Kültür Eserleri > THKK 3 - İnşaa Isıtma ve Aydınlatma Teknikleri > Anadolu Köy Evleri

Anadolu köy evleri *

Bu başlıktaki “köy” lâfzı, sınırlayıcı bir ifade olarak görünüyorsa da, aşağıda irdeleyeceğimiz konut tiplerinin, özellikle 50’li yıllara kadar, birçok il merkezimizin de karakteristik yapı türünü oluşturdukları bir vakıadır (bkz. Resim 239a). Nitekim ilk kez 1951’de gittiğimiz Van’da, evlerin büyük çoğunluğu işbu “köy evi” tipindendi.

Bunun dışında bu, Orta Anadolu’ya münhasır olmayıp az çok her tarafta ve bilhassa Doğu Anadolu’da da yaygın bir “mimarî tarzı” oluyor (Resim 239b ve 240 (bkz. renkli resimlere s. 489)). Bu tarz, Hititlerden beri kendini devam ettirmiş, ülkenin sosyo-ekonomik yapısında herhangi bir değişme olmadığına göre, kökleşip kalmış bir tarz olmuş. Köylü, dedesinden gördüğü gibi, malzeme ve bunları satın alabilmek olanaklarına göre, evini, asırlar boyunca denenmiş bir biçimde inşa edegelmiş.

Bunlar, kerpiç yapılardır, az çok her yerde birbirine benzeyen yapılar. Temelleri de hep aynıdır. Taşı kıt olan yerlerde bile temel duvarları bu malzemedendir. Ocaklardan çıkarılmayıp dere yatakları ya da yamaçlardan toplanan taş burada, işlenmeden, olduğu gibi kullanılıyor. Temel ölçülerini taşın sağlanma kolaylığı saptıyor. Zeminin mukavemeti fazlaca kaale alınmıyor. Temel derinliği çoğunlukla ortalama 1.00 m oluyor. Taş temelin zemin seviyesinin üstündeki yüksekliği (sokl) de yine, taşın bolluk derecesine göre 0,30 ile 1,00 m arasında değişiyor. Temel çukurunun genişliği, yapılacak kerpiç duvarınki kadar oluyor. Taşlar buraya gelişigüzel dolduruluyor ve çamur harçla birleştiriliyor. Sokl, bittiği yerde iyice tesviye ediliyor. Çoğu kez kerpiç duvara başlanırken bir hatıl atılıyor. Bu duvarı dış etkilerden korumak üzere çoğu kez samanla karışık çamur sıva yapılıyor. Kıtıkla takviye edilmiş alçı sıvaya da rastladık (Amasya). Kerpicin ısı yalıtkanlığı tuğlanınkinden fazla olup dam da toprakla örtülü olduğundan binanın içi ile dışı arasındaki ısı farkı 10 derece civarında oluyor.[1]

Kerpicin ve onunla yapılan binaların tarihin derinliklerindeki öyküsünü irdelemiştik. Küçük Asya’nın yakınında başlayıp onun içinden geçerek yelpaze gibi yayılan bu inşaî tekniği hep aynı sebepten benimsemiş kitleler, asırlar sonra Anadolu’ya gelerek bir zamanlar onun aracılığını yaptığı bu tekniği O’na bir daha satmışlar.

Temel, söylediğimiz gibi, doğal zemin seviyesinden “bir karış ilâ bele kadar” yükseltiliyor. Dikkat edilen, daha doğrusu edilebilen tek husus, duvar dış yüzeyinin düzgün ve dikey olmasıdır. Zira çoğu kez eldeki taş (moloz), şekil ve boyut itibariyle, ancak çamurun aracılık ettiği bir konglomera teşkiline müsaittir. Herhangi bir ciddî örgü işçiliği bahis konusu olmaz.

Bu yapılarda, örneğin bağdadî veya hımış evlerde olduğu gibi herhangi bir dikey ahşap unsur, bulunmaz. Bina, ağaç bulma kolaylığı oranında ahşap hatıllarla pekiştirilir. Bu sonuncular çoğunlukla, bıçkı veya balta ya da keserle yassıltılmış kavak ve söğüt kütüklerinden ibarettir. Hiç hatılı olmayan binalar azınlıkta değildir. Bu kütüklerin çapı 5 ilâ 10 cm arasında olup yan yana konmuş iki hatılın duvar kalınlığını kaplamadığı hallerde kütükler duvarın iç ve dış yüzeylerine gelecek şekilde yerleştirilir, araları boş kalıp kerpiç ve/veya çamurla doldurulur. Bu durumda kütükler, bir iki metrede bir duvarın enine konulan küçük parçalarla (doma, Isp, Kn – kılapa,  Ed) birbirlerine raptedilir. Böylece bir “ızgara” (Grek ἐσxάρα’dan – Räsänen s. 167) oluşturulur. Bunlar da bina köşelerinde yine birbirlerine bağlanır: Bina duvarları bu suretle birbirlerine bağlanmıştır (şinas).

İlk hatıl, taş temel duvarından (oturtmalık) kerpice geçilen yere, diğeri dam yuvarlama’larının altına konur, imkân bulunduğunda pencerelerin alt ve üst seviyelerine de birer tane atılır (arağa).  Nadiren pencere kenarlarında alt üst hatıllar arasında dikmelere rastlanır. Zira çoğu yerde pencere kenarı kerpiçle çıkılıp pencere, ince kasaya dayanır. Pencere üstü hatılı, aynı zamanda pencere lentosu işini görür. Hatılsız evlerde aynı işi yan yana dizilmiş küçük çapta kavak dalları görür.

Köy evlerinin damı büyük çoğunlukla toprak “düz dam”dır (Bu “düz dam”ın sadece bu kerpiç evlere münhasır olmadığı, kesme taş evlerin birçoğunda bile damların böyle olduğu, verdiğimiz resimlerde, örneğin Resim 30b, 30d, 234’de görülür).

Bu damlar, kalın ahşap kirişlerden meydana gelmiş bir yatay döşeme üzerine, az veya çokça eğilimli bir toprak örtüden ibarettir. Bize göre, mezkûr resimlerde görülen damlar bir geleneğin ürünü olmalıdır.

Dönelim kerpiç köy evlerine.

Erzincan’da 1939’daki büyük depremin meydana getirdiği yıkım ve çok sayıda insan kaybının başlıca amillerinin en önde geleni, işbu “geleneksel” evler oluyor. Nitekim depremden sonra yeniden inşa edilmiş olanlar da (Resim 239b ve 240), geleneğe sıkı sıkıya bağlılığın (belki de başka bir yapı türüne gidilmesi için gerekli maddî olanaklardan yoksun oluşun) numuneleri oluyor. Bunların sakıncalarını Kafesçioğlu şöyle özetlemiş: Yapısı birçok bakımdan kusurlu ve taşıma gücü az olan duvarlar üzerine ağır bir örtünün oturtulması, denge bakımından bozuk bir sistem meydana getiriyor. Her yıl, tamir amacıyla dama yeniden toprak eklenmesi ve duvarların zamanla çürükleşmesi ile dengesizlik daha da artıyor, ev, en ufak bir etkiyle yıkılmaya, hazır duruma geliyor. Çoğu kez, çok büyük çaplı ağaç gövdeleriyle yapılan değişik tertiplerdeki kaplamalarla bu kirişler bir bütün, mütecanis (homojen) bir sistem teşkil etmiyor. Böylece de döşeme, duvarların birbirine bağlanmasını sağlayamıyor.[2]

Köy evinde tavan-dam kirişleri genelde biçilmemiş, yuvarlak olarak yerleştiriliyor. Bunların üzerine ince dallar (çoğu kez bunlar kiriş için kesilen ağacın dalları oluyor), saz demetleri döşeniyor. Toprak, bunların üzerine seriliyor. Bu bapta halk lûgatçesi birkaç sözcüğü içeriyor: Acar,  damlar toprakla örtülmeden önce tavan kirişlerinin üzerine konulan ve toprağın aşağı dökülmesini önleyen mısır sapı, keven gibi şeyler (Gm, Kr); astar,[3] yapılarda ağaç ile toprak arasındaki açıklık (Çr), tavanın ince alt tahtası (Brd, Dz); derene,  toprak damlı evlerde, toprağın dökülmemesi için damın üstüne konulan ardıç kabukları (Ant); haroda,  toprak damlarda, toprağın akmaması için mertekler üzerine konulan çalı, yonga (Gm) (bu sözcüğün kökeni ne olabilir?…); tokurcuk, toprak damlara döşenen çalı çırpının yerlere dökülmemesi için altına yerleştirilen ağaçlar (Kn).

Bu sözcüklerin verdikleri tariften, her yörenin, dam toprağının dökülmesini önlemek için, elinin altında olanları kullandığı anlaşılıyor.

Alttan da kiriş araları çamurla sıvanarak dal, mısır sapı, keven, ardık kabuğu, çalı…nın gayrimuntazam görünüşü örtülür. Çoğu yerde, saçak kenarlarından dallar sarkar. Bu sıva, Çkr’da, ırıktım adını alıyor.

Kayır da dama serilen killi toprak (Ml), kalın kum (Dz, Ay, Mn, Zn, Kn), ince kum (Dz, Ay, Mn), taşlı toprak (Dz, İz, Mn, Sm, Kn, Mğ, Rrk) oluyor.

Yine aynı bağlamda ösle,  çatıda kiremit altı tahtaları (pedavra) (Brs); öste,  toprak damlı ev (Ba, Çkl); pişirik, evlerin tavanına döşenen sulu çamur, bulgurlama’dır (Brs, Ama, Gaz, Mr, Yz, Ky, Nğ).

Toprak damlar meyilli oldukları takdirde, araya konan saz demeti ve sair malzeme, damın eğimine uygun olarak döşenip toprak öyle seriliyor. Gerek doğruca meyilli, gerek çatı biçimindeki damlarda sular kolaylıkla akacağından üstteki toprağın kalınlığı yarıya iner. Dam hayli hafiflemiştir. Ancak bu tip damların azınlıkta olduklarını hemen belirtelim. “Düz” damlara bile yine belli bir akıntı verilir (gaçah). Suların, erozyon yoluyla zarar vermesini olabildiğince önlemek üzere bazen damlar bile, sıvada olduğu gibi, samanla karışmış bir ince (4-5 cm) killi toprak tabakasıyla kaplanır. Bazı bölgelerde bu toprak, iklim koşullarına tamamen uygun bir “stabilize” terkibi arz eder ki bununla kaplanıp loğ taşı ile “silindirlenmiş” damlar, bir tenis sahası kadar mütecanis (homojen) ve pürüzsüz yüzey arz ederler. Resim 30d’de, solda yukarda, loğ’un “got”ü de (yürütülmek için ahşap çekme donanımının geçtiği iki taraflı delik) görülüyor.

Tebrizli Hüseyin bin Halefin Farsçadan Farsçaya yazdığı Bûrhan-ı Katı’ adlı sözlüğü Mütercim Asım Efendi, “Tibyan-ı Nâfi’ (yararlı açık anlatma) der Terceme-i Bûrhan-ı Katı’” adıyla Türkçeye çevirip III. Selim’e sunuyor. Bu sözlükten:

Loğ,  (loğ taşı): Toprağı pekiştirmek için kullanılan taş merdane.

“Bâm-gülâm (Fa.): Tulânî ve musaykal ve müdevver (uzun ve cilâlı ve yuvarlak) bir taştır. Kârgir hane sutuhu (yüzeyler) üzere vaz’ederler, iki başlarında iki küçük sûrahları (delikleri) olmakla ol sûrahlara iki ayaklı çatal ağaç geçirirler, hanenin üzeri yeni örtüldükte ve yağmur akablerinde (sonralarında) ağaç ile mezbur (adı geçen) taşı beri öte çekerler, damın toprağı pekişip hemvâr (düz) olur, aşağısına nüfuz eylemez… Ol taşa loğ ve ol ağaca loğ ağacı ve vech-i meşruh (anlatıldığı gibi) üzere beri öte çekmeğe loğlamak tabir ederler.”

“Garteban (Fa.)… Bir zira’ (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk, 75- 90 cm) miktarında tulânî ve müdevver ve musaykal taştır; kârgir binaların sutuhunda toprak pekişip istihkâm bulmak (sağlamlaşmak) için beri öte çekip yuvarlar, Türkçe loğ taşı derler” (TS).

Hüseyin bin Halefin bu yazdıklarından, Tebriz’de kârgir binaların dahi, şimdi örneğin Bitlis’te ve Muş’ta (Resim 241) da olduğu gibi, düz ve toprak kaplı oldukları anlaşılıyor. Dz’de, loğ çekmek için kullanılan ahşap aygıta bakaraca deniyor.

Bunun bir başka adı da, Ada, İç’de gıcırga,  yani loğu çekmek için demir veya ağaç aygıt ki bu ad, bir tesmiye bittaklid el-şart, yani ses taklidi ile ilgili olabiliyor: aygıt, çekilirken “gıcırdıyor”…

İşbu loğ taşı’nın bir başka adı da yuğu taşı-yuvarlak taşı-yuvak olup bu dahi “toprağı sıkıştırıp pekiştirmekte kullanılan taş, silindir” oluyor.

“Saadetname”, İranlı Hüseyin Vâiz’in Kerbelâ faciasını anlatan “Ravzat-ûş-Şüheda” adlı eserinin 1505 (911)’de İstanbul’da ölen Balıkesirli Câmi Mehmet Muhyiddin tarafından yapılmış çevirisinin adı olup bunda: “Sath-ı bâmda (dam yüzeyinde) olan yuvalak taşlar’ın Müslim’in üstüne bıraktılar” diye okunuyor.

XVI. yy. eseri olan “Şami-ül-Lûga”da olduğu gibi, yine aynı yy. ürünü “Lûgat-i Ni’metullah”da da benzer tarifler var:

“Zemenç (Fa.):. .. Ve yuvalak taşı ki düz damlarda yuvalarlar (yuvarlarlar)”;

“Hizîne (Fa.): yuğu taşı ki düz damlar üzerinde toprağın düz etmek içün yuvalarlar ve ol taşa yuğu derler” (TS).

Köylerin ahşap köprüleri (örneğin Resim 145) (aplangıç, atlageç, atlambaç, geçek, kirti) de yine aynı şekilde uzunlamasına ana kirişler, enine sıralanmış ince çubuklar ve toprak kaplamadan oluşur.

Damın bütün yükünü taşıyan kütükler, damı yalıtan kalın toprak ve onun üstüne biriken kar tabakalarının yükünü tam olarak taşıyacaktır. Burada “emniyet katsayısı”, mutadın çok üstündedir (burada bir çatı inşası için gerekli kerestenin birkaç katı kullanılır. Ancak çatı inşası, tediye edilecek bir uzman işçiliğini gerektirirken yuvarlama’ların kesilip dama dizilmesi çoğu kez ev sahibinin bizzat yaptığı bir iştir). Bu kar yükünü kaldırmak amacıyla onu zaman zaman küremek zorunluluğu, kışı şiddetli olan Doğu illeri insanlarına haylice enerji sarf ettiren bir faaliyet konusu olmaktadır. Bitlis’te, damların kardan belli zamanlarda temizlenmesi işi yaz aylarından “müteahhite” ihale edilir, bu zat, üzerinde uyuşulmuş bir ücret karşılığında o evin damında birikmiş karları sokağa veya evin bahçesine atmakla yükümlü olur. Ayrıca bu işten sonra damı loğlar. Damı pekiştirmenin bir başka yöntemi de örneğin Muşta olduğu gibi toprağı dövmektir. Bunun için mail saplı, altı genişçe ve düz, kalınca bir ahşap tokmak (tohaç) kullanılır. Yağmurlardan sonra her evin damından tokmak sesleri gelir.

Selçuklular, çoğu kez kubbeli sakafları bile, su sızıntılarını önlemek amacıyla, kiremitle örtülü bir ahşap çatı ile muhafaza altına aldıklarına göre, çatı makası kavramının Ortaçağlarda Anadolu’da var olmuş olduğunu kabul etmek gerekir.

Genelde toprak malzeme ile inşa edilmiş köy evinde, toprağın (kerpicin) hava koşullarına karşı, özellikle dışta, korunması gerekir ki bu dahi aynı malzemeden, yani sap ya da saman vs. ile takvili toprak sıva ile oluyor. Bu sonuncusunun erozyona karşı dayanıklılığı zayıf olup bu nedenle sıvanın sık sık yenilenmesi gerekiyor. Bu işlemin tekrarlanma aralığı, bölgelere göre iki ilâ dört yıl arasında değişiyor. Yani konutlarda, daimî denebilecek bir bakım faaliyeti var. Bu faaliyet de yine, çoğunlukla kadınların işleri oluyor, daha nicelerinin yanı sıra…

“Köy dışında, kom ya da köm denilen yerleşim birimlerinde yapılan evlerde harç hiç kullanılmaz. Çamur içinde saman karıştırılarak sıva yapılır… Odaların içi çamurla sıvanır. Çamur sıvanın düzgün ve sağlam olması, cilâlı görünüm vermesi için biraz pekmez katılır:”[4]

* * *

Ve şimdi, buraya kadar irdelediklerimizle ilgili halk terminolojisinden bazıları; bunları biraz gelişi güzel sıralıyoruz:

Budak = loğ (Kn). Bu sözcük, insanın aklına bir ihtimali getiriyor: taştan loğu sağlayamayan köyün adamının, bir ağaç kütüğünü kabuk, dal, budaklardan temizleyip olabildiğince yuvarlatarak işbu taş yerine kullanmasını…

“Baca” ile ilgili olanlar: Börk,  ahşap baca (Isp). “Börk”ün de “külâh”ı ifade etmesine göre işte bir “yanlışlık” yok… Börük de bunun bir varyantı oluyor. Buharı ve çok sayıda varyantı: baca, her tarafta; odunluk, odun dolabı (Zn). Bunda da bir “yanlışlık” yok, bacadan “buhar” çıkar; odun da “buhar” sağlar… Çağarak,  baca (Brs). Dabulgaz,  baca (Ml). Harik,  ocak bacası (Gm). Sözcük Arapça “yangın”dan geliyor. Bunun bir varyantı olmasının gerektiği horik-hırık da, Çkr, Tr, Gm’de yine baca oluyor, herhalde Harih’ten galat olarak. Koba,  baca (Gr). Köhle,  baca (Ank). Küle ve varyantları, tandırdaki ateşin yanmasını sağlayan hava deliği (her yerde) ki bu da, bir nevi baca oluyor ki varyantlar arasında kavle ve külle,  bunların arasında oluyor.[5] Küngüre, baca (Bil, Es). Künklük,  baca çıkıntısı (İz). Bu son sözcükten anlaşıldığı kadarıyla, baca olarak bir künk dikiliyormuş, İonya’da. “Künk”, mecra, boru manasında Farsçadan geçmiş bir sözcüktür (DELT). Moraca,  baca (Brd). Pece-peçe-paca, belki de “baca”dan galat olarak Af, Uş, Es, Mr, Yz, Ank, Krş, Ky, Vn, Gaz, Hat, Nğ’de kullanılıyor.

Yol yakınken şu “baca”ya da bir göz atalım, BTL’da: “Garb, Farisî: “Badçe, Badgir” muharrefi…”.

Yani, buraya kadar gördüğümüzle, inşa ile ilgili terminoloji, konuk komşudan istiare edilmiş sözcüklerden oluşuyor. Nasıl olmasın ki göçebe kültürünün lûgatçesi olan Divanû Lûgati’t-Türk’te bunlar çok sınırlı sayıda bulunup bunca gelişmiş bir inşa teknolojisinin gerektirdiği zenginlikte bir lûgatçenin bulunamayacağı tabiidir. Devam edelim.

Pörük,  baca (Gm). Tam,  baca (To, Sv); herhalde “dam”dan galat. Temeklik,  ocak bacası (Ada); temek yaygın olarak ahır penceresi, pencere, camsız tahta kapaklı pencereyi ifade ettiğine göre, temeklik baca dumanının çıkış “penceresi” oluyor demektir. Tufara,  baca (Ay). Tümbek,  baca (Sm). Tütselik,  baca (Sv); bu, herhalde, “tütmek”ten türemiş olmalı. Tütünselik-tütünlük-tütünseriği de yine baca oluyor, Isp, Ml, Sv, To’ta.

Asya Türkçesinde tügünük ve bunun eşanlamlısı olan tüğnlük, “çadırın tepesindeki duman deliği”ni ifade ediyorlar (Clauson, s.485).

Dütün (tütün),  duman olup sözcüğü XIV. yy.a kadar geriye takip edebiliyoruz: XIV. yy. hekimlerinden Ali Çelebi bin Şerif’in Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey adına yazdığı hekimliğe dair “Yadigâr-ı İbni Şerif”te “havanın yeğreği (yeğleneni) oldur ki mutedil ola, katı ıssı ve katı sovuk olmaya, sâfi ola, tütün ve buhar karışmış olmaya” deniyor.

Yine XIV. yy.da, “Müfredat-ı İbni Baytar Tercümesi”, 1248 (6464) yılında ölen ve İbni Baytar sanıyla anılan ünlü hekim Ziyaüddin Abdullah bin Ahmet’in birtakım ilâçların hangi hastalıklar için faydalı olduklarını anlatan Arapça eserinin çevirisi oluyor. Bunda İbni Baytar, “keten meşhurdur eğer göyündürüp dütün’üne otursalar zükâma (nezteye) fayda ede” diyor…

Evliya Çelebi Seyahatnamesinden (XVII. yy.): “Büyük bacalar vardır ki tütün buralardan taşra çıkar”.

Bu bacalar “çatı”da bulunur. Çinak,  köy evlerinde dumanın damdan çıktığı aralıktır, Tr’da. Kuma da, Kc’de çatı, dam üstünü ifade ediyor. Çat, Orta Türkçede (bir yere) koymak, vazetmek, bir şeye dayanmak…; Çağatay, Osmanlı ve Azerî Türkçelerinde topla(n)mak, birleş(tir)mek… manalarında oluyor. Osmanlı çat-al,  yarılmak, çatlamak, ikiye ayrılmak; çift dilli; kuru ot yabası; Osmanlı, Kazan çat-ak, yol kavşağı; Osmanlı çat-ık – çıt-ık,  birleşmiş; Osmanlı çat-ı, bağlama (raptetme), birleştirme oluyor (Räsänen,  s. 101).

Dilci olmadığımızdan buna yorum getirmiyoruz.

Evlere hava da gereklidir, ışık da. Bunları pencereler sağlarlar. Buna dair halk dilinde çok sözcük bulunması dikkati çekiyor. Bazıları şunlardır: Akuşka: 50×65 cm boyutlarında küçük pencere (Kr). (Rusça “akno” = pencere). Baca-bece,  pencere, tavan penceresi, dumanın çıkması ve evin ışık alması için toprak damlarda açılan delik (Sm, Gr, Tr, Kr, Ezc, Dy, Sv, Ank, Kn, Es); pencerenin içeriye doğru uzanan enli pervazı, pencere içi (Kn); Toprak dam, evin üstü (Dz, Çr, Ama, To, Gr, Gm, Ar, Kr, Ezm, Eze, Bn, Sv, Afşar Türkmen aşireti – Ky, Krş). Çamdı-camdı, tavan (To, Gr, Tr, Sv, Ky); pencere (Sv). Çece,  pencere (Dz). Çelik,  ahırlarda dışarıya gübre atmak için açılmış delik (Brs). Çelme-çelmelik, pencere, “bazı evlerde hiç çelme yoktur” (Kü). Çemek, yer odalarındaki camsız pencere (Bil, Ank). Demek-dömek,  ahırdan gübreyi dışarıya atmak için kullanılan ufak pencere (Ks, Ama, Hat, Zn). Görgüç, pencere (Ada). Gözenek,  pencere (Brd, Es, Dy, Ml, Sv, Ada, Ank, Nğ). Göz ile gözgeri, bu sonuncusunun varyantları oluyor, aynı yerlerde. Gözlük,  küçük ev penceresi (Çkr). Gugulik,  odanın ışık ve hava alması için dama açılan pencere, tepe penceresi (Ezc). Işıklama,  küçük pencere (Vn). Işık ise Kn’da kapıyı ifade ediyor. Karak da Tr’da tahta pencere kapağıdır. Medine,  pencere (Ank); ocak yanlarında, mutfak duvarlarında kapaksız küçük dolap (Çr, Sn, Sm, Rz) (“Medine”nin Arapça “kent” manasında olduğunu biliyoruz). Muşamak-muşabak, ufak, camsız pencere, ışık gelen delik (Krş); duvarı oyarak yapılan kapaksız dolap (Krş). Palatır,  pencere (Ant). Räsänen,  Osmanlı pelatır,  “pencere”nin Grekçeden geçtiğini yazıyor (s.382). Parsı,  köy evlerindeki çerçevesiz pencere (Ezc, Yz, Nğ); yukardan açılan pencere (Yz, Krş, Nğ); kalın duvarlardaki pencerelerin, odaya daha çok ışık girmesi için içeriye doğru olan açıklığı (Nğ). Pece-paça-peçe…, pencere, tavan penceresi (Yz, Krş, Ky, Nş, Nğ, Kn, Vn, Bt, Ada, Es); Duvar içindeki kapaksız dolap (Kn, Nğ, Dy, Krş). Penek,  ahır ve kümeslerde, çoğunlukla gübre atmaya yarayan pencere (Sm); duvarda açılan çok küçük delik (Sv). Sakana-sakana deliği, iskele kurabilmek için duvarda bırakılan delik (Ada); pencere (Ada). Serpenek ve vary.: Dam saçağı (Çr, Sv, Nş, Yz, Ky, Ada); pencere (Nğ). Tag-taga ve vary.: küçük pencere ya da tavan penceresi (Ml, Mr, Gaz, Ada). (‘Tag”ın Almanca “gün” demek olduğuna dikkati çekelim. Pencere de günü göstermez mi?…). Tavalık,  duvar içine oyulmuş kapaksız dolap (Mr, Kn); pencere (Krş). Temek-tebek-temak,  ahırlarda gübre atmaya ya da saman almaya yarayan delik, ahır penceresi (Af, Brs, Es, Bo, Zn, Ks, Çkr, Çr, Sn, Sm, Ama, To, Gm, Mr, Sv, Yz, Ank, Ky, Ada); pencere (Ks, Çr, Sn, Yz, Ank); camsız tahta kapaklı pencere (Çr, Ks). Tereze-terze-terzen-tireze,  pencere (Ist, Kn – Karaçay aşireti, Es, Ağ, Isp). Top,  pencere (Zn); pencereye konulan tahta korkuluk (Zn). Toplu-taplu-tokka,  pencere. (Kü, Kc, Çr, Yz, Ank, Ky, Krş, Dy, Ur); pencerelere yapılan ağaç ya da demir parmaklık (Çr, Ama). Zarak-zaraka,  ufak pencere (Dy). Zavrak-zavlak-zavzak,  pencere (Mn, Brs, Ks, Kn, İç, Ant); tahta parmaklık (Isp, Brd).

Bu uzunca sürmüş “pencere”ye ait terminolojinin muhasebesini yaptığımızda, pencere – dam (dam deliği) – duvara oyulmuş, dışa kapalı, kapaksız hücre – parmaklık ilişkisi hemen gözümüze çarpıyor.

Konuyu, Clauson’a söz vermeden geçemeyiz.

Tün,  “gece”yi, bazı modem dillerde ek ya da alternatif olarak da “dün”ü ifade ediyor. Tün ortusı,  genellikle doğruca “gece yarısı” karşılığında kullanılıyor (Clauson s.513). “Tün: gece. Tünle keldim = geceleyin geldim” (DLT I/339). Tün’den türemiş tüne(mek), bütün Türkçe gruplarında mutat olarak “geceyi geçirmek” anlamında oluyor (Clauson, s.516). ‘Tünedi”. Ol mende tünedi = O benim yanımda geceledi” (DLT III/273). Kutadgu Bilig’de de şunları okuyoruz: “Mungadtı muyanlıkta tüşti barıp, kiçe yattı anda tünedi serip” = “nihayet gidip bir imarethaneye indi ve orada yatarak sabırla geceyi geçirdi.”[6]

Yine tüne’den türemiş tünek,  “hapishane”,  tam anlamıyla “bir karanlık yer” oluyor (Clauson 519). “Tünek: hapishane, zindan Baragan dilince” (DLT I/408). Keza Kutadgu Bilig’de de (5423): “Bu dünya tünek ol karangku kudug, bela mihnet ol barça munda yodug” = “Bu dünya bir zindan, karanlık bir kuyudur; burası daima belâ, mihnet ve felâketler ile doludur”.

Tünlük,  “bir çadırın duman deliği olup buradan, teşmil edilerek, “pencere” ve benzeri şeydir (Clauson, s.520). “Tünğlük = Baca, pencere” (DLT III/383).

Yine “Tuğ = Herhangi bir nesnenin tıkacı, kapağı. Buradan alınarak “tünğlük tuğı” denir, “pencere, ocak gibi evdeki deliklerin kapağı” demektir” (DLT III/127).

Bugün halk dilinde tün, gecedir Ay, Ba, Kn’da.

Pencere, evin içine ışık ve hava sağlarken soğuk veya sıcağın girmesini önleyecek olan bir şeffaf yalıtkan malzeme ile ezcümle camla donatılmış olacaktır. Bu malzemenin üretiminin başlangıcı ilkçağa dayanıyor ama camın ilk kez ortaya çıkış zamanı bilinmiyor. M.Ö.2500’e tarihlenen Mısır cam boncukları, bilinen en eski cam ürünleri oluyor. Çağdaş cam üretiminin öncüsü sayılan en önemli merkezler ise Ptolemaios dönemindeki İskenderiye, daha sonraları da Roma olmuş. Muhtemelen M.Ö. I. yy.da geliştirilen cam üfleme yöntemi, Sidon (Sayda), Beroia (Halep), Epiphoneia (Hama) ve Palmyra (bugün Hunıs’ta) bölgelerindeki Suriyeli cam ustalarının buluşudur (AB).

Gerçekten, Ortaçağlarda Yakın-Doğu endüstrisinin gelişmiş kollarından biri olarak Suriye ve Filistin’de cam imali görülüyor. Lübnan’ın kıyı kentlerinde, Şam’da, Halep’te ve Suriye’nin sair kentlerinde ve de Kuzey Mezopotamya Rakka’da üretilen cam eşyalar, dünyaca ünlü idiler. XII. yy.da Kuzey Suriye camcıları, cihanın her yanında büyük şöhret kazanmış boyalı ve yaldızlı kaplar ve sair eşyaları geniş ölçüde üretir olmuşlar. Selçuklu sultanlarının zevk-i selimi ve siparişlerinin, işbu endüstrinin gelişmesinde önemli rol oynadıklarına inanmak için çok sebep bulunuyor. Bir Arap vakayinamesinde hikâye edildiği gibi, XII. yy.ın başında Halep’ten Orta Asya’ya cam eşya ihracatı yapılıyor ve bu mallar orada büyük beğeni kazanıyorlarmış.[7]

“Carlsten Niebuhr, Mardin’de birçok pamuklu ve keten imalâthaneleri ile bir cam işliği bulunduğundan bahseder.”[8] Bu, herhalde, mezkûr Suriye camcılık geleneğinin bir devamı olmalı.

XVI. ve XVII. yy.larda İst’da cam sanayisinde bir gelişme vaki oluyor. Bu sanayi Eğrikapı ile Tekfur Sarayı arasında toplanmış. Bakırköy’de “Baruthane-i Âmire” (şimdiki Ataköy sitesinin bulunduğu yerde; baruthane binaları 40’lı yıllarda duruyordu) yanında cam parlatma yerinin, camhane küherçile (kara barut imalinde kullanılır) kazan ve ocaklarının bulunduğu biliniyor. XVIII. yy.ın sonunda Çubuklu civarında bir cam, hattâ kristal cam imalâthanesi kurulmuş. Burada yapılan cam çeşitlerinin arasında en ünlüsü “Çeşm-i bülbül” olmuş. 1899’da Saul Modiano adlı bir Yahudi tarafından Paşabahçe’de şimdiki ispirto fabrikasının yerinde “Fabrica Vitrani D. Modiano Constantinopoli” adıyla bir cam fabrikası kurulmuş. 1902’de 500 kişi çalıştıran fabrika, Avrupa’nın fiyat rekabetine dayanamayarak kapanmış.[9]

Dolmabahçe Sarayı’nın ünlü kristallerinin satın alınmasında etkili olmuş, dönemin Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşa, bir yandan da Beykoz bölgesinde III. Selim döneminde kurulup sonra kapanan eski cam atölyelerini fabrikaya dönüştürme çabasına girişiyor ve “Çini ve Billûr Fabrika-i Hümayunu”nun kurulmasına önayak oluyor. Bu yeni fabrika mezkûr “Beykoz Camları”nın amili oluyor. Ancak Ahmet Fethi Paşa’nın erken ölümü, bunların Dolmabahçe Sarayı’nda kullanılmasına mani olmuş.[10]

Ancak, buraya kadar anlattığımız cam eşya türleri konumuzun tamamen dışında kalıyor. Bizi şimdi sadece pencere camı ilgilendiriyor.

Artuklu ve Selçuklu yapılarında cam kullanıldığını gösteren buluntular var. Beyşehir gölü kıyısındaki Kubadabad sarayı kazılarında, alçı şebekeli pencerelerde cam parçaları ortaya çıkmış. Keza Konya’daki Alaeddin ya da Kılıçarslan köşkü olarak bilinen yapıda da cam izlerine rastlanmış. Gözenekli oldukları için dışarıyı göstermeyen bu camlar, renkli olduklarından mekâna ilginç bir aydınlatma sağlıyordu.

Osmanlı yapılarında renkli cam büyük bir ustalıkla kullanılmış. Ancak, bunlar alçı çerçeveli olduklarından çok çabuk kırılmış, eski örnekler günümüze ulaşmamış. Dinî yapı ve sivil mimarîde, tepe penceresi ya da kafa penceresi denilen üst pencerelerde Osmanlı cam sanatının özgün örnekleri bulunuyor (örneğin Süleymaniye, Üsküdar Mihrimahsultan, Rüstem Paşa camileri, Yeni Cami, Topkapı Sarayı’nda) (BL).

Çatalhöyük kazılarında pencereye rastlanmamasına karşılık burada damın hemen altına yerleştirilmiş hava pencerelerinin varlığı sanılıyor. Aynı şey Güney-Doğu Anadolu’da Zincirli ve sair yerleşmelerde de bulunuyor.

Yunanda, konutlarda, zemin katın, hattâ çoğunlukla üst katın sokağa bakan cephelerinde, doğal ışığın girmesi için basit yarıklar açılmış. Gerçek anlamda pencereler iç avluya bakıyor. Pompei evi gibi Roma evi de bu düzende inşa edilmiş. En dar pencerelerin hiçbir kapatma düzeniyle donatılmadığı, ışık ve havanın serbestçe bu yarıklardan girdiği sanılıyor. Daha büyük pencereler ise ahşap kanatlarla kapatılıyordu. Yarı saydam taşlar ve cam da, Pompei’deki örneklerden anlaşıldığı gibi, hayli rağbet görüyormuş. Roma döneminde, camın yerine ahşap ya da taş kafesler yeğlenmiş. (Burada bahsi geçen cam, elbette bugünkü anlamda pencere camı değildi).

Ortaçağda cam, kamu yapılarında kullanılmadan önce, özel konutlarda rağbet gördüyse de XVI. yy.ın sonuna kadar fazla yaygınlaşmadı. Çoğu kez, pencerelerin önüne halatlardan, demir ya da bakır tellerden oluşturulmuş bir kafes gerilir, hattâ kayıtlar üzerine yağlı kâğıt ya da mumlu bezler yapıştırılırdı. Or’da cama yıldırık deniyor. Türk Evi’nde de pencereler çoğunlukla sofaya, avluya ya da bahçeye açılırlar. Daha önce de gördüğümüz gibi sokak yönündeki zemin katı duvarları ya sağırdır ya da yüksekte açılmış küçük pencerelere sahiptirler (BL, mad. “pencere”).

Asya Türkçesinde sırıçğa, camı, belki de başlarda “kaya kristali” gibi doğal bir madeni ifade ediyor. Sözcük sadece Osmanlı ve Türkmencede sırça şeklinde yaşıyor; öbür modern diller, en yaygın Farisî şişa (şişe) olan ödünç sözcükler kullanıyor. Buddhist Uygurca “süzük arığ sırıçğa teg” = “şeffaf, temiz cam gibi” DLT’te (I/489), sırıçğa için “el züccac”, yani “cam” deniyor (Clauson, s.846).

Dilde “cam” karşılığı olan sırça, mimarîde çiniyi ifade etmiş: Sırçalı Köşk, Topkapı Sarayı’nda Çinili Köşk; Çinilerle bezenmiş Selçuklu Sırçalı Medrese… Çininin üstündeki sır, vitrifiye değil mi?

Ayasofya Kilisesi’nin pencerelerinde mermer bölmelerin arasında cam bulunuyor. İslâm mimarlığında da benzer bir yöntem uygulanmış, cam bazen doğrudan duvar örgüsü arasına, bazen de alçıdan kayıtlarla bölünmüş çerçeveler içine yerleştirilmiş (AB, mad. “pencere”).

Anadolu köy evinin her yerde camla donatıldığını söyleyemiyoruz. Çoğu yerde halkın alım gücünü aşan cam yerine, gördüğümüz gibi, yağlı kâğıt, ya da tahta kapak kullanılmış. Nitekim Derleme Dergisi’nin verdiği pencere terminolojisinde bazıları özgül olarak “camsız pencere” olarak tanımlanmışlar (örneğin çemek, muşamak…). “Tahta kapaklı pencere” olarak tanımlanmış olanlarda da camın bulunmadığı düşünülebilir (örneğin temek…).

Bu terminolojide, Çatalhöyük’te rastlanmış dam altı penceresinden başlayarak, pencerenin öyküsünde rastlanan tiplerin az çok hepsine rastlanıyor.

***

Evlere, şu ya da bu türlü kapıdan girilir. Bunlar resimlerde yeterince görülüyor. Bunlara verilen adlar arasında Arkıt, köy evlerinde kapıların arkasına konulan kalın kuşak (Kn); çadır üzerine çatı yerine konulan ağaç (Ant); çadırın yatay direği (İç); ayva,  kapı önü (Rz); borda-barda-bort kapısı, iki kanatlı büyük kapı, sokak kapısı (Af, Isp, Tr, Kn, İç, Brd). Çatal kapı, çift kanatlı sokak kapısı (Sv, Yz, Ky); dakat, kapı (Ada); davrada, çift kanatlı kapı (El); enik kapı-ennikli kapı,  eski han ya da köy evleri kapılarının ortasında, girip çıkmaya yarayan bir kişilik küçük kapı (Gz, Mr, Hat, Ada, Ur); girek,  kapı (Ks, Ezm, Ml, Sv), avlu (Zn); koltuk kapısı, eski evlerde arabalardan ve yüklü hayvanlardan başka insanların girip çıktıkları kapı (Ank); yolah-yolak, kapı (Ada) sayılabilir. Bunların dışında Çakıldak,  bağ, bahçe, ağıl kapılarına yapılan tahta kilit, sürgü (Nş). Cenet-çenet, kapı, pencere gibi iki kanatlı şeylerin kanatlarından her biri (Dz, Es, Ur, Mr, Hat, Ky, Nğ, Ada, İç). Duver, kapı kasası (Çkl). Ergenek, pencere ya da kapı kasası (İz). Karagüllap,  eski tip demirci işi menteşe (Gm). Gora,  anahtar (Kn, İç); kapı sürgüsü (Nş, Nğ); demir çivi (Ağ). Hilkit, anahtar deliği (Ky). Horumpak,  ağaç büyük kapı sürgüsü (Bt). Horus,  kapı zembereğinin mandalı, horoz (Ml, Krş). İrze,  kapı sürgüsü, mandalı (Dz, Mn, Kr). İveze,  kapı mandalı (Kn). Kapsa ve varyantları, çitten ya da aralıklı çakılan tahtalardan yapılmış bahçe kapısı (Çkl, Kn, İç, Ant, Mn, Ky, Ay, Gr, Çr, Sm, Mr, Ada, El, Sv, Es, Ama). Keniş,  kapı çerçevesi (Kn). Bu sözcük aynı zamanda tahtalara delik ve oyuk açmaya yarayan marangoz aracını ifade ediyor, Af, Isp, Dz, Nğ, Kn, Ant’da. Kora,  anahtar (Ay, Ama, Or, Kn, İç); kilit (Vn, Kn, İç); kapı mandalı, sürgü (Nğ, Kn); çivi (Kr). Köç,  kapı kilidi, mandalı (Ant, Mğ). Kös ve varyantları, sokak kapısının arkasına vurulan ağaç dayak (Bo, Sm, Ama, To, Gr, El, Sv, Tn, Or, Ml, Yz, Nğ); kapı mandalı, sürgüsü (Çr, Ama, To, Ml, Sv, Kn, Ezc); kalın tahta, kalas (Dz, Es). Farisî kökenli olarak “kös”,  eskiden savaşlarda, alaylarda, at, deve ya da araba üzerinde taşınan ve işaret vermek için kullanılan büyük davulun adıydı.

Köslemek ve varyantları da kapıyı arkasından sürgülemek, kilitlemek oluyor. Ama, To, Gr, Sv, Ank, El, Ml, İç’de. Kuş, menteşesiz kapıların söğe yatağına geçen küçük kazık şeklindeki çıkıntılar (Krş, Nş) olup bu ifadeden, kapının, işbu kuş’ların oluşturdukları gayıtlara geçtiği anlaşılıyor. Bu arada “menteşe”nin Farisî, bununla eşanlamlı olan “reze”nin de Arabî kökenli sözcükler olduklarına dikkati çekelim. Keza “mandal” da Rumca “kol, sürgü” manasında olan μάνδαλος’tan gelmedir. Kuzuluk,  büyük kapıların ortasındaki küçük kapı (İz, Nğ, Ama); kapı kanadı (İz); çatıya, dama açılan kapı (Kü)… Küpe kilit, asma kilit (Ur). Küsük, kapı sürgüsü (Çkl, Nğ, Kn, Ant). Mara, anahtar (İç). Navar, kapı kilidi (Ada). Meşkinik,  kapı eşiği (El, Tn); büyük sofaların önündeki sahanlık, aralık (El). Öreğen,  kapının arkasındaki ağaç dayak (Kn). Peknek,  merdivenlerin üstündeki kapı (Mğ); Pengeşge-ke,  kapı menteşesi (Eze). Pırlangıç,  ağaç kapı mandalı (Or, Gr). Pörü,  menteşenin kapıya çakılan parçası (Or); birbirinin içine geçen iki çivi biçimindeki menteşe (Bo). Süser,  kilit (Gr, Rz, Ez). Sadar,  dayak olarak kullanılan direk, sırık (Ank, Nş, Nğ, Kn). Şakkarak-şakkırak ve varyantları, kapı mandalı, zemberek (Isp). Şeğrik, kapı menteşesi (To). Tıraka,  eski evlerin kapısındaki sürgüler (İst, İç). Tırka-tırkaz ve varyantları, kapı sürgüsü, dayağı, mandalı (Af, Dz, Ay, İz, Mn, Brs, Bil, Es, İst, Çkr, Sm, Ank, Ed, Ada, Çkl, Zn, Ks, Kn); kilit (Af, Kc, Yz). Tırhış-tırgıç-tirhiç,  parmaklıklı bahçe kapısı (Ezm, Ada). Tırhız taşı, eski evlerde kapıyı içerden kapamaya yarayan ortası delik, yuvarlak taş (Ky). Tırakas,  kapılara kilit geçirmeye yarayan ucu halkalı demir (Draman göçm.-İst). Sözcükler Rumca mı? Amasyalı Şeyh Mahmut bin İbrahim’in II. Bayezit adına düzenlediği Farsçadan Türkçeye “Miftah-ül Lûga” adlı sözlüğünde (XV. yy.), işbu “tırkaz” sözü geçiyor: Tıraka – tıraku: Tırkaz, kapı ardına sürülen ağaç (TS).

“Fedreng (Fa.): Kapı tırakası, ve gâzürler tokacı”. “Pejavend (Fa.): Kapu tırakusu”. “Çünbe (Fa.): Bez döğecek tokmak ve kapı tırakusu.”

Bir sonraki yy.da, “Şamil-ül-Lûga’da da “Fedreng (Fa): Kapu turakası” geçiyor.

Tilki, kapı çerçevelerini tutturmak için duvara konulan takoz (Ml). Yaşmak,  kapının üst pervazı (Ezc). Zengert,  menteşe (Or). Zerze,  kapı mandalı sürgüsü (Sm, To, Or, Nğ, Ada); kapı halkası (Sm, Mr, Sv, Ky). Zırza-zırzala-zirza,  kapı çengeli, tokmağı (Gr, Rz, Ar, Ml, Sv, Ank); kapı zinciri, sürgüsü (Çr, Gr, Tr, Ar, Vn, Gaz, İç, To, Ama, Mr, Ada, Ezc); kapı kilidi (Ar, Ezc); kapı rezesi, menteşesi (Ar, İç); kapı kol demiri (Krş). Zile,  kilit asmaya yarayan kapı zinciri (Es, Kn). Zivik,  kapıyı içten kilitleyen kargaburnu (Mr). Zaganek, kapı kilidi (Tr). Zartak,  kapı mandalı. Zoğna-zoganek-zoğnak,  kapının ağaç sürgüsü (El, Ml, Ezc, Ur). Zornak-zovanek- zoynak-zuvanak,  kapı sürgüsü (Ml, Gaz, Ur, Ezc, Gm).

Bu “kilit” terminolojisinden, kapıların çoğunlukla “sürgü” sistemiyle kilitlendiği ve bu prensibe dayalı kilitlerin, ahşabın binada başat malzeme olarak kullanıldığı bölgelerde bunların da, çiviler dışında, sert ağaçlardan yapıldıkları görülüyor. Kilidin “… içindeki açma kapama düzeninde ve anahtarlarında her defasına farklı ölçüler uygulandığından, bir anahtarla ancak bir kilit açılabilir…”[11] Nail Tan’ın, makalesinde “anahtar” dediği şey, verdiği resimlerden açıkça görüldüğü üzere, çevrilerek iş gören değil, ileri geri sürülürken bir takım alt ve üst dişleri birbirlerine geçirerek kilitleme işlemini yerine getiren yassa tahtalardan ibarettir. Nitekim Nğ’de, bağ kapılarında kullanılan ağaç kilide tosbağa,  yani kaplumbağa adının takılmış olması, kilit dilinin bu yaratık gibi dışarı çıkıp içeri çekildiğini ima ediyor.

“Anahtar”ın Yunan άνοιxτήρ(ιον)’dan geldiğini söylemiştik. Bu gerece ait adlar arasında dikkati çeken biri de firingi (Gaz) oluyor. Ayrıca, firengilemek, kilitlemektir Nğ’de. Acaba günümüzün madenî kilit-anahtar sistemleri Frenk’ten ithal mi ediliyordu?…

Kilit asmaya yarayan halkalı çiviye Tr’da inro deniyor.

André Leroi – Gourhan bazı kilit sistemlerinin krokilerini vermiş. Kroki 1109’da mandallı tip görülüyor. “Mandal” için BTL, “μάνδαλο, bir çivi (eksen demek istiyor) üzerinde dönen ve kapıyı açıp kapayan şey” diyor.

Bütün bu terminolojinin, ayrıca, binanın çeşitli unsurlarının düzenlenmesi şekillerini de gösterdiğinde şüphe yok. Bu yönde birkaç ad daha zikredelim.

Anlık,  bağ bahçe kapısı (Af, Dz). Aplangıç,  evlerin önüne, aralıklı çakılan tahta parçalarıyla yapılan kapı (Dz). Ara gapı, sokak kapısından bir içerdeki kapı (Gaz). Aralık gapı, evlerde ilk kapı ile ikinci kapı arasındaki aralık: “aralık gapıdan odun al da gel” (Gr). Koltuk kapısı, eski evlerde araba ve yüklü hayvandan gayri insanların girip çıktıkları kapı (Ank). Arap dudağı, ocakların yanında kibrit vs. mutfak gereçleri koymak için duvara geniş bir alt dudak biçiminde çamurdan yapılan yer (Nğ) olup Resim 242’de üzerine lamba konmuş buna benzer bir raf görülüyor. Bunlara asmalık da deniyor Ba’de.

Ahır-ahor sekisi-seküsü,  kışın, sıcaklığından faydalanarak oturmak için ahırın bir yanına set halinde yapılan, yüksekçe ve sofa genişliğinde oda:

“oturduğu yer ahır sekisi, çağırdığı padişah türküsü” (Brd, Es, Çr, Ama, To, Gm, Kr, Ezm, El, Ml, Sv, Yz, Ank, Krş, Nş, Nğ, Kn, El, Vn, Tn). Çatalcılık,  bir çatı altında birleşmiş birkaç yapı (Isp). Doğuzluk,  bazı evlerin zemin katında bırakılan boşluk (Or). Elmalık, odalarda üzerine kap kaçak… koymak için duvardan duvara raf (Dz, Ay, İz, Çr, Mğ). Gözdeliği eski evlerin sokak kapılarında özel olarak açılmış küçük gizli delik (Çr). Güssül, çatı (Ank); beşik örtüsü damların ortasına konan uzun ağacın dayandığı iki baştaki babalar (Ant).

Bu vesileyle “mertek”in Ermeniceden alınma olduğunu Türkçe Sözlük (TS) zikretmiştik.

Çoğu kez bir sözcük ve varyantları grubu, yerine göre değişik anlamlara geliyor. Buna bir örnek: Hanay-hanaylık-hane-haneyli-honay…, iki veya daha çok katlı büyük ev (Orta ve Batı Anadolu); evlerin üst katı (Isp, Mn, Kn, Ada, Kıbrıs); kiler (Sk); asma merdiven (Kn); sofa, hol, koridor (Batı Anadolu ve Trakya); salon (Isp, İz, Bo, Nğ, Mğ, Tk, Ant); avlu (Isp, Kn); tahta ve direklerden yapılan üstü kapalı, önü açık yazlık yer, çardak (Nğ, Ant). Aynı şey, aşağıdaki sözcük grubunda da görülür: Hapenk-hafek-hepek-hepen-hepenek-hepenk-hopeng,  yer altındaki depo, mahzen (Gaz); bodruma inen üstü kapalı merdiven (El, Ml); eski evlerde ahıra inmek için evden ahıra açılan kapı (Gr, Ar); baca kapağı (Ezm, Ezc, Ml, Sv, Ada, Mr, Gm); eski evlerde pencerelerin üstündeki dolap (Ur); dama çıkılan merdivenin üst kısmındaki kapak (El).

Kiniş,  marangozların pencere kasalarına açtıkları lamba ve lambayı açan araç (Bo, İst, Çkr, Rz, Mr, Sv, Nğ). Bu “lamba” ile ışık veren araç “lamba” gibi, Yunancadan alınmadır (λάμπα). Sırası gelmişken “zıvana”nın da Farisî kökenli olduğunu belirtelim (zebane = dilcik).

Öyven,  evin altı, bodrum (Zn). “Bodrum” υποδρομή’dan galattır. (Kamus Türkî ve BTL). Buna Ank’da taltatı deniyor. Keza zerzem ve çok sayı da varyantı da Ada, İç, Ky, Mr, Gaz, Hat, Dy, Nğ ve Kn’da bodrumu ifade ediyor.

Pelek,  evle ahırı birbirine bağlayan ufak geçit ya da küçük merdiven (Ank).

Gelelim şimdi köy evinin “kanalizasyon” sistemine Apteshanelerin konumunu daha önce irdelemiş, bunda “fosseptik” çukuru prensibinin geçerli olduğunu ifade etmiştik. Evlerden pis suların tahliyesine gelince:

Annavus,  avlunun suyunu dışarı akıtmak için duvar altına açılan delik (Krş). Akuka,  suyun duvar veya temele zarar vermemesi için yapılan boru, künk (Bt, Vn).

“Boru” için Grek ρόρος ve Latin porus = mecra, Rusça borov = soba borusu karşılaştırılıyor (DELT). “Künk” ise Farisîden aynen alınmış.

Bellea ve varyantları, mutfak, avlu veya ahırda pis suları dışarı akıtmak için yapılan ark (Gaz, Hat, Ank); lâğım (Hat). Bu sözcük, varyantları bellee, bellua ile birlikte Latin hamam manasında olan balneae, balineum ile karşılaştırılabilir.

Yortma-yortu,  taş, çimentoyla örülmüş su yolu (Uş, Isp, Brd, Dz); lâğım (Isp, Ay). Zırnık-zınık-… zunnuk-zurnuk, kirli su deliği (Ank, Krş, Çkr, Ama, Çr, Sv, Gr); bulaşık taşı (Ama).

Bu “kanalizasyon” sistemi, pis suları evin dışına iletmekten ibaret oluyor… Bu pis sular arasında, evin “banyo”sunun da atık suları var. İşbu “banyo”ya ait sözcükler de şunlar: Arınak-arınacak,  yıkanma yeri, gusülhane (Tr, Sv, Dz). Çimecek-cinevi-çimek-çimelge-çimişlik,  banyo, yıkanacak yer, yunak (Sn, Sm, Ur, Gaz, Mr, Sv, İç, Dy, Nş, Ada, Çr, Kn, Nğ). İslik hamamı, evde gusülhane (Ks). İç pınar, hamam (Çr). Suluk, oda içinde gusülhane (Isp, Brd, İz, Kü, Çr, To, Sv, Ank, Ky, Mğ, Kn, Ant); lavabo (Tr). Tepegöz,  hamam (Ks). Ama bu, umumî hamam olmalı şöyle ki bu sonuncularda gündüz aydınlatması, genellikle, hamam kubbesinde bulunan yuvarlak, sabit küresel cam pencerelerle yapılır. Ayvas, köy veya mahallede genel çamaşırlık oluyor, Or’da. Hanifi de musluktur Mr, Ada’da.

* * *

Köy evleri konusunu kapatmadan önce yine inşaî ayrıntılarla ilgili birkaç sözlüğü de zikredelim. Sözcüklerin karşılıkları, ayrıntıyı az çok tarif etmiş olacaktır.

Garlıh,  suyu az olan köylerde, karların eriyip su kabına akıtması için ahır damlarına yapılan ızgara (Kr). Hogal-hokal, toprak damlı evlerin tahta saçağı (Gm, Ezc). Hortu,  üstü toprakla örtülü evlerde mertekle toprak arasına konan çalı (İz). Sayat,  evaltı, meyve vs. kurutulan yer (Zn, Bo). Bu sözcük için XVI. yy.a ait Kayseri Şey’iyye Sicilleri’nde şöyle bir kayıt bulunuyor: “Mezbur Hamza beni değirmende muhkem let’idüp (kuvvetlice vurup), döğüp sayat’a koyulmuş tahılımı saçtı” (TS). Sayvant,  üstü kapalı, yanları açık yer (Isp, Brd, Dz, Ba, Çkl, Brs, Es). Sayvat, üstü ve üç yanı kapalı, bir yanı açık, kışın odun vs. konan, yazın hayvan bağlanan yer (Ank). Bu son iki sözcük, hiç şüphesiz, Farisî Osmanlı “sayeban”, yani “gölgelik”ten galat olmalı. Şoratan-şortlan-şortlek-şortlem,  yağmur oluğu, çörten (Bt, Vn, Mş, Mğ, Brd, Mn, Ks). Bu sözcük ailesinin etimonu ilginç olabilir. Zonnuk-zornuk,  toprak damların akıntı olduğu, çatı saçağındaki tahta oluk (Krs, Ky). Geriye bıraktığımız Yelkovan,  bir tür çatı saçağı oluyor Çkr, Ks’da. “Yel” ve “kovmak”tan oluşan bu birleşik sözcük, rüzgârdan eteklerin kalkmış halini, ya da yüksekçe dalga örgesini çağrıştırıyor ki bu tür saçakları geç Osmanlı döneminin bazı ünlü çeşmelerinde görüyoruz. Demek ki, bizim evlerde hiç rastlamadığımız bu tür saçaklar, mezkûr bölgelerde yaygınmış ki halk lügatçesine girmiş.

* * *

Genel olarak inşaat bahsini, A. M. Raymond’un Türkiye’deki gözlemleri arasından biraz hazin, ama hazin olduğu kadar da maalesef hâlâ günümüzde de cari bir mal sahibi-mimar ilişkisini yine Raymond’un ağzından anlatarak kapatıyoruz.

Filânca bir bina yaptırmak istiyor ve tercih ettiği üç mimarı birer birer davet ediyor. Her birine, istediği binanın şeklini içeren bir kroki veriyor, sarf etmek istediği meblâğı açıklıyor ve “ben ne mühendis ne de mimarım, ama işten anlarım” diyerek en sevimli, kibar tebessümüyle adamı gönderiyor.

Birkaç gün sonra planlar geliyor: üzerinde uzunca tartışılıyor ve mal sahibi bunları evinde tetkik etmek için muhafaza ediyor. Gerçekten işi yapacak olan Andon Usta, tartışmalarda hazır bulunuyor ve beğenilen plan kopya ediliyor. Birkaç gün sonra da inşaata başlanıyor ve her mimara, artık gereği kalmamış planları iade ediliyor. Eğer bazen bu zavallılardan biri ücretini talep edecek olursa, mal sahibi onu kabul etmiyor ve Andon Usta ile ona, üzerinde birkaç çizgi bulunan bir kâğıt parçası için para istemenin yüzsüzlük olduğu söyletiliyor!…[12]

Raymond, kitabının sonunda uzun uzun Fransızca, Türkçe ve Arapça teknik terminolojilerin karşılıklarını veriyor.[13]

[1]           Ruhi Kafesçioğlu. – Orta Anadolu’da köy evlerinin yapısı, İTÜ Mim. Fak. Yay. İst.1949, s.21

[2]           Ruhi Kafesçioğlu. – op.cit., s.47

[3]           Farisî kökenli sözcük

[4]           Tarafımızdan belirtildi. Emrullah Güney. – op.cit., s.7

[5]           Bkz. Kültür Kökenleri, C.I, s.371

[6]           Yusuf Has Hâcib. – Kutadgu Bilig. Çev. Reşit Rahmeti Arat, Ank. 1974, ve I. Metin, Ank. 1979, sıra 489

[7]           E. Ashtor. – op.cit., s.243

[8]           Nejat Göğünç. – XVI. yüzyılda Mardin Sancağı, İst.1969, s.125, infra 1

[9]           Tahir Karauğuz. – Camcılık ve İstanbul’da ilk cam ve billûr fabrikası, in Türk Kültürü 111, Ocak 1972, s.163-168

[10]         Önder Küçükerman. – Dolmabahçe Sarayı ve ünlü kristalleri, in T.H.Y. – SKYLIFE 11/97

[11]         Nail Tan. – Batı Karadeniz bölgesinde ahşap kapı kilitleri, in Kültür ve Sanat 34, 1997 (İş B.Yay.), s.35

[12]         Alexandre M. Raymond.  – op.cit. s.93

[13]         ibd.,s.213-248

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.