göğerilik, “su yakınında sebze ekmek için ayrılan tarla” (Kn) olup gögermek ve varyantları, “bitki büyüyerek yeşermek, yeşillenmek” oluyor, Anadolu’nun Batı yarısında.
Aynı fonetik aileden göverdim, “yeni dikilen bağın filizlenmesi” (Gaz); göveren -göverenlik -göverilik, “sebze ekilen yer” (Dz, Af, Isp); göveren, “yeşillik”, göveri, “bostan, bahçe” (Uş); gövermek, “filizlenmek”tir (Es, Zn, Gaz, Ky, Sv).
Sebze bahçeleri daha başka ilginç adlar da alıyor: ankur, “bostan” (Tr); Bu sözcük bize Farisî “engûr” = üzüm”ü hatırlattı
“Yakut gibi şarab-i engûr
Elmas gibi piyale-i nur” (Şeyh Galip)
Harım, “bahçe, sebze ya da meyve bahçesi (Af, Isp, Brd, Dz, Ay, İz, Kü, Es, Ky, Nş, Nğ, Kn, Ada, Ant, Mğ); “köye, kasabaya yakın değerli tarla” (Brd, Krş, Kn); “tarla ve bahçe çevresindeki çit” (aynı yerler). Sebze, meyve bahçe ve bostanları evin köyün yakınında olduklarına göre bu sonuncu sözcüğün Arapça “harîm”, yani “herkesin giremeyeceği yer”den muharref olması akla yakın geliyor.
Koraf, “sebze tarlalarında dört beş ocaklık yer” (Ant) olup Xωραφι= tarla’dan gelmedir. Ama ve Çr’da anavul, “sebze ekmek için ayrılmış toprak parçası, evlek”tir; αναβαθρον da “seki, basamaklı seki”dir…
“Tereke”, Arabî kökenli olup ölenin ardından kalan malları ifade eder. O ise ki halk dilinde tereke, “tahıl” (İz, Ba, Çkl, Kc, Vn, Ed, Kıbrıs); “ev eşyası” (Yz, Nğ, Kn) olup terekelik de “sebze ekilen yer, bostan”dır, Ank’da. Yani tahıl tarlasından arda gelen yer mi oluyor?…
Pürse de “sebze evleği” (Isp); buk, “kavun ve karpuz ekilen yer”dir (İç).
Sadır, “biber, patlıcan, domates gibi sebze fideleri” (Ist, Rz, Ezc, El, Tn, Ml, Sv) olup Arapça “sâdır” (sudur’dan), “çıkan” demektir, fideden domates çıktığı gibi… Şitil-şetil de “fide” (Ist, Bo. Kr, Ezm, Vn, Bt, Dy, Mn, Gaz, Hat, Nğ, Kn, Ada) olup Arapça “şatl = fide”den gelmedir (Tietze). Perese-peresek-pereste de yine “fide” (Çkl, Isp, Ba), “sebze fidesi ekilen yer”dir (Af). Ilkı, Sn’da “fidan-ağaç, bağ çubuğu vs. dikmek için açılan çukurlar da yerine göre değişik isme sahiptirler: emen-eben-emmem, “çukur, bağ çubuğu, ağaç ya da sebze dikmek için açılan çukur (Af, Isp, Brd, Dz, Is, Kü, Es, Çr, Sm, Ama, To, Yz, Ank, Kn, Mğ, Ant). Ennen de “yeni yetişen bağ”dır (Çr).
Ombal “ince yollarla ayrılmış bağ, sebze karığı” (Isp, Nğ); umbal, “hendek” (Ada); ambal, “üzüm bağının bölümleri” (Nğ); imbal, “bağın dar ve uzun olarak bölünmüş parçalarından her biri (Çr, Yz); umbul-umbal da “bağ ve bostanlarda, evleğin enine bölümlere ayrılmasından ortaya çıkan eşit büyüklükte parçalar” (To, Ky) olup bunların kökeni αμπολη, “mezar, karık”tır (Tietze).
Fidelerin dibi, bağ ve bostanlarda eğiş-eğeş-eğıç-eyeş, “sebze fidelerinin dişlerini eşeleyip yumuşatmak için kullanılan ucu eğri demir araç” (Nğ), kirpidin, “bahçelerde sebze diplerini çapalamakta kullanılan bir ağzı kesere benzer, öbür ağzı sivri demir araç, çapa” (Ky, Nğ, Ed) gibi aletlerle kabartılır.
Bağ ve bostanların korunmasına verilen önem, onları bekleyecek bekçiler için yapılan kulübelerin aldıkları çeşitli adlardan anlaşılmaktadır. Meyve zamanı, ağaca dokunulmaması için dibine ya da dallarına dikenli ağaç konur ki buna Or’da horuk denir.
Alacık ve çok sayıda varyantı, Anadolu’nun Gr ve Sv’ın Batı’sında kalan bölümünde “üzeri dal veya hasırla örtülen çoban evi, tarla, bostan, bağ kulübesi, çardak”; “çul veya keçeden yapılan çadır” (Brd, Mğ); “göçebe çadırlarının üzerine konan eğri ağaç, eğilmesi kolay ağaç sürgünü” (Kn, İç); “bostan korkuluğu”dur (Ank). Aliman da Yz’da “kulübe”dir, aymalık’ın “bağlardaki bekçi kulübesi” olduğu gibi.
Çömelti (içinde çömelip oturulacak?) “tarla bekçisinin durak ve gözetleme yeri” (Kn), çömen “bostan bekçileri için yapılan koni şeklinde kulübe”dir (Dz, Mğ). Deye, “bostan ve bağlarda yapılan bekçi kulübesi” (Kr) olup bunun ağaç ve çamurdan yapılarına domik deniyor Vn’da “Doma” Latince “düzdam” “domus” da “ev, mesken”dir. “Ottan yapılan bağ kulübesi”ne neden Ada’da bokbaşı denmiş?…
Huv-huy, “bostan çardağı”nın Tn, Ky, Ezm’da aldığı addır. Hulak da “bostan kulübesi”dir, Ezm’da. Buna Kr’da koh deniyor ki Arapça “kuh”, penceresiz, kamış kulübe, tarla kulübesidir. Gerek yukarıdakiler, gerekse bunların varyantları olan huyma (“bağ ve bostan kulübesi – Af. Es, Ml, Sv, Krş, Yz, Ank, Kn), hüğme-hüğ (“çardak” – Krş, Ada), hügül-hogül-hokul-hug-hugul-hukul-hüğul (“tarla ve bostanlara yapılan küçük bekçi kulübesi” – Ezc, Nğ, El, Mr, Gm), işbu Arabî “kuh”tan çıkma olup bunların Ermenice varyantı da “hug”dur (Tietze, s. 308),
Ve nihayet talvar-talbar-talfar-talpar-talva-tavlar, “bağ ve bostanlarda çalı çırpıdan yapılmış üstü kapalı bir çeşit çardak, bağ evi ya da bostan kulübesi” (Af, Isp, Brd, Dz, Mn, Kü, Kn, Nğ, İç, Ant, Sn); “asma çardağı” (Isp, Dz, Kıbrıs, Ant, Es, Kn); “hayvanların barınması için dört direkten yapılmış üstü kapalı çardak” (Isp, Nğ);. “bağ ve bahçelerde tahtadan yapılan, yerden bir metre yükseklikteki yatılacak yer” (Isp, Brd, İç); “bağ ve bostanlarda bekçiler için yüksekçe yapılan gözetleme yeri” (Kn)… oluyor. Tulluk da Gr’da “çoban kulübesi”, Bil’de “bağ kulübesi”, yine Gr’da “çoban çadırı”dır.
Bağman-bağmancı-bağvancı-bağvand-bahmant “bağlara bakan kimse, bağ bekçisi” (Kr, El, Vn, Ky, Es) olup “man-men” eki üzerinde I. ciltte (s. 153-6) uzunca durmuştuk. Bağvand da “bağbend”den galat olabilir ki bu takdirde “bağa bağlanmış” anlamına gelir.
Gelelim şimdi doğruca üzüm ve bağa özgü uygulama ve terimlere.
Badıç-badınç-badış-badiç-badis, “yeşil sebzelerin çiçekten hemen sonraki küçük hali” (To, Gm, Gaz, Sv, Gr, Gm); “fasulye, bakla, mercimek gibi taze sebzelerin yeşil kısmı, tohum yatağı” (Gm, Gaz, Mr, El, Ezc, Sv); “fasulye, bakla gibi sebzelerin kabuksuz içi, tohumu” (Ml) oluyor ki bu tarifler bize üzüm tanesini hatırlatıyor.
Asya Türkçesinde “asma çardağı-kafesi” olarak badıç, asmayla bağlantılı bağ ve bor gibi hiç şüphesiz Farisî kökenlidir[3]. Sözcük Farsçada wâyij, “asma yetiştirmek için çardak-kafes” şeklinde geçiyor[4]. “Üzümlendi = badhıç üzümlendi = asma çardağı üzümlendi” diye okuyoruz DLT (I/295)de.
Arapça “al-arış”, hem “asma çardağı”, hem de “hafif damlı açık kulübe’yi ifade ediyor[5]. Ml, Ur, El, Gaz’te de ariş-arış, “asma çardağı”dır.
Çadırga-çadıtma-çadurga, “asmanın çubuklarını yüksekte tutmak için ağaçtan yapılmış korkuluk, gölgelik” (Ama, Ezm, Ky) olup çadır dahi “şemsiye”dir Ay, Çkl, İst, To, Sv, Ed’de… Çaldıvar da “asmanın altına yapılmış çardak”tır (Dz). Kn’da bağa iremen deniyor…
Harpışda-hargışda-harpuşta, “evlerin önünde asmaların yayılması için yapılan çardak” (Kn, İç, Ky) olup, aslında Farisî “harpüşte, balık sırtı şeklinde çalıdır.
Salaç, Sm, To, Zn’da “çardak”, Sk, Or, Kn’da “sazdan yapılan kulübe” olup Macarcadan geçme “salaş”, tahtadan yapılmış, yalın kat, eğreti dükkân ya da barakadır, sözlükte.
İskenet Ant’de, sandal da Ank’da, “asma çardağı”dır.
İrem, Âd kavmi zamanında Şeddad’ın Cennet’e benzetmek için yaptırdığı bahçe olup sonradan “Cennet”in tarifleri arasına, her mümin Müslüman’ın rüyaları arasına girmiştir….
“Âlem behişt ender behişt, her gûşe bir bağ-i İrem” (Nef i)
Devek, “asma kütüğü ve çubuğu, tevek” (Brs, Zn, Çkr, Çr, Sn, Ama, To, Ank); “üzüm salkımı” (Ba, Brs, Zn)… olup hombul dahi “uzun bir evleklik bağ” oluyor Ky’de.
Cıngıl ve çok sayıda varyantı, “küçük üzüm salkımı, üzüm salkımındaki küçük salkımcıklar” oluyor Anadolu’nun Batı yarısında.
Halk terminolojisi, hep tanığı olduğumuz gibi, en ince ayrıntıya kadar değişik bir ses vermiş: tomburt, yine bunlardan bir tanesi oluyor, “beş altı taneli üzüm salkımı” (Brs).
Ankut, “salkım, üzüm çöpü” (Md) olup “ankud”, Suriye Arapçasında, “üzüm salkımı”dır (Tietze, s. 296). Kiravat, “üzüm asması, hevengi” (Kn) olup acaba bu ad, altına serilen “kerevet”ten mi galattır? Görüldüğü gibi üzüm’ün (ve şarap) “mucidi” Dionysos’un memleketi Anadolu’da bu meyve ile ilgili zengin bir halk lügatçesi bulunmaktadır. Sözcüklerden bazılarını zikretmeye devam edelim:
Avuş (Mş), baravuz-barayız (Nğ, Kn), ennar (Çkl), tine-tinek-tiynek (Brs), hep filiz ve taze sürgünü ifade ediyorlar.
Abali, “köklü asma çubuğu” (Brd); ahura, “bağlardaki kuvvetli üzüm çubuğu”dur (Ada). Neden “Amerikan bağ çubuğu”na acı çubuk -acı omca demişler, Dz ve Uş’ta?
Boraza-boruza, “yeni dikilen asma çubuğu” (Ky), borza-burza da “meyve fidanı”dır Kn’de.
Çokak (Brd, Dz, İz, Mn), çötek (Mn), dirken (Kn), ebeli (Isp, Ant), omca-omce-omça-omuca-omurca (İz, Sm, Mr, Krş, Ky, Nğ, Kn, Af, Dz, Gaz, Ank, Nş, Mğ, Brd, Krş), asma çubuğu, kütüğünü ifade ediyorlar.
Arnat, “üzüm vermeyen kuvvetli üzüm teveği” (Çkr); çidik, “yabani asma üzümü (Ml); ebe, “budanmış asma dallarının bir ya da iki yılda uzamış kısımları” (Isp); hömürtlek, “bağ budanırken kütükte bırakılan çubuk” (Kn); delibağ, “aşılanmamış Amerikan çubuğundan yetiştirilmiş bağ”dır (Dz) ki anlaşıldığı kadarıyla bu sonuncusu fazlaca dal budak salıyor. Tietze (s. 292), yukarıdaki arnat’ın, baş ve sondaki sessiz harflerin değişmesiyle, Arapça “irnâs”, “asma”dan alındığını söylüyor.
Asmaları tutmak için dibine bir sırık dikilir ki buna Çkl, İst, Kn ve Ant’da parana adı veriliyor. Omcaların dipten çıkan sürgünlerini, piçlerini kırarlar, bu işleme palatır deniyor, Mn’da: “bu sene palatırı göktaşını atmadan evvel yapacağım”.
Göktaşı dedikleri, göztaşı, yani mavi renkli bakır sülfattır. Heyrek de palatır’la eşanlamlı oluyor, Ank’da.
“Çubukçu’dan galat olduğunda şüphe bulunmayan, çıbıkçı, “bağ kütüklerinin dibi kazılırken budamaları tutup kırılmaktan koruyan işci”dir, Nğ’de: “çıbıkçı, gazıcılardan daha usta olmalı”…
Ml’da, “bağ için elverişli toprak”, koğur tesmiye edilir.
“Kesilen bağ çubuklarının köklendirilmesi” çıbık kızdırma (Kn, İç) olup bu aynı illerde kızdırma, genel olarak “üzüm çubuklarını köklendirmek için yere gömme”dir.
Ağıla, “daldırma suretiyle dikilen bağ çubuğu” (D,); heyrek, aynı zamanda, “bağ çubuğunu kökünden koparmaksızın orta yerinden toprağa gömerek köklendirme usulü, daldırma”dır (Kn); bu işlem Isp ve Nğ’de ökçeleme adını alıyor.
Asma çubuğunun özsuyu (usaresi)ne ağlak adı veriliyor Isp, Dz, Çr’da: “ağlak başladı, bağları budamalıyım” yani budama, çubuklara su yürüdükten sonra yapılıyor.
Bağ ve meyvelere ârız olan külleme hastalığına zenk deniyor (Gaz, Hat, Ada). “Zeng-jeng”, Farsça “pas”tır.
Kafır, “asmaların budandıkları yerden akan suları kesmek için kullanılan bir çeşit özlü çamur (Gaz); kıfıl-kıfır, “böceklerden korumak için asma kütüklerine ve filiz yerlerine sürülen macun (Ur, Gaz, Mr, Nğ) olup bu sözcükler, Arapça bitüm karşılığı “kafr”dan gelmedir (Tietze, s. 304). Kıfır, ayrıca, “üzüm salkımlarına gelen ve tanelerin dökülmesine neden olan bir çeşit hastalık”tır, Ky’de.
Delibağ’ın dayanıklı olduğu filoksera’ya Mn’da balgam hastalığı adı veriliyor.
Göztaşı (göktaş), bağların olduğu kadar tahılların da ilâcı oluyor. Nitekim “buğdayın, arpanın vs.nin körleşmesi vardır. Dane kapkara olur. Çaresi ekin ekilirken tohumun, köylülerin göktaş dedikleri göztaşı ile karıştırılarak ekilmesidir…”[6]
Filoksera, amatör bir bağ düşkünü olan Köse Rıza Efendi’nin Fransa’dan getirdiği asma çubukları ile 1873’de Türkiye’ye giriyor.
Üzümün hasadı, yani bağ bozumu genellikle, cinslere göre, Ağustos-Ekim ayları arasında yapılıyor. Mamafih bunun Aralık ayına kadar yapıldığı türler de var. Halen ülkemizde 34 çeşit üzüm yetiştiriliyor. Bu çeşitlerin bazılarının adları, aşı çubuklarının getirtildikleri ülkelerdeki adlar oluyor, Muscat Reine, Cardinal, Alphonse, Riesling, Pinot Chardonnay… gibi[7].
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1979 yılına ait bu tespitinin dışında daha birçok üzüm türü ve adının bulunduğu da bir gerçektir[8].
“Siyah üzüm yasta
Çekirdeksiz pek hasta
Göktaş kükürt kâr etmez
Kireç hepsinden usta”[9]
derken Manisalı, bağ ilâçlarını da saymış oluyor.
“Bu bahsi kapatmadan önce, çok akil ve bilgin bir kibar zatın ortaya attığı iki soruya cevap vermeye çalışacağım.”
“İlki, Romalılar arasında en engin bilgiye sahip kişi olarak kabul edilen Varro’nun iddia ettiği gibi, İzmir (Smyrna) sahilinde, yılda iki kez meyve veren bağların bugün mevcut olup olmadığı…dır.”
“Saniyen, birçok antik yazıtlarda sözü edilen, şimdiye kadar bilinmeyen iki put hakkında herhangi bir şey söylenebilip söylenemeyeceğidir.”
“Birinci soru hususunda, bu tür bağlar halen burada görülmüyor, ancak bunu birkaç asmaya izafe edebiliriz ki soğuk, tomurcuk ve çiçeklenme sırası dışında bütün yaz ve güzün bir bölümünde, bunlar üst üste üzüm veriyorlar. Ve bu nedenle de Türk dilinde yediveren adıyla tefrik ediliyorlar ki bu, yedi kez meyve veriyor demektir; buna Rumca επτακοιλον deniyor. Ben bu asmaların bitekliğini, İzmir’in toprak veya ikliminden çok bunların öz niteliğine atfetme eğilimindeyim.”
Ve devam ediyor Aegidius van Egmont: “İkincisine, yani meçhul iki puta gelince, bunlar hakkında mukni bilgi vermenin gücümü aşacağını açıkça kabul etmeliyim. İlki, Jupiter Madbachus, Tertullianus’un zikrettiği üç yüz Jupiter arasına dâhil edilebilir; putperestlik dönemi tanrılarının adları başlıca ünlü nesillerininkinden müştak olup Bacchus’un, şarap yapma yöntemini keşfetmiş olması itibariyle, Nuh olması muhtemeldir; bazıları ise onun oğlu olduğunu düşünüyor. Kanımca Madbachus adı, Japhet’in oğlu ve Med’lerin kurucusu Madai’den oluşmuş olmalıdır; bu kişi Madai ya da Hammadan kentinin kurucusu da olmalıdır… Bu varsayımı pekiştiren husus, tanrı adlarının çoğunun koloniler tarafından, başlıca Suriye’de, yayılmış olmasıdır”.
“Tanrı Selamanes’in adının Doğu dillerinde, özellikle Arapçada aranmasının gerektiğini düşünüyorum ki bu bize derhal selâm (barış, sağlık ve refah manasına olup bu, günümüzde Türklerin mutat selâmıdır) sözcüğü ile Tanrı’nın adlarından birini önümüze seriyor şöyle ki bu dilde bundan çok, daha doğrusu Tanrı adlarının icmali veya bütün öbürlerinin dâhil olduğu bir ad vardır.”
“Bu isimle çağrılan birini bulmadıkça bunun kökeni, tanrı Selamenes’i izah etmeye yeterli olmaz: bir zayıf ihtimal olarak, Suriye ve Lübnan dağı çevresinde birkaç kent inşa etmiş olmakla ünlü kral Solomon’a göz dikmeye cüret edebilir miyim; şöyle ki onun adı başka kent kurucularınınki gibi, müteakip çağların hurafeperestlerince tazim ile hatırlanmıştır. Ve zamanla bir tanrısal varlığın adı olarak telâkki edilmiş ve bu yörelerde Solomon kelimesi mutat olarak Süleiman şeklinde yazılıp telâffuz edilmiş.”[10]
“Eukarpia’lı Metrophanes, Phrygia hakkında iki kitap yazmıştır. Stephanus, Eukarpia’nın bir arabayı çökertecek kadar büyük salkım hikâyesini buradan almıştır.”[11] Gerçekten Anadolu’nun bitekliği, birçok efsaneye konu olmuştur.
“Sabah yeli sen yellerin başısın
Benden nazlı yâre selâm taşırsın
Aç beyaz gerdanı varsın ışısın
Ben murad almadım, esen yel alsın” (Kemaliye manii-Nurettin Ekşioğlu’dan)
* *
Yukarda sözünü etmiş olduğumuz Matzouka-Maçka’nın (fot. 11) Vazelon Sicilleri’ne göre tarım, dikkate değer genişlikte bir faaliyet konusu olmaktadır. Güney’e tırmandıkça tahıllar önem kazanıyor: başlıca buğday ve biraz arpa ile kaba bir tane olan lazut kaydediliyor. 1292’de Anadolu’da ilk pirinç ekimine tanık olunuyor. Bütün vadi boyunca meyve ve sebze bahçeleri, her çeşit meyveleriyle birlikte zikrediliyor: fındık ve cevizden başlamak üzere armutlar, kış armutları, kirazlar, erikler, tatlı elmalar ve muşmulalar sayılmış ki baştan ikisi günümüz Maçka’sına bundan öncesinin Karydia ya da Cevizlik adının nedeni olmuşlar[12]. Bugün karide, Ba ve Bil de ceviz olup καρυδι, ceviz; καρυδεα, ceviz ağacıdır. Follu (Kn), “yeşil kabuğundan ayrılmış ceviz”, fol etmek de Or, Gr’da “ceviz, fındık ve yemişleri kabuklarından ayıklamak”tır ki φολιζ, kabuklu demektir[13].
“Plinus, fındığın ilk olarak Pontos kıyılarından getirildiği için buna ‘Pontos cevizi’ adının verilmiş olduğunu kaydediyor. Herodotus, daha önce, Azov denizi Kuzey’inde yaşayan bir İskit kabilesinin fasulye büyüklüğünde, sert kabuklu, ponticum adlı bir meyve ile beslendiğini, bunun bezler arasından koyu renkli suyunun (yağının) alındığını, posasından da ekmek yapıldığını anlatıyor. Gerçekten fındık, adını (καρυον) ποντικον’dan alır ki Karadeniz uşağı fındığı ‘pinduk’ diye telâffuz eder…”[14].
Dönelim yine Maçka’ya. Burası, Karadeniz’i geçmekle bitap düşmüş bıldırcınların kendilerini attıkları vadidir. Sicil’ler, kendir, bal, balmumu ve hayvanlardan domuzu daha seyrek zikrediyorlar. Bunlarda kümes hayvanlarından hiç bahis yok. Matzouka köylüsü aslında yaşam ve devletle manastırın taleplerini karşılamak için gerekli asgarinin çok üstünde üretimde bulunup yol üzerinde bulunmasından faydalanarak fazlasını Trabzon pazarına sürerdi. Aşağı Matzouka’nın en önemli ürünleri şarap ve daha az ölçüde zeytinyağı olmuş olup bugün bunların hiçbiri orada üretilmemektedir. Şarap, en azından bütün Karadeniz yöresinde XIII. ilâ XVI. yy.da biliniyordu.
Yukarı Matzouka mezkûr ürünlere pek elverişli olmayıp her türlü belge süt ürünleriyle hayvancılığın burada önemli olduğunu gösteriyor.
Palaiomatzouka’da tahıl 1400 m yüksekliğe kadar, bazı yaz buğdayları da biraz daha yükseklerde yetişebiliyor. Ağaç sınırı 1500 m.de duruyor. Bunun üstünde yaz otlakları vadileri sınırlar Pontik geçitlere uzanır. Şöyle ki yukarı vadilerde ikili, tarımsal ve hayvancı ekonomi bahis konusu olmaktadır. Her daimi yerleşimi, bunun üstünde bir yazlık yerleşim yerine sahiptir. Karakaban zirvesinin 2400 m.deki konaklama yerinden 1292’de bir İngiliz sefaret heyeti ekmek değil ama et alabilmiş, son kumanyası da Trabzon’un şarabı olmuş.
Matzoukalılar muhtemelen mezkûr ikili ekonomilerini, otlaklara Türkmen’in gelişinden önce uygulamaktaydılar şöyle ki bunun için XIV. yy.dan evvel teknik tabirlere sahiptiler: yayla için parcharia, kışla için cheimadia. Bu sonuncusu Rumlar için daimî, Türkler için geçici idi. Her Mayıs’ta Matzoukalılarla Türkmenler otlak kavgası yaparlardı ama hayvan otlatma, Çepniler için esas iken bu Matzouka ekonomisinin sadece bir parçasıydı.[15]
Türkler Balkanlar’a çıkacaklardı. Bunlar, “… kırsal kesimlere yerleşerek, Balkan görünümüne kayda değer değişiklikler getirmişler, yeni ekinler, özellikle ilk kez 1470’de Marica’nın alçak ovalarında ekilmiş pirinci ithal etmişlerdi. Hayvan yetiştirilmesi de, bütün şekilleriyle, geliştirilmişti: muharebe aracı atınki, taşıt hayvanı deveninki ve Türklerden önce Balkanlar’a gelmiş olan ve alçak bataklık topraklarda bunların gözde hayvanı olan mandanınki…”
“Makedonya’da, örneğin, Türk tarımı tamamen özel bir nitelik taşıyordu. Bu tarımın, sulamanın, pamuk, tütün, haşhaş ve mezkûr pirinç yetiştirilmesinin genişlemesi ağalar ve paşalar sayesinde olmuştur”[16].
* *
“Haşhaş ziraatı Anadolu’nun Batı bölgesinde Frigyalılar zamanında başlamıştır. Ve hattâ Frigyalılar zamanında başlayan haşhaş ziraatı hakkında elimizde maddî bir belge vardır: Afyonkarahisar topraklarında Friğya kralı Midas’ın bastırdığı paralarda haşhaş kellesinin amblem olarak yaptırıldığı, bugün müzelerdeki para koleksiyonlarında açıkça görülür.”[17]
Afyonkarahisar’ın bu adı alması, haşhaş ekiminin burada eski bir geleneğe sahip olmasıyla izah edilir. Gerçekten çevre, belli mevsimlerde bir lâle tarlasını andıran beyaz ve siyaha yakın kırmızı çiçeklerle bezenir (fot. 92).
Afyonun çiçeği döküldükten sonra kalan kapsülü (kozası) algı-algıbıçağı (Af, Isp, Brd, Dz, Kü, Çkr) adı verilen bir bıçakla yatay olarak çizilir ve her sabah buradan süzülen koyu usare (süt) yine bu bıçakla sıyrılıp toplanır. Afyonun bir başka adı da bâk’tır Lâpseki (Çkl)de. Yabanisine de ilificce denir, Kn’da.
Usare, yani afyon, dömbek adı verilen (Ama) koni biçiminde bir kapta toplanır. Koza artık afyon salmaz olduktan sonra kurumaya terk edilir ve sonra kesilerek içindeki tohumlar (efin-Gaz, kobak-İz, Mn, Brs, Kü, Ba) alınır. Bundan nasıl yağ çıktığını I. ciltte anlatmıştık (bkz. s. 621 ve fot. 31). Kavrulmuş halde çocukların bunu avuç avuç yediklerini Sandıklı (Af) da görmüştük. Bu kasabada iç ve kuyruk yağları eritilir, içine yarı yarıya haşhaş yağı katılırdı. Bu karışım katılaşır ve yemek yağı olarak saklanırdı. “Bununla yapılan börek çok lezzetli olur” denirdi (1951)
* * *
Ali Rıza Yalman (Yalkın) bize Toroslar’da Aladağ aşiretlerinin nasıl pamuk yetiştirdiklerin anlatıyor([18]).
“Aladağ, Toros dağları içinde tabiattan en çok yararlanan insanlarla doludur.”
“Bu dağda yazlayan aşiretler arasında yaygın olan dokumacılık ve yerleşik olanlarda yapılagelen pamuk ekimi sayesinde Aladağ aşiretleri arasında giyim bakımından geri kalmış insanlara pek az rast gelinir.”
“Koza ekilecek tarlayı yaz sıcakları gelmeden hazırlamalıdır ki, yazın kavurucu sıcakları otların köklerini lâyıkıyla yakarak mahvedebilsin.”
“Bunun için geç yapılan felhanlar (tarla bozma) maksadı sağlayabilmelidir. Bundan başka kış sırasında koza ekilmek üzere hazırlanmış felhanlar üç demirli ile aktarılır.”
“Genel olarak mart başlarında koza ekimine başlanırsa da, birçok çiftçiler tehlikeyi küçümseyerek şubat ayı içinde ekime başlarlar. Çünkü şubat ayı içinde ekilen kozalar eğer tehlikeyle karşılaşmazsa çiftçiyi güldürür. Çiğit (kozanın tohumu) ekildiği zaman, hava sıcak giderse, birkaç gün içinde çimlenme faslı başlar. Koza toprağın yüzüne çıktıktan sonra hava biraz soğuk yaparsa bu kozalar derhal etkilenerek ölürler; dolayısıyla o tarlanın sökülüp tekrar dikilmesi gerekir. Bu tekrar dikmek meselesi bir çiftçi için birçok masraf ve külfeti gerektirir. Hattâ, çok tarla söküldüğü yıl iyi biderlik koza tohumu bulmak da bir meseledir. Bir dönüm tarlaya ortalama olarak dört okka koza tohumu ekilir. Bu biderlik koza tohumunun okkası sekiz kuruştur. Bazı yıllar on beş kuruşa kadar çıkıyor.”
“Ekilecek koza tohumları akşamdan ıslanır ve kürekle toprak üzerinde saatlerce karıştırılarak üzerindeki pamuklar iyice yatıştırılır. Ertesi gün, bu tohumlar toprağa atılarak üç demirli ile sürülür ve hemen tapan (sürgü) yapılır. Tapan çok önemlidir. Eğer hava kurak gidiyorsa koza tarlasının demir loğlar ile loğlanması yine baskı ile toprak içersinde bulunan rutubetin korunması gerekir. Kuraklık uzadıkça loğ işine devam etmek mecburiyeti vardır.”
“Bir koza tarlası bir mevsim boyunca ortalama olarak üç defa kazılır. Çapa işinin başlaması çiftçi için en önemli andır. Dışarıdan az işçi geldiği yıllar çiftçi kendisine gereken işçiyi sağlayabilmek için işçi komisyonunun biçtiği fiyatın üstünde fedakârlık etmek zorundadır. Böyle zamanlarda işçi başlarının şımarıklıkları çekilmez bir hal alır.”
“Esas itibariyle, Aladağ bölgesinde iki türlü koza tohumu vardır. Biri yerli, diğeri Mısır (buna iane çiğidi de derler) tohumudur. Bir de sarı koza tohumu varsa da bu, memlekette pek az ekilir. Yılda üretilen bir iki yüz balya sarı pamuktan, Adana fabrikalarında dokunan tabii renk sarı kumaşlardan güzel yazlık elbiseler yapılır. Bu sarı pamuklar henüz pek az üretildiği ve dolayısıyla ihracat mallarımızdan sayılamayacağı için fazla bilgiye lüzum görülmemiştir.”
“Mısır tohumuna iane denmesinin sebebi! Diğerinden daha önce olgunlaşıp paraya çevrilmesiyle çiftçiyi malî sıkıntıdan kurtarmasıdır. İane pamukları yerli pamuklardan üstündür ve fiyatı da yüksektir.[19]”
“Buna rağmen Aladağ çiftçisi iane kozasını yerli kozadan daha az eker. Bunun sebebi de; yerli malı koza halinde toplandığı halde Mısır pamuğunun kültür (çiğidi ayrılmamış pamuk) halinde toplanmasıdır. Mısır, yani iane kozaları olgunlaşınca açılır. Bu zamanda kütlünün hemen toplanması gerekir, toplanmadığı halde rüzgâr ve yağmur fazla zarar verir.”
“Yerli malı kozalar kısmen fabrikalarda ve kısmen de evlerde şiflenir (çekirdeğinden ayrılır), kütlü, kabuğundan ayrılır.”
“Bir çeki kozadan ortalama olarak dokuz okka şif (kozanın kabuğu), on bir okka çiğit, beş okka da pamuk çıkar.”
“Kütlü; çırçır ismi verilen fabrikalarda çekilir, yani kütlünün içerisinde bulunan çiğitler ayrılarak pamuk elde edilir.”
“Pamuklar prese fabrikalarında çemberli balyalar haline getirilerek gerekli yerlere gönderilir.”
“Yerli pamuğun lifleri 17-19 milimetre, İnce (Mısır) pamuğun lifleri 21-25 milimetre, Amerika pamuğunun lifleri 28-32 milimetre uzunluğundadır.”
“Bu yılki (928-929) üretim miktarı 5000 balya iane ve 35000 balya yerli tahmin ediliyor. Bir balya 160-170 okkadır.”
“Aladağ bölgesinde yapılan pamuk ekimi Adana’da en geçerli elyafı sağlayan kısımlar arasındadır.”
“Aladağ bölgesinde buğday, arpa v.s. tahıl ekimi de önemlidir. Karsıntı, Üskül, Yeniköy ve Demirkazık taraflarında yetişen kuru fasulye çok çabuk piştiği için meşhurdur. Bu bölgede bağcılığa da yeter derecede önem verildiği görülmektedir. Kamışlı bölgesindeki Ağşar bağlarında yetişen üzüm ürünü Aladağ halkı arasında oldukça meşhurdur.”
“Ürünlerin ekim ve biçim zamanlarına dair belli başlı ve ayrı bir efsane ve âdet yoktur. Bütün Aladağın yerleşik halkı sanat ve ziraat işlerinde göreneğe, daha doğrusu alışkanlığa bağlıdır. Biraz da fennin bu işler arasına girmesi gerekir. Ekinler hakkında önemli halk inançları yoktur.”
Pamuk üzerindeki ayrıntılara “Dokuma ve giyim teknikleri” cildinde değineceğimizden onlara burada yer vermiyoruz.
* *
Yine I. ciltte (s. 490-1) bitun-butum-melengiş, yani yabani Antep fıstığı ağacının meyvesinden söz etmiştik. Fot. 93’te, bugün büyük ölçüde aşılandığını öğrendiğimiz bu ağaçlardan birkaçı görülür.
Bursa’nın olduğu kadar Simav’ın (Kü) da kestanelikleri meşhurdu (fot. 94). Amasya’nın elmalıklarını (fot. 95) ise bilmeyen var mı?
Bağ ve bahçeleri dondan korumak için havaya karışacak bol sıcak duman çıkaran sobalar (fot. 96) kullanılır. Bunun içine odun talaşı, saman tozu vb. şeyler doldurulur; alttan ve üstten hava almadığı için alevlenip bitmez, çok yavaş ve görülen yan yatay bacalardan bol duman çıkararak sabaha dek yanar.
Anadolu dağları gerçekten Tchihatchef’i doğrulayacak kadar çok bitki türü barındırmaktadır. Fot. 97’de, Muğla civarı ormanlarında rastladığımız, büyük kentlerin çiçekçi dükkânlarının değerli çiçeklerinde antorium’un bir yabani türü görülür.
Doğanın artistik gücünü kim inkâr edebilir (fot. 98)?…
* * *
Ve yine atasözleri, deyimler:
[1] Mehmet Kaplan. – Yunus Emre ve nebatlar, in Türkiyat Mecmuası, C.XII, 1955, s. 45-46
[2] ibd., s. 50-4
[3] Clauson. s. 300
[4] Steingass, s. 1454
[5] Clauson, mad. badıç
[6] Veli Varol.- Cumra’nın Alan köyünde ekin işleme, in TFA 15, Ekim 1950
[7] Cemil Özyıldırım.- Bağlarımızda 34 çeşit üzüm yetiştiriyoruz, in 8.gün (Hürriyet eki) 22.11.1981
[8] Bkz. Günver Manav.- Malatya’da meyvecilik, hayvancılık ve bakırcılık geleneği, in TFA 312, Temmuz 1975, s. 7375
[9] M. Çağatay Uluçay.- XVII. yüzyılda Manisa’da ziraat, ticaret ve esnaf teşkilâtı, İst 1942, s. 51
[10] Aegidius van Egmont and John Heyman.- op. cit., s. 95-7
[11] W. M. Ramsay.- op. cit., s. 13
[12] Anihony Bryer.- op. cit., s. 60
[13] Bkz. B.Oğuz.- C.I. s. 489
[14] ibd., s. 492
[15] Anthony Bryer.- op. cit., s. 60-1
[16] Jacques Rollet.- Caractères Généraux de la conquête Ottomane dans les Balkans, in Ethno- Psychologie, Revue de Psychologic des Peuples. 2, Le Havre avril-juin 1978, s. 147-8
[17] Azmi Güleç.- Haşhaş tarlasında Yanık Emine, in TFA 304, Kasım 1974, s. 7139
[18] Ali Rıza Yalman Yalkın.- op. cit.,s. 107-110
[19] Abidin Paşa’nın bu tohumu Mısır’dan getirterek iane olarak dağıttığı rivayet olunur.