Kültür Eserleri > THKK 4 - Dokuma ve Giyim Teknikleri > Anadolu Giysilerinin Genel Karakteri

Anadolu Giysilerinin Genel Karakteri

Biz daha önce, giysi’lerin genel kesim sınıflandırmasını, ezcümle “düz kapalı” (Resim 116), “Düz – açık” (Resim 117) ve “düz – çapraz” (Resim 118) giysilerin kesilişlerini vermiştik. Bu kez bu tasnifi somut örnekleriyle vereceğiz.

“Düz kapalı”lara örnek, baştan geçme entariler (Resim 148 ve 149) olup bunlar (Resim 174a) tam bir torba şeklini haizdir. Torbanın eni, omuz genişliğinden fazla olduğundan omuzdan sarkan bir geniş kol da kendiliğinden oluşur. Bu entarilere özellikle sıcak Güney ve Güney – Doğu bölgelerimizde günlük giysi olarak rastlanır.

Anadolu’nun karakteristik pantolonu şalvar da, yapısı itibariyle, bu “düz kapalı” türüne girer (Resim 175). Bunda eni boyundan geniş kesilmiş iki parça birbirine eklenir, beli uçkurla, paçalarda ya bir lastik veya yine bir gizli uçkurla sıkıldığında ağ’ı bollaşır ve aşağı sarkar (Resim 175b). Buna güzel bir örnek, Resim 176’da görülen potur oluyor.

”Pantolon” kavramı, halk dilinde çok sayıda sözcükle ifade ediliyor. Bunların arasında kıstırık, torlak gibileri ayrıca şalvar – potur’un büzülme şekline işaret ediyorlar. Kıstırık’ın varyantları şunlar oluyor: Kıstır (“İt ayağına kıstır giyince kendini bey sandı”)

(Kü, Nğ); kıskıç (Ant); kısman (İst); kısmanda (Zn); kıstırık (İz); kıstırma (Ant); kindir (Es).

Torlak’a. gelince: Torlamak, derleyip toplamaktır, (Ezm, Mr, Hat, Nğ, İç). Sair erkek pantolonları (çeki – Ba -, gömçek – İst), genellikle sıkı konçludur. Karadeniz bölgesindekiler yine, ortası sarkık olmak itibariyle, şalvar türüne dâhildir. Bu sıkı konçlular (konçuk – Ada -, sıkma – To, Sv – Ed), esas itibariyle çizme ile hiç değilse uzun çorap onun üstüne çekilmiş olarak görülür (Resim 176).

“Potur” sözcüğünün esas manası, “kırmalı ve potlu” olup ayrıca “arka tarafında kırmaları çok, bacakları dar bir çeşit pantolon”u ifade ediyor (Türkçe Sözlük). Bunun dışında (peritclir) podhroV’un, “ayağa kadar inen (pantolon)” karşıtı olması dikkate değer.

Çıkan yüzyılın ilk yarısında Anadolu anılarını anlatan Von Moltke, 1838’de Malatya’dan yazdığı bir mektupta “pantolon çok defa, belde toplanan ve alttaki köşelerinde iki delik bulunan dokuz arşın (?) genişliğinde bir torbadır. Bu deliklerden alaca işlemeli çoraplar içindeki ayaklar çıkıyor; iki, üç, altı, hattâ sekiz kat üst üste, hafif kumaştan, çok defa zengin işlemeli, mintan vücudu ihtiyaca göre koruyor. Bele sarılan geniş kuşak veya şalın içine para kemeri, tütün kesesi, hançer, tabancalar ve divit yerleştiriliyor. Bir kürklü ceket, onun üzerine de uzun bir kürk, elbiseyi tamamlıyor. Keçi kılından veya dövme keçeden bir manto[1] kötü havalardan koruyor, geceleyin de yatak ve yorgan vazifesini görüyor” diye anlatıyor, Almanya’daki dostlarına. Aynı zat yine, mektubunun bir başka yerinde sıcaktan yakınıyor ve “evdeki kıyafetim buradaki Kürtlere âdet olan ve Malta şövalyelerinin bu memleketlerden Avrupa’ya getirdikleri ince yünlüden geniş beyaz bir manto. Bu kılıktan daha maksada uygun ve rahatını bulmak mümkün değildir. Bu mantonun içine ne kadar istenirse o kadar çok veya az şey giyilebilir; atla yolculukta insanı güneşten de, yağmurdan da korur, geceleyin yorgan vazifesini görür, omuza alış, giyiliş ve sarılışa göre pelerin, elbise, kuşak veya sarık olur. Bu elbisenin yapılışı da son derece basit: Ortasından yarılmış bir torbadan ibaret, buna mukabil insanın üzerinde pek güzel duruyor…. Elbise bakımından Şarklılardan sahiden çok şey öğrenebiliriz…” diyor.[2]

Çok kat elbise giymenin soğuktan olduğu kadar sıcaktan da koruduğuna inanılmış olmakla, yazın gündüzle gece arasında büyük sıcaklık farkının bulunduğu Anadolu yaylasında aynı elbise günün yirmi dört saatinde az çok muhafaza eder. Kış aylarında buna yapılan ilâveler daha sınırlı olur. Yaz sıcağında güneş altında kazma sallayan işçinin, gömleğinin üstündeki yeleğini üstünde tuttuğunu, çalışmaya devam etmesi halinde bunu ancak güneş battıktan sonra çıkarttığını bizzat gözlemiştik, çok kez.

Yine “pantolon”la ilgili sözcüklerden birkaçını veriyoruz: Bandık – bandık, şalvar (Çr, Sm, Ama, Tr, Nğ); benevrek, yün dokumadan veya kalın bezden yapılmış şalvar (İz, Çkl, Brs, Ed, Üsküp, Manastır, Selanik ve çevresi); çinti – cintiyon – çimtiyen – çintan – çintiyan, içi astarlı kadın donu, şalvar (Çr, Tr, Ezm, Ank, Ada, Mğ, Sv, Af, Mn, Kü, İst, İç, Ezc, Gaz, Ky); dahdiri ve varyantları, kadın donu, şalvar (Çr, Yz, Ank, Krş); dimi, daha önce gördüğümüz gibi bir tür dokuma olmasının yanı sıra, bez şalvar da oluyor, İz, Mn, Bil, Kc, Zn, Sm, El, Ank, Krş, Nş, Ant, Mğ’da. Gıcır – gıcıra – gıcıdan – gıcra, yün şalvar (Af, Bo); halta – honta, şalvar (Ank)[3]; kılçar – kıcıra – kicire – kıldıran – kılıcan – kıntır, keçi kılından dokuma kumaştan yapılmış olan don, şalvar (Dz, İç, Mğ, Bo, İst, Ank, Zn, Krş, Bil); kıvavana, aba kumaşından yapılan şalvar (Af); kuskun, şalvarın arakasında bulunan ve kuşağa bağlanan ip (İz, Es)[4], don paçası (İz); menevrek, kıldan dokunmuş şalvar (Af, Isp, Brd, Brs, Kn, Ant, Mğ); pirit, pamuk, ketenden yapılmış dize kadar inen kısa şalvar (Çkl); porput, kısa pantolon; şirazvan, bacakları enli, ağı sarkık, uzun şalvar (Gm); tenike – tenke, kadın donu (Isp, Kn, Ant), şalvar (To, Af, Isp, Dz, Kn); tuman ve varyantları, don, şalvar (Türkiye’nin az çok her yerinde); tırlık, kalın iplikten örülen çuval, heybe (Nğ), pamuk ipliğinden yapılan şalvar: “Siyah tırlık kir götürür” (Ada); tuvan, köylü pantolonu (Bo); zıpka ve çeşitli varyantları, ağı geniş, paçaları dar bir çeşit şalvar (daha çok Anadolu’nun Doğu yarısında). Erkeğin “pantolon”u çok çeşitli olur. Kadın da, bölgesine göre değişik elbise giymesine rağmen daima bir şalvar’ı hamildir. Bu, bir iç donu olabileceği gibi sadece, etek (tek veya çok sayıda) altına geçirilen bir “pantolon” da olabilir.

Nasıl alınırsa alınsın bu giysi çoğu zaman ayak bileğinden büzülmüş, hiç değilse buradan, ancak ayağın geçmesine müsaade edecek kadar daraltılmıştır: Açık havada ağır işlerde çalışma keyfiyeti bazı önlemlerin alınmasını gerektirir; soğuğa karşı önlem, hayvancıklara karşı önlem, kötü ruhlara (cinlere) karşı önlem. Bunlardan hiçbiri cinsî uzuvlardan içeri nüfuz etmemelidir.[5] Bir özel durumda bir Kayserili ananın kızına şöyle seslendiğini duymuştuk:

“Gız, devrilecen, paçan bağlı mı?…”

Çoğu kez entari üzerine giyilen elbiselerden delme – tiltak – derme – dermen, Anadolu’nun Batı yarısında yelek, önü işlemeli bir tür yelek; cepken (Ba); erkeklerin çalışırken giydikleri gömlek, işlik (İz, Bil); zıbın, kadınların, kızların korse gibi kullandığı pamuklu iç çamaşırı (Isp, Brs, Bil, Kc, Ama, Sv, Ank); önü açık kadın elbisesi (Es, Bt) ile yine bir yeleği ifade eden dalgeçir – delgeçir’i (Mr, Ada) zikredelim.

Buraya kadar gördüğümüz “düz kapalı” tiplerle aynı ana gruba giren “düz açık”lara örnek olarak Resim 146’daki, başları kefiyeli Sürüç’lü delikanlıların, çarşıdan hazır alınmış ceket altına giydikleri önü açık entarileri verelim. Her ikisinin önü, kemer, ip ve mümasili şeylerle kapatılmıştır.

Güney – Doğu illerimizin ünlü şal-şepik’i (cepken – pantolonu), Resim 177 ve 178’de (bkz. s. 719) görülür. Büyük bir özellik arz etmesi itibariyle üzerinde biraz duracağız. Keçi kılından çeşitli renk ve standart desenli ve yaklaşık 30 cm genişlik ile 10 m kadar uzunlukta dokunan standart kumaştan şal, yani cepken, dört en’in yan yana dikilmesiyle meydana gelir. Dış sağ ve soldaki en’ler, öne kıvrılıp en uç kısımlardan dışarı dönerek cepken önünün açıldığını teşkil eder. Kollar, bir en’in katlanmasıyla meydana gelir.

Pantolon dahi, yine aynı şekilde dört en’den, yani her bir paçası ikişer en’den oluşup apış arasına tekabül eden ağ’lara yarım enden birer takviye eklenmiştir. Böylece paça genişliği 36 cm olmaktadır. Üst kısımda, apış arasının dış hizalarına rastlayan kesimde esas dokumadan değişik renkte bir motif bulunur. Yaz aylamda şal-şepik’in esas rengi tercihan beyazdır. Hatırladığımız kadarıyla bu beyaz kumaş, en pahalısı idi. Daha sonra kahverengi kumaş geliyor. En ucuzu da mavi olanıydı.

Resim 162’deki (bkz. s. 501) gençlerin pantolonları da aynı sınıfa dâhildir.

Bunların hiçbirinde ilik – düğme bulunmayıp pantolon uçkurla belde sıkılır. Hattâ, bağlayana kolaylık sağlamak üzere uçkur “kanalı” dışarı doğru yapılır. Daima mevcut olan kuşak uçkuru kapatır.

Bu standart boyuttaki kumaştan, takım dikildikten sonra hiçbir şey artmaz.

Bütün bu elbise takımları, mevsimine göre kalın yün aba’dan ince keçi kılı dokumasına kadar değişir. Cepken, kuzu postundan da olur. Bu türlü giyimin kökleri Asya’da olmalıdır: Sultan Sencer’in (1086 – 1157) nîmçe[6] adı verilen kuzu postundan kısa bir hırka giydiği anlatılıyor.[7] Resim 52’de görülen Mutki (Bitlis) cepkeni de 26 – 27 cm genişlikte kalın ve çok sıkı bir yün dokumadan biçilmiş. Cepken, yan yana iki en’den oluşuyor. Omuz üstünde ek yoktur; bu itibarla yan yana arkadan boyun hizasına kadar birleştirilen (altta ve iki yanda küçük birer yırtmaç var) en’ler omuz üstünden dönüp öne gelir, sadece yanlardan, kol kısmı açık kalmak üzere aşağıya kadar dikilir. Kenarların turuncu motif ve bunun arasındaki siyah noktalar bu cepkenin standart özelliğini teşkil eder.

Gerek Resim 145, gerekse 148’de görülen (solda arkada ve sağdan ikinci) Urfa maşlahları tamamen aynı biçimde kesilmiştir.

Kadın kılıklarında, sözünü ettiğimiz şalvar’ın üzerine giyilen yine dikdörtgen bir kumaşın iki ucunun birleştirilmesiyle meydana gelmiş bir etek, işbu kılığın en basit şeklidir. Bunun üzerine her biri bir öncekinden biraz daha kısa olan birkaç etek ya da önde veya arkada, ya da her iki tarafta sarkan dikdörtgen “ön – arka”lıklar (peştamal) geçirilir (Resim 131 ve 132). Bunlar çoğu kez alt uçlarından yine bele sokulur. Bazı yerlerde, örneğin Güzelova (Ezm)’da harman zamanı, dizlere kadar inen deriden göğüslük de giyiliyor.[8] Ağrı’da da, her biri ayrı renkte yedi etek giyilir. Elâzığ yöresi ve daha başka yerlerin ünlü üçetek nam-ı diğer üçpeşli[9] veya zubun’u (Ml, Mr) da bunlar arasında özellikle zikredilmeye değer. Sözü edilen kente bağlı Sün köyünde 1935 yıllarına kadar erkeklerin “şapik denilen yünden bir aba, … abanın altına üç etekli entari ve yünden şalvar…” giydikleri de kaydedilmiş.[10] Burada halen üçetek giymeyen kadınlar pazenden bir kollu ceket (giyme) üzerine şal örterler.

Kadın kılığının da başlıca öğesi beldeki kuşak olup bütün bağlantılar, uçkur ve sair gorden (kordon-El)’ler vasıtasıyla oluyor. Resim 149’da, nine ile sağdaki torunda da açıkça görüldüğü gibi uçkur “kanalı” hep dışarı doğru olur.

Yine Araplarca nakledilegelen Hz. Süleyman’la Saba Melikesi Belkıs’ın muaşaka hikâyesinde kadın “… ıslanmamak için iki eliyle üst üste giyilmiş yedi adet ince elbiseyi yukarı kaldırır” diyor.[11]

İlk uygarlığın beşiği Orta – Doğu, özellikle Küçük Asya yarımadası ve hemen civarında, tarihin fecrinde bu toprakların ilk dedesinin kaunakes ile yukardan beri gördüğümüz kadın kılıkları arasındaki münasebet, son derecede ilginç oluyor.

Ege’nin “Yılanlı Tanrıçası” da (Resim 1 ve 156) göz önüne alındığında bu bakımdan Giritlilerin Sümer’e ne denli borçlu oldukları yinelenir.

“Borçlar” zincirleme gitmiş ve Anadolu yarımadasında düğümlenmiş!…

“Galadan[12] hopladın mı

Gız fistan’ın[13] topladın mı

Oğlan der ki gel yatak

Gız der ki çatladın mı”[14]

“Makas mıhdan asılı

Ebriko’lar[15] kesili

İkimiz bir mehleli (mahalleli)

Nasıl durak küsülü”[16]

Fistan veya ebriko’nun gelişmişinin koltuk altında haştik – heştik, üçgen parça bulunur, bazılarının kenarları da harç (oya) ile süslenir. Eteğin bele nazaran geniş durması istendiğinde bunun alt yanına üçgen yan eklenir. Pantolon ağına da çapık, peyik denilen parça ilâve edilir. Elbise kolunun da sarkan ağzı, salma – yeğn, “sana bulunursa burnu hızmalı, bana da bulunursa kolu salmalı” dedirtecek kadar aranılan bir (lüks) giyim tarzı oluyor.

Teyellerin sökülmesi, kumaşa delik delinmesi, kemik veya demirden ciğerdeldi ile olur. Üçleme (gönye)nin çizdiği çizgiden terzi, kumaşı ağzıdolu, cıcık, kaptır, kayçı, sındı, yani makasla keser. Cetvel bazen de geniş açılı bir parçanın (şivşit) kesilmesini emredebilir.

Vaktiyle kaftanın altına bir pamuklu yelek, hırka, mintan giyilirmiş ve bu, zıbun – zıbın – zubun adıyla anılırmış. Bunu, TS’den, geriye doğru takip edebiliriz:

“Fistan: 50, zibun: 10, maşat ve bıçak ve kuşak: 6” (Bursa Şer’iyye Sicilleri – XV ve XVI. yy.lara ait).

“Zir-i câme – Fa-: “Diz donu ve zibun” (Lügat-ı Nimetullah, 1561/969’da İstanbul’da ölen Nakşibendî Şeyhlerinden Sofyalı Nimetullah Efendi’nin 1540/947 yılında düzenlediği Farsçadan Türkçeye Sözlük)

“Nimten – Fa-: Zıbun ve kısacık kaftan” (Lügat-ı Nimetullah).

“Zıbın hurde: 5, diz çakşırı: 10, bürüncek: 30…” (Bursa Şer’iyye Sicilleri, XVI. yy.)

“Bir kırmızı bez zıbun ve bir siyah aba ferace: 30…” (Kayseri Şer’iyye Sicilleri, XVI. yy.)

Bu zıbun, “entari” manasında da kullanılmış:

“Kutnu zubun giyme dedim, giydin mi

İl sözüne uyma dedim uydun mu” (Karacaoğlan XVII. yy.)

Halk dilinde en çok anlamdaşı olan sözcüklerden biri de “elbise”dir. Bunlar arasında eski, yamalı giysi karşılıklarına da hayli yer verilmiş: Cumbul, çok eski elbise (İç); hırçık, eski, lime lime, yamalı (Mn, Gr, Dy, Ur, Ky, Gm, El, Ml, Sv); kavadi, giyilemeyecek kadar eskimiş elbise (Rz); küpül, eski pantolon, eskimiş, paramparça olmuş giysi (İç).

“Çok eskimiş elbise”yi ifade eden kavadi sözcüğü, fonetiği itibariyle tarihin bir yaprağını akla getiriyor: Sâsâni İran kralı I. Kavad, VI. yy.ın başlarında Erzurum, Diyarbakır, Urfa ve sair Güney – Doğu illerini Bizans’tan koparmış ve saliki olduğu Mazdak dinini buralarda yayıp kabul ettirmeye gayret göstermiş. Süryanî Mâr – Yeşua “memleketin (Urfa’nın) soyluları da, kadınlarının kötülük – fuhuş yapmasına müsaade ettiği için Kavad’dan nefret ediyorlardı” diye ondan yakınır.[17] Gerçekten komünistik bir felsefeye sahip Mazdak, mal mülk ve bu arada kadınların da eşit surette bölünmesini derpiş etmiş[18] ve uzun süre, yine aynı hakan tarafından idam ettirilene kadar onun geniş himayesine mazhar olmuş. Anadolu halkının, kadınların da paylaşılması doktrinini asla benimsemediği ve bu yüzden Kavad’a candan düşman olduğu bugün kolayca anlaşılmaktadır: Halen halk dilinde kavad,[19] kendi karısını satan kişiye verilen ad’dır (bu tür “boynuzlu” kişilerden muhabbet tellâlı gidi – kıbrag (erkek) – köstek (kadın);[20] aldatılmış mazlum koca da godoş[21] diye anılır. Kavadi, kavadlara mı yakıştırılmış, yoksa elbiselerin bölüştürülmesinde çoğunluğa partal mı isabet etmiş?…

Kırk pare

Bu vesile ile değişik parça kumaşlardan yapılan ve “Kırkpare”[22] adı verilen giysi ve sair kullanım eşyasından söz edeceğiz.

Kumaşa yama sanatı, geleneksel bir el sanatı olup artık kumaşlar birleştirilerek uygun bir kullanım alanı sağlanır

Bildiğimiz gibi “kırk” motifi, folklor ve etimolojimizde önemli bir yer tutar. Böylece de bu sayısal tılsım, nazar inancı ile dikilmiş parça kumaşlarda kırk pare sanatına yansımış. Sadece Ege bölgesinde, birkaç merkezde yapılan araştırmalarda kırk parenin değişik adlar ile bilindiği, fakat objelerin anlam ve işlev bakımından birbirinin aynı olduğu görülmüş.

Çeşitli söyleyiş biçimleriyle kırkpare:

İzmir ve çevresinde: Kırkpare yamalı bohça, kırıklı iş;

Denizli ve çevresinde: Beneki iş, çapıt iş, kırk benek, ek işi;

Bozdağ ve çevresinde: Ekli bohça, parçalı iş gibi adlarla tanınırken bu tekniğe çok benzer bir teknikle yapılan üçgen yastığa “Hanım dilendi, Bey beğendi” adı verilmiş. Balkanlar’da, Bosna’da bir ilçe merkezinin adı olan “Benaluka” işi de, kırk pare tekniğine uygun olarak küçük ve renkli kumaş parçalarının çiçek ya da geometrik biçimde kesilerek yan yana dikişle birleştirilmelerinden meydana geliyor.

Artık kumaş parçalarının ziyan edilmeyip birbirine eklenmesiyle yapılan objeler, bugün sanat ve estetiğin mirasını alan ellerde yeniden şekillenmiş. Birçok ülkenin geleneksel el sanatlarında özellikle yorgan yüzü, yatak örtüsü, duvar panosu, yer yaygısı olarak kullanım alanı bulan kırkpare, kültürümüzde bunlara ek olarak giyim – kuşamda, seccade, bohça, yastık yüzü, tütün ve para kesesi, mangal örtüsü, azık torbası, heybe olarak kullanılmakta.

Topkapı Sarayı Müzesi’nde, bir parçalı bohça örneği bulunmuş. Bu bohça, 15×15 cm boyutlarında kumaş parçalarından yapılmış. Bunda, en değerli ve çoğunluğu altın telli kemha parçalarından dokunmuş kumaşlara rastlanmış. Bohçanın boyutları 180×150 cm olup 120 parçadan meydana gelmiş.

Üzerinde namaz kılmak için yapılmış, dikdörtgen küçük halı, kilim ve bunlara benzetilen yaygılar, kimi zaman parça kumaşlardan meydana getiriliyordu. Ve yastıklar, yorganlar (“Benekli yorgan”)…

Etimolojide, yörelere göre nazar değmesine karşı alınacak önlemler kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze değin gelmiştir. Bu inançlardan biri 7 ya da 9 Mehmet’li evlerden alınacak parçalarla giysi dikilmesi oluyor. Bu, Balıkesir’den Kars’a, Giresun’dan Isparta’ya, Sivas’a kadar Anadolu’nun birçok yerinde bilinen yaygın bir gelenektir. Buna göre, çocuğu yaşamayan kadınlar, yeni bir bebeğe yüklüyken, doğacak çocuğun yaşaması için, saygı duyduğu, uğuruna inandığı yedi ya da dokuz Mehmet’li evlerden alacakları kumaşlarla zıbın, takke, bebe entarisi, kundağı, hattâ yorganı dikerler. Toplanan bez parçalarından dikilen bu eşyalar, çocuğa doğar doğmaz giydirilir veya kullanılır. Sabiha Tansuğ, bu tür giysilerin Anadolu’da hastalık şaşırtması için kullanıldığından söz etmekte, yaygın inancı şöyle açıklamaktadır:

“Nazara ve kem göze karşı bebe giyiminde kullanılan parça kumaşlar, kötü ruhlardan korunmak içindir. İnanca göre kötü ruhlar, çeşitli bez parçaları üzerinde kalır, içeriye işleyemez ve onları sayar birbirinden ayırmaya uğraşırken güneş doğar, ortalık ışıyınca da bu ruhlar kaçıp giderler…”[23]

Bu halk düşüncesi sisteminin dışında, işin bir de felsefî (tasavvufî) yanı var ki o da, Bektaşî – Kalenderî kökenli, “fakirlik” prensibidir:

“Hava-i aşka uyub kûy-u yâre dek (yârın köyüne) gideriz,

Nesim-i supha (sabah meltemine) refikiz (arkadaşız) bahara dek gideriz

Palaspare-i rindi (rindlerin eski püskü giysileri) beduş (sırtımızda),

kâse bekef (avucumuzda)

Zekâtı mey verilir bir diyare de gideriz” (Nailî)…

Bütün bunlar bizde bir tedai (çağrışım) uyandırdı: İtalya’nın geleneksel halk tiyatrosu “Commedia dell’ Arte”nin kökeni, muhtemelen çok eski bir halk güldürüsü olan ve M.Ö. birkaç yy. öncesinde İtalya’nın Campania bölgesinde Osche halkları arasında yapılan Atella’ya dayanmaktadır. Bu sonuncusunun tipleri ve sair ayrıntılarına girmiyoruz.

Commedia dell’ Arte”nin önemli kişilerinden bir tanesi, Arlecchino olup adını eski Fransızcada, Ortaçağ efsanelerindeki şeytana verilen Hellequin adından alıyor. Üçgen biçiminde çok renkli kumaş parçalarından oluşan bir giysisi, siyah bir maskesi ve lutte – batte denilen bir değneği vardır (Resim 179, bkz. s. xxx). Arlecchino, türlü şekillerde bir güldürü kahramanı olmanın yanı sıra bazı oyunlarda aptal, bazılarında da ince alaycı bir tip olur (BL).

Antik çağlarda cento centrvn, birbirine dikili yamalardan oluşmuş örtü, ya da giysi olup eskiler bunu, kölelerine giydirmekte, yatak – yorgan örtüsü olarak kumaşın birkaç katını üst üste dikmekle kullanıyorlarmış. Centuculus da cento’nun tasgiri (küçültmeli hali)dir. Bu sözcük galiba Arlecchino’nun giydiği alacalı bulacalı elbiseyi ifade ediyor; bunun Antikçağların karanlığına dayanmış olduğu şüphesizdir, şöyle ki Napoli Müzesi’nde bir toprak vazo üzerindeki temsilde Dionysos (Bacchus), bizim modern Arlecchino gibi giyinmiş olarak maskara rolde gösterilmiş (Rich).

Hallaç Mansur (244-309/857-922), Khuzistan’a döndüğünde sûfi hırkasını atıp daha serbestçe konuşup vaaz edebilmek amacıyla bir “sivil” elbiseyi, muhtemelen askerlerin giydikleri kabâ’yı sırtına geçiriyor. Mansur, üçüncü kez Hacc farizesini ifa etmek üzere Mekke’ye vardığımda sırtında renk renk yamak, omuzdan atılan kumaş parçası murakka’a ya bürünmüş ve bir Hindî futa’yı beline bağlamış haldeydi (L. Massigon-L. Gardet.- al-Halldj, in El)

* * *

Dönelim Anadolu’nun genel giysi tiplerine.

Halk dilinde başörtüsü karşılığında yüz elliye varan sözcük kaydedilmiş!: Ah (Ezc, Ml, Sv, Nğ) örtülür başa, dastar-dasdar-destar (Batı Anadolu)[24] örtülü başa, vala-vela-vele (Es, Çkr, Ar, Kr, Ezm, Ur, Ank)[25] örtülür başa… Döneceğiz bunlara.

Çarşıdan alınmış konfeksiyonlar dışında gömlekler genellikle yakasız olur. Bunların göğsü kapalı olanlarına deste işliği – işlik denir. Yine, ekin biçme ve sair işlerin görülmesi sırasında dirseğin üstüne kadar çıkan ve çoğu zaman buradan kordonlarla bağlanan deriden kollukları (kolçak) (Resim 180) hem kadınlar, hem erkekler takarlar.

Yörük kadınları önlük – göğüslük’ü sadece çalışma zamanlarında üstlerine geçirirler. Bayram veya herhangi bir törende bunlar bulunmayıp yerini, göğsü tutan ve önden ilikli bir küçük “korse” giyerler (Bu “korse”ciğe Girit giyiminde de rastlanması dikkate değer – bkz. Resim 1, 155, 156). Bunun üstünde de işlemeli kollu bir cepken bulunur. Aynı kadınlar içlerine, gömlek üstüne kolsuz kısa bir yelek (güdük) geçirirler.[26]

Etek, kadının namusunu ifade eder: “Eline eteğine doğru” olması, esas ahlâk kaidesidir. Ut (edep) yerini tıraş etmekte kullanılan usturaya da “etek usturası” adı verilir (Gaz).

Başı ve kısmen de olsa yüzü örtme âdetinin Anadolu’da İslâmiyet’ten çok öncesine dayandığı biliniyor: Akdeniz’in ünlü kentleri arasında Tarsa (Tarsus) ve Perge’de kadınların örtülü gezdiklerini tarihler kaydediyorlar.[27] Şamı[28], bürümcek (Gr), gogola (Tr), yağlık – yaylık (To), yemeni bu örtüler manzumesindendir.

Bunların arasında dolak, kadınların başlarını örttükten sonra iki ucunu çene altından dolandırıp yanak tarafında örtünün içine soktukları başörtü oluyor. Çene altından geçmeyen başörtü de çember – yazma adıyla anılır (Gaz.).

“Bilmem namahremsin, bilmem hatunsun

Poşu’yu yüzünden kaldır da yürü”

diyor Karacaoğlan. Kenan püsküllü bir ince örtü üzerine bürüm denilen halka şeklinde kalın ip başın sarık sarılan yerine oturur.[29] Çember ve yazma’ların kenarlarında işlenmiş veya aplikle şeklinde tatbik edilmiş oya (harç) bulunur (Kıyaslamak için bkz. Resim 70).

Özellikle Türkmen kadınları başlarına yün ya da keçeden koyu vişne renginde fes geçirip üzerine renkli yağlık veya oymalı ipek cevre – keçi – şeş sararlar.

“Su dereden iz gider

Bir şegge’li kız gider”

Bu şegge – şekke, altın veya gümüş kaplamalı, süslü, tas gibi bir başlıktır. Çingil, yine aynı şekilde bezekli taca benzer bir yürük kadın serpuşu oluyor.

Gaziantep – Maraş ve Afyon yörelerinde düğünlerde gelinin başına tozak, yani çeşitli renkte kuş tüylerinin sarıldığını görüyoruz. M.Ö. 1600 civarında Mısır’da tanrı Osiris, tannça Anka (Anonkis – Anuket), IV. Ramses’in sarayına mensup bir prenses, Filistinli muharipler, Mısırlıların “Batı Asyalı veya Mısır’ın Kuzey’inden” olarak tavsif ettikleri yabancıların başlarında tüy görülüyor. Keza, çok daha eskiye giderek, M.Ö. 3000’lerde yapılmış bir Sümer heykelinde başı tüylü ve bir Asyalı şefe ait olduğu sanılan bir kişi bulunuyor. Yine Minos dönemi sfenksleri de başlarında tüy taşıyor.[30] İran, Hint ve Orta Asya kültürlerinin birleştiği Ekber’in sarayında (XVI. yy.) yapılmış minyatürlerde de tüy ile süslü başlar mevcuttur.[31]

* * *

Çoraplar

Bide, yalbırdak – yaldırbak’lar, ayakkabıyı çorapsız giyenlerdir. Kimse bunlardan olmak istemez. Demirden, kemik veya sert ağaçtan başlı ve başsız çorap şişleri (cağ, cibe, cibi, covuk, çilte, çivi, gevçen, gez, kendiz, kırkıt) sadece kadının değil, bazı bölgelerde erkeklerin de elinden düşmez,[32] renksiz (beyaz) ve renkli, bunlar da kısa veya uzun, köy veya şehir çorabı örer, bu konuda ihtiyaç sahibini genellikle çarşıya göndermez.

Kısa renksizleri şehirliler kullanır ve bunlar çoğu kez lastikli (paç’lı) olur. Bunlardan köyde giyilenler ise lastiksiz olup buna karşılık püsküllü bağları haizdir. Uzun çoraplar daha çok erkeklerde görülür ve tozluk yerine geçer.

Bu giysi dahi hayli değişik adlarla anılır: Aynacıklı (yün), çülkü (pamuk), baypak, çolak, çorku, çölgü, çöpür, dizge, göre-kora[33] kıllıs, kurik, picik, puc, pücük, şınday, uyuk. Çorap ilmiği din, bunların dizisine kark[34] çorabın tabanına da tat denir (DS).

Her bölgenin ün salmış çorapları vardır, motif ve renkleri itibariyle. Bunlardan birkaçını zikredelim:

Ankara: Kadınsırrı, saat kordonu, şıpka boğazı, sıçan yolu (Beyaz, tiftik yünü)

Konya: Teley, bahçeli, toplu, yar, büğrek, yeşilkuşak, gelin yanağı, pıtrak, dörtgöz (renkli, yün)

Malatya: Maden, karakazan (renkli, yün)

Gaziantep: Böbekli, kuşlu (pamuk).

Isparta: Gülbahçesi (renkli, yün).

En güzel çorap örneklerine özellikle Sivas’ta rastlandığı ifade edilmektedir. Köylerde görülen motiflerin isimlerinden birkaçı küçüağa (bekârlar için), büyükağa (evliler için), muhabbet çengeli, yandım alamadım, yârimi eller aldı, kâkül, fes püskülü, ergen bıyığı, İncili küpe, ateş gemisi (şimendifer), eli mektuplu, elifbe, hünkâr kilidi, gönül kilidi, güllü, su böreği, ceviz kıynağı, aynalı, armutlu, çilek… olup bunların arasında gelin ve damat çoraplarına kılaptan, yani sırma katılarak eğirilmiş iplik katılır.

Sivas şehir çoraplarının ise en ünlüleri şöyle sıralanabilir: Fincan göbeği, cıvan kaşı, bıçak burnu, sarhoş yolu, balık sırtı, baklava dilimi, fıstıklı, şallı, bademli, âşık kirpiği, kâtip cimciği, kalın tütün, ince tütün, dallı, abanî… Bunlardan dallı gelinlere, abanî de güveylere mahsustur.

Çiçek, yaprak, badem, armut, çilek gibi meyveler; canlılardan en çok kuş ve ikinci derecede geyik, kaz, ördek şekilleriyle bunların boynuz, ayak, gaga gibi en karakteristik kısımları; günlük hayatta daima temas edilen eşyalar, ezcümle küpeler, gerdanlıklar, bilezikler vs.; arkeolojik buluntuların üzerindeki bezemeler; halı, kilim, şal gibi dokuma ve işlemelerin üzerinde bulunan şekiller ve nihayet hasret, bekleme, inkisar, aşk gözyaşı, sevinç gibi kavramların sembolleri (yandım alamadım, ergen bıyığı, yârimi eller aldı…) bu çorapların stilize edilmiş motiflerini teşkil eder. Örücü, kendisinde asla eksik olmayan hassasiyetini seferber edip bütün bu güzelliklerden esinlenir. Bu motiflerin tümünü çok eski geleneklerin tekrarından ibaret saymak hatalı olur. Saat kordonu, ateş gemisi, şipka boğazı gibilerinin yüz, yüz elli yıllık bir mazisi olmalıdır: Lokomotif, Şıpka’da gösterilen kahramanlık gibi yeni sayılacak “olay”lar, muhayyilelerin işlemesine yol açmış olmalıdır. Kaldı ki, her isimdeki motif dahi örücünün kişiliğine göre hayli farklı biçimde uygulanır. Burada “zanaatkâr” kendini tamamen hür olarak görür, o kadar ki çoğu kez kız veya kadınlar, ördükleri çoraptaki örge ve kompozisyonu gizli tutmak için örülmüş kısmını bir torba içinde muhafaza ederler. Teşhirdeki “sansasyon”, sanatçının ödülü olur. Aynı çorap üzerinde bir veya daha fazla örge bulunabilir. Terkip, renkli çoraplarda “kenar”, “orta”, “serpme” ve “köşe” olmak üzere değişir. Renksiz çoraplarda ise motif sadece örgü ile meydana gelir ve kompozisyon bakımından da “kenar” ve “serpme” olarak ayrılır. Kenarlar genel olarak “ajur” adı altında toplanır. “Serpme”ler ise bademli, abanî v.s. gibi isimler alır. Örgü deseni ile motifi ayırmak gerekir. Motif birkaç örgü deseninin birlikte uygulanması suretiyle meydana gelir ve bir yüzeyi kaplayarak kompozisyonu ortaya çıkarır.

“Kenar”lar, renkli çoraplarda yatık, dik veya verev olur. Yatıklar birden altı çeşide kadar koncun başından ayağın oynak yerine kadar sıralanır. Aralarından geçen ince çizgiler bunları birbirinden ayırır. Her bir “kenar”, kompozisyon rengi farklı seçilmek suretiyle canlandırılır. Beyaz çoraplarda “ajur” delikleri ve nadir olarak verev terkiplere rastlanır. “Orta” kompozisyonları çoğu kez iki ana motif ve bazen de buna küçük motiflerin eklenmesiyle meydana gelir ve koncun en çok görünen yerini işgal eder. Alt ve üstlerine de “kenar” işlenir. “Köşe” kompozisyonları ise topuk ve burunlara uygulanır. Buralar, çabuk eskimeye müsait olmaları itibariyle, genellikle çift kat örülür. Renksiz çoraplarda “köşe”lere rastlanmaz.[35]

Bu kadar çok ad ve değişik motife sahip olması Anadolu giyiminde kendisine tanınan mümtaz mevkiin bir nişanesidir. Gerçekten bu derecede özenti ancak açıkta olup daimi surette görülebilen bir giysi kısmına karşı duyulabilir. Öyle sanırız ki bu gelişme özellikle pantolon tipi giyime yönelmiş topluluklarda kendini göstermiş olmalıdır. Dolayısıyla çorap “endüstrisi”nin menşeini Orta Asya’ya bağlamak yerinde olacaktır. Dar konçlu pantolonun üzerine çekilmek suretiyle çizme-tozluk yerine geçebileceği de göz önünde tutulur. Bu anlayış son derece yaygındır. Böylece bacak derisinin hava ile doğru teması önlenmektedir.

Pazyrik kazılan faraziyemizi doğrular mahiyette olmak üzere İskitlere ait (M.Ö. yakl. IV. yy.) son derece müzeyyen bir çift beyaz çorabı ortaya çıkarmıştır. Bunların altı deri ile kaplı, bu deri dahi üst kısmı aratmayacak kadar bezenmiş olup işbu süsler, bağdaş kurulup oturulduğunda karşıda bulunan kişiler bunları iyice görebilirler. Ayrıca, çizmeden taşan “kenar’ları da, çeşitli renklere boyanmış kürk halkalardan oluşmuş.[36]

Buradan çorabın bir “ev içi çizmesi” olarak kabullenildiği anlamı çıkıyor. Gerçekten bugün ev kapısı girişinde ayakkabı çıktığına göre ya doğruca çorapla (halı üzerinde) gezilir, ya da üstüne terlik giyilir veya altına garçın, yani ince sahtiyan dikilmiş çorapla oturulur. Bu gibileri çedik adıyla anılıp bir kısmı da, altına deri geçirilmek amacıyla tabansız olarak örülür (kalçak).

* * *

Ayakkabı

“Uç uç böcekcik, anan sana telli pabuç alacak”

Ayakkabı, Anadolu insanının güncel yaşamında önemli bir yer almıştır, doğumdan ölüme dek. Çocuk doğmadan patikler örülür, ölen kişinin pabuçları kapının önüne bırakılır.

Pabuç birkaç tane günlük deyimde yer alıyor: “Pabucu dama atıldı”, “çarıklı erkânıharp”, “yarım pabuçlu”, “o, sağlam ayakkabı değil…”… Ayrıca bazı inançlarla ilgili uygulamalara da konu oluyor: çocuk pabucu ev kapılarına nazarlık olarak asılıyor. Evdeki misafirin çabuk gitmesi için ayakkabısının içine tuz konuyor… Bu gibi daha nice inanç, ayakkabı kültürünün izlerini taşıyor.

“Yemenimin uçları

Çıkamam yokuşları

Beni bu hale koyan

Ah o yârimin kaşları”…

Sabiha Tansuğ, 33 çeşit kundura adı sayıyor. Bütün bu ayakkabı kültürü içinde, daha önce uzunca irdelediğimiz (ve yine değineceğimiz) “çarık”, hâlâ yaşayan bir halk zanaatı halinde devam ediyor giyilmeye. Daha çok Orta ve Doğu Anadolu’da, gönden yapılıyor. Sivas’ın Hafik yöresinde kadını, erkeği, genci, yaşlısı, yaz aylarında hep çarık giyiyor. “Nişanlı kızlara, yeni gelinlere süslü, tokalı çarık yaraşır. Bu tür çarıklar gelinlere armağan edilir” diye anlatıyormuş Ramazan Fidan. Zara, Sivas, Şarkışla, Tokat, Amasya, Niksar, Kırşehir çarıkları çok ünlü imiş.

Eskiden Ödemiş’te düğüne davet, çizme gönderilerek yapılıyor. Buna “okuntu çıkarma” deniyormuş. “Düğüne hazırlanan erkek tarafı, altı ay kadar önceden ayakkabıcı esnafına 300 – 500 çift çizme sipariş ederdi. Düğüne on gün kala da çizmeler davetlilerin evlerine dağıtılırdı (davetiye olarak)” diye anlatılmış Tansuğ’ya. Böylece galiba düğüne yarım pabuçla gelinmesi önlenmiş oluyormuş.

1978 yılında Milâs’ın Çomakdağı bölgesinde düğün sahibi 200 çift ayakkabıyı “okuntu” olarak davetlilere dağıtmış. Ve kına gecesi, bütün genç kızların, kadınların ayaklarında “okuntu” ayakkabı varmış.

Bu “okuntular” nispeten ucuz türden ayakkabılar oluyor ama kına gecesinde kimsenin ayağında eski pabuca rastlanmıyor.

Eskiden Milâs’ın ayakkabıcıları ünlüymüş; el işi çizmeleri her yerde aranırmış. Bu çizmeler genellikle sarı deriden, kısa konçlu, konçların içi sırmalı kumaşla, ya da kara kalem dokumayla astarlı olurmuş. Konç yenlerine sırma kordon çekilirmiş.

“Benim anamın düğününde” diye anlatmış Bergama’nın Merkez Kapıkaya köyünden Fadime nene (1967), “kızlar için kısa sarı çizme, delikanlı davetliler için uzun siyah çizme (okuntu) gitmiş”. “Anamın gelinlik çizmelerinin ise mahmuzları gümüştenmiş” diye devam ediyor, Fadime nene, “o, yürürken çizmeleri subaylarınki gibi şrak şrak ses çıkarırmış; böylece anamın gelişi belli olurmuş”.

Tansuğ, Berlin’de ünlü Bergama Müzesi’ni gezerken (1986) bir taş kabartmada kadın figürlerine rastlıyor. Ayaklarında, Bergama’da hâlâ giyilen kısa konçlu gelin çizmeleri gibi çizme varmış…[37]

Ayağı saran “ayakkabı”ya Grekler upodh ma[38] (upo = alt, dev = bağlamak), yani “ayağın altına bağlanan” demişler. Günümüzde bu sözcük, “ayakkabı” ve “çizme” karşılığında kullanılmaktadır. Anadolu’da da “çizme”ye verilen adlar arasında bödüme, foduma, hodunu[39] gibileri var. Diğerleri çekme, edik (koncu orta boyda, kaba sahtiyandan yapılmış), kelik, saluk, tirki, yağubbe, zappik (yarım çizme)[40]; çizmenin alt kısmı ipsile, kılıbı ise kötene adını taşırlar.

“Edik’in burnundağı sivridir”… (Cami-ül Fûrs, XVI. yy.)

Ayakkabı – pabuç – kundura[41] karşılığında halk dilinde kullanılan aşağıdaki sözcükleri yine Derleme Dergisi, Tarama Sözlüğü gibi TDK’nun paha biçilmez eserlerine borçluyuz; Çocuklar başmak – paşmak, kedik, kötene, parpul, patik[42] giyerler. Günümüzde çocuk pabucu anlamında kullanılan başmak – paşmak, XVI. yy.dan öncesine dayanan bir geçmişten beri ayakkabı karşılığındadır.

Karda kaymaması için altı iple örülen giyile (Sn) ve hetik (Mr) zikredilir. Salbur’un tarifi ise “ağaç çubuklarından ve sazdan, kıldan ve ipten örülen Türkmen ayakkabısı” şeklindedir (Lûgat-i Nimetullah, XVI. yy.). Bursa’nın, hamamda giymek için üstü keten veya havludan, tabanı ip ve yine aynı taban üstüne sazdan renkli (kadın) ayakkabıları hâlâ meşhurdur. Eski Mısırlıların saz ve palmiye elyafından yüksek tabaka için pabuç imal ettikleri mukayyettir.[43] XV. yy.da Sıhahü’l – Acemî fi’il – Lûga, Farsça sür’ü, “iple kıldan olan basmak” olarak anlatıyor.

Altı tahta pabuç basık, ökçesiz köylü ayakkabısı (veya mest) da çizlik diye anılır. Romalı yazarlar bunun gibi ökçesiz ve bağsız, ayağı tamamen kaplayan soccus’u tarif ediyorlar (Rich). Bu mestin Grekler arasında çok yaygın olup hem kadın, hem de erkekler tarafından giyilmesine karşılık Roma’da bunu kullanılması sadece kadınlarla sahnedeki komedi artistlerine inhisar ettirilmiş ve bunun başka yerde giyilmesi saygısızlık addedilip kovuşturmayı istilzam edermiş.

Eski ayakkabı, çizme, mest, çarık için de lügatçe hayli zengin: çarpana, kelek, kelik, kistik, foltan (çarık), ihzır…

“Altı annabi, yüzü gül şeftali”dir köylü kızının: Ayağındaki yemeni sahtiyanının rengi annabi, yani mor – kırmızı (vişne çürüğü)dür. “Al giyen aldanmaz” düsturu başörtüden ayağa kadar her parçayı kapsıyor. Giresun yöresinde çarık ahkulanır, yani kızılağaç kabuğu ile boyanır. San pabuç filar – filer, renkli yemeni de yayık adıyla bilinir.

Bunların dışında pabuç – ayakkabılara verilen sair adlardan bazıları şunlardır: celük çetik, curuk, davlunbaz, galifle, galivde, halık, halpaç, hırık, kalik, kavelle[44], kalevle (yazlık), kaliç[45], karık, kaskal, karşak, katır[46] keriş, kırkallık, kısat, kolik, pamuk[47], siptik, tomak (kısa konçlu), toroglu. Yemenilerin adları ise babba, babı, cistik[48] çapula, gakşak (mest), hafili, kesük, kıcayak, oltan, şınana, yanevre (tulumbacı yemenisi), zergerden (yine tulumbacılar için yirmi yedi numara yemeni).

Terliklere has adlar ya şekil (basık) veya özellikle, arkasız olmak itibariyle yürürken çıkardıkları sesleri ifade ederler: şıpıtık, şibbidi, şipildek, şipşipi ve bunlara çok yakın birkaçı daha. Bunun dışında bayağılık ifadesi olarak da şıllık sözcüğü terliğe izafe edilmiştir.

Çarık (çabır, hasıl, hırtı – ince deriden) imaline dair Erzurum yöresinden (Güzelova) örnek verelim.[49] Burada üç kalite çarık imal edilmekte, ilki haşıl çarığı olup bunun için deri (davlun, kepi, soğ)[50] suya konur, tüyler gevşeyince tahta üstünde kazıyacak’la kazınır; sonra zoğlanır, yani çarık boyunda kesilir. Beraber dövülmüş tuz ve şap karışımına yatırılır ve üzerine iki üç kaşık da kaymak dökülür.[51] Suya konulmadan tüyü alınan ve kaymakla muamele edilmeden yukardaki gibi hazırlanana da Kara hasıl çarığı denir. Ham deriden olana ham çarık adı verilir ve sert olduğundan akşamlan suya konur. Çarıklar daima bağlarla (sellebaş, ulak) bacağın üst kısmına, çorabın üstüne bağlanır, içine bir bez konur (puştan). Bazen de tabanına keçe (olduruk) vurulur.

Kısa ayak giysilerinin içinde en makbulü derisi yumuşak olup arkası kolaylıkla bastırılabilendir. Zira normal ayakkabıların bile çoğu böylece “terlik” şekline sokularak kullanılır.

Bu arada çeşitli ayak giysileri için halk dilinde bulunan sözcüklerin çoğunun müşterek olduğunu belirtelim. Meselâ giyile ve hetik adları kundura, yemeni, çarık, çizme ve terlikte aynıdır. Bu durum özellikle birbirlerinin cins sınırında bulunan tiplerde belirgindir: Kısa konçlu çizme ile yüksek kenarlı pabuç aynı adı taşır. Son elli yıl içinde lastikten yapılan pabuç – çarık – kaloş’lar da hayli yayılmıştır. Bunlar çoğu kez eski otomobil lastiklerinden kesilerek yapılıyor.[52]

Anadolu terlik, mest, çarık, çizme vs.lerinin belirgin bir veçhesi, burunlarının yukarı kalkık oluşudur. Bunun Hititlerde de hep böyle olduğunu görmüştük. Bu Mısırlıların ve Etrüsklerin abidelerindeki kabartmalarda sıkça rastlanıyor. Romalıların calceus repandus’u (Resim 181) (harfi harfine “kıvrık ayakkabı”) buraya, sair giyim türleriyle birlikte, Etrüskler taşımışlar. Bu sonuncuların Anadolu’da Lydialılarla nispeti ve Batı Anadolu’dan İtalya’ya hicret etmiş oldukları tarihhen ispatlanmıştır.[53]

Burun kalkıklığı, özellikle dağlık arazide yayaların ayak parmaklarının çarpmalardan korunması kaygısı ile izah edilir. Darbeyi o burun “amorti” etmektedir.

Kalıp, Romalılarda genel olarak forma, özellikle ayakkabı kalıbı ise bir meslek sözcüğü olarak tentipellium, yani kelimesi kelimesine “deriyi geren” ile ifade edilmiş. Grekler de bu tentipellium karşılığında calopnd’u kullanmışlar. Güncel Grekçede kunduracı kalıbı caloupi – calapodi’dir. “Kalıp” bunlardan türemiş olması melhuzdur.

Ayakkabıcı – yemenici esnafının bazı standart kalıplara verdiği adlar da şunlar oluyor: Koka örûzgâr (32 No.lu kalıp), segerden (kadın ayakkabılarında büyük kalıp), seğirden (28 No.), uluorta (örûzgâr – özgerli’nin bir No. küçüğü), yaşar (iki ilâ on iki yaşlarına göre kalıp), zeğerden (orta boy kalıp), kötene (çizme kalıbı).

Yemenici deriyi ersün ile kütük (tezgâh) üzerinde keser. Onu kalıba kaval ile çeker, gön ile yemeni yüzünü oltan – ortan (dikiş) ile birleştirir. Çalışırken ratan bezi (küçük yastık) üzerine oturur, bitmiş yemeniyi puçik (yemeninin arka kulağı)ndan tutup asar.

Harama – harma, kunduracıların dikişi gizlemek için taban astarına veya taban köselesine açtıkları yarık oluyor. Haramaki de, bu yarığı açmakta kullanılan âlet olup sözcüklerin Rumcadan geldiği belli oluyor (ML).

Ve nihayet, hamam veya genellikle ıslak yerlerde görülen günlük işlerde ayağa geçirilen tahta takunya (Resim 123), tacouni – tacoz’u[54] zikrederek ayak giysileri bahsini kapatıyoruz.

* * *

Ayağı çorap, çorabı da ayakkabı örtüyor. Daha önce çoraplar üzerinde durmuştuk. Ama yine de söyleyeceklerimiz var.

Eskiden, evlenecek kızın çeyizinde 30 – 40 çift el örgüsü yün çorap bulunurdu; düğünde bunlar asılan çeyizde görülür. Kızlar arasında yıllarca süren yarışma ile çoraplar, halkın zevkini, renk anlayışını ve motif zenginliğini sergilerler.

Örme yün çoraplar akçoraplar, karaçoraplar, kınalı çoraplar ve nakışlı çoraplar olarak gruplandırılıyorlar. Ayrıca, kışı ağır geçen Doğu Anadolu’da, ayağı çok sıcak tutan tüylü, tiftik çoraplar da vardır (Resim 126). Bunların içinde nakışlı çoraplar ayrı bir özellik gösterir. Kilimlerde olduğu gibi bu çoraplarda da zengin bir motif çeşitliliği görülür ve bu motiflerin her biri özel ada sahiptir. Giyim ihtiyacını karşılayan çorap, nakışlarının sevinci, umudu, özlem ve üzüntüyü anlatan ayrı bir dile de sahiptir. Genç kız ve kadınlar, ördükleri çorapların nakışlarında, kendi düşünce ve duygularını yansıtırlar. Giyen kişiler de, kendi psikolojik halleri ile ilgili nakışlı çorapları giymeyi yeğlerler. Çoraplar, giyenin bağlı olduğu toplumu ve köyünü, ayrıca kişinin medenî halini de belirtir. Bu çok sayıda motifin her birinin bir anlamı, bir mesajı, ilginç olduğu kadar eğlenceli birer öyküsü de vardır.[55]

* * *

Ve nihayet, son bir iki giyim gelenek ve tekniği ile konuyu kapatıyoruz.

Türkmenlerde giyim gelenekleri

“Türkmenlerde giyim ve baş süslemeleri gelenek ve inançlara göre tertiplenir. Örneğin Türkmen gelininin tüm giyim parçaları birer anlam taşır” dedikten sonra Sabiha Tansuğ, giysiler, takılar, başlıklar, süslemelerin, burada tekrarlamadığımız ayrıntılarını veriyor ve ekliyor: “… birçok eski giyim parçalarını artık ele geçirmem imkânsızdır. Çünkü çok eski parçalar kaybolup gitmiştir. Ölen Türkmen kadınları, inançlarına göre ve ne yaşta olurlarsa olsunlar, tıpkı bir gelin gibi özenle giydirilerek gömülürler”.

“Türkmenlerde giyim ve süsleme malzemeleri, geleneksel inançlara dayanmaktadır. Ve doğumdan ölünceye kadar aynı malzeme, gündelik yaşantının bir parçası sayılmaktadır.”

“Birçok neneden ‘keten kulağı’ın (özel şekilde kesilmiş baş örtüsü), ‘deyre’sini (üçetek’in özel süslenmiş bir tipi), ‘alın çekileri’ni, gelin ‘göğnek’lerini (sarı ve beyaz el dokuması bezden, gömleğin belinden etek ucuna kadar gelen parça), ‘könçek’lerini (ayağa giyilen bir tür şalvar) yalvararak almışımdır. Bu neneleri tarih için çalıştığıma ikna etmişimdir; bütün bu eşyayı bir müzeye yerleştireceğime, gelecek kuşaklara bırakacağıma söz vermişimdir. Ve sonraki yıllarda öğrenmişimdir ki, bu nenelerden ölenler olmuştur. Ve ‘keten kulak’sız, ‘deyre’siz gömülmüşlerdir, bu parçaları bana verdikleri için.”

Her bir giyim, süs… parçasının ciddî sembolik mana taşımasının ötesinde inançlarla da yakın ilişkisi olanlar da vardır. Örneğin gelinin başına dikey olarak takılan tavus kuşu tüyleri, madenden yapılmış ve tomaka adı verilmiş, gelinin yanak çevresini sıkıca çevreleyip kancaları yardımıyla allı yağlık’a kancalanan süs parçasının, gelini yıldırım çarpmasından koruyacağına inanılır.[56]

Mezkûr tavus kuşu tüyleri, numinos giyim parçası olmuyor mu?…

Burdur yöresinde damat giyimi

Hep gördüğümüz gibi, Türk giyim – kuşamı, model, kalıp, birleştirme, astarlama tekniklerinin yanı sıra süsleme ve işleme teknikleriyle de çok geniş bir alan kapsar. Engin bir tarihî geçmişi ve bölgesel çeşitlemeleri bulunan Türk giyiminin resmî ve sivil, günlük ve özel günler için hazırlanmış pek çok parçadan oluşan çeşitlemeleri vardır. Özellikle erkek iç giyimi olarak sınıflandırılan mahallî damat giyiminde göynek (gömlek) (Resim 184) ve don (doğruca iç donu) (Resim 183) gibi türler üzerinde önemle durulması gerekir. Bunlar artık günümüzde yapılmayıp Antalya ve Burdur müzelerinde görülebiliyor.

Burdur il merkezine 40 km kadar mesafede bulunan Arvallı (şimdilik Bağsaray) evlerinin yapısından ve ayrıntılarından anlaşıldığı gibi oldukça eski bir yerleşim yeri olup burada derlenen bir düğün âdeti, giyim tekniği bakımından ilginç olmaktadır: Kız evinden erkek evine Perşembe günü bir bohça içinde ya yanış’larla (nakış – işleme) ya da oyalarla süslü bir göynek, ya da bir simli zıbının yanı sıra yanışlarla süslü bir don, dona geçecek uçkurun ucuna takılacak bir çift uçkur ucu, çevre ve peşkir gönderilirmiş. Damat bunları giyer kuşanır, sonra köy meydanında damat tıraşı olup “mezara çıkar”mış (mezar ziyareti yaparmış). Enleri 20-25 cm olan pamuklu tezgâh dokuması üzerine doğal boya ile boyanmış, kalın pamuklu ya da ince eğirilmiş yünle sökme (ajur) (Resim 185), ince süsme, arpa süsme (izahı aşağıda) vb. iğnelerle pazar yolu, sarı yol vb. yanışlar yapılıyormuş. Yün iplik uçkur ve peşkirler, ipek iplik ise pullu oyalarla süslemeler yapılırmış. Gerek göynek, gerekse donların çebiş olarak adlandırılan parçaları yanışlarla süslenirmiş; böylece yanışlı çebiş’lerin yenilenen don veya gömleğe yeniden dikilerek kullanılması sağlanırmış. Bazı peşkirlerin uçları yünden yapılmış saçaklarla zenginleştirilmiş. Donların yan kısımlarındaki paçalar (çebiş) bazen kalça hizasından paçaya, bazen de diz hizasından paçaya kadar işlemelerle süslenirmiş. Üç telle yapılan sökme dışında (değişik sayıda iplik gruplarının yatay, dikey ve diyagonal dizilmesiyle birbirinden farklı yönlerde kümelenen ve birbirini izleyen işleme türü – suma), en çok kullanılan iğnelermiş.

Antalya Müzesi’nde bulunan bir göynek, sarı ve ceviz renkli, ince kollu, pamuklu dokumadan yapılmış. Önü göğse kadar açık, sıfır yakalı ve kare kesimli takma kollu göğneğin ön ve arka bedeni dikdörtgen biçimindedir. İki yanına eklenen üçgen biçiminde parçalarla kalçaya doğru genişleyen ön ve arka bedenin omuzları dikişsizdir ve burada omuz, kumaş katlanarak oluşturulmuş. Kol da aynı durumdadır. O da kumaş katlanarak meydana getirilmiş. Dikiş kol altındadır. Gerek ön ve arka beden gerekse kollar, dokumanın genişliğindedir.

Yine Antalya Müzesi’nde bulunan damat donu, göynekle takım oluşturuyor. Bunun ön ve arka parçalarından ayak bileğine kadar uzanan ve paçalarla sıfırlanarak birleşen, katlanarak hazırlanmış, yarım oval biçiminde bir ağı var. Tek katlı kesilmiş ön ve arka parçası, iki yanda bir parça ile birleşiyor. Yörede çebiş olarak adlandırılan bu parçalar bel hizasından başlayıp paçalara kadar iniyor.[57]

[1]             Kepenek olmalı

[2]             Helmuth von Moltke. – Türkiye’deki durum ve olaylar üzerine mektuplar, terc. H. Örs, Ank 1960, s.240-241

[3]             “Hont etmek”, Gaz ağzı ile ayıp bir iş görme manasınadır (Fransızca “utanç”). Buradaki honta, “setr-i avret” karşılığı olabilir mi?…

[4]             Bu, şalvarın belden aşağı kaymasını önlemek üzere mi konmuş?

[5]             G. Montandon . – L’ologénése culturelle . Traité d’ethnologic cyclo – culturelle et d’ergoloie systématique, Paris 1934, s.317.

[6]             Farsça “yarım-cık”.

[7]             Ravendî. – op. cit., I, s. 167.

[8]             Hâmit Koşay – Sabahattin Kılıç . – Güzelova (Erzurum) etnografya ve folkloruna dair notlar, in TED VI, 1963.

[9]             Nermin Erdentuğ . – Hal köyünün etnolojik tetkiki, Ank 1956, s.25.

[10]           Nermin Erdentuğ .- Sün köyünün etnolojik tetkiki, Ank 1959, s.18.

[11]           La Reine de Saba, selon le texte et la traduction du Dr. J. C. Mandrus, Paris 1926, s. 127. Metnin doğuşu Süleyman devrine (saltanatı M.Ö. 973-933) bağlanabilirse de tarih kayıtlarına göre ve Yemen’deki Saba devletinin en çok M.Ö. VIII. yy.a dayandığı göz önüne alınınca Belkıs’ın Saba’lı olamayacağı, onun muhtemelen Asur yazıtlarında adları geçen ve Kuzey Arabistan’da yaşadıkları sanılan Arrubu kraliçelerinden biri olduğu anlaşılıyor (Neşet Çağatay. – İslâm’dan önce Arap tarihi ve Cahiliye çağı, Ank. 1963, s.13.)

[12]           gala = süt

[13]           İspanyolca fustan ve İtalyanca fustagno, pamuklu kumaş karşılığındadır.

[14]           Ahmet Caferoğlu. – Güney – Doğu illerimizden toplamalar, Malatya yöresi. İst.1945, s.23.

[15]           Bu sözcüğün kökeni araştırmaya değer. Ahmet Caferoğlu. – op. cit. Malatya yöresi s.105.

[16]           ibd. Elâzığ yöresi, s. 105.

[17]           Mâr Yeşua. – Vakayi’nâme, İst 1958, s.12.

[18]           Coll. – La civilisation iranienne, Payot, Paris 1952, s. 167 ve Geo Widengren. – Les religions de l’Iran, Paris 1968, s.342.

[19]          Şevket Beysanoğlu.- Diyarbakır ağzı, Diyarbakır Halkevi Yay. 1966.

[20]           Son ikisi Dy ağzı

[21]           Ermenice “boynuz”

[22]           “Pare”, Farsça “parça”.

[23]           Füsun Özpulat -Geleneksel kültürümüzde kırkpare, in TEKSTİL VE MÜHENDİS 45-46, Eylül – Aralık.

[24]           Farsça sarık, mendil, havlu, önlük.

[25]           Latince velum, yelken, örtü, perde; İngilizce veil, Fransızca voile, aynı anlamlara gelir.

[26]           R. Yalgın . – Toilettes et coiffures féminines des Yuruks Turkmènes, in Livre des Communications, Ank 1939, s.247-252.

[27]           Xavier de Planhol. – op. cit., s.76.

[28]           Şam ile ilgili olabilir mi?

[29]           Poşu – puşu ve bürüm’e Araplar sırasıyla kefiye ve agel derler. Buna karşılık kefiyye, Malatya civarında “genişçe boyun atkısı ve bele bağlanan kuşak” karşılığında kullanılır. Aynı sözcük, yöreye göre, mana değiştirmiş…

[30]           Mary Houston .-op . cit.

[31]           J. Marek et H. Knizkova . – L’empire de Gengis – Khan dans la miniature mongole, Artia (Çekoslovakya) 1963.

[32]           Kenan Özbel.- El sanatları I, Anadolu çorapları. Halkevi Yay., Ank 1945, s.6.

[33]           “Gor”, Ermenice “dikiş” karşılığındadır.

[34]           “Gark”, Ermenice aynı anlamdadır.

[35]           Kenan Özbel. – op. cit.

[36]           Tamara Talbot Rice . – The Scythians, s.64-65

[37]           Sabiha Tansuğ . – Anadolu’da ayakkabı kültürü, in TÜRKİYEMİZ 58, Haziran 1989.

[38]           “Üpodema”

[39]           Bunların “üpodema” ile fonetik yakınlıkları aşikârdır.

[40]           Ermenice zapik, “avuç içi” demektir. Yani zappik, “avuca sığar” anlamında olabilir mi?..

[41]           Grekçe cauntonra (okunuşu az çok “kundura” ile aynı).

[42]           Grekçe patv, yürümek, basmak, “Farisî palik de sandal anlamınadır. Bu arada yine Farsça sendel’in (sandal) ayakkabı (başmak) manasına geldiğini belirtelim.

[43]           EB, mad. “Dress”.

[44]           Galas – kaloş’tan galat olabilir.

[45]           Lâtince cavea, “boşluk, kafes”, caveo fiili de “korunmak” anlamınadır.

[46]           “Taşımak” kavramını akla getiriyor.

[47]           İnce sahtiyandan veya mağ, yani sahtiyanın iç yüzünden imal edilen olmak.

[48]           Ermenice “küçük”.

[49]           Hâmit Koşay – Sabahattin Kılıç . – Güzelova (Erzurum) etnografyası ve folkloruna dair notlar, in TED VI, 1963.

[50]           Bu üç terim Güzelova’ya özgü değildir.

[51]           Aşağıda verdiğimiz bazı ayrıntılar Güzelova’ya ait değildir.

[52]           Fransızca “galoche”, lastik ayakkabıdır… Sözcük belki Rusya üzerinden geçerek gelmiştir.

[53]           Bunun ayrıntıları için bkz. Kültür Kökenleri kitabımız C.I, s.81-82.

[54]           “Takunya”nın “takoz”dan geldiği ileri sürülüyor (DELT).

[55]           Neriman Görgünay Kırzıoğlu. – Türk köylü çoraplarında nakışların dili, in Kültür ve Sanat XIV, Haziran 1992.

[56]           Sabiha Tansuğ. – Türkmenlerde giyim gelenekleri, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, C.V, Ank. 1977.

[57]           H. Özgün Barışta. – Burdur Çeltikçi Arvallı’dan damat giyimi, in ERDEM IX/26, Eylül 1996.