Hep aynı sibak (bağlam) içinde Almanya’nın dünden bugüne Türkiye ile ilişkilerini irdelemeye devam ediyoruz.
XVIII. yy’da Osmanlı İmparatorluğu hegemonyasını artık kaybedip savunma durumuna geçmiş, saldırgan politika Avusturya ile Rusya’nın işi olmuştu. Büyük Frederik 1749’dan itibaren III. Mustafa’nın imparatorluğunda muhtemel bir ortak görüp yaverlerinden Karl Adolf von Rexin’i, Bâbıâli nezdinde resmî kraliyet diplomatik temsilci olarak gönderiyor (1761-1765). Von Rexin, Prusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında “Dostluk – denizcilik ve ticaret” antlaşmasının imzalanmasından (2 Nisan 1761) sorumlu oluyor; böylece de arzu edilen Bâbıâli ile savunma ve saldırı paktı başarıya ulaşmıştı. Bundan böyle her zaman yenilenen “Alman – Türk dostluğu” şekillenmiş oluyordu.
Bu babda özellikle 1784’ten 1791’e kadar Bâbıâli nezdinde akredite olmuş sefir Heinrich Friedrich von Diez görev alıyor. Diez, Osmanlı İmparatorluğu ile bir savunma ve saldırı ittifakını müzakere ediyor. 1789’da, ilk kez olarak bir Alman subayı, Prusyalı Albay von Goetze, eğitici olarak Türkiye’de Alman askerî müşavirlik geleneğini başlatmış oluyor. XIX. yy’ın son on yılında Alman – Türk ticarî temasları güçlenmekle kalmayıp aynı zamanda, her şeyin ötesinde Bağdat Demiryolu’nun inşası ile Almanların Osmanlı İmparatorluğu’nda teknik ve siyasî nüfuzunu da başlatmıştı.
Deutsche Bank’ın idaresi altında Anadolu Demiryolu Şirketi’ne daha sonra Bağdat Demiryolları Şirketi temelinde çeşitli Alman girişimleri ve bankaları, iştirakler kuracaklardı. 1915 ile 1917 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda yüksek mevkilerde bulunacak olan Karl Helfferich, 1905’e kadar Anadolu Demiryolları’nın ve 1908’e kadar Deutsche Bank’ın direktörü olmuştu. Alman iktisat uzmanları, bu arada, Alman – Osmanlı siyasî ilişkilerine damgalarını vuruyorlardı.
Bağdat hattının inşasına ek olarak, Alman firmalarının faydalandıkları başka girişimler, ezcümle Konya ovasının sulanması, köprü, tünel ve banka binası inşaatı da vâki olmuştu. Bağdat hattı inşaatının bilinen en kararlı sözcüsü Paul Röhrbach, Küçük Asya arasında bir demiryolunun stratejik önemini şöyle belirtiyordu : “Almanya için bir İngiliz saldırısını önlemenin yolu, tek olanak olarak Türkiye’nin güçlendirilmesidir”. Mısır’ın fethi, İngiltere’yi derinden etkiler. Bağdat demiryolu ile vaktiyle Fransa ve İngiltere’nin iktisadî teşebbüsleri ve kolonizasyon çabaları, işe geç girmiş olan Alman İmparatorluğu’na geçmişti; keza Güney-Doğu Arabistan, İran körfezi ve Hint Okyanusu’nu emniyet altına alan stratejik amaç da değerini kaybetmişti. Bu strateji, rakip ülkenin (hepsinden önce İngiltere’nin), savaş ilânı olarak anlaşılmalıydı. Bu stratejik düşüncenin geniş bir alana yayılmasına vakit kalmamıştı, şöyle ki I. Dünya Harbi şimdiden Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu için kaybedilmişti; bununla birlikte Osmanlıların “Arap İlleri” de elden gitmişti(202)– .
Von Lüttichau, büyük misyoner heyecanı ve siyasî ihtirası olan bir dış ülke rahibi idi. O, Türkiye’deki Alman uyruklu kişileri ilk etkileyen olmakla kalmayıp Alman iktisadî ve siyasî çevreleriyle belirgin bağlantısı vardı. Özel arzusu, kendi ifadesine göre, “Doğu’nun iç yenilenmesi ve müreffeh bir gelişmesi”nin yükseltilmesine çalışmak olmuştu. Bundan anladığı, orada yaşayan Almanların Hıristiyan inançlarının muhafaza ve pekiştirilmesi ve bunları Osmanlı İmparatorluğu’nun muayyen kısmının kolonizasyonu hususunda işlevli kılmak, misyonerlik edip Müslüman şirketlerinde Hıristiyanlığı yaymaktı.
Alman kültür şovenizminin temel stratejisinin, bir dış ülke rahibinin söz ve hareketlerinde aranacağı göz önünde tutulacaktır. “Maliye, hukuk, vergi ve gümrük işleri, İmparatorluk postaları ve sair hizmet dallarında görevli Alman sivil memurlarının, işlerini ilgisizlikle yaptıkları” inanılır şey değildir. 1881 yılında “Düyûn-u umumiye”nin teessüsü, Tütün Rejisi yoluyla tütün inhisarının istismarı, bir Avusturya – Macaristan Şirketi tarafından Doğu demiryollarının işletilmesi ve Alman şirketlerinin Küçük Asya demiryollarını inşa etmesi babında von Lüttenhau uyarıyor : “Bu, yakın bir gelecekte Türkiye’nin tutsaklaştırılması, bir ilkel toplumun istismarının saiki değil, aksine, hepsinden iyi olarak ısrar edip çalıştığımız, Türkiye’nin içten ve dıştan güçlenmesidir”(203)– .
Allah razı olsun. Devam edelim.
Bu kanıtlama öncelikle Türkiye’nin yarı kolonial bağlantısını ima ediyor ve kültürel küstahlığı sözcükler arasından çıkarmayı başkalarına bırakıyor. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun işbirliği olmadan, öbür büyük güçlerle ilişkilerini kestiğini ve Osmanlı toprağındaki yatırımlarının her şeyden önce Alman ekonomisinin çıkarına olduğu hususunu meskût geçiyor.
Kendi kendine ayakta duracak bir Türkiye’nin geliştirilmesi, Alman çıkarlarına uygun değildir. Bu babda strateji ise basitti: Alman kimliğinin özel azınlık grubu olarak güçlendirilmesi ve çoğunluğun hedef alınmış iktisadî, siyasî ve sosyal projelerle etki altına alınması; bunlar, az çok misyonerliği kapsıyordu(204)– .
Çeşitli kaynaklar, ezcümle günlük gazetelerdeki makaleler, arşiv malzemeleri, zamanın tanıkları, nasyonal-sosyalist düşüncenin burada da ne denli çabuk kabullenilmiş ve günlük hayatla bütünleştirilmiş olduğunu gösteriyor. Nazi uygulamalarının artan hâkimiyetinde çeşitli müessese ve kişilerin şüphesiz belirgin payları vardı(205)– .
– (202) Anne Dietrich . – Deutschsein in Istanbul, Opladen 1998, S. 65 – 68 .
– (203) 40’lı yıllarda Beşiktaş’taki büyük binasında Avusturya – Macar Tütün Şirketi “Austro – Hongrois” faaliyette idi.
– (204) Anne Dietrich . – op. cit . , S. 132 – 134 .
– (205) ibd . , S. 175 .