Roma hukukunda mülkiyet kavramı, kanunî ilişkilerin temelini teşkil eder, her toprağın bir sahibi vardır ve mutlak tasarruf keyfiyeti, kurala uygun şekil arz eder. Ortaçağ’da, daha doğru bir ifadeyle, feodalite çağında ise, aynı toprak üzerinde çeşitli türden haklar birbirine bindirir ve mülkiyet kavramı tümden kaybolur, ya da anlamını verir.
Feodalite, içtimaî açıdan toprağa sahip çıkılma şekliyle nitelendirilir; siyasî köşeden bakıldığında bu, birbirinden bağımsız şekilde hareket eden bir salâhiyetler, nüfuzlar silsilesinin varlığını ortaya koyar: bu silsileden kimse, kişisel görevlerle bağımlı değildir.
Fatih’in ülküsü. Roma anlayışında, yani temel kavramı Devlet olan bir ülke kurmak olmamış mıydı? O uğurda, bunu bozabilecek Asya geleneğini, yani hakanın ölümünde her şeyi vârisler arasında parçalayacak sistemi ortadan kaldırmak üzere kardeş katlini mucip kılan fetvayı Şeyhülislâmdan koparmamış mıydı? Bu sistemde Devlet fikri, hükümet şeklinden müstakil bir temel kavram olmaktadır. Hükümet ise sadece “müşterek mal” (res publica) olarak kabul edilen Devlet düşüncesinin gerçekleştirilme şeklinden ibarettir. Romalılarda, bugün olduğu gibi, egemen Devlet, iktidarını hâkim ve memurlar aracılığıyla sürdürür; o ise ki feodal düzende ne yargıç ne memur, hattâ ne de Devlet vardır, zira geçmiş günün memuru, önceleri vekil sıfatıyla icra ettiği görevini bu kez kendi hesabına yürütmektedir; şöyle ki, son tahlilde feodalitenin sosyal açıdan, mülkiyetin; siyasî açıdan da Devlet’in çözülmesinden meydana çıktığı söylenebilir.[1] Son derece buhranlı dönemlerde (barbar istilâları) ortaya çıkan iki etkili yaratıcı güç, bu dönüşümün sorumluluğunu taşımaktadır. Bunlardan ilki doğruca içtimaî, öbürü siyasî kökenli olan bu güçler sırasıyla mülkiyet üzerine dayanılmaz baskısını icra eden bir ekonomik eğilimle Devlet’e bir rakip prensibin, kişisel sadakat prensibinin etkili “fazilet”idir.
Çağın koşulları altında uygulama, kendiliğinden gerçekle uyum haline giriyor ve müessese de bu uygulamadan doğuyor. Devlet parçalanıyor, dağılıyor ve kendi enkazı üzerinde başka şekillere bürünüyor. Feodal kurumun temelini insanın insana bağı ve onun emri altına girmesi prensibi teşkil ediyor. Bütün bir kişisel ilişkiler, bağımlılık ve koruma ilişkileri manzumesi, “üst sınıflara özgü bir bağımlılık şekli” olan vassal’lıkla son buluyor.
Kelt kökenli olan bu sözcük, konuşulan Latinceye geçtiği sıralarda, çok daha basit bir anlam taşıyordu ve “genç oğlan” (uşak) karşılığında kullanılıyordu. Sonra yavaş yavaş bundan yeni bir meal çıkıyor ve IX. yy.da eskisinin yerini alıyor. Evin birçok kölesi, koruma birliğine alınarak “onurlandırılıyordu”. Bu kıtanın öbür mensupları, köle değilken bile yine efendinin ikametgâhında yaşıyor ve ona bin türlü hizmet edip ondan doğruca emir alıyorlardı. Bunlar da onun “adamları” – “uşakları” idiler. Bu itibarla bunlar da, köle kökenli arkadaşlarıyla birlikle, vassal’lar adı altında geçer oluyorlar ve bundan böyle bu tabir, silâhlı maiyete inhisar ediyor. Ve sonunda da, eskiden müşterek olan ve hatırı sayılır bir teklifsizlik ifade eden bu yafta, sadece birliğin hür kişilerine özgü oluyor.
Köleliğin karanlıklarından çıkıp da yavaş yavaş onurla yüklenen bir sözcüğün öyküsü, kurumun gelişme eğrisine tercüman oluyor. Başlangıçta, büyükler ve hattâ kral tarafından beslenen birçok “kiralık katil”in koşulları ne kadar mütevazı olursa olsun, artık bu andan itibaren ciddî saygınlık unsurları içerir oluyor. Bu savaş arkadaşlarını şeflerine birleştiren bağlar, serbestçe kabul edilmiş sadakat sözleşmelerinden biri oluyor, en saygın bir sosyal durumu ifade ediyordu. Kraliyet muhafız kıtasının karşılığı olan tabir ise çok anlamlı görünüyor: “truste”, yani sadakat. Bu birliğe yeni dâhil olan sadakat yemini ediyordu, kral da buna karşılık, ona “yardımda bulunma – imdadına koşma” taahhüdüne giriyordu.
Büyükler de, vassal’larıyla aynı türden vaatler teati ediyorlardı. Bir büyük adam tarafından korunmak keyfiyeti sadece bir emniyet teminatı olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir itibar nişanesi oluyordu. Devlet’in dağılması sürecinde her idarî birim, yardımcılarını günden güne daha münhasır şekilde kendine doğruca bağlı adamlar arasında aradıkça, eski askerî geleneklerin zevali içinde meslekten asker kişiye müracaat edilmesi her gün daha çok gerekip silâh taşımanın işleri daha fazla takdir edildikçe, bireyin başkasının emri altına girmesi şekillerinin en üstününün, merasimle sadık bendeliği kabul edilen bir efendiye kılıç, mızrak, atla hizmet etmek olduğu meydana çıkıyordu.[2]
Bu truste aslında, ilerde sözünü edeceğimiz. Roma İmp.nun mesken milisi ile Cermanya’nın comitatus’unun (yoldaşlığının) birleşmesinin sonucu olmaktadır.
Merovingien çağ inhitata doğru giderken, VIII. yy.da, vassus sözcüğü ortaya çıkıyor ve eskiden (truste’den) antrustion adı verileni ifade eder oluyor. Bu sözcük Carolingien çağı geçip vassal (vassalus) ism-i tasgirini doğuruyor. Böylece comitatus, truste, vassal’lık, aynı bir müessesenin üç merhalesini teşkil etmiş oluyor.[3]
Latin feodalis’den türeyen “feodal” sıfatı, Ortaçağ’dan başlar. “Feodalite” adı ise XVII. yy.da güngörmüştür; fakat her iki sözcük de uzun süre doğruca hukukî bir değer muhafaza etmiştir. Göreceğimiz gibi “fief”, bir gerçek mülke sahip olma şekli olduğuna göre “feodal”, “fiefe ilişkin” anlamına gelirdi. “Feodalite”den de kâh “fiefin niteliği”, kâh buna ait yükümlülükler anlaşılırdı. Bunun bir uygarlık halini ifade etmeye başlaması XVIII. yy.ın ilk çeyreğinden sonra vaki olmuş, Fransız Devrimi, bu “hükümet şekli”nden arta kalanların karşısına dikilerek bu adın yayılmasına vesile olmuştur. 11 Ağustos 1789 tarihli ünlü beyannamede “Ulusal Meclis, feodal rejimi tümüyle yıkmıştır” denilmektedir. Mutlakıyet dönemini yaşamış olan Montesquieu, hükümranlığın bir küçük prensler veya hattâ köy ağaları kalabalığı arasında parçalanmasını Ortaçağ’ın en çarpıcı niteliği olarak görüyordu. “Feodalite” sözcüğünü ağzına aldığında bu karakterin ifadesini amaçlardı. Zira fief’lerden söz açtığında bazen sahibine prens unvanını kazandıran arazi ve emlâki, bazen de derebeyliği kastederdi. Ama ne bütün derebeylikler fief, ne de bütün fief’ler birer prenslik ya da derebeylik idiler. Bununla birlikte sözcükler çoğu kez çok aşınmış para gibi olurlar; elden ele dolaşarak etimolojik çizgilerini kaybederler. Bugünün sıradan kullanılışında “feodalite” ve “feodal toplum”, doğruca fief’in artık ön planda görünmediği bir çapraşık imaj kalabalığını kapsamakladır.[4]
Montesquieu’yü derinden etkileyen olgu, kamu gücünün dağılması, merkezî Devletin yerine kaim olmuş mahallî egemenlikler tozu ve nihayet, feodalite ile karıştırdığı, senyörlük sisteminin siyasî veçhesi olmuştu.
“Fief’ler irsî hale gelmiş olup… bu (eski Burgongna, Wisigoth vs…) kanunların artık kabil-i tatbik olmadığı birçok âdet ortaya çıktı. Bu kanunların, işlerin çoğunu nakdî cezalarla halletmek olan ruhu muhafaza edildi… Senyörler, kendi küçük mahkemelerinde ödenecek olan nakdî cezaları tespit ediyorlardı. Zaten Fransa, sayısız küçük senyörlüğe bölünmüş olup bunlar politik tâbiiyetten çok bir feodal tâbiiyeti tanımışlardı…”[5] “Cihanda bir kez vaki olmuş ve belki de bir daha olmayacak bir olayı meskût geçmem, bütün Avrupa’da bir anda ortaya çıkmış… ve birçok kişiye aynı şey ve aynı insanlar üzerinde çeşitli senyörlük şekli vermek suretiyle tüm senyörlüğün ağırlığını azaltan… bu kanunlardan söz etmeden geçmem, eserim için nakîse olur…” “Roma İmp.nu fetheden uluslar Cermanya’dan çıkmışlardı… Cermenlerde vassal’lar vardı ama fief’ler yoktu zira prenslerin verecek toprağı yoktu; daha doğrusu fief’ler savaş atı, silâhlar, ziyafetlerdi. Vassal’lar vardı çünkü sözle bağlı, savaşa mecbur, o günden beri fief’ler için yapılanın az çok aynı hizmeti gören sadık adamlar vardı… Barbarlar her tarafta toprak kulluğunu ihdas etmek için bir genel nizamname yaptılar… Fief’lerin kabil-i tebdil oldukları bir zamanda krallığın bütün toprakları fief ya da fief’lere tâbi olsalardı ve krallığın bütün insanları vassal’lar ya da onlara bağlı serfler olsalardı, varlıklı kişi aynı zamanda güçlü olduğundan, sürekli olarak fief’leri, yani tek mülkiyet şeklini, elinde tutan kral, Sultan’ın Türkiye’de olduğu gibi keyfî bir güce sahip olurdu: bütün tarih alt üst olurdu.”[6]
“Gothlar ve Burgonyalılar, çeşitli vesilelerle imparatorluğun içine daldıklarında Romalılar, bunların tahribatını durdurmak için bunların iaşelerini sağlamak mecburiyetinde kalmışlardı. Önceleri bunlara buğday veriyorlardı; sonra toprak vermeyi yeğlediler…”[7]
“Barbarlar ülkelerinden çıktıklarında, âdetlerini kâğıda dökmek istediler; fakat Cermen sözcüklerini Roma harfleriyle yazmakta güçlük çekildiğinden, bu kanunlar Latince yazıldı. Fethin karışıklığı ve gelişmesi içinde birçok şey tabiat değiştirdi: bunları ifade etmek için yeni âdetlerle en çok ilişkisi olan eski Latin sözcükleri kullanmak gerekti. Böylece, Romalıların eski “cens” fikrini uyandırabilecek olana census, tributum dendi (census, o derece güçlü bir sözcüktü ki, geçilecek bir köprü ya da sal mevcut olduğunda dere müruriyesini ifadede kullanıldı… Bu aynı ad, hür insanların kral ya da temsilcilerine sağladıkları arabalara da verildi…)…”[8]
“Kral, ruhban sınıfı ve senyörler, her biri mülkleri üzerindeki serflerden mukannen vergiler alırlardı… Bu tekâlif census tesmiye edilirdi: bunlar malî değil, iktisadî resimlerdi; sadece özel tekâlif olup kamu vergisi değildi…”
“Cermenlerde, prensleri seferlerinde takip eden bu gönüllülerden söz ettim: bu aynı âdet fetihten sonra da devam etti. Tacitus (55-120) bunları ‘yoldaşlar’ adıyla anıyor…”[9]
“Önceleri kontlar, nahiyelerine sadece bir yıl için gönderilirlerdi; az sonra görevlerinin devamını satın aldılar… Her ne kadar krallık kanunuyla fief’ler kabil-i tebdil idiyseler de keyfî olarak verilip geri alınmazlardı ve bunlar, ulus toplantılarında müzakere edilen işlerin başlıcalarındandılar…”[10]
Aynı şekilde Devlet’in parçalanmasına ve yelkenin “sayısız küçük zalim” arasında pay edilmesi üzerinde dikkatlerini toplayan Voltaire de, tümden yok olmaktan çok uzak bulunan feodalitenin, dünyanın bir bölümünde yaşamaya devam ettiğini söylüyor. Feodalite, ona göre, kuvvet üzerine müessese olup ulusların yaşamında, kendini tekrar edebilen bir süreç teşkil etmektedir. “Bu feodal idarenin kökeni uzun süre araştırılmıştır. Öyle sanılır ki bu köken bütün ulusların, daha zayıfı “arz-ı ubudiyet” ve vergiye zorlama âdetinden başkası değildir… Cengiz Han’dan beri Moğol idaresi, az çok Almanya’da, Lombardlarda, Espanyollarda ve hattâ İngiltere’de, Fransa ve az çok bütün Avrupa ülkelerinde çoktan beri yerleşmiş olduğu gibi bir feodal idaredir… Bu, istilâlarını toprak üzerine kusmuş olan bütün fatihlerin eski hükümet şeklidir. Bu, nısıf küremizin dörtte üçünde farklı idarelerle sürüp giden çok eski bir şekildir” diyor, “Örf ve âdetler üzerine deneme”[11]sinde.
Gerçekten çok kişi vassal ile mutasarrıf, fief’le censive, feodal haklarla senyörlük haklarını birbirine karıştırmıştı. Bir müessese bayır aşağı giderken, sözcüklerin anlamı da değişir. Bu kaymalar bugün, her kamu yetkesinin zayıflamasını feodalite olarak nitelendirme eğilimini yeşertiyor: De Gaulle 12 Aralık 1950’deki bir nutkunda “Fransa’ya kuvvetli bir Devlet ve birleşmiş bir ulus gerek. Partiler feodalitesinin üstünde bir hükümet gerek” diyecekti. “Sermaye bir feodalite haline geldi” diye yazılacaktı, aynı yıllarda.[12]
Bir toplumu idare eden müesseseler ağı son tahlilde ancak tüm insan ortamının bilinmesiyle izah edilebilir. Sosyal dokunun tarihçisi için ekonominin, ya da zihniyetin incelenmesi, bir hareket noktası teşkil eder. “Feodal Uygarlık”ı zaman içinde tek açılı bir kül olarak irdelemek büyük yanlışlık olacaktır. Şüphesiz son istilâların durmasının neden olduğu ya da mümkün kıldığı birçok derin ve çok genel değişimler silsilesi, XI. yy.ın ortalarına doğru kendini gösteriyor. Ortada bir kırılma yoksa da, ülkelere göre kaçınılmaz kaymalara rağmen oluşan bir yön değiştirme, sırasıyla sosyal faaliyetin bütün kesimlerini etkilemiştir. Kısaca, birbirini izleyen ve hayli değişik tonlu iki “feodal” çağ vaki olmuştur.[13] Bunların ana niteliklerini özetleyeceğiz.
İlk feodal çağda, Carolingien İmp.nun yıkılmasıyla bayındırlık işleriyle meşgul olacak otorite de ortadan kalkmış oluyordu. Roma’dan kalan sağlam yollar, bakımsızlık yüzünden geçit vermez hale geliyor, sular, köprüsüzlükten aşılamıyordu. Bütün bu olumsuz durumlara bir de yolların emniyetsizliğini eklemek gerekiyor. Hal böyle olunca, bir bölgenin idaresi belli bir merkezden mümkün olamıyor, her yöne sürekli gidip gelmek zorunlu oluyordu. Baron, maiyetiyle, topraklarının birinden öbürüne koşup duruyordu. Bunda amaç sadece bunları daha iyi denetlemek olmayıp belli bir merkeze naklinin zor ve masraflı olması itibariyle erzakı yerinde tüketmekti. Tüm feodal çağ boyunca az çok düzenli tek mektup taşıma hizmeti Venedik’le İstanbul arasında çalışıyordu. Bu servis, Carolingien İmp.dan sonra Batı’ya fiilen hizmet vermez olmuştu.
İlk feodal çağda komşu ve hattâ uzak uygarlıklarla mübadele, canlılığını korumuştur. Para, köylü sınıflarında bile, bu işlemlerde, tümden eksik olmamıştır. Borçlu çoğu kez aynî olarak ödeme yapardıysa da işbu ayniyat, çoğunlukla “değerlendirilmiş” olurdu; şöyle ki bütün bu değerlendirilmelerin toplamı para birimiyle ifade edilen fiyatla tetabuk ederdi.
Mübadele ve para tedavülünün “kansızlığı”nın bir başka, çok ağır sonucu daha vardı. Ücretin sosyal rolü alabildiğine asgariye indirilmişti. Ücret, gerçekten, bunu ödeyen açısından, yeterli nakdi gerektiriyor, bunu alan açısından ise, ele geçen parayı yaşam için gerekli maddeleri alabilme emniyetini tazammun ediyordu. İşte bütün bu koşullar ilk feodal çağda bulunmuyordu. Böylece de bir takım uygulamalar ortaya çıkmıştı: adam eve alınıyor, yediriliyor ve giydiriliyordu ya da, çalışmasının karşılığında ona bir toprak verilip kendi gereksinmeleri kendisi tarafından karşılanıyordu (bu arada ağaya verilecek paylar vs…).
O ise ki bu yöntemlerin biri veya diğeri, ters yönde olmalarına rağmen, ücretle çalışma prensibinden çok farklı beşerî ilişkiler kurulmasına eğiliyordu.[14]
İkinci çağda bir iktisadî evrime tanık oluyoruz. Buraya kadar değinmediğimiz iskân konusunda da bir değişme oluyor, topluluklar arasında bundan önce mevcut boşluklar az çok doluyor. Ticaret, her yönüyle, gelişiyor ve nihayet; bütün insanlığın bir dönüm noktası sayılabilecek bir yenilik çıkıyor ortaya: hayvanın çekme kabiliyetini birkaç kat artıran hamut prensibi.[15]
İş bununla bitmiyordu. Ekonominin gelişmesi içtimaî değerlerin bir gerçek gözden geçirilmesini beraberinde sürüklüyordu. Her zaman için sanaatçı ve tacirler var olmuştu Bu sonuncuların rolü, çoğu kez önemliydi. Zira Ortaçağ ekonomisi, üreticinin değil, tacirin hükümranlığı altında geçmiştir. Bundan önceki çağın hukukî yapısı, içinde az bir köşe tuttukları ekonomik rejim içinde, üreticiler için teşekkül etmemişti. Bunların gerçek talep ve iddialarıyla zihniyetleri tabii olarak yeni bir maya katmalıydı. Çok gevşek bir dokuya sahip, mübadelenin sayılmadığı ve paranın nadir olduğu bir toplumun ürünü olan Avrupa feodalitesi, beşerî şebekenin gözleri sıkılıp, mal ve nakit akımı daha kesif hal alınca, derinden değişmeye uğramıştı.[16]
Ama işin aslı, sosyal açıdan son derece önemli bir ekonomik sorun, tarımsal faaliyet sorunu etrafında düğümleniyordu.
Büyük istilâların arife ve ertesinde başlıca zenginlik topraktı. Çok az sayıda toprak sahibi ve sadece çok büyük toprak sahipleri vardı. En büyük ağa, “hazine” idi. Ağa kim olursa olsun, toprağı işleyecek kollara muhtaçtı. Sorun bugüne ait olsaydı, çözümü kolay olurdu: ücret müessesesi işi hallederdi. O ise ki bu anlamda ücret, bahis konusu yüzyıllara yabancı bir kavramdı. Nakit kıtlığı, bunun büyük ölçüde uygulanmasını olanak dışı kılıyordu.
Bununla birlikte Romalı-Barbar büyük toprak sahibinin elinde geçmiş çağın çözüm yolu vardı: kölelik kurumu. Ancak bu kurum, bir fikrî ve ahlakî evrim (Hristiyanlık) tarafından aşındırılmaya başlanmış, o da artık verim sağlamaz olmuştu. Köle (servi) çağı kültürü, tarihe karışıyordu. Zevale yüz tutmuş Antik Çağ, bu kurumu tümden terk etmemekle birlikle, buna başka üretim tarzlarını eklemenin gereğini duymuştu. Bu sonuncuların tarihî yıldızı günden güne parlayacaktı. Yetersiz kalan köleliğe yardımcı olmak üzere Roma dünyası, mülkiyet hakkı içine bir takım koşullar ekleme hakkını kullanmış, değişik ve mürekkep tipleri haiz olmakla birlikte en karakteristiği ve en geneli precarium olan akitlere başvurmuştu.
Hiç ya da yeterince toprağı olmayan ve tarımdan geçinmek zorunda olan bir kişi, işlenecek toprağa sahip bir kişinin yanına varıyor: bir ödün, yıllık bedel ya da angarya karşılığında bir toprak parçasını ekmeyi teklif ediyor; işçinin talebi precaria (“rica”) adı verilen bir hukukî muamele oluyor. Mülk sahibi razı olursa, prestaria (“imtiyaz”) tesmiye edilen bir muamele ile cevap vermiş oluyor. Bu müessesenin salt özel hukuka dayanan işbu ilkel hali daha sonra iki taraflı, tarafların taahhütlerini içeren tek bir akla dönüşüyor ki, bu da yukarıdaki precarium oluyor. Her iki şekilde de işlem, bir intifa hakkının avzen (karşılığında bir şey alınıp verilerek) terkine müncer oluyor.
Başlangıçta akit kabil-i rücu iken zamanla, genellikle “kolon” adı verilen precariumcuyu, deruhte ettiği vecibeleri yerine getirmeyi sürdürmesi koşuluyla, meşru mutasarrıf olarak kabul etme âdeti yerleşiyor. Precariumcunun ölümünde, vârisinin onun hak ve mükellefiyetlerini yüklenmesi keyfiyeti kabul ediliyor. Böylece pekişen precarium aynı şekilde gelişmiş daha başka akdî şekillerle birleşerek, Fransız Ortaçağının tenure ya da censive dediğine varıyor: rençper veya kesimci, artık bir şeye malik olmayan ilk sahibe irat (gelir-cens) ya da angarya (çalışma) borçlu olup bunların miktar ve şekilleri, yazılı ferman ya da yasa yokluğundan, örf tarafından saptanıyor.[17] Feodal kurumun bir genel eğilimi, “verasete kayma” olup kan bağı, hukukun üstesinden geliyor, imtiyaz yukardan aşağıya kayıyor. Toprağa bağlılık onu aileye münhasır kılıyor, ağa ise bu keyfiyete karşı çıkmıyor.[18]
Hizmetlerin tediyesi babında, tarım işlerinde geçerli olan, ister istemez kamu hizmetleri için de geçerli olacaktır şöyle ki ücret uygulamasının olanak dışı bulunduğu bir toplumda memurlara nakdî temettü itası bahis konusu olamazdı. Başlıca zenginlik toprak olduğuna göre hizmetlerin tediyesi bir toprak sorunu haline gelmişti. Örneğin barbar krallar memurlarına bir vergi alanının intifa hakkını ferağ edip bunu, hizmet vermeye devam ettikleri sürece bırakırlardı. Bu intifa hakkına “beneficium” (“bénéfice”) denirdi. Bunun yerleşmesi de precarium’unkine eş bir hareket şeklini izlemiştir; nihaî şeklinde, göreceğimiz gibi “fief” tesmiye edilecektir.
Tahlil etliğimiz çift intifa hakkı sistemi gelişiyor ve bunun sonucunda, yine ayrıntılarını göreceğimiz, üç toprak tasarrufu şekli ortaya çıkıyor: Tam mülkiyet ya da alleu, censive, bénéfice ya da fief. Bu üç şekil sadece koşut olmakla kalmayıp üst üste biner durumda olmuştur. Örneğin kral bir fief ita elmiş olsun; o yine hukuken, ferağ edilmiş olan vergili arazinin sahibi olarak kalmaktadır; altında, bunu alan fief sahibi hakkını kullanır ve işletilmek üzere bir mültezime devretmişse, bir üçüncü hak ortaya çıkıp aynı toprağın üzerine oturur.
Bir kez genelleşince bu hak tabakalaşmasının sonucu kesin olmuştur: Yeni bir toprak düzeni yerleşmiştir. Örneğimizde kralın mülkiyet hakkı âlî olacaktır; feodal hukuk uzmanları bu hakkı jus eminens tesmiye edip onu, toprağa tasarruf edenin jus utile’sine karşıt tutmaktadırlar.
Böylece ferağdan doğan hakların pekiştirilmesiyle eski mülkiyet hakkı, basitçe bazı görevlerin ifasını isteme hakkına dönüştü; daha mevhum bir hal aldı, tabiatında bozulma oldu; bununla birlikle bir fief’e konmuş olan ya da mutasarrıf lehine doğmuş olan haklar onun yerini almadı: Mülkiyetin doğruca bir parçalanması vaki oldu.[19]
Gerek ağalar (senyörler), gerekse hâkimler (yargıçlar) genellikle, fazla hukukî anılarla yüklenemeyecek kadar cahildiler. Bu çağda koşulların meydana gelen yeni sınıflandırılmasında, müşterek vicdana, çok eskilere dayanan, alışılagelmiş bir kavrama çok önemli bir rol düşüyor: Hürriyetle kulluk- kölelik (servitude) antitezi. Ama bu, derin bir anlam değişmesi pahasına oluyor.
Devletin zaafa düşmesi, tüm haklara sahip hür insanla, kamu kurumlarının işleyişinin dışında tutulan kul-köle arasındaki kadim ayırımı her türlü gerçek anlamdan yoksun kılıyordu. Bununla birlikte toplumu, bir kısmı hür, bir kısmı da hür olmayan insanlardan oluşmuş olarak tasavvur etme alışkanlığından tümden vazgeçilmemiş; bu hür olmayan insanlar için eski Latin servi adı muhafaza edilmiş olup bundan da Fransızca serf sözcüğü türemiştir. İki grup arasındaki ayırım çizgisi, kendini hissettirmeden yer değiştirir olmuş.
Bir senyöre sahip olmak hiç bir surette hürriyete aykırı bir durum gibi görülmüyordu. Kimin senyörü yoktu ki? Ama hür olma niteliğinin yaşam boyunca hiç değilse bir kez kullanılan seçme kabiliyetinin bittiği yerde yittiği düşüncesine varılıyor. Başka deyimle her türlü irsî bağın bir kölelik karakteriyle malûl olduğuna inanılır oluyor. O ise ki çocuğu “daha anasının karnında” yakalayan kaçınılmaz bağ, geleneksel köleliğin en çekilmez yanıydı. “Arz-ı ubudiyet”i (hommage) irsî olmayan vassal, esasta “hür”dü. Buna karşılık, az sayıda bulunan köle mültezim (precarium sahibi) ve bunun zürriyetiyle, atalarının kendi şahıslarıyla birlikle, ahfadını da yükümlülük altına soktuğu yoğun tâbiler kitlesine, aynı kulluk-kölelik (servitude) yaftası vurulur oluyor. Aile ve halktan herhangi bir doğal destekten yoksun bu tâbiler, azat edilmiş köle vârisleri, bazen de… Yahudiler, eski hukuk gereğince doğruca, civarın prens ya da reisine emanet edilmişler, feodal çağ bunları serf haline sokmuştu; bunlar da bu sıfatla, üzerinde yaşadıkları toprağın senyörünün veya hiç değilse, üst yargı yetkilerini elinde tutanın hükmü altına girmişlerdi.
Çoğu kez hommage sahnesinin oyuncuları bu dünyanın güçlü kişileri olmakla birlikte mütevazı senyörler de vardı, fakir vassal’lar da. Öbür taraftan fief de sayısız veçheye sahipti: istisnaî olarak bütün bir krallık bile olabiliyordu; bazen de geniş bir toprak ve yetke bütünlüğü, ya da çeşitli işlevler, çeşitli gelirler; çoğunlukla da bir veya birkaç köyde evler, tarlalar, tâbiler şeklini alıyordu.
Tâbiler dedik; zira “arz-ı ubudiyet” ettiği kişiye karşı yükümlülüklerle bağlı olan vassal da öbür tarafından kendisine tevdi edilmiş fief’in toprak ve insanları üzerinde bir “sulta”, bir “senyörlük” icra etmektedir.
Yani ortada iki kademeli bir senyörlük vardı; biri, köylü-mutasarrıflar[20] üzerindeki yetkesi dolayısıyla köye ait (rural); öbürü de feodal, şöyle ki fief çok vâsi olup bir kontluk ya da şato sahipliğinin hüküm dairesi çapına vardığında, fief’in zilyedi onu kısmen, vassal’lara yine ikinci derecede fief olarak dağıtma hakkına sahipti ve bunlardan kendisinin âmirine borçlu olduğu görevlere müşabih yükümlülükler talep ederdi. Bu durumda o, aynı zamanda iştirak ettiği bir çift tâbilik rejiminin ortasında bulunurdu.
Bu itibarla “senyör” sözcüğünün her iki anlamda kullanılmasından doğan mahzurları gözden uzak tutmamak gerekir. Her şeye rağmen o, devrin bir tabiridir ve senyörün vassal’larıyla olan ilişkilerinde şef kavramını, mutasarrıflarıyla ilişkilerinde de efendi kavramlarını yansıtmaktadır.
Köy senyörlüğü feodaliteden önce doğmuş, ondan sonrasına da kalmıştır. Bunun dışında, dünyadaki yayılma alanı çok daha geniş olmuş, senyörler köylü grupları üzerindeki yetkelerini, kendileri özel bağlarla bağlı olmadan, sürdürmüşlerdir. Köy senyörlüğü ile feodalite tabiatları, sürükledikleri zorunluluklar, ortaya koydukları sosyal bağlar itibariyle birbirlerinden fark ederler. Senyörlükten çok daha az toprağa kök salmış olan feodalite, ortamın çalkantılarına ve dış etkilere daha çok boyun eğmiştir. Senyörlüğün ona sağladığı maddî temel olmasaydı, sürüp gidemezdi. Uzun süre bu iki uzviyet birbirlerine el verip arka çıkmışlar, hatlarını birbirlerinin içinden geçirmişler, birbirlerinden kuvvet, yeni bir renk almışlardır, “insanların, şövalye atlarını yaşatacak meyveleri vermesi için toprağı sürmeleri, çapalamaları ve çalıları sökmeleri uygun düşmektedir. At koşturan ve senyör hayatı süren şövalyenin refahını, insanların çalışma ve meşakkatinden çıkarması uygun düşmektedir.” Aslına irca edildiğinde feodal toplum, vassal’lara düşen esas görev itibariyle bir askeri toplum, servetinin tabiatı ve toprakla köylü çalışmasından çıkarttığı yaşama esbabı dolayısıyla da köye ait rustaî (rural) bir toplumdur.[21]
Azat edilmiş köleler de, yeni statülerinde, çoğunlukla eski efendilerine karşı bazı inkıyat vecibeleriyle bağlı kalırlardı. Bu vecibeler kuşaktan kuşağa geçecekmiş gibi tasarlanmış olup efendi, bir köleden vazgeçmeyi kabul elmiş olsa dahi ona bağlı bir adamı muhafaza etmeye özen gösterirdi. Azatlı ise, koruyucusuz yaşama cesaretini kendinde bulmadığından, böylece aradığı emniyeti sağlamış oluyordu. Mamafih daha kişisel nitelikli bazı yükümlülükler de bu tâbiiyetin altını çiziyordu. Bunlar kâh, her ölüm olayında efendinin mirastan aldığı bir pay, kâh onun her yıl azatlısına ya da ahfadına ödettiği ve hiç de küçümsenmeyecek ölçüde olan bir kelle başına vergi (chevage)[22] şeklinde olurdu. Böylece bağların hiçbir surette kopmaması da sağlanmış oluyordu.
Gerek miras payı, gerekse bu chevage, tâbiiyetin birer ifadesi olarak Ortaçağ Avrupa’sı toplumlarında, uzun bir geleceğe sahip olma istidadındaydı. Hiç değilse ikincisi, daha başlardan itibaren, dar azatlılar çerçevesine münhasır kalmaktan çıkıp bir genel korunma bedeline dönüşmüştü: Boynu bükük tâbiin itaatine karşılık haminin güçlü bir kumanda hakkı yerleşmişti ve bu sonuncusu kârlı bir tahsilât müvellidi (girdi yaratıcısı) halinde sürüp gidiyordu. Böylece hâlâ çok girift halde olan insanın insanla ilişkileri kaosu içinde, müteakip çağın kurumlarının yavaş yavaş etrafında tebellür edeceği birkaç kuvvet hattı, belirgin hale gelmeye başlıyordu. Ve işte bu kuvvet hatları yukarıdaki serf, vassal… terminolojilerini doğuracaktı. Ama sosyal değerler cetvelinin tümden altüst oluşu, işbu inkıyat (râm olma) lügatçesinin çok belirsiz şekilde kullanılmasına yol açıyordu. Bölgelere ve imtiyaz düsturlarını kaleme alan kâtiplere göre, bu lügatçenin sınırları değişiyordu. Birçok ilde, vaktiyle “itaat” karşılığında azat edilmiş kölelerin çocuklarından oluşan bazı gruplar, bir köken etiketi gibi özel “culveri” tabiriyle ifade edilirlerdi. Bu tabir, Latince “azatlı” manasına gelen collibertus sözcüğünden türetilmişti. Bundan böyle bunlara, tabirin yeni anlamı içinde, “hürriyet”ten mahrum kişiler olarak bakılmış, fakat bunlar basit serf’lerden üstün bir sınıf gibi görülür olmuş. Şurada burada, kulluk statüsünün bütün görevleriyle bir fiilî teşbihe rağmen, başka ailelere “kumanda edilenler” (commendés) ya da “korunmaya alınmış kişiler” (“gens d’avourie”) sözcükleri uzun süre yapışık kalmış.[23]
Ve bütün bunlar olurken de varılmış XII. yy.a, yani bu yanda Selçuklu ikta sisteminin yerleşip yayıldığı çağa.
Her sosyal yaşamın arkasında bir ilkellik, gem vurulmaz güçlere inkıyat, hiç hafifletilemeyen fiziksel çelişkiler temeli yatıyordu. Bu keyfiyetin insan ruhu üzerindeki olumsuz etkisini kim ölçebilirdi?
Hukuk anlayışına gelince bir yargıç için artık IX. yy. Avrupa’sında Roma metinlerine, kâğıda dökülmüş Cermen âdetlerine, barbar kralların çok sayıda çıkarttıkları ferman ve iradelere başvurup davayı bunlara göre karara bağlama olanağı, çeşitli nedenlerle, yok gibiydi. Büyük küçük her topluluk, kesin sınırlarla toprağa kayıtlı olsun, ya da olmasın, kendine özgü hukukî geleneğini geliştirme eğiliminde olurdu, şöyle ki bir adam, faaliyetinin çeşitli yönlerine göre, bu hukuk bölgelerinin birinden öbürüne geçiyordu. Meselâ bir köy topluluğunda, köylülerin aile statüsü genellikle tüm çevre nahiyelerdeki az çok eş olan kurallara uyarken toprak hukuku, buna karşılık, bunların cemaatlerinin özel âdetlerine uyardı. Omuzlarına binmiş yükümlülükler senyörlüğün özel örfüne göre saptanır, bu örf öbür senyörlüklerinkine her zaman uymaktan uzak olurdu. Şu halde ilk feodal çağın tamamen geleneksel bir niteliği haiz olan hukukî sistemi, vaktiyle olmuş olanın, dolayısıyla, bugün de var olma hakkına sahip bulunduğu düşüncesi üzerine oturuyordu. Başka deyimle bir âdet, henüz “çok genç” olduğu için mahkûm edilebilirdi. Geçmişin nüfuzu, ona ancak çok daha saygın bir başka geçmiş karşı çıkarılarak inkâr edilebilirdi.[24]
Fransa’nın bir ilinde, mahallin senyörü bir gün bir ayı getirmiş. Hayvanın köpeklerle uğraşmasından eğlenen köylüler, ona bakmayı üstlenmişler. Sonra hayvan ölmüş, ama senyör hayvana her gün yedirilen ekmekleri talep etmiş! Birçok yükümlülük, böylece, hayırhah armağandan doğmuş ve uzun süre de bunun adını taşımış (Osmanlı kapitülasyonları gibi…).
Âdet kavramının sonuçlarından biri de, çoğu kez, zorbalığın yasallaştırılması, onu kârlı bir davranış haline koymak, kullanımını yaymak olmuştu. Örneğin Katalonya’da, bir toprak ferağ edildiğinde, ziyadesiyle hayâsız bir düsturla onun “gönülle ya da zorla”, sahibinin faydalandığı tüm yararlarıyla birlikle terk edildiği derpiş edilirdi.
Kadimde yapılmış olanın bu saygınlığı, gerçek hukuk sistemini özel bir güçle etkiliyordu. Tüm feodal çağ boyunca, ya bir toprağın, ya da bir kumanda yetkesinin mülkiyetinden söz edilmesi nadiren vaki olurdu, iddia, az çok aynı şekilde, cebrî intikal (“saisine”; Almanca “Gewere”) etrafında dönerdi. Neydi bu ünlü saisine?
Bu, tamamıyla toprağın basitçe intikalini sağlamaya yetecek bir tasarruf olmayıp sadece zamanın saygın kıldığı bir mülkiyet hakkından ibaretti. İki kişi bir tarla üzerinde hak iddia etse, bugünkü şagil hangisi olursa olsun, tarlayı önceki yıllarda ektiğini veya daha da kuvvetli olarak, babalarının onun gibi bunu yapmış olduğunu ispatlayan davayı kazanırdı.
Gerçekten bu çağda, az çok tüm topraklar ve birçok insan üzerinde, nitelikleri itibariyle değişik olmakla birlikle her biri kendi çerçevesi içinde aynı derecede saygın görünen bir haklar-nizamlar kalabalığı ağırlığını hissettiriyordu. Bunlardan hiçbirinde Roma anlayışındaki mülkiyetin kesin karakteri mevcut değildi. Genellikle babadan oğla toprağı işleyen köylü; onun kendisine çeşitli vergiler ödediği ve bazı hallerde toprağa el koymaya muktedir doğruca senyörü; bu senyörün senyörü ve feodal kademeler boyunca daha yukarı katlar… Bu kadar kişi, her biri de öbürleri kadar haklı olarak, “benim tarlam!” diyebiliyorlar…[25]
Bununla birlikte XII. yy.da Roma hukuku okullara giriyor. Örneğin 1170 civarında onun, Kilise hukukuyla beraberce Sens katedralinin gölgesinde okutulduğunu görüyoruz. Mamafih Kilise’nin bundan rahatsız olduğu, onun tamamen lâik ve gizli pagan niteliğinin endişeler doğurduğu bir vakıadır. Hristiyan faziletlerinin bekçileri onu, din adamlarını duadan alıkoymakla suçluyorlardı.[26]
Oldukça hareketli bir devri, karanlık ve derin bir gebelik süresini, XII. yy.ın ikinci yarısından itibaren, toplumun beşerî ilişkilerini daha büyük bir güçle örgütlemeye, sınıflar arasında daha kesin sınırlar çizmeye, birçok yerel çeşitliliği silmeye ve nihayet çok daha yavaş değişmelere izin vermeye eğilimli bir çağ izleyecektir. Bu XIII. yy.ın başlarının kesin dönüşümünden hukukî zihniyetin hastalıklarının, öbür nedensel zincirlere sıkıca bağlı olarak, tek başlarına sorumlu olmasalar bile, bunda geniş ölçüde etkili oldukları bir gerçektir.
Feodal Batı, her yerde, kişisel tasarrufun meşruiyetini kabul etmişti. Ama uygulamada, akrabalık dayanışması, çoğu kez, mal ortaklığı şeklinde sürüyordu. Kırsal kesimde, her yerde birçok “kardeşlikler”, aynı “ocak” ve aynı “tencere” etrafında ve ayrılmamış aynı tarlalar üzerinde, birçok akraba aileyi topluyordu. Senyör çoğu kez bu “cemaat” usulünü teşvik ve hattâ bunu icbar bile ederdi zira böylece bu “cemaat” mensuplarını, ister istemez, yükümlülükler yönünden birbirine kefil tutmayı faydalı görüyordu. Fransa’nın büyük bir bölümünde, serfin miras rejimi, daha önceden mevcut bir cemaatin devamından başka intikal sistemi biliniyordu. Tabii vâris, oğul ya da bazen erkek kardeş, miras konusunun ortaya çıkmasından önce müşterek ocağı terk etmişse, haklarını, efendininkileri önünde, tümden kaybederdi. Şüphesiz bu örf, daha yüksek sınıflarda bu denli yaygın değildi zira servet arttıkça onun bölünmesi kolaylaşıyor ve hele, senyörün gelirleri onun kumanda yetkesinden zor ayrıldığından, bu yetkenin, müştereken kullanılması imkânsız oluyordu. Bununla birlikte birçok küçük senyör, köylüler gibi, ailenin mal varlığını müştereken işletiyor ve atalar mirası şatoda beraberce yaşıyordu.
Tasarrufun açıkça kişileşmesi halinde bile, bu onu her türlü ailevî engelden kurtarmıyordu. Çoğu kez malını tefrik eden kişi buna tam bir serbesti içinde tasarruf etme hakkını ilân ederdi. Bu da Kilise’nin kuramına uygun düşüyordu şöyle ki bağışlarla sürekli şekilde zenginleşen ve her şeyin üstünde, ruhların kaderinin bekçisi olan bu kurum, diyanetkâr cömertliklerle kendi ve yakınlarının necatını sağlamayı arzu eden müminin önüne bu yolda herhangi bir engel çıkmasını kabul edemezdi. Mal varlığı “sığıntı”larla her gün biraz daha şişen yüksek aristokrasinin de menfaati aynı yöndeydi: “Açlığın sıkıştırdığı” fakir köylü, toprak parçasını, beslenme koşuluyla, az çok zorunlu olarak güçlüye terk ediyordu. Bu işlem de engelsiz sürmeliydi.[27]
Kişisel sadakat, “Devlet” düşüncesine ters düşen bir prensipten yola çıkar. Bir insanı tâbiiyet olarak efendisinin adamı yapabilen bir bağın yaratılması keyfiyeti çok eski günlere dayanır ve Arî ırkın müşterek malı olarak görülür. Tâbi adama, Latin dilinin obsequium tabir ettiği bir sıkı görev düşer.
Bu obsequium, dar sınırlar, eskilerde olduğu gibi aile çerçevesi içinde kalmak kaydıyla Devlet kavramı ile telif edilebilir. Ama aşırı ölçüde genişleyip çerçevesini aşar, kamu alanına taşarsa, Devlet’in özünü ilga eden başlıca çözücü olarak ortaya çıkar. Yukarı Ortaçağ’ın evrimini koşullandıran ahval kişisel sadakate, parçalanmasına götüren iktisadî kuvvetler tarafından sosyal durumu olabildiği kadar siyasî bünyeyi de derinden değiştirecek bir gelişme sağlamış.
Gerçekten istilânın cem ettiği Cermen ve Roma toplumları kişisel sadakati biliyorlardı. Jules Sezar’ın işaret edip de Tacitus’un comitatus, yoldaşlık olarak betimlediği kurumu Cermanya uyguluyordu. Öbür taraftan inhitat halinde Roma, scholae, yani özel (meskene ait) askerî birlik sistemini vazetmişti.
Sezar’ın bize anlattığına göre bir Cermen şefi bir sefer tasarladığında kabile toplantısına gelir ve kendisini izleyecek adam ister. Gitmeye razı olanlar ona sadakatlerini bağlı tutarlar. Güruhun her bir muharibi şefe yeminle bağlanır. Tacilus’un zamanında yoldaşlık kurumu gelişmiş, artık daimî bir varlık haline dönüşmüştür. Şef, muharibe yiyecek ve ganimetten payını temin eder.[28]
“Birinin adamı olmak” tabiri feodal lügatçede en çok yaygın ve en çok anlamlı bir sözcük izdivacını temsil eder ve tüm Avrupa’da kişisel bağlılığı ifade etmeye yarardı. Kont, kralın “adamı”ydı, tıpkı serfin köy senyörünün adamı olduğu gibi. Aynı bir metinde, birkaç satır arayla kökünden farklı sosyal tabakalar, birbiri ardında zikredilebiliyordu: Bir köy senyörü, “adam”larının, yani köylülerinin, bir yüksek baron tarafından, “adamları”nın şatosunda çalışmaya icbar edilmelerinden yakınıyor. Bu ikinci “adamlar”, baronun vassal’ları şövalyeler oluyor. Aslında cinas kimseye ters düşmüyordu; kademeler arasında uçuruma rağmen işin havası, müşterek temel unsuru vurguluyordu: Kişinin kişiye tâbiiyeti.
Karşı karşıya iki adam var: biri hizmet etmek istiyor, öbürü de kumanda mevkiini kabul ya da temenni ediyor. Ve Ortaçağ’ın ünlü “arz-ı ubudiyet” (hommage- Almanca Mannschaft) merasim-ritusu başlıyor. Bunun tafsili konumuzun dışına çıkar. Şu kadarını belirtelim ki bu zımnî “mukavele”de tanık ve kefil olarak Tanrı’nın adı zikrediliyor.
Vassal’lık, üst sınıflara özgü bir bağımlılık şekliydi ve bunu öbüründen ayıran nitelik, savaşçılık ile kumanda eğilimiydi. Hiç değilse durum buna müncer olmuştu.
Kendine bir hami aramak, birini korumaktan hoşlanmak: işte iki tane doğal gerçekçi ve ruhî eğilim ve de… feodal çağın öyküsü. Bir Arap atasözü “insanlar, babalarından çok çağlarına benzerler” demiyor mu?
Kendine bir koruyucu arayan zayıflar arasında en sefiller kendilerini köle yazdırırlar, böylece hem kendilerini hem de zürriyetlerini taahhüt altına sokarlardı. Bununla birlikte birçokları da, hattâ en mütevazı sınıflardan bile, hür insan statüsünün korunmasında ısrar ederdi. Böyle bir arzuya da “ubudiyet”lerini[29] kabul eden kişiler itiraz etmezlerdi. Kişisel bağların henüz kamu kurumlarını boğmadığı bir devirde, “hürriyet” denilenden faydalanmak, tam hakka sahip üye olarak, Mérovingien krallarca güdülen uluslara dâhil olmak demekti ki buna populus Francorum denirdi, genellikle; böylece de aynı ad altında fatihle mağlûp karıştırılmış olurdu. Bu muadeletten, “hür” ve “franc” terimlerinin eşanlamlığı, çağları delip geçecekti. O kadar ki bu, “franc maçon” (hür duvarcı) tabiriyle, bu örgüte dâhil olanlarla olmayanlarda derhal bir çağrışım yaratacaktı.
Feodal çağın başlıca nirengilerinin öyküsüne devam edelim. Mérovingienler zamanındaki topluma ne Devlet, ne akrabalık müessesesi yeterince emniyet sağlayabiliyordu. Köy topluluğunun gücü ancak kendi iç emniyetine yetiyordu. Kent topluluğu ise varla yok arasındaydı. Her yerde zayıf kişi kendini daha güçlü birinin kucağına atma gereğini duyuyordu. Güçlü kişinin kendisi de nüfuz veya servetini elde tutabilmek ve hatta emniyetini sağlayabilmek için ona yardım etmeye mecbur bir takım küçük adamları, güzellik ya da zorla, ele geçirmeliydi. Bir yandan güçlü bir şefe doğru bir kaçış, bir yandan da, çoğu kez zorbalıkla kumanda mevkiini ele geçirme fiili vardı. Zaaf ve kuvvet kavramları da izafi olduğundan birçok halde aynı adamın aynı anda daha kuvvetli birine tabi ve daha mütevazıların da hamisi olduğunu görüyoruz. Böylece de geniş bir kişisel ilişkiler ağı kuruluyor, bunun atkı ve çözgüleri sosyal binanın bir katından öbürüne birbirini kesip dururdu. Aslında resmî hukukun onaylamadığı bu bağlar, son derece güçlü bir tutkal oluşturmuştur.[30]
Bununla birlikle bir tabi grubunun yaşam koşulları artık değişecekti. Bu grubu, her kudretli kişi ve hattâ kralın bile etrafındaki özel (beytî) askerler oluşturuyordu. O günlerde idareci sınıfların en büyük sorunu, barış zamanında Devlet ya da özel servetlerin idaresinden çok dövüşebilme olanaklarının sağlanmasıydı. Genel ya da özel, keyfî ya da mal ve hayatın korunması amacına yönelik savaş, yüzyıllar boyunca tüm şeflik mesleğinin günlük argacı, kumanda yetkesi varlığının gerçek nedeniydi.
Frank kralları Gaule’e egemen olduklarında kendilerini, her ikisinin de, ordular kurmak üzere kitlelere müracaat eden iki sistemin vârisi olarak gördüler. Cermen ülkesinde her hür erkek bir muharipti; Roma, hâlâ yerli birlikler kullanabildiği ölçüde, bunları özellikle zürra arasından topluyordu. Frank devleti, müteakip iki sülâle süresince genel askere alma prensibini muhafaza etmiş olup bu prensip tüm feodal çağı geçip ondan sonra da devam edecektir. Kral emirnameleri istediği kadar bu mecburiyeti servetlerle orantılı kılmaya, her birinin bir asker çıkaracağı en fakirlerden oluşan küçük gruplar toplamaya çaba harcayadursun, zamanın gereklerine göre değişen bu uygulamalar, kaideyi hiçbir surette bozmuyordu. Aynı şekilde, büyükler, aralarındaki kavgalara kendi köylülerini sürüklemekten çekinmiyorlardı.
Bununla birlikle barbar krallıklarında asker celbi mekanizması, bürokratik görevine yetmez olmuş bir idare elinde işlemez olmuştu. Öbür taraftan fetih, Cermen toplumlarının dövüş ve barış için kendilerine verdikleri eski kadroları dağıtmıştı. Ve nihayet, bundan böyle daha iyi dengelenmiş bir tarımın gerekleriyle tarlasına bağlanmış sıradan Cermen, göçler sırasında köylüden çok muharipken artık yavaş yavaş muharipten çok köylü haline geliyordu. Gerçi, geçmişin Romalı kolon’u, toprağını terk edip askere gittiğinde bu meslek hakkında fazla bir şey bilmiyordu ama mükemmel örgütlenmiş lejyonun saflarında gereği gibi eğitiliyordu. O ise ki Frank devletinde, kral ve büyüklerin etrafındaki muhafız birliklerinin dışında daimî birlik bulunmuyordu; dolayısıyla da acemi efradın muntazam eğitimi bahis konusu olamazdı. Celp edilen acemi erin isteksizliğine silâh sağlanmasındaki güçlükler de ekleniyordu, o kadar ki Charlemagne zamanında ordugâha sadece bir sopayla mücehhez olarak varmanın men edilmesi gereği duyulmuştu. Bu kusur ve noksanlar, hiç şüphesiz Mérovingien devrin askerî sistemini olumsuz yönde etkilemişti. Bunlar, savaş meydanında üstünlüğün piyadeden önemli taarruzî ve tedafüî silâhı haiz süvariye geçmeye başlamasıyla daha da belirgin hale gelmişlerdi. Zira süvari donatısı ya doğruca belli bir varlığı, ya da bir zenginin yardımını gerektiriyordu. Bundan sonra da uzun bir eğitim dönemi elzemdi. Süvari, “çekirdekten” yetişmeliydi.
Bu itibarla Frank Gaule’ünde her şey, bir grup geleneği içinde yetişmiş ve hepsinden önce süvari olan meslekten (profesyonel) askere başvurmaya sevk ediyordu. Herkesin, hattâ Kilise’nin bile özel askerî birliği vardı. Bunun, çoğu “ipten kazıktan kopmuş” mensupları yedirilip içirilir ve yatırılırdı.
*
* *
Vassal’lıkla beneficium’un birleşmesi veya himaye sisteminin yaygınlaşması ne denli ciddî olursa olsun Carolingien rejimi, memurlarını elde tutmaya devam edebilseydi, Devlet olarak yaşamını sürdürebilirdi. Kamu işlevlerinin özel olarak ele geçirilmesi keyfiyeti eski Devlet’i fiilen parçalamıştı.
Bahis konusu ele geçirme işlemi, feodalizmin oluşma çağını damgalayan değişmeler arasında anlaşılması en güç olanıdır. Bu işlem bir toplu tedbir sonucu olmayıp hissedilmez intikallerle vaki olmuştu. Teker teker sulta, daha doğrusu sulta’nın kullanılması Devlet’in elinden kayıp şahsa geçiyor.
Bu kayış feodal doğuşun en özgün niteliği olup bir sui generis olgudur. Her gün Devlet fiilî gücünden kaybediyor, bu güç özel ellere geçiyor.[31]
Carolingienlerin hırs ve amaçları, yok olmasına başlangıçta o kadar çalıştıkları kamu gücünün yeniden tesisi olmuştu. Devlet’leri içinde Hristiyan nizam ve barışını hâkim kılmak istiyorlardı. Sultalarını uzaklara yaymak ve Müslümanlara karşı, çok kârlı ve ruhlara sağlık bahşedici kutsal savaşı sürdürmek için askere gereksinmeleri vardı.
O ise ki eski kurumlar bu amaç için yetersiz görünüyorlardı. Monarşinin elinde, bazı Kilise adamları dışında, gelenek ve profesyonel kültürden yoksun az sayıda memur bulunuyordu. Ayrıca iktisadî koşullar, geniş bir ücretli bürokrasi kadrosunun kurulmasını imkânsız kılıyordu. Münakale olanakları çok kısıtlı, yol emniyeti hiç yok gibiydi. Merkezî idarenin karşılaştığı başlıca güçlük, vatandaşların yükümlü oldukları şeyleri onlardan alabilmek ve gerekli müeyyideleri uygulayabilmek üzere bireylere ulaşmaktı. Bundan da, o ana kadar sağlamca yerine oturmuş tâbiiyet ilişkileri şebekesini hükümet amaçları için kullanmak düşüncesi doğmuştu; senyör, rütbe silsilesinin bütün kademelerinde, “adam”ından sorumlu olup onu “doğru yolda” tutmakla mükellefti. Bu telâkki, Carolingienlerin inhisarında değildi. O, İspanya Visigothlarına birçok yasal hükmü ilham etmişti. Anglo-Saxon kanunlarının “senyörsüz adam”a karşı takındıkları şiddetli kuşku dahi benzer önyargılardan kaynaklanıyordu. Rusya’da, servaj devrinde Çar I. Nikola’nın, köy ağası pomiechtniks’lerinden söz ederken “yüz bin polis komiserine” sahip olmakla şişindiği söylenir.
Bu doğrultuda, alınacak önlemlerin en acilinin yasayla vassal’lık ilişkilerini bütünleştirmek olduğu şüphesizdi; böylece bu ilişkilere, onu ciddî bir dayanak haline getirebilecek istikrar sağlanmış olacaktı. Daha ilk anlardan itibaren alt tabakanın commendés’leri (“koruma altına alınmışları”), açlığın sıkıştırdıkları gibi, yaşamlarını bağlamışlardı. Bazı yerlerde, örneğin İspanya’da, Visigoth hukukunun özel askerlere efendi değiştirme hürriyetini tanımış olması bir genel kaide olmuyor. Aksine, Carolingienlerde birçok kral buyruğu, vassal’ın anlaşmayı bozmasını haklı gösterecek senyörün kusurlarını hassasiyetle tespit etmeye uğraşmış. Bu da, karşılıklı anlaşma veya bu kusurların senyör tarafından işlenmesi halleri dışında bağın, ömür boyunca, kopamayacağını tazammun eder.
Öbür taraftan senyör, kendi sorumluluğu altında, vassal’ın mahkemeye ve orduya gitmesini sağlamakla resmen yükümlü kılınmıştı. Bizzat ordugâha gider miydi? Vassal’ları, onun emri altında dövüşürlerdi. Ancak o olmadığı zaman bunlar kralın temsilcisi kont’un doğruca kumandası altına girerlerdi.
Vassal’lara ulaşabilmek için senyörleri kullanmak neye yarardı, eğer bu senyörlerin kendileri hükümdara sıkıca bağlı değillerse? İşte bu vazgeçilmez koşulu gerçekleştirmek için Carolingienler, vassallığın sosyal uygulamalarını son noktaya kadar yaymaya çaba harcamışlardı.
İktidarı ele geçirir geçirmez “adam”larını ödüllendirmeliydiler. Onlara, yöntemlerini aşağıda anlatacağımız gibi toprak dağıttılar. Ama bu topraklar üzerine yerleşmiş askerî maiyet, prensin vassalları olma niteliğini aynen sürdüreceklerdi. Yeni sadık bendeler için de durum aynıydı. Bunların hepsi savaşta prense hizmet ederlerdi ve beraberlerinde, varsa, vassal’larını da bu amaçla getirirlerdi. Fakat günlerinin çoğunu bundan böyle ondan uzakta geçirecek olan bu kişilerin yaşam koşulları, eski özel (beytî) muhariplerinkinden tamamen değişik hale gelmişti. Buna karşılık, her biri az çok yaygın bir tabiler grubunun merkezi olarak bunlardan bu tabileri hizada tutmaları bekleniyordu; gereğinde hattâ komşularını gözetleyeceklerdi. Böylece koca imparatorluğun ahalisi arasında, kendisi dahi orantılı olarak hayli kalabalık bir “kral Senyörün vassal’ları” (vassi dominici) sınıfı ortaya çıkmış oldu; bunlar hükümdarın özel himayesine mazhar olup onun askerî birliklerinin büyük bölümünü sağlamakla ve ayrıca, iller arasında, geniş bir sadakat şebekesi meydana getirmekle mükelleftiler.
Her kont, sadece kontluğunu ömür boyu elde tutmaya değil, onu kendinden sonra oğluna temin etmeye bakardı. Aynı zamanda biraz dişliyse, kontluğuna kontluk eklerdi ki bu birikme Carolingien inhitatının saiklerinden biri olmuş ve prenslikler havasında vasi toprak birikimleri görünür hale gelmiş.
Kontlar bu faaliyetlerini, ülkenin sınır uçlarında çok daha büyük kolaylıkla yürütüyor ve sürekli ve irsî hale gelerek memur sıfatıyla uhdelerinde bulunan kamu yetkesinin özünü kendi senyörlük imtiyazları içinde eriterek şahsî güçlerini sürekli olarak artırıyorlar, kralın zaafından yararlanarak çıkar üstüne çıkar koparıyorlardı. Böylece tüm kontluk, vasi bir bénéfice olmuştu. Batı’da bir kont’a topluca bir imtiyaz devrine tanık olunmuyorsa da bunu yapay olarak yaratılmış feodal devletlerde, Haçlılar tarafından örgütlenmiş Latin Ortadoğu Kontluklarında görüyoruz. Böylece bir feodal Devlet’in kuruluş yasası ortaya çıkmış oluyordu.[32]
Ve Carolingien devleti de tarihe karıştı. Bundan böyle Avrupa’nın içinde yaşayacağı sürekli savaş hali, adamı bir şef aramaya, şefleri de adam aramaya her zamankinden fazla itecektir. Ama bu himaye münasebetleri artık krallar lehine işlemez olmuştu. Artık özel hommage’lar giderek çoğalacaktır. İskandinav veya Macar alanlarının başlamasından sonra kırsal kesimde sayısı her gün artan şatoların etrafında senyörler kendi adlarına ya da kendilerinden daha güçlü birinin adına bu kişilere kumanda ediyorlar, vassal toplamaya ve bunları muhafazaya çaba harcıyorlar. “Kralın artık sadece ad ve tacı kaldı… tehdit eden tehlikelerden ne piskoposlarını, ne de öbür tabilerini koruma gücüne sahiptir. Böylece bunların hepsi, ellerini kavuşturarak, bir büyüğe hizmet etmeye gidiyorlar; orada sükûna kavuşuyorlar” diye anlatıyor, bir Alman başrahibi, XI. yy.ın ilk çeyreğinde.
Evet, Ortaçağ’ın başlıca niteliklerinden biri, herhangi bir merkezî otoritenin kesin olarak bulunmamasıydı. Devam edelim.
Serf’lerden, senyörlerinin “adam”ları olmaları itibariyle, çoğu kez onun “itaati” (hommage) içinde yaşadıkları söylenirdi. Bu aşağı kademe hommage, vassal’larınkinden temelden farklı bir durum gösterirdi; kuşaktan kuşağa yenilenmesine gerek yoktu. Zira bir şefe bağlılığın iki şekli bulunduğu her gün daha kesin olarak anlaşılır olmuştu. Biri irsî idi ve her tür aşağı neviden yükümlülüklerle belirleniyordu. Bilhassa tâbiiyette seçme olanağını kaldırdığından şimdi “hürriyet” denilen şeye ters düşüyordu. Bu, aşağı tabaka tabilerin içine kaydığı servaj’ın kendisiydi. Vassal’lık tesmiye edilen öbür bağlılık hukuken ve fiilen, böylece birleşmiş olanlardan birinin yaşamı son bulana kadar sürerdi. Kan bağı ile tevarüs edilen bir cebrin dokunan havasından onu kurtaran bu niteliğiyle soylu, kılıç hizmetine çok uygun düşüyordu. Onun sağladığı yardım şekli esas itibariyle harbî idi. Beratlar bir adamdan, senyörünün vassal’ı ya da miles’i olarak söz ederdi. Bu sonuncusunun manası harfiyen “asker” idi. Ama Fransız metinleri onun karşılığında “chevalier”yi kullanırlardı. Gerçekten mükemmel asker, tam teçhizatlı süvari olarak hizmet veren asker olup vassal’ın işlevi her şeyden önce, bu haliyle efendisi için dövüşmekti.[33]
[1] J. Calmette.- op. cit., s. 2-3.
[2] M. Bloch.- op. cit., s. 239-41.
[3] J. Calmette.- op. cit.,s. 16-17.
[4] M. Bloch.- op. cit.,s. 3.
[5] Montesquieu.- De L’esprit des lois, Paris, Ed. Gamier, XXXVIII/9.
[6] ibd., XXX/1-5.
[7] ibd., XXX/7.
[8] ibd., XXX/14.
[9] ibd., XXX/15-16.
[10] ibd., XXXI/1.
[11] Essai sur les moeurs. Zikreden Robert Boutruche.- Ségneurie el féodalite, T. I, Paris 1968, s. 14-5.
[12] ibd., s. 23-4.
[13] M. Bloch.- op. cit., s. 3.
[14] ibd., s. 97-111.
[15] Mübadele Teknikleri cildinde ayrıntılarına gireceğiz.
[16] M. Bloch.- op. cit., s. 111-115.
[17] J. Calmette.- op. cit., s. 6-7.
[18] M. Bloch.- op. cit., s. 300, 302.
[19] J. Calmette.- op. cit., s. 7-9.
[20] “Mutasarrıf” olarak bundan böyle feodal silsile içinde-toprağı doğruca işleyen, çeşitli adlara sahip köylüyü kastedeceğiz (Fransızca
tenancier)
[21] R. Boutruche.- op. cit., s. 8-9.
[22] Chevage’ın asıl manası, Latince cavare=kazmak’tan, kazımak, içbükey hale getirmek, ısıtılarak yumuşatılan cama kalıbın şeklini
vermektir.
[23] M. Bloch.- op. cit., s. 389-401.
[24] ibd., s. 473-9.
[25] ibd., s. 179-184.
[26] ibd., s. 186.
[27] ibd., s. 203-5.
[28] J. Calmette.- op. cit., s. 9-11.
[29] Her ne kadar “ubudiyet”, “köle” anlamına gelen “abd”dan türemiş bir sözcük ise de Osmanlı yazınında “hommage” karşılığı kullanılmıştır.
[30] M. Bloch.- op. cit., s. 226-30.
[31] J. Calmette.- op. cit., s. 22-3.
[32] ibd.,s. 24-5.
[33] M. Bloch.- op. cit., s. 241-9.