Anadolu Köyü

Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > Anadolu Köyü

Anadolu Köyü *

Kentlerimizin plânlanması ve gelişme süreçleri, bu kitabın konusunun tamamen dışındadır. Biz burada sadece köylerin fizikî dokuları üzerinde bazı mütalâalarda bulunmakla yetineceğiz.

Biz Anadolu’nun çoğu yerinde, Yunan işgali sırasında tamamen yakılıp yıkılmış ve Cumhuriyet döneminde yeniden inşa edilmiş kasabalarda (Örneğin Kütahya’nın Emet ilçesi) bile üç elektrik direğini bir hizaya getirmede zorlanmıştık. “Aktoprak sıvalı kerpiç duvarlar arasından kıvrılarak ve her dönemeçte çıkmaz sokağa girildiği izlenimini veren sokaklar, her seferinde yeni ve oldukça değişik perspektifler vermektedir. Yer yer kesişerek küçük çeşme meydanlarını oluşturmaktadır. Sokağın ortasında veya bir kenarında çeşme suyunu ve damlardan inen yağmur sularını toplayan su kanalları yer almaktadır”.

“Sık dokulu bir yerleşme merkezi olduğu için genişleme olanağını bulamayan evler; sokak üstünü köprü şeklinde kapatarak üst katlarda mutfak olabilecek mekânlar kazanmışlardır. Bazen de cumbalar şeklinde çıkma yapan evler sokakların kılcallığını artırmaktadır. Bu şekilde sokaklar insan ölçüleri içinde kalmaktadır.”[1]

Küçükkömürcü’nün Balaban için yaptığı bu betimler az çok tüm köy, kasaba ve hattâ kentler için de geçerli olup bunların birçoğunu resimlerle göstermiştik. Bunlarda hiçbir düzen bahis konusu olmayıp yan yana bitişmek suretiyle çoğalmış yapı topluluklarından meydana gelmişlerdir. Bunların dokusu, hücrelerin birleşmesiyle oluşmuştur. Bu sonuncular az çok hep aynı karakterde olduğundan bütün bu yerleşim merkezleri de homojen sayılacak bir yapı arz etmektedirler. Farklılıklar ancak coğrafî koşullarla değişik etnik gruplar ve tarihî geleneklerden ileri gelir.[2]

“Hiç şüphesiz Anadolu kültüründe hiçbir şey, aile birliği üyeleri arasındaki ilişkiler kadar sıkı sıkıya ayarlanmamıştır. Dolayısıyla hiçbir şey sistem içindeki süreklilik ve değişiklikler, kurallar ve rituslar, uygulamalar ve tavırlar içinde uygunluklar ve uyumsuzluklar kadar anlamlı değildir.”[3] Bu kümeleşmeler, bir hat üzerinde sokak düzenini imkânsız kılmaktadır.

Biz daha önce[4] bu akralık ve aynı bağlamda mütalâa edilecek korunma hissinin mesken konumlarıyla yakın ilişkisini ayrıntılarıyla vermiş olduğumuzdan bunları burada yinelemiyoruz. Ancak söylediklerimizin teyidi babında Yılmaz Tosun’un şu sözlerine yer veriyoruz: “Doku araştırmalarında (Kula, Birgi, Muğla ve diğerleri) meydan ve sokakların belirli bir hat üzerinde olmadıkları tespit edilmiştir. Sokakları oluşturan yapılar her ne kadar gelişigüzel yerleştirilmiş gibi görünüyorsa da bu böyle olmayıp yapılar arası harmoni bir düzene bağlanmıştır”.

“… yapı ve bahçe duvarları sokağa karşı imiş gibi görünür. Sokaktan gelebilecek herhangi bir huzursuzluğa karşı kendini korur durumdadır. Bunun yanında yapılar, sokak ortasına kendini atmış gibidirler. Yapılar, sokakla direkt ilişkili ve sokakla beraber yaşarlar. Sokak ve yapılar birbirinden soyutlanamaz bir bütündür.

“Sokak üzerinde olan yapıların komşuluk münasebetleri akrabalık düzeyine ulaşmıştır. Her ne kadar yapı cepheleri (çıkmaları) karşı karşıya olan yapılarda sağır (kapalı) tutulmuşsa da hayatlardan ve yan pencerelerden birbiriyle direkt bağlantılıdırlar. Hastalık vs.de yardım, zamanlı zamansız, karşılıksız yapılır. Sokak, sakinleri ile birlikte bir aile yuvasıdır, parçalanamaz bir bütündür. Sokağın sosyal yaşantısı bunlardır. Organik bir yapı gösteren sokağın strüktürü: Sokak dokusu her bölgede mahallî yapı taşlarının düzenli bir şekilde sıralanmasıyla oluşur. Sokağın yapı ve bahçe duvarlarına bitişik yerlerindeki taşları daha büyüktür… Yayalar, bu taşlar üzerinde yürürler. Bu taşlar bir nevi trotuar anlamındadır.”[5]

* * *

Anadolu’ya, en kalabalık grubu oluşturmuş olmakla birlikte sadece göçebe unsur gelmemiş, beraberinde önemli ölçüde bir kentli kitlesini de sürüklemişti. Ama bu sonuncusu, XI. yy.ın sonu ve XII. yy. içinde henüz geniş bir grup oluşturmamıştı. Bu yerleşik unsur, göçebe arkadaşlarının göçlerine büyük ölçüde katılmayarak Moğol istilâsına kadar yerinde kalmıştı. Ama Moğollar oralara da varınca zorunlu olarak önce Horasan’a, oradan da, aynı nedenle, barınamayınca, emin bir ülke olan Anadolu’ya iltica etmişti.[6]

Bu son bölümde bahis konusu olmuş olan “halk”ın terkip ve karakterini böylece saptadıktan sonra, buraya kadar irdelediğimiz “İnşa Teknikleri”ni, bu tekniklerin oluşmasında dahli bulunan çeşitli kültürel akımları, son bir kez daha vurgulayarak, bitireceğiz.

“Anadolu’da şehir hayatının inkişafını, siyasî ve içtimaî tarihin gidişine nazaran, XII. asrın ikinci yarısına irca etmek ve bilhassa XII. asırda kuvvetlendiğini tahmin eylemek pek yanlış olmasa gerektir…”[7] Bu gelişmede Moğol etkisini de görmek mümkündür. Bununla birlikte, daha başlarda dahi kentlerde nüfus bileşimi hızla değişiyordu. Nitekim “… Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çorum, Kastamonu, Çankırı ve Eskişehir vilâyetleri Türk muhaceretinin tekâsüf ettiği, ilk Türkmenlere yurt ve otlak vazifesi gördüğü ve esasen Bizans devrinde de az meskûn bulunan bu havalinin yerli halkı, ilk istilâ önünde, yerlerini terk ederek Garp’a doğru çekildikleri için bu vilâyetler kesif bir şekilde Türkleşmişti… Orta Anadolu dışında kalan bölgelerde daha fazla bir Hristiyan halk yaşamaktaydı…”[8] “… Rum ve Ermeniler merkezî ve cenubî Anadolu’nun şehirlerinde daha XIII. asırda hatırı sayılır bir unsur teşkil ediyorlardı…”[9]

“Hangi dönemde gelirlerse gelsinler, göçen kentlilerin Türk asıllılar ve İranlılar olmak üzere etnik açıdan iki grup oluşturdukları gerçeği yadsınamaz. Ama etnik farklılaşmanın kentsel yaşama nasıl yansıdığı sorusu henüz tatmin edici biçimde yanıtlanmış değildir… İlk söylenecek şey, İran kültürünün Anadolu’ya güçlü biçimde sızdığıdır.[10] Selçuklu Türkiye’si tüm yaşamı boyunca İran asıllı ‘seçkinler’in hizmetlerinden yararlanmış, askerî şefler hariç, bürokratların, müderrislerin, kadıların, hattâ büyük din adamlarının çoğunluğunu hep İranlılar oluşturmuşlardır… yalnız sivil ve dinsel bürokratik görevler değil, pek çok kültürel etkinlikler de dışarıdan gelen uzmanlara gereksinmekteydi: Örneğin, yapı alanında yabancıların önemli payı olduğu kesindir. XII. ve XIII. yy. Anadolu’sunda çalıştığı bilinen mimar[11] ve yapı ustalarının oldukça büyük kesiminin adlarıyla lâkaplarından İran ve Azerbaycan kökenli oldukları anlaşılmaktadır…”[12]

Yine birtakım “kökenlere” dalacağız son olarak.

“… Asya kökenli biçimler Anadolu-Türk sanatının erken döneminde daha yoğun, Osmanlıda daha sınırlı olmak üzere bir sürekliliğe sahiptir. Ancak asıl ağırlıklı ve uzun sürekliliğin, biçimlerden çok imgeler düzleminde olduğu artık oldukça yaygın bir şekilde paylaşılmaktadır.”[13]

“Merkezî mekân” kavramı, Türk-Osmanlı mimarîsinde adeta bir gelenek halini almış. “Gelenek”, hiç şüphesiz, tarihin belirlediği bir olgudur.

Merkezî mekânın Anadolu-Türk mimarîsi açısından incelenmesi, Antikçağ ve Bizans’ın bu baptaki gelenekleriyle olan ilişkilerin sorgulanması gibi bir grup konu, bildiğimiz kadarıyla, hâlâ yeni çalışmaları beklemektedir.

Sasâniler, cetleri Ahmenîler gibi, yoğun bir arazi ölçme, kadastro faaliyetlerine girişmişlerdi ve bu, imparatorluklarının merkeziyetçi yönetiminin (özellikle vergi tahsilâtı açısından) ana faaliyetlerinden biri olmuştu.

İran ile “bağlantı”mız sürüyor.

Tarihe bakıldığında, birçok mutlakıyetçi ilke ve bu konudaki ideolojik düşüncenin, Asur’dan başlamak üzere, Ön Asya kökenli olduğu görülür.

“Buddhist viharaların, gerek eğitim kurumu olarak, gerekse mimarî biçim açısından, avlulu medreselere esin kaynağı oluşturduğuna ilişkin görüş, … oldukça kuvvetli bir dayanak bulmuştur…”

“İran, Türkistan ve Afganistan’daki göçebe ve yerleşik kültürlerin, İslâmiyet’i kendi kurumsal yapılarına kattıkları XI. ve XII. yy.larda, dört eyvanlı avlu, işlev gözetilmeksizin her tür anıtsal yapıda kullanılan bir plân tipi niteliği taşımıştır. Söz konusu plânın ortaya çıktığı dört yapı türü arasında kervansaraylar, az çok bir düzine yapıyla bu yüzyıla gelen en kalabalık grubu oluşturmaktadır. Bu yapıların… Buddhist viharalarıyla büyük benzerlik göstermesi dikkat çekicidir. Aynı benzerliğin, sık sık ileri sürüldüğü gibi, medreselerle viharalar arasında da olduğu varsayılabilir.”

Kitabın genel konusu itibariyle bazı verileri tekrarlamanın “fazileti”ne sığındık…

“Mekânsal imgeler açısından aralarında benzerlikler bulunan Asya göçebe kültürlerinde ve Çin’de, yönlere ilişkin ritüelin ilkelere yerleşme düzenine de yansır. Yer ve gök beraberliğini simgeleyen bir diyagram olan ‘mandala’ da, yer ve mekânın anlatımıdır.”[14]

Eyvan da, İran kökenli bir prestij mekânı oluyor.

“Kırsal Alevîliğin, kent ortamında aldığı biçimi yansıtan senkretik nitelikli Bektaşîlik, kurumsallaşmış inançlarla, bu arada İslâmiyet’le olduğu kadar Hint ve Çin kökenli dinlerle de uzun süren bir etkileşimin izlerini taşır. Bu tarikatın kutsal mekânı olan ‘meydan’ da, fiktif yönlere uygun olarak gerçekleştirilen ritüel, gerek kare ‘mandala’ üzerine kurulan Hint tapınaklarında, gerekse de Çin devletinin simge yapısı ‘Ming Tang’da karşımıza çıkmaktadır. Mandala ve Ming Tang, yapıyı bir mikro-kozmos olarak algılayan ve onunla evren arasındaki ilişkileri, astroloji ve matematiğe dayanan spekülasyonlarla kuran bir düşünce sisteminin ürünleridir…”[15]

Kitabımızın konusu ile ilgili nice çeşitli alet, gereç, teknik adının Farsçadan alınmış olduğunu görmemiş miydik?…

Kaç kez ifade etmiş olduğumuz gibi Anadolu-Türk sanat ve mimarîsinin doğru bir etüdü için birtakım şoven önyargılardan arınılmalıdır: Buralar boş değildi, Türkmen geldiğinde…

“Anadolu’nun Türk mimarîsine getirdiği önemli değişikliklerden biri İran ve Orta Asya’nın özellikle toprak olan yapı malzemesinin yerini taş malzemenin almasıdır…”[16]Ama burada Kuban’ın bahis konusu ettiği “Türk mimarîsi”, daha önce ifade ettiğimiz, kendi deyimi ile “hanedan mimarîsi”dir. Bunları yeterince irdelemiş olduğumuzdan konuya yeniden dönmeyeceğiz.

İşi toparlayacağız.

“Anadolu’nun ve onun gibi birçok Yakın-Doğu ülkesinin veya bölgesinin herhangi bir tarih çağında, daha eski kültür tabakalarını, Suriye, Mezopotamya, İran, Azerbaycan, Kafkasya ve Akdeniz’in maddî ve manevî kültür geleneklerinin etkisini incelemeden objektif sanat tarihi veya düpedüz tarih yazılamaz…”[17]

Genel olarak sanat, özel olarak mimarî açısından “hall-i hamur” olmanın aslında üç aşaması var: Önce, doğruca bir taklit; sonra “… yerli veya göçmen ustaların birbirlerinin biçimlerini kendi vokabülerleriyle ifade etmeleri -ki burada genellikle dışarıdan gelen bir formül yerli bir teknikle karışıyor-:

“Sentez”…[18]

“Sentez”i inkâr eden, bizden değil!…

* * *

“Koyalım kadehi zâhid sana hem-reng olalım (benzeyelim, aynı rengi alalım)

Bize keyfıyett-i sahbâ (şarap) gibi bir hâlet bul” (Baki).

“Bu yazı bağlamında “zâhid”, pozitivist mimarlık tarihçisi ve “şarap” ise anlam metaforu olarak görülmektedir…”[19]

“ “Hâl (hâlet), lûgatta… içinde bulunduğumuz zamandır. Tasavvufta terim olarak, salike bir neşe, bir sıkıntı yahut zikir yahut da güzel bir ses, bir nağme yüzünden meydana manevî bir zevk gelmesi anlamınadır…”[20]

[1]           A.Muhtar Küçükkömürcü. – Balaban’da bir ev, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C, V, Ank. 1977, s.182

[2]           Yılmaz Tosun. – 17.-19. yüzyıllarda Batı Anadolu’da Osmanlı-Türk şehir dokuları, bu dokuları oluşturan evler ve korunmaları (doktora tezi), İzmir 1983, s. 1-2

[3]           Jean Cuisenier. – op. cit., s. 172

[4]           Kültür kökenleri, C. II/3, s.569-618

[5]           Yılmaz Tosun. – op.cit., s.86

[6]           Faruk Sümer. – Oğuzlar (Türkmenler), Ank.1972, s.42

[7]           M. F. Köprülü. – Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu, İst. 1981, s.108

[8]           Osman Turan. – Selçuklular tarihi ve Türk-İslâm medeniyeti, İst. 1980, s.355

[9]           A. Zeki Velidî Togan. – Umumî Türk tarihine giriş, C.I. İst. 1946, s. 199

[10]         Tarafımızdan belirtildi.

[11]         “Architekton”…

[12]         Uğur Tanyeli. – Anadolu-Türk kentinde fiziksel yapının evrim süreci (11. -15. yy.), (doktora tezi), İst.1987, s.11-12

[13]         Akın Günkut. – Asya’da merkezî mekân geleneği, Ank.1990, s.7

[14]         Mandala hususunda bkz. Kültür Kökenleri, C.II/1, s.372-373

[15]         Akın Günkut, op.cit., s.31, 127, 188

[16]         Doğan Kuban., Anadolu-Türk mimarîsinde bölgesel etkenlerin niteliği, in VII. TTKg, C.I, s.384

[17]         ibd, s.391

[18]         ibd., s.391-393

[19]         Günkut Akın. – Mimarlık tarihinde pozitivizmi aşma sorunu ve Osmanlı merkezî mekân ikonolojisi bağlamında Edirne Selimiye Camisi’ndeki müezzin mahfili, in Coll. – Türk kültüründe sanat ve mimarî Klasik dönem sanatı ve mimarlığı üzerine denemeler, İst.1993, s.26 infra 1

[20]         Abdülbaki Gölpınarlı. – 100 soruda tasavvuf, İst.1969, s.41

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.