Antik ve Hristiyan Anadolu Din Ye Kültürlerinin Anadolu Alevîliğine Etkileri

Kültür Eserleri > Düşündüklerim Yazdıklarım > Antik ve Hristiyan Anadolu Din Ye Kültürlerinin Anadolu Alevîliğine Etkileri

Antik Ye Hristiyan Anadolu Din Ye Kültürlerinin Anadolu Alevîliğine Etkileri

Deutsches Orient – Institut Hamburg

Aleviler – Alewiten, 2000

 

Almanya’nın geleneksel “Ost Politik”i çerçevesinde Türkiye’ye ilgisi hiç eksilmedi. Bu cümleden olmak üzere Hamburg’daki “Deutsches Orient – Institut”, Aleviler üzerine bir uluslararası sempozyum tertipledi (2000). Benden istenmiş olan bildiriyi aşağıda sunuyorum.

 

ÖZET

 

Homo ludens, on bin yıllık tarihin en muhteşem oyununu, başlattığı yerde, Anadolu’da sürdürüyor. Çaydaçıra, ney, mey… Gerekli nefes bu yüz asrın körüğünde. Körüğe Gılgameş, Mani, Zerdüşt, Mazdak, Dionysos, Kybele, Umay, Ali asılmış, arkadan gelen İsa, tilmizleri büyük Kilise Pederleri, Paulician’ı, Thondrak’ı, Bogomil’i… Anadolu sosyal kültürünün oluşmasında doğruca rol almışlar. Ve hepsi, daha önce Asya’da bunlarla tanışmış olarak Anadolu’ya gelmiş olan Türkmen’inki ile birlikte günümüz Türkiye halkının büyük bir bölümünü oluşturmuş olan bir kitle olayını yaratmış: Anadolu Alevîliğini.

 

Alevîlik, samimi, ussal (rasyonel) bir ahlâk kuralının sahibi, tarihin mirasını koruyan, sosyal düşüncesi olarak tam anlamıyla halkın temsilcisi bir zümreyi ifade ediyor. Onun, ne İran Şiîliği, Caferîliği, ne de Arap kökenli katı Sünnîlikle en ufak ilişkisi yoktur. O, doğruca, Anadolu uygarlığının potasında oluşmuş, bütün bir geçmişin anısını yaşayan bir Türk halkının büyük bir parçasıdır.

 

Aslında Peygamber’in Şeriat’ına sıkıca bağlı Ali, Alevî için dinî olmaktan öteye büyük bir sosyal anlam taşır, şöyle ki Ali, daima halkın yanında olmuş bir “demokrat”tır. O, Antikçağların mirası çeşitli efsanelerin kahramanı olarak yaşıyor, Alevî’nin kafasında.

 

Hristiyan Anadolu’nun heterodox, heretic tarikat mensupları, İslâmlaşırken İslâm’ın da heterodox yanını tutmuşlar, Alevî-Bektaşî olmuşlardır.

 

Bu konuları daha önceki çalışmalarımızda[1] ayrıntılarıyla irdelemiştik. Bir makalenin sınırlı çerçevesi içinde bunların ana fikirlerini özetlemeye çalışacağız.

 

Makalenin başlığı, Alevîliğin iki yönünün tetkikini istilzam ediyor: dinî ve sosyal yönlerini. Gerçekten Alevîliğin simgesi haline gelmiş Hz. Ali’nin hiçbir surette “Alevî” olmadığı, onun Şeriat’ın ipine sıkı sıkıya bağlı bir koyu Sünnî olduğu hiç unutulmayacaktır. O halde burada asıl olan onun sosyal yanı oluyor ki biz düşüncemizin yumağını buradan çözmeye başlayacağız. Büyük bir sembolizm bahis konusudur. Kimdi bu Anadolu Alevîsi?

 

“Anadolu’nun bugünkü İslâm ahalisini teşkil eden ve kısm-ı azâmi fâtih Türkmenlerden mürekkep olan bu kavmî unsurların hayat-ı dinîyesini anlamak için, bunların Anadolu’ya nasıl ve ne mahiyette bir hamule-i itikat ile geldiklerini ve o sahalarda neler bulduklarını bilmek lazımdır.”…: “İslâm medeniyeti dairesine epey zamandan beri girmiş olan ‘Maveraünnehr’ ve ‘İran’ sahalarına gelmezden evvel, Oğuz Türkmenleri arasında Hristiyanlığın bir aralık kısmen intişar etmiş olduğu muhakkaktır.”

 

“Kezâlik muhtelif Türk şubelerinin muhtelif zamanlarda ‘Mazdeism’i, ‘Buddhism’i, ‘Manihaism’i kabul ettiklerini de biliyoruz. Oğuzların ve Oğuzlarla pek sıkı bir karabet-i kavmiyesi bulunan ‘Kıpçak’ların Musevîliği kabul etmiş olan ‘Hazarlar’la coğrafî rabıtaları düşünülünce, Selçukîlerde vücudu farz olunan Turanî nüfuzların menşe’i meselesi de kolayca anlaşılır. Ancak, bu hariçten gelme yabancı itikat sistemleri ne kadar kuvvetli ve mütekâmil olursa olsun, ‘Seyhun’ sahasından cenuba inerek yavaş yavaş İslâmiyet’i kabul eden göçebe Oğuz Türkmenleri üzerinde eski iptidaî dinlerinin ve eski ananelerinin, sonradan kabul ettikleri dinlerden daha nafiz olduğu muhakkaktır. Binaenaleyh İslâmiyet’in bu Türkmenler arasında nasıl bir telakkiye mazhar olduğunu ve ne şekiller aldığını araştırırken, yeni İslâmî şekiller[2] altında eski kavmî ananelerin izlerini taharri etmek ve meselâ halk velileri olan Türkmen ‘baba’larında eski Türk ‘kam-ozan’larının İslâmlaşmış şeklini görmek, müverrih-i dinî için bir zarurettir…”[3]

 

Köprülü, Anadolu’nun bugünkü İslâm ahalisinin büyük çoğunluğunun fatih Türkmenlerden oluştuğunu kaydediyor ki bu faraziye, makalenin kaleme alındığı yıllarda revaçta idi (günümüzde bile bazı zümreler, kendi politika ve çıkarları doğrultusunda bunun böyle olduğunu iddia ediyorlar). O ise ki 1922’den bu yana çıkmış olan çok sayıda ciddî araştırma, iddianın yersiz olup aksine Anadolu halkının ethnik yapısında Türkmen kanının büyük azınlıkta olduğunu göstermiştir.[4]

 

Anadolu’nun dinî tarihi, Sûfi hareketleri ve bunların Şiî rengi herhangi bir aşırılığa kaçmadan iyice yerli yerine oturtulmadan eksik kalır ve yanlış sonuçlara götürebilir.

 

“… daha Selçukîlerin zuhurundan evvel başlayarak İslâm âleminde şiddetle hükümran olan sûfîyâne cereyanları, hattâ ‘Sünnîlik’ unvanı altında bile Şiî ruhunu halk ve güzideler arasında o kadar kuvvetle yaymıştı ki, aynı hali Anadolu’nun dinî tarihinde de sarahaten görmekteyiz.” [5]

 

“Anadolu tarih-i dinîyesinde en mühim mevzu tetkikini teşkil eden Türkmen boylarına gelince, onlar ‘kelâm’ âlimlerinin felsefî münazaralarına tamamıyla lakayt kalarak, yalnız kendi kavmî ananelerine mutabık gelen … ve Türkmen Babaları tarafından telkin edilen akideleri kabul ile iktifa ediyorlardı.”

 

“… Sûfîlerin ‘insan-ı kâmil, kutb’ telakkileriyle Şiîlerdeki ‘İmâm’ telakkisi arasındaki müşabehetler pek ziyade tetkike şayandır. Sünnîliği müfrit surette iltizam eden bir takım tarikatlarda bile Şiî tesiratı pek barizdir… ‘Hazret-i Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e muhabbet, Türkler arasında münteşir tarikatlarda değişmez bir esastır. Hz. Ali’nin kahramanlıkları Anadolu Türklerinin edebiyatında, en eski zamanlardan itibaren, pek makbul ve müteammim bir mevzudur…”

 

“… İslâm’ın orthodox özü, Şeriatla bütünleşmiş olan Kur’anî (doğru fikir) değil, ‘orthodox’ (doğru pratik) olduğu savunulur. Örneğin, W. Cantwell Smith belirtir ki:

 

“Hiçbir İslâmî dilde ‘orthodox’ anlamına gelen sözcük yoktur. Çoğu kez ‘orthodox’ olarak çevrilen ‘Sünnî’, fiilî olarak daha yerinde bir terimle ‘orthoprax’ anlamına gelir… İyi bir Müslüman… kabul edilmiş bir düstura uygun olarak pratik terimlerle açıklanabilen bir bağlılığa sahip kimsedir.”[6]

 

Bu hesaba göre bizim Alevî-Bektaşî, “heterodox” olmaktan başka “heteropraks” da oluyor, bînamazlığı ile…

 

Orthodox yoldan sapma fiilini devletin resmî Hristiyan kilisesi “heresy” olarak tanımlıyor. Bu sözcük, resmî kilisece kabul olunmuş itikatlara aykırı düşünceyi ifade ediyor: “Heretic” de böyle düşüncelere sahip kişi oluyor. Bu kavramlar salt Hristiyan kavramları olmakla dilimizde bunların tam karşılıkları bulunmuyor, şöyle ki Batı terminolojisinde sözcükler her türlü sapmaları kapsarken Türkçede kullanılan “rafz-râfıza-râfızî” sözcükleri münhasıran bir Şiî fırkasını, Ali’nin çocuklarına Şeriat ve bazen de tarihî gerçek dışı muhabbet gösterilmesini, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini kabul etmeyen Ali yandaşlarını ifade ediyor. Her ne kadar “dalalet”, “doğru yoldan sapma”yı, hataya düşme ve günaha girmeyi ifade ediyorsa da (fırak-ı dâlle= doğru yoldan ayrılmış dinî fırkalar) biz, daha kesin olmak amacıyla Batı’da kullanılan sözcükleri kullanıyoruz.

 

İslâm’ın iki büyük tefrikası irdelendiğinde Şia’nın Bağdat’a karşı Ali inancını ileri sürdüğü, bu inancını Ali’yi tanrılaştırmaya kadar götürdüğü (galiye) görülür. Bunda İranî Şia’nın Ali sevgisi ile Anadolu Alevisi’ninkini ayırt etmek amacıyla genelde Batı kaynaklarının “Alevî” olarak tanımladıkları Şiîleri biz “Ali yandaşları” olarak ifade edip “Alevî” sözcüğünü Anadolu Alevîlerine inhisar ettiriyoruz. Bu ikisinin tamamen farklı şeyler oldukları ne denli vurgulansa azdır.

 

* * *

 

Türkmen, Anadolu toprağında yurt tutmaya geldiğinde ethnik olarak hayli çapraşık ve genelde merkezî Bizans yetkesinin “heretic” olarak peşine düştüğü bir Hristiyan kitle ile karşılaşmıştı. Gerçekten Hristiyanlık tarihinde çok önemli yeri olan bu yarımada, Basileus’ları çileden çıkaracak heretic hareketlere sürekli olarak sahne olmuştu: Montanist, Thondrak, Paulician (Paflikyan), Bogomil… olayları bunlardan bazılarıdır. Hareketler büyük silahlı çatışmalara, katliamlara, kitlece sürgünlere… varmıştı. Çağların Kuyucu Murat Paşaları, imparatora sadakatlerini kanıtlıyorlardı. Öbürleri de yeraltına çekilip endemic bir hastalık gibi sürüp gidecekti.

 

* * *

 

Dünyanın girdapları arasında eşitlik gerekliliği, geniş bir harekete geçirme kabiliyetine sahip bulaşıcı düşünceler arasında yer alıyor. Bazı durumlarda adalet talebi, hakkaniyetsizliğe karşı isyanla o denli karışıyor ki çok güçlü bir tutkusal içgüdü ile yükleniyor. O halde eşitsizlik, kabul edilemeyen, ne pahasına olursa olsun yok edilmesi gereken şey oluyor.

 

Her sosyal bünye, kendi antitezini kendi içinde taşır. Resmî dogmayı karşısına alan mezhepler, diyalektiğin bu yasası gereğince ortaya çıkarlar. Dinî alanda politik yetke tarafından resmî dogmanın dışına çıkmakla suçlanan bütün heretical hareketler karşılarında resmî din kurumundan önce devleti, yani siyasî otoriteyi bulmuşlardır ve bu otorite, heretical harekette bulunanları “devletin temelini sarsan kişiler” olarak nitelemiş ve bunları en ağır cezalara çarptırmış, Sokrates’ten başlamak üzere. Yavuz Selim de bu işte fazla geri kalmamıştı… Gerçekten ne Hristiyanlara alabildiğince eziyet etmiş imparator Diocletian (303-305) ne de “zılluhlah fil-âlem” (yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi) Yavuz Selim, “eşitlik” düşüncesine fazla yatkın olmuşlardı…

 

“Eşitsizlik” kavramı, “özel mülkiyet”inkini beraberinde taşır. Büyük Hristiyan yazarları, Anadolu’nun ünlü büyük Kilise Pederleri bu konularda kesin anti-kapitalist tavır koymuşlar ve açık seçik olarak özel mülkiyeti “hırsızlık” olarak nitelemişler. Bittabi bunların arasından Aziz Klemens (150-yakl. 215) gibi “zenginlerin avukatı” da çıkmış. Bu sonuncular Calvin’lerin, Luther’lerin akıl hocaları olacaklardı.[7]

 

* * *

 

Türkmen Anadolu’ya “Müslüman” olarak gelecekti ve geliş tarihi de az çok malûmdu; ama buna rağmen Babinger yine de soruyor “Anadolu ne vakit darül İslâm haline geldi?” diye ve daha da ileri gidiyor: “Şimdi, biz Rûm Selçuklularının itikadî fikir ve nazarlarına dair ne biliyoruz? Acaba oralarda Sünnîlik mi, ehl-i Sünnet mezhebi mi vicdanlarda hâkimdi? Katiyen gayri malûm. Ve ihtimal ki tefahhusun (araştırmanın) en az atf-ı dikkat etmiş olduğu birinci nokta budur. Birçok karineler bu hususta şüpheye imkân bırakmıyor ki Rûm Selçukları Şiî mezhebine mensuptular, yani tek kelime ile Alevî idiler…”[8]

 

“… Seyhun ardındaki ülkeler, yani Maveraünnehr dediğimiz kıt’a, hiçbir zaman ciddî bir surette Sünnî olmamış, hiç olmazsa daima Alevî tesirlere tâbi kalmıştı…”

 

“… Anadolu’nun Selçuk binalarından bahsedilirken bunlarda Sünnî İslâmlarca o kadar şedit bir takyide (kayıtlama ile) ihtiraz olunan (sakınılan) canlı tasvirlerin bulunması gibi çok şayan-ı dikkat bir hadisenin Bizans tesiratına atfedilerek, aynı zamanda Selçukların Sünnî olduklarının kabulü katiyen hatadır…[9]

 

“Derviş tarikatlarının içinden çıktığı Türk heterodox mezhepleri, …VIII. yy.da erkenden meydana çıkmış olup bu yy.da orthodox Sûfî Belh’li Şakik ul-Azdî (ölm. 790), Toharistan’ın Kuzey’inde Buddhist Türklere imanı vaaz ediyordu. Bu iki eğilim, farklı derecelerde, İslâm akaidi ile eski kültürlerden kalmış anıları mezceden bir syncretisme varacaktı… Mevcut çeşitli dinler birbirlerini karşılıklı etkilemişler ve evren ile insanlığın benzer yorumlarına varmışlardı. Bu yorum monist (tekçi), neredeyse pantheist eğilimliydi ki bunu, varlığın çeşitli tezahürlerinde tek bir töz gören (Bir tözlüg bolmış) bir Buddhik Türk metni özetliyor…”[10]

 

Ve “… Ali, Türk Gök Tengri’si ile karıştırılıyor”[11], tıpkı Anadolu Alevîleri tarafından[12], Hitit tanrısı Teshub’a yakından bağlı ve ülkelere göre Adad, Hadad Baal… diye farklı adlarla gösterilmiş, boğa-tanrısı olduğu gibi.

 

Döneceğiz bu boğa-tanrı kavramına.

 

Devam etmeden bir hususu belirtelim: Alevîlikle Bektaşîlik, adeta ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine yakın ve iç içe geçmiş olup biri hakkında ileri sürülecek bir mütalâa büyük ölçüde diğerine de şamil olmaktadır.

 

Tarikatların felsefî tabiatlarının, bir anlamda, bunların sosyo-politik davranışları kadar Devletle olan ilişkilerinde de karar verici etken oldukları kesindir. Bu itibarla burada Bektaşîlerin belirgin inançlarının özü üzerinde kısaca duracağız, işi zorunlu olarak biraz gerilerden alarak.

 

“Maveraünnehr ve Horasan’a gelmezden evvel ve sonra Hristiyanlık, Hinduism, Mazdeism, Manihaism gibi muhtelif dinî sistemlerle az çok temas eden bu Türkmenler üzerinde, İslâmiyet de dâhil olmak üzere, bu haricî ve muğlâk itikat sistemlerinin hiçbiri, eski dinî ananelerini tamamen unutturamazdı. Türkler arasında taammüm eden (genelleşen) ilk tarikat olan Yesevîyede eski Türk ananelerinin izlerini… ve bilhassa Yesevîlerdeki hususi zikr ve sema tarzının Türk şamanlarının vecdli danslarından alındığını…” biliyoruz.

 

“Siyasî gayeler takib eden Bâtınî dâîlerin Oğuzlar arasındaki kuvvetli propagandaları ve bu muhtelifü’l-menşe Bâtınî akidelerinin -felsefî bir nazariye olarak değil, sadece basit ve amelî prensipleri itibariyle- Türkmen ananesine dar ve müsamahasız ehl-i Sünnet akaidinden çok daha uygun gelmesi, mütemadiyen Şark’tan Garb’a gelen Türkmenler arasında Ismâélisme quarmate, Sabéisme hellénistique’den müştak bir takım akidelerin intişarına çok yardım etti…”

 

Bunları teyit eden Ziya Gökalp da, eski Türklerin iptidaî din sistemlerinde, bunların bir zahirî, bir de bâtınî din sistemleri olduğunu ve binaenaleyh İslâmiyet’ten sonra esoteric İsmâîlî akidelerin onlar arasında kolaylıkla yayıldığını ifade ediyor (Küçük Mecmua, No. 28)

 

“Göçebe Türkmen hayatında büyük bir mevkii olan kadınların ehl-i Sünnet âlimleri tarafından umumî hayat haricine çıkarılmak istenmesi, eskiden beri kadınlarla müştereken tertip edilen sazlı ve şaraplı ‘şölen ayini içtima’ların Şer’an memnû olması ve göçebe hayatiyle pek az kabil-i telif diğer bir takım sıkı ahkâmın mevcudiyeti, Türkmen ananesine hiç uymuyordu…”[13]

 

* * *

 

Anadolu’da konutun tarihî gelişimi üzerindeki bir belgesel filmde (“Konutun öyküsü”, Suha Arın ve Prof. Dr. Metin Sözen’in gerçekleştirmeleri, 1984) günümüz Alevilerinin bir ilkbahar ritüeli sahnesi yer alıyordu. Bunda, odanın ortasına getirilen tıpkı bir Noel ağacı gibi yanan mumlarla süslenmiş bir çam ağacının çevresinde kadın ve erkekler, sazların eşliğinde ahenkli adımlarla semah dönüyorlardı: İslâmî cilâ altında Attis kültünün devamı belirgin oluyordu.

 

* * *

 

Bütün bu konuların uzmanlarından Iréne Mélikoff, Bektaşîliği şöyle tanımlıyor:

 

“Birinci husus: Bektaşîlik bir Türk olgusudur…”

 

“İkinci husus: Bektaşîlik örf dışıdır (non-conformiste). Dinin dış biçimlerine hiç ehemmiyet verilmez. Tanrı’ya inanmak için ne camiye gitmeye, ne beş vakit namaz kılmaya, ne de Ramazan’da oruç tutmaya gerek vardır. Halk İslâmlığının tavrı da her zaman bu olmuştur…”

 

“Üçüncü husus: Bektaşîlik bir senkretizm (syncrétisme)’dir. Değişik kökenli öğelerin karıştığı bir mozaik görünüşü taşır. Bektaşîliği bir ‘gnose’ (bilinç birikimi) olarak tanımlayabiliriz: Bütün ‘gnose’lar, öncelikle de Manicilik gibi kendini kuşatan çevrelerin gelenek ve hattâ inançlarını içinde taşır. Bunun içindir ki, Bektaşîlik, Balkan ülkelerinde, bazı Hristiyan öğeleri bünyesine almış ve özümsemiştir. Nitekim Bektaşîler, en tanınmışları Hızır’a atfedilen kutlamalar olmak üzere, bazı Hristiyan azizlerini kendilerine mal etmişlerdir. Meselâ Rumeli’de, Mayıs ayında Hıdrellez (Hızır-İlyas) adı altında Saint Georges kutlanmaktadır. Eğer Doğu’ya gidilirse, İranlı ve eski İran dinine bağlı etkilere rastlanır. Meselâ, İran’ın yeni yılı 21 Mart, Alevîlerce günümüze kadar kutlanan Nevruz Bayramı olmuştur. Nevruz’dan önce, Mart ayı ortasına doğru, Haftamal denen bir bayram vardır ki, ölülerin ruhlarını anmak için kutlanan Fravaşti’ler, eski bir İran bayramına karşılıktır. Maverâyı Kafkas’da ve Orta Asya’da bu bayrama İyd-i sersale denir.[14] El-Birûnî (973-1051), bize bu bayramın bir tasvirini bırakmış bulunuyor.”

 

“Alevîlerin ayırıcı niteliklerinden biri, yüzyıllardan beri yakın ilişkiler içinde bulundukları Bektaşîler gibi kendilerini saran çevreye uyarak, yerli gelenek ve törenleri benimseyebilmeleridir. Bu, eski gnostik mezheplerin ve öncelikle Maniciliğin de belirleyici çizgilerinden biri idi. Alevî âdetlerinde olduğu kadar Bektaşî gelenek ve merasimlerinde de karışık (hétéroclite) öğelerin bulunması bundan dolayıdır.”

 

Bundan sonra Mélikoff, Alevî-Bektaşî bayramlarının kökenlerini irdeliyor:

 

“Sözünü etmek istediğimiz ikinci bayramın büsbütün başka bir kökeni vardır. Maraş ve Elbistan yöreleri ile Orta Anadolu’da Sivas bölgesinde kutlanmaktadır. 10 Ocak’tan itibaren üç gün oruçla başlar. Asıl anlamı ile bayram, Julien takvimine göre 13 Ocak’tadır. Bu bayrama Kagant denir. ‘Kagant’ deyimi bana Kürtçe kökenli olarak verilmiştir. Oysa gerçekte, Batı Ermenistan’da yeni yıl anlamında kullanılan Ermenice bir deyim söz konusudur. Bayramın, eski Ermeni krallıklarının yerinde bulunan Sivas ve Kilikya bölgesinde kutlanışı da, Orthodoks Grek veya Ermeni Yeni Yıl’ının karşılığı olabilecek, eski Hristiyan kutlamalarından kalıntıları düşündürmektedir.

 

“İlgi çekicidir ki bu insanlar, Hristiyan Yeni Yıl’ını kutladıklarını pekâlâ bilmektedirler; kaynaklarım bana ‘eski Rumî takvime göre yılbaşı’ demişlerdir.”

 

“Alevîlerin, Sivas-Erzurum-Divriği üçgeni içindeki hareket alanları ile Bizans dönemindeki Mani’ci direnişin (hérésie paulicienne) coğrafî yayılışının aynı olduğuna işaret etme fırsatını bulmuştuk. İlgi çekicidir ki, Alevî Bektaşî geleneğinde ‘eline, diline, beline’ buyruğunun üç yasağı da Mani dini kaynaklıdır…”

 

“…Türkiye, Sünnî gelenekte bir ülkedir… Bununla birlikte… kentte yaşayan Türk’ün de gözünden kaçan bir yan vardır. Bu, Anadolu nüfusunun büyük bir bölümünün ‘heterodoxe’ (cemaat dışı) bir İslâm’a, hattâ İslâm’la pek az bir ilişkisi bulunan inançlara bağlı olduğudur.[15] Bu olgu yalnız Anadolu’ya has değildir; İran’da ve öncelikle İran Azerbaycanı’nda, bir zamanlar Karakoyunlu Türkmenlere ait olan bölgelerde de görülmektedir… Bu sosyal tabakalar, ne tam olarak İslâm’ı özümsemeyi, ne de atalarının inançlarından kopmayı başarmışlardır.”

 

“Demek, bir yandan senkretismi, öbür yandan kural dışı ve örf tanımaz (marginal ve anti-conformiste) oluşu ve yerleşik düzeni reddedişi ile belirlenen eski ve derin bir dinî olgu karşısında bulunuyoruz. Bu ikinci çizgi, kendisine karşı, başa geçen her yönetimin düşmanlığına uğramıştır ve her zaman da uğramaktadır.”

 

“Onları sindirmede sürdürülen ve uzantılarına yüzyıllarca hedef oldukları bütün karalamalar da bu düşmanlıktan doğmuş bulunmaktadır. Bu iftiralar, vaktiyle Mani’cilere, Cathare’lara ve bütün gnostik’lere karşı yöneltilenlerin aynısıdır;… gece âlemleri ve cinsî serbestlik gibi suçlamalardır. Bu suçlamalar, hiç şüphesiz eski dionizyak gizlilik’lerin (mystére dionisiaque), Roma Lupercale’lerinin, Walpurgis Gecesi’nin, Saint-Jean Ateşi’nin ve bizim Carnavale’imizin ardında gizlenen put-perest (paien) öğelerin özlemi gibi, bütün folklorlarda kalıntıları bulunan ve eskiden bereket törenleriyle birlikte yürüyen cinsî serbestliklerin belirsiz anılarına dayanmaktadır. Ve elbette, benzerleri gibi Anadolu’da da bu törenlerin yapıldığı bir zaman olmuştur; fakat bu, uzak zamanların karanlığında kalmıştır ve göz önüne alınamaz. Ayrıca, suçlamalar hiçbiri kesin olgulara dayanmamaktadır… Bu zümrelerin, cemaat dışı (hétérodoxe) bir İslâm uyguluyor olsalar da, Müslüman ülkelerde yaşıyor olduklarını ve inançlarının, İslâmî bir cilâ ile kaplanmış bulunduğunu unutmamak gerekir.”[16]

 

* * *

 

Bir gün Küçük Asya İslâmlaşacaktı.

 

Manihaismle Hristiyan doktrinlerinin birbirlerinden çok şey aldıkları biliniyor ve ilki, bu kadar yüzyıl boyunca Orta Doğu’da gelişip kendini devam ettirebilmesini, kısmen, Hristiyanlık içinde bazı heterodox hareketlere kucağını açabilmiş olmasına borçlu oluyor.

 

Politika, dinî vakıanın arka planında hemen belirir. Dualist telâkkileriyle (iyilik ve kötülük’ün zıtlaşması) belirgin bir “heretical” harekettir Manihaism ve ona bulaşmış bir çok Hristiyan mezhep- tarikatları, ezcümle (Hristiyan) Paulician, Bogomil ve Thondraklılar, Bulgaristan Bogomilleri, Bizans’ınkiler gibi, bu “heresy” etrafında toplanarak sömürücü zalimlere karşı koyan fakir köylü ve kentlilerdi. Gerçekten bunlar büyük ölçüde köylüler, köle ya da serflerden oluşan bir topluluk teşkil edip feodal düzene karşı pasif bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Şeyh Bedreddin’in Hristiyan olan anası muhtemelen Bogomil tarikatı saliki idi…

 

Bogomillerin silâhlı hareketleri bilinmiyorsa da bunlarınkiyle kardeş birer tarikat mensubu olan Paulician ve özellikle Thondraklıların şiddetli çatışmaları hakkında çok belge bulunuyor.

 

Paulician hareketinin bu militan görünümü, sosyal alanda bir radikal ideoloji ile at başı gidiyordu. Dinî düzeydeki eşitlik talebine bir nevi ilkel eşitçi anarşi tekabül ediyordu.

 

Van Gölü’nün Kuzey’inde Tendürük Dağı’nın adını hatıra olarak bırakmış olan Thondraklılar hareketi, IX. yy.ın başlarında ortaya çıkmıştı ve buna karşı da kesin tavır koymuş olan orthodox yetke bunları da, kurulu düzene ters düşen fikirler sahibi olmakla suçluyordu; ama bunların sosyo-ekonomik ereklerinden söz etmiyordu. Bunlar, kadınla erkek arasındaki eşitliği övüyor, aileler arasındaki her türlü eşitsizliği reddediyorlarmış ki bundan büyük günah ne olabilirmiş?… Üstelik de bunlar, bu eşitliğin bütün sınıflara ve toplumun bütün üyelerine teşmilini derpiş ediyorlardı. Her şeyden önce topraklar ve taşınmaz mallara müteallik haklarda eşitlik göz önüne alınacaktı. Bu itibarla bu Hristiyan heretic’ler, toprak mülkiyetindeki eşitsizliği kabul edip dünyada zenginle fakirin bulunmasını tanrısal iradeye bağlayan Kilise’ye karşı tavır alıyorlardı.

 

Özetleyecek olursak, bütün bu itizalî hareketler, son tahlilde, birer radikal sosyal reformun peşinde olmuşlardı.

 

Evet, günü geldi ve Küçük Asya İslâmlaştı. Bu vakıanın süreci bir mantıkî yol üzerinde gelişti. Büyük ölçüde çeşitli heretic tarikatlara salik halk kitlelerine iki seçenek sunulmuştu. Biri, dar ve müsamahasız ehl-i Sünnet akaidi idi ve bu, dinî kısıtlayıcı çerçevesinin dışında, sosyal anlamıyla yukarıdaki Kilise’nin “paralelinde” idi. Öbürü ise, Alevî-Bektaşî seçeneği idi. Heretic kitleler, bilâ tereddüt, bu tarike iltifat ettiler. Ne gibi saiklerle yapmışlardı bunu?

 

İki cazibe odağı vardı ortada. Biri sultanların, devlet ulularının, kent burjuvazisinin, kozmopolit “agnia-i şakirîn”in (şükreden zenginlerin) tarikatı Mevlevîyye; öbürü de doğruca halkın yarnında, fakirlik mesleğinin protagonisti, “fukara-i sâbirîn”in (sabreden fakirlerin) tarikatı Bektaşîyye ve onun ikiz kardeşi Alevîyye. Bu sonuncuların saliki müstevli Türkmen, tıpkı Anadolu Thondrakları gibi, erkekle kadın arasında eşitsizlik düşünemezdi ve yerleşik sosyal düzenden hoşnut değildi. Bu itibarla yerli heretic Hristiyan halk, doğal olarak bu tarafı iltizam edecekti. Böyle de oldu. Ama bu süreci kolaylaştıran bir başka keyfiyet daha vardı ki o da Bektaşîyye’nin Manihaist ve Hristiyan unsurları mezcetmiş olmasıydı ki geçiş sancısız oldu: Her iki grup sosyo-ekonomik, felsefî-dinî açılardan mutabakat halinde idiler… Alevî-Bektaşîlik, mezkûr Hristiyan heretic’lerine hiç de yabancı gelmedi.

 

İhtida sonunda Anadolu halk Müslümanlığı, sosyal reform tohumlarını da ruhunda taşıyacaktı.

 

Hristiyan Anadolu ve Rumeli İslâmlaşırken heterodox akidelere sahip Nasturîler, Paulicianlar, Bogomiller, Montanistler, Thondraklılar… ve de Gregoryenlerin çoğunlukla İslâm’ın da heterodox yanına intisap ettikleri bir vakıadır. Rumeli, Arnavutluk, Bosna …’daki Bogomil merkezleri, sonradan Bektaşîliğin büyük yuvaları olmuştu. Etkin bir kültürel symbiosis bu insanları kaynaştıracak, karşılıklı osmosisler, bugünün Anadolu adamını şekillendirecekti. Cennetin kapısını açmak üzere bu topraklar ona, en kadim pagan çağların uzantısı, bütün barajına rağmen Hristiyanlığı delip geçmiş bir inançlar dünyasını ve bu arada da … Mysterion’ları verecekti.

 

“Gerçekten Sivas-Erzurum-Divriği üçgeni, Alevî yayılmasının coğrafî merkezini teşkil edip Bizans devrinde Paulician heresy’sinin coğrafî yayılmasına tekabül etmektedir…”[17] “Kızılbaş Kürtler Ali’yi İsa ile, On iki İmam’ı On iki Havari ile, Hasan ile Hüseyin’i Aziz Piyer ve Paulus’la bir tutarlar. Daima maddî cazibenin yardımıyla vaki ümmi Hristiyanların İhtidaı, İslâm’ın işbu telife yatkın tutumunun etkisiyle ister istemez kolaylaşmıştır.”[18]

 

“Sınırda Müslüman ve Hristiyan unsurların karışmasından avam beyninde din sorunu haylice girift bir hal alıp işbu ihtilâttan (karışmadan) Hristiyan, Müslüman ve pagan her türlü unsurdan Bektaşî ve bunun koltuğunda Kızılbaş tarikatlar güne çıktı…”[19] “… Belki Bektaşî ayinine peçesiz kadınların da iştiraki keyfiyeti, şaman anlayışının devamını yansıtmaktadır…”[20]

 

Vryonis, bunlardan başka, gülsuyu kullanımı, İsa’nın ölümünün sembolü olarak Eucharist ile Ayn-ı Cem, Hüseyin’in şahadetinin hatıratı ayininde vaki dolu (rakı) ve ekmek kullanımı, Hristiyan günah çıkarma ve tövbesi ile Bektaşî baş okutmak, Hristiyan aforozu ile düşkünlük arasındaki ayniyete işaret ediyor.[21] Gerçekten eski Anadolu inançları sistemi bir has temel boya olarak durmakta, bunun üzerine vurulan her yeni kat, Hristiyanlık, İslâm, bunu örtmekten aciz bir ince cilâdan ibaret kalmaktadır.

 

“… Yavaş yavaş Türkleşen o eski Anadolu şehirlerinde Türkler, … Hristiyanlarla yan yana yaşamak suretiyle aralarında adeta bir nevi mübadele-i an’anat da vücuda gelmişti…’’[22]

 

“… Bu Türk aşiretleri umumiyetle … müfrit Alevî heterodoxe Türkmen babalarının manevî nüfuzu altında idiler… bu göçebe aşiretler ‘Babaîler kıyamı’ adı ile meşhur olmuş genel harekete tevessül etmişlerdir. Bu hareketin eskiden beri Paulician’lar, yani Hristiyanlığı eski İncil safiyet ve basitliğine[23] irca etmek isteyen heterodoxe zümre ile meskûn sahada çıkmış olması ayrıca dikkate şayandır…”[24]

 

Evet, has boyanın sürekli alttan sırıttığı her vesileyle görülür. Çarpıcı örnek mi lazım?…

 

“Hamd-ü sipas ve senâ-i bîkıyas ol sâni-i bîhemta ve kâdir-i tüvana celle şanühu ve azzame bürhanuhu hazretlerine ki hâk-i pak üzre tâk-i hadra ve rivak-ı ferşsay-ı arşpeymayı bilâ mimar ü bennâ ve bî sütununu filpa[25]… peyda ve hüveyda eyledi…” diye dua ediyor, Kayseri Ağırnaslı, devşirme, mimar olmadan önce yeniçeri ve (Meryem’in babası Yusuf gibi) dülger ve … Bektaşî Koca Sinan, “Risaletü’l mimariyye”sinin başında, “… temiz toprak üzerine yeşil asmayı ve göğün kemer kubbesini mimarsız ve duvarcısız ve sütunsuz ortaya koyan…” [26]

 

Kim ola bu “yeşil asmayı yaratan”? Sakın Dionysos olmasın?…

 

Küçük Asya’da, fırtına tanrısallığının kutsal hayvanı olan boğanın kültü antik çağların en eski dönemlerinden itibaren uygulanırdı; Küçük Asya’nın başlıca dağlarından birinin Toros (Taurus) adını taşıması rastlantı değildir; “boğa” karşılığında “taureau”, Samî “thauru”, Grek “tauros”tur… Samî-Hint Avrupa sözcüğünden türüyor boynuzuyla simgelenen bu hayvanın bolluğu, doğurganlığı sembolleştirdiği, bu yüzden olacak ki cami ve sair dinî yapıların alemlerinin hilâl değil, uçları dışa kıvrık boynuz oldukları bir vakıadır. Siirt ve yöresinde cami ve sair yarı dinî binaların (türbelerin) kapılarının üzerinde yaban keçisi boynuzları asılıdır.[27] Nonnos (M.Ö. V. yy.), ünlü Dionysiaca’sının bir yerinde “Bu sözler üzerine Zeus, Tauros Dağı’nın adını aldığı boynuzlu boğa şeklinde uzaklaştı” diyor.[28]

 

Boğa depreştiğinde zelzele olur, kükrediğinde gök gürleyip şimşekler çakar. (Hz) Ali de Zülfikar’ı çaldığında depremler olur, narasını attığında şimşekler çakıp gök gürlermiş!…

 

Arkaik dinlerin çoğunluğu, şu ya da bu yolla, doğruca doğada beliren kutsiyeti taziz etmeyi bilmiş. Bir kutsal ağaç veya taş, ağaç ağaç olduğu ya da taş taş olduğu için değil, aksine, bunlar artık doğal nesneler olmaktan çıkıp daha başka bir şeyi, kutsîyi izhar ettikleri için taziz edilirler.[29]

 

Bunları okurken insanın aklına ağacı “incitmek”ten, suyu “kirletmek”ten özenle kaçınan Alevî Tahtacı, Ağaç Eri, Yürüyen binek taşları ve boynunda Teslim Taşı’yla Bektaşî Baba’sı gelmiyor mu? Oysaki Hristiyanlık ve arkasından orthodox, Sünnî İslâm, Kozmos’u kutsallığından soyutlamıştır. Ama kaya, mağara, su, ağaç, balık… Alevî için kutsiyetini korumaya devam edecektir.

 

Ana tanrıça, Büyük Ana oldu. Bu da, sonradan Hristiyanlar için bir mistik ve theolojik anlam kazandı.[30] Meryem Ana geleneği Fatma Anamız şeklinde İslâm’da sürecekti. Ya Kazdağı’nın Sarı Kız’ı, Kaz Kız’ı? Ya burada Adonis rolünde Selman-ı Farisî?… Alevî, Hac farizesini yedi yılda bir Sarı Kız’ı (aslında Kybele’yi…) ziyaret ederek ifa etmiyor mu?

 

* * *

 

Genelde Şia’nın muhalefet bayrağını Hz. Ali’nin eline vermiş olması, bilinen tarihî olayların kullanılmasına imkân verdiği bahanesinin çok ötesinde bir sosyal anlam taşır: Ali daima halkın yanında ve fakir kalmış (zifaf gecesi tahta üstünde yatacak kadar), refiklerinin aksine bu mücahedede kendi hesabına hiçbir maddî çıkar teminini aklına getirmemiştir. Bunun dışında da kolu kuvvetlidir Ali’nin, tıpkı vaktiyle Gılgameş’in olduğu gibi…

 

Anadolu tanrıları da hep “doğru, aziz ve kuvvetli” (osios kai dikaios) “zatlar” olmuşlardı…

 

Hz. Ali’nin Küçük Asya’ya girmediği sabittir. Buna rağmen herhangi bir yerde bir kaya üzerinde iz yoktur ki “Hz. Ali’nin at nalının izi” olarak gösterilmesin, Alevî’si olduğu kadar Sünnî’si tarafından da.[31] Aslında bu “ayak-diz … izi” teması yaygındır, Buddha’dan İsa’ya kadar.

 

* * *

 

Dionysos’un orgiastik raksları kutsal çeşme ya da akarsuların başında icra edilirdi. Bakkhalar tanrının açtığı pınarın çevresinde “delirirlerdi”. Öbür yandan Dionysos, karanlığın mukaddes olduğunu söylerdi. Dithyrambos, aynı zamanda bu tanrının bir başka adı idi. Bu, aslında halka şeklinde, şarkı söyleyip raks eden bir koroydu, tıpkı Çaydaçıra gibi… Bir de bu “daire halinde raks”a, her tarafta, Eleusis ve Mısır’da… karşılaştığımız başak eklenince, her şey bizi Harmandalı’na yaklaştırır oluyor!

 

Servet tezatlarının arttığı, aşırı sefaletin daha önce görülmemiş bir refahla yan yana bulunduğu bir toplumda Dionysos ayinlerinin cazibesi, bunların içindeki musiki ve dansın, şarabın bolca içildiği ziyafetlerin payı ve bütün bunların sacrament olarak telâkki edilmeleri itibariyle, daima büyük olmuş, zaman zaman tekrarlanan bu şenliklerde kadın erkek olduğu kadar içtimaî sınıflar da birbirine karışmış, kıyafetler değiştirilmiş, maskeler takılmış, bu günün bazı seyirlik oyunlarında olduğu gibi.[32]

 

“… Halk oyunlarının bir kısmı ile semâ ve samah arasında bazı münasebetler olduğu da inkâr edilemez… Semâ ve samah gibi dinî zümrevî rakslar bilhassa XV. yy.dan itibaren şekil almaya başlamıştır. Dolayısıyla eski halk geleneğinden alınan unsurlarla buna ilâve edilen unsurlardan meydana gelen[33] semâ, samah şekilleri daha sonraki yıllar zarfında halk oyunlarını etkilendirmekten geri kalmamıştır…[34]

 

Tecer’in sözünü ettiği “yeni unsurlar”, hiç şüphesiz Anadolu’nun yerli, autochton unsurlarıdır. Türkmen Küçük Asya’ya daldığında, Artemis bu toprağın neresinde dans etmiyordu ki? Bu toprağın neresinde Artemis için dans edilmiyordu ki?…

 

Sabahattin Eyüboğlu, Euripides’in “Bakkhalar” çevirisinin önsözünde bize şunları anlatıyor: “… Bektaşî ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsî bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. 1934 senesi İzmir’de Müze Müdürü Selâhattin’in himmetiyle meydana çıkarılan Yunan Agora’sını gezmeye gitmiştim. Bay Selahattin bana Yunan Agora’sında heykeller ve abideler arasında bulduğu Türklere ait çok eski mezar taşlarını gösterdi; bunların ilk Bektaşî kadınlara ait olduğunu ve bu kadınların Agora’ya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt ettikten sonra bana bir sır tevdi etti: ‘Bektaşîliğin Dionysos diniyle yakın akrabalığını ispat edebilecek haldeyim, türlü türlü vesikalar biriktirdim; ama bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak; siz de kimseye söylemeyin’…” Eyüboğlu maalesef Aşıkpaşa’dan beri muamma halinde kalmaya devam eden “Baciyan-ı Rûm” kadınlar derneğine ışık tutacak bu ifşayı değerlendirememişti. Bay Selahattin’in, Agora’ya gömülü Bektaşî kadınlarının Dionysos’un Menades’leri, Bakkhalar olduklarını anlatmak istemiş olduğu aşikârdır.

 

Tanrılara ibadetle ilgili bazı gizli ritus ve ayinler, Latince orgia ve Homeros sonrası döneme ait ve Eleusis Mysteronlarında Demeter’in gizli ritusları için kullanılan bu aynı sözcükten müştak orgy ile ifade edilmiştir. Sözcük daha çok, takdis ve tathir ile birlikte Dionysos-Bacchos rituslarında kullanılmıştır.[35] Teşmil edilmek suretiyle orgy, yeme ve içme (eyş ü nûş) meclisi, bunda ve cümbüşte ifrat, sefahat âlemi şeklinde tercüme edilmiştir.

 

Bütün çılgınlıklar toprağın verimini, bereketini, hayvan ve insanların doğurganlığını denetim altında tutan tanrıların teveccüh ve inayetini kazanmak için yapılıyor. Tanrılar gücenecek olurlarsa vay insanların başına geleceklere!…

 

Tarım tanrıçası Demeter, yine bereket, mümbitlik tanrısı Dionysos ve sairleri hep bu “gönül alma’ların muhatapları olmuşlar, şenlikler, festivaller, orgiastik ayinler bunlar için tertiplenmiş, bugün de az çok aynı tarihlerde icra edilen birçok şenlik gibi. Bugün aramızda bu orgiastik ayinleri, amiyane tabirle “mum söndü”leri gören kimse yoksa bile bunlar dillerde dolaşmaktan geri kalmıyor, hele (siyasî) hasım bilinen zümrelere kara sürmek bahis konusu olduğunda.

 

Cinsiyet tefriki olmadan “sefahat âlemi” olamıyor. Mitolojide tanrıların insanlardan fazla farklı olmadıkları görülüyor. Bu itibarla bir tanrıya bir tanrıçanın veya mukabil cinsiyetli iki mütemmim ilkenin izdivacını ifade edecek hierogamos (kutsal izdivaç) sözcüğüne gerek duyulmuş.

 

“Atam gök, anam yer!” diyor Bektaşî, Marifet Kapısı’nda…

 

Antalya Müzesi Müdürü Süleyman Fikri Bey bize, Alevî Tahtacılar hakkında uzun gözlemlerinin sonucu olan şu bilgileri aktarıyor: “Din ve mezhep hususunda hususi bir tarike ve keza itikatlarınca Bektaşi tarikatına saliktirler. Feraiz-i dinîyeden yalnız Kurban Bayramı namazını kılarlar. Diğer feraiz ve tekellüfat-ı dinîyeyi tanımazlar… Gelen dervişler kendilerine en mühim olarak berveçhi ati cümleyi telkin etmektedir ki bu adeta onlarca bir nass hükmündedir: “Sırrı sır edenin demine hû. Sim faş edenin (açıklayanın) ervahına yuf!…” [36]

 

İnsan kendini Eleusis, ya da Ephesus Mysterion’larının icra töreninde gibi görüyor.

 

Süleyman Fikri Bey bu arada, Tahtacılar arasında Hristiyan ikonolarına müşabih suretlerin varlığını da anlatıyor ve devam ediyor: “… Fırsat bularak Ali ile Muhammed’in hangisinin efdal (yüksek) olduğunu sordum. Muhatabım … bunların … yekdiğerinden kabil-i tefrik olmadığını, biri olmadan öbürünün olamayacağını… mırıldandı ve nihayet dedi ki ‘bana öyle geliyor ki Âdem ne ise Musa da odur. Musa ne ise İsa da odur. İsa ne ise Ali de odur…’ dedi…”

 

“Namaz, oruç hakkında fikrini sordum. ‘Kime farz ise o kılsın!’ cevab-ı muhtasarıyla (kısa yanıtıyla) mukabele etti.

 

* * *

 

Eleusiana Mysterion’ları Eleusis’te kutlanan, esas itibariyle ibadetle ilgili bir nevi (liturgie) dramadan ibaretti. Bu Mysterion’lara riyaset eden rahip (hierophante) ile rahibe, gölgede (karanlıkta) bir hierogamos taklidine tevessül ederlerdi. Gölgeyi (karardığı) ışık takip ederdi ve hierophante de mutlu haberi ilân ederdi: “Kudretli tanrıça bir aziz çocuk, bir kudretli tanrı doğurdu!” Sonra da kalabalığa bir buğday başağı gösterirdi. Başak burada, Gök ile Toprağın birleşmesinin ürünü, “Demeter’in meyvesi”ni temsil ederdi.

 

“Atam gök, anam yer!”…

 

Eleusis Mysterion’ların ritüelinde “liknon[37] (tahıl eleği) üzerinde plakus (bir nevi pasta) ile tuz bulunur”du. Liknon, Demeter ile Dionysos kültlerine bağlı bir tarım aleti olup her telete (ayin) ve kurban töreninde mevcuttu.[38]

 

Geldik mi “tuz ekmek hakkı” ve “çörek çekme” ritüeline?…

 

Attis, Kybele, Isis ve Sabazius’la müzdevic Doğu Mysterion’ları başlangıçta Dionysos coşkunluklarına yakındı ve bunlarda çok müşterek telâkkiler vardı. Tanrısal varlıkla beraberlik, meselâ mezbah üzerinde kolları bıçakla yaralayarak elde edilirdi.[39] Hüseyin’in passion’unda olduğu gibi…

 

Phrygia Mysterion’larında belirgin olan bir husus da yeniden doğuş telâkkisi olup tantanalı ve vakur dinî dramayla canlı şekilde yaşanılan sevgili Attis’in ölümü ve dirilmesi inancıdır, On ikinci İmam (Muhammed Mehdi)nin dirilip yeniden insanların arasına katılacağı inancı gibi…

 

“Hülâsa, Bektaşîlik, Hurufî, Babaî, Melâmî, Haydarî, Kalenderî gibi çeşitli zümre akidelerinin[40] katışması ile bambaşka bir renk almış akideler manzumesidir…” derken Ülkütaşır[41], has boyanın Mysterion’larınki olduğunun farkına varamıyor. “Dervişlikte sırr-ı sulûk[42] derler bir şey vardır ki işte anınla kat-ı meratip ederek vasıl-ı mertebe-i fenâ fillah yani kendini yine kendinden istihlâk ile hakk’ın zuhur ve tecellisine müzahir olanlar…”[43] bu yüzden “teklife hacet görmezler…”

 

Bektaşî ritüelinde “çerağ uyarma”nın önemi belirgin olup, çerağ kutsallaşmış bir hüviyet kazanıyor.[44]

 

Divan edebiyatında, Zerdüşt’ün dinine bağlı ateşe tapanları ifade eden mugan şekli, az çok mana değişikliğiyle “Pîr-i mugan”, kâh tarikat pîri, kâh meyhaneci yerine kullanılmış; Zerdüştlüğün ilk devirlerinde bu dinin salikleri şarap satıcılarıydılar.

 

Ve Ermeni kökenli Bektaşî şair Harabî’den:

              “Biz içeriz lâkin etmeyiz isyan

              Helal etti bize onuncün Subhân

              Namaz kıldırmaya bize her zaman

              Bir pîr-i mugan eylemiş

              …

              “Zemzem’i terk eyle nûş eyle şarap

              Hakikatte şarap içmek pek sevap

              Bir pîr-i mugana eyle intisap

              İhsan etsin sana iç âb-ı hayat”[45]

 

Bektaşî-Alevî, “sâki-i kevser” Hz. Ali’ye intisap etmişlerdi: “Hacı Bektaş Hünkâr, mübarek ağzını açıp bana dedi, Kevser sakisi, âlemlerin rabbi Tanrı’nın aslanı, vilayet padişahı, müminler emiri Hazret-i Ali’nin sırrıyım…” demiş.[46]

 

Ve bir “tercüman-ı sâki”: “Erenler meydanında saki-i merdana aşkolsun. Muhib hanedanın kabrine pür nûr pür şevk olsun. Erenler meclisinde daim şakilik edene aşk olsun. Hüseyin ile Hasan aşkına içen canlara aşk olsun bercemal-i zat-ı pâk Ali âbar’a salavat”

 

“Âbar”, “bir” çoğulu olarak “kuyular” demektir. Bu kuyular, herhalde “zemzem” kuyuları değillerdi…

 

Demeter insanlara tarımı ve Mysterion’ları vermişti. Bunlar aslında farklı şeyler değillerdi: Mysterion’ların bir parçasıydı, tarım.

 

* * *

 

Sözlükler “passion” karşılığında, “bir acı çekme, his ya da heyecan”, çekilen cefa ve meşakkat, İncil’in İsa’nın cefalarını ve şahadetini nakleden yeri ve bu bapta Hristiyanların icra ettikleri ayin…” tariflerini veriyorlar.

 

Cefayı, İsa’dan önce Attis, sonra da Hüseyin çekti, daha birçoklarının dışında. Ama bu işlerin oyuncuları da vardı: Attis için matem tutma gününde rahip Gallus’lar, iyice “dağıttıktan” sonra ulûhiyeti içlerinde hissetmeye başlayıp ilâhî gücün hâkimiyetine geçtiklerinde kan çıkana kadar kendilerini kamçılarlardı. Ucunda aşık kemikleri asılı kamçıları vardı, bu iş için.

 

                     Akla yine Hüseyin’in passion’u geliyor…

 

“… nihayetsiz istilâ dalgalarına uğramış Ön Asya’nın binlerce sene uzunluğunca ezilen köylüleri bu delikanlının (Attis’in) matemini tutmuşlardır. Bu tazallümün İslâmî şeklini ben, Hüseyin hakkındaki matemde görmekteyim…”[47] … Her ne kadar Muharremin On’u ayini Şiî dünyasına münhasır kalmışsa da Hüseyin’in tazizi Sünnî âleme de sıçramıştır…[48]

 

Bu bağlamlarda yine Mélikoff’u dinleyelim: “Uzun süre, Alevîlerin başlıca kutlamalarının … Anadolu’da on iki gün sürüp Aşûre ile biten Muharrem matemi olduğunu sanmıştım. Oysaki Anadolu ve Azerbaycan topluluklarının mukayeseli etüdü, Kerbelâ faciasının yâd edilmesinin İslâm öncesi bir inanç sistemi üzerine daha sonra oturtulduğunu kanıtlama eğilimini gösterir.[49] Gerçekten Karakoyunlu’larla inançları bunlarınkiyle aynı olan Azerbaycan’ın sair Türklerinde Muharrem matemi bir muvazaadan ibarettir. Alevîler gibi tenasüh ve tecelli’ye (theophany) inanan bu kişiler için İmam ölmez… İmam, hep bir mazlum şehit görünümünde kalarak, derhal hayata dönmek üzere, ölmüştür. Ölümün ördeğin dalışı gibi olduğunu söylüyorlar: ördek suya, hemen çıkmak üzere dalar”.[50]

 

* * *

 

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız veri-olgular, hiçbir şey eklemeye gerek bırakmadan bizi bir gerçeğin ortasına oturtuyor. Aynı bir eksen etrafında dönen, birbirlerine sıkıca bağlı ve birbirlerini tamamlayan bu verilerin hepsi, bir bütün halinde bize büyük bir sonucu aşikâr kılıyor: Uygarlıklar beşiği Anadolu tarihinin fecrinden günümüze kadar bir fikrî sürekliliğini ısrarla korumuş, tanrı-toprak-insan iştirakinin gereği fikrininkini. Temel düşünce, zamanla bazı talî değişmelere uğramışsa da özünü bozmadan, bütün büyük dinleri, Hristiyanlığı, İslâm’ı delip geçerek günümüze çıkmış. Bu düşünce tüm Anadolu adamının malıdır. Sünnî’si de müftünün gözüne baka baka raks ediyor, türbelere mum yakıp süpürge bırakıyor.

 

Binlerce yıllık ana düşünce, bütün canlılığıyla yaşıyor aramızda, mümbitlik rituslarıyla, Mysterion’larıyla, üstüne çektiği ince İslâmî cilânın altında.

 

Alevî bu gerçeğin en belirgin ve samimî örneğini oluşturuyor. O, İran Şiîliği ve Caferîliği ile hiçbir ilişkisi olmadan, doğruca bir Anadolu Müslümanlığını temsil ediyor, altından “has boya”nın göründüğü Müslümanlığı… Yaptığı, Mysterion ritusundan başkası olmuyor, orgia’sı Türk-İslâm ahlak kodeksinin paraleline getirilmiş bir ritusundan. Gerisinde bir fark görülmüyor.

 

Bir makale çerçevesinde söyleyebildiklerimiz (ve sığdırabildiklerimiz) bizi hiçbir tereddüde yer vermeyecek gibi bir sonuca götürüyor: Tarihin şaşmaz devamlılığı.

[1] Burhan Oğuz.- Anadolu Alevîliğinin kökenleri, in Folklor ve Etnografya Araştırmaları 1984, İst.1984. Ve ayrıca “Alevîlik üstüne ne dediler”, Ant Yay., İst.1990 ve “Türk halk düşüncesi ve hareketlerinin ideolojik kökenleri, Simurg Yay., İst. 1997, üç cilt.

[2]              Tarafımızdan belirtildi.

[3]              Köprülüzade Mehmed Fuad.- Anadolu’da İslâmiyet. Türk istilasından sonra Anadolu tarih-i dinîyesine bir nazar ve tarihin menbaları, in Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene II, sayı 4-5-6, Eylül-Teşrinievvel-Kânunevvel 1338, s. 284-9.

[4]              Bu hususta bkz. B. Oğuz.- Türkiye halkının kültür kökenleri, C. I, İst. 1976, s. 179

[5]               Köprülüzade M. Fuad.- op.cit, s.291 ve infra 1

[6]              Bryan S. Turner.- Max Weber ve İslâm. Eleştirel bir yaklaşım. Çev. Yasin Aktay, Ank. 1991, s.92

[7]              Bu konular için bkz. Türk halk düşüncesi, C. I, s. 85 ve devamı ve s. 124 ve dev.

[8]              Yani “Ali yandaşı” idiler…

[9]              Franz Babinger.- Anadolu’da İslâmiyet. İslâm tetrikatının yeni yolları, in Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene 2, sayı 3, Ağustos 1338, s. 190-3, Terc. Ragıp Hulûsi.

[10]            Emel Esin,- “Evren” Les Derviş hétérdoxes tures d’Asie Centrale et le peintre sur- nommé “Siyah Kalam”, in TURCICA XVII, 1985, s. 7.

[11]            ibd., s. 13

[12]            Burhan Oğuz.- Anadolu Alevîliğinin kökenleri, in Folklor ve Etnografya Araştırmaları 1984, İst. 1984, s. 371.

[13]            Köprülüzade Mehmed Fuad.- Bektaşiliğin menşeleri. Küçük Asya’da İslâm Bâtınîliğinin tekâmül-i tarihîsi hakkında bir tecrübe, in Türk Yurdu, C. II/8, Mayıs 1341, s. 127-8.

[14]            Farsça ser=baş; sal=yıldır. Yani “yılın başı” oluyor…

[15]            Tarafımızdan belirtildi.

[16]            İréne Mélikoff.- Uyur idik uyardılar. Alevîlik-Bektaşîlik araştırmaları, İst 1993, s. 41-134 passim.

[17]            İréne Mélikoff.- Notes sur les coutumes des Alevis: à propos de quelques fêtes d’Anatolie Centrale, in Quand le crible était dans la paille, Hommage à Pertev Naili Boratav, Paris 1978, s. 279, infra 3

[18]            F.VV. Hasluck.- Christianity and Islam under the sultans II, New York 1973, s. 571.

[19]            J.K. Bırge – The Bektashi order of dervishes, London 1965, s. 31.

[20]            S. Vryonis Jr.- The decline of medieval Hellenism in Asia Minor and the process of Islamisation from the eleventh through the fifteenth century, Berkeley 1971, s. 371

[21]            ibd, s. 372

[22]            Köprülüzade M. Fuad,- Türk Edebiyatı Tarihi, İst. 1928, s. 247-8.

[23]            O tarihlerdeki insanlar arasındaki mutlak eşitlik düşüncesi hatırda tutulacaktır.

[24]            Fuad Köprülü.- Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Ank. 1959, s. 47-48.

[25]            Tarafımızdan belirtildi.

[26]            Rıfkı Melûl Meriç.- Mimar Sinan. Hayatı, eseri I. Mimar Sinan’ın hayatına, eserlerine dair metinler (Risaletü’l mimariyye’den), TTK yay. Ank. 1965, s. 11

[27]            Bkz. Burhan Oğuz.- Türkiye halkının kültür kökenleri, C. I, İst. 1976, Fot. 42.

[28]            Nonnos.- Dionysiaca I/408. Transl. W.H.H.D. Rouse, London 1962.

[29]            Mircea Eliade.- Les mythes qui deviennent des idoles, in Janus 5, L’homme et ses idoles.fév. mars 1965, s. 59-60.

[30]            E.O. James.- Le culte de la Deesse-Mére dans l’histoire des religions, Paris 1960, s. 9-10.

[31]            Bkz. B. Oğuz.- Türkiye halkının kültür kökenleri C. I, s. 296-7.

[32]            Bkz. ibd. C. II, İst. 1982, s. 996-7.

[33]            Tarafımızdan belirtildi.

[34]            A. Kutsi Tecer.- Oyun-raks hakkında mühim bir eser, in Türk Folklor Araştırmaları, 106, Mayıs 1958, s. 1995-6.

[35]            Encyclopaedia Britannica, Mad. “0rgy”.

[36]            Süleyman Fikri, Anadolu’nun dinî etnografyası, Teke vilâyetinde Tahtacılar, in Türk Yurdu 29, Mayıs 1927, s. 477-489.

[37]            Güncel Rumcada “beşik” karşılığı.

[38]            V. Magnien.- Les mystéres d’Eleusis. Leurs origines Le rituel de leurs initiations, Paris 1950, s. 124, 126.

[39]            Encyclopaedia Britannica, mad. “Mystery”.

[40]            Bunların ayrıntıları için bkz. “Türk halk düşüncesi ve hareketleri…”, C. II, s. 278 ve dev

[41]            M. Şakir Ülkütaşır.- Bektaşî edebiyatının niteliği ve nazım türleri, in Türk Folklor Araştırmaları Yıllığı, Belleten 1974, Ank. 1975, s. 196.

[42]            Tarafımızdan belirtildi.

[43]            Şeyh Baba M. Süreyya.- Bektaşîlik ve Bektaşîler, İst. 1330-1332, s. 11.

[44]            Bkz. Necib Asım.- Bektaşî ilm-i hal’i, İst. 1343-1925

[45]            R. Zelyut.- Bektaşî edebiyatında mizah, in Yansıma 35, Kasım 1974.

[46]            Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli. “Vilâyet-Nâme”, haz. A. Gölpmarlı, s. 7.

[47]            W.Ruben.- Eski Hind tarihi, çev. C.Z. Şanbey, Ank. 1944, s. 239.

[48]            G. E. von Grünebaum.- Mohammadan festivals, London 1976, s.88.

[49]            Tarafımızdan belirtildi.

[50]            İréne Mélikoff.- Au sujet de quelques fêtes des Alevis d’Anatolie, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirisi, s. 177.