Almanya Ve Kürtler – Pkk

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Almanya Ve Kürtler – Pkk

Almanya Ve Kürtler – Pkk

Nazi dönemi ‘ırk’ teorisyenleri, ‘günümüz Indo – Cermenlerinin Kuzeylilik özellikleri’ne sahip olup olmadıklarında kuşkuluydular. Oysa çağdaş Alman yayıncılığı için Kürtlerin ‘Aryen’likleri, tartışmasız bir gerçek. ‘Kürt Yezidîlerin Doğu Anadolu’da maruz kaldıkları zulümler’i konu alan makalesinde genç kuşak Alman gazetecilerden Urike Meyer, bir mülteci ailenin oğlunu şöyle tanıtıyor: “Medenî, öylesine sarışın ki, sokakta pekâlâ bir Alman olarak gösterilebilir” (Zeit – Magazin, Nr. 46, 10.11.1989).

 

Almanya’da Kürtler hakkında çıkan her yayının özellikle vurguladığı bir başka husus, ‘Kürtlerin Türklerden tamamen farklı, fakat Farslarla akraba bir halk’ olduklarıdır: “Kürtler Farslar gibi Indo – Cermen bir halktır. Onlar bir Aryen dili konuşmaktadırlar. Dolayısıyla Kürtler, dil açısından dahi, ne Araplarla, ne de Türlerle en ufak bir paydaya sahiptirler”. Bu ırkçı saptamada kullanılan ‘dahi’ sözcüğü, okuyucuya Kürtlerin Türklerden sadece ‘dil’ açısından farklı olmadıkları mesajını vermektedir.

 

Kürtlerin ‘Aryen’, dolayısıyla Almanların dostluk ve himayesine lâyık bir halk olduklarını kanıtlamak için son zamanlarda Hitler’den dahi medet umulmaktadır. Söylentiye göre Hitler, Atatürk’ün Kürt asıllı olduğunu (!) dile getirmiştir… (S.22-23).

 

Birinci Körfez Savaşı’nın bitimi ve ‘İslâm Devrimi’ sonrası İran devletinin Almanya ile yakınlaşmasının ardından, Türkiye Alman yayıncılığının baş hedefi haline geldi. Almanya – İran yakınlaşması, Almanya’nın ülkedeki Türk azınlığa yönelik politikasıyla da yakından ilgiliydi. Zira Almanya’nın Orta – Doğu politikasında İran faktörünün vurgulandığı tarih, Almanya Türk azınlığının ülkede kalıcı olduğunun anlaşıldığı ve kabullenildiği tarihle çakışmaktaydı. Alman uzmanlarının deyimiyle ‘ABD’ye kaptırılan’ Türkiye’ye karşı, İran “Orta – Doğu ve Kafkaslar’da istikrar unsuru olarak Almanya’nın desteğine muhtaç ve lâyıktır”. İran’a kamuoyu desteği sağlamayı da öngören bu resmî politika, gerek resmî düzlemde, gerek akademisyenler marifetiyle medyada, tuhaf bir ‘İslâm’ tartışmasını gündeme oturtmasını bilmiştir. Tartışmanın adı ‘İslâm’a karşı önyargılar’ veya ‘İslâm düşman imajı’dır. İran’a karşı yöneltilebilecek eleştiriler, ‘İslâm’a ve ülkemizdeki Müslüman Türklere hakaret’ argümanıyla susturulurken, buna paralel olarak Türk devletinin ‘Kürtlere, Alevîlere ve nihayet ‘inanan Müslümanlara karşı insan hakları ihlâlleri’ işlediği iddiası, yine ‘İslâm’a ve etnik azınlıklara saygı’ argümanıyla gündemde tutulmaktadır. Bir başka deyişle ‘İslâm’ ve ‘insan hakları’ argümanına, İran devletini kayırmak; Türk ulus – devletini ise sorgulamak amacıyla aynı anda iki değişik fonksiyon yüklenmiştir. İran söz konusu olduğunda ‘karartılan’ etnik argüman, Türkiye konusunda kullanıma girmektedir.

 

Almanya, siyasî meşruiyetini dayandırdığı kamuoyunu, tesadüflerini yahut şahsî arzu ve çıkarların belirlemesine seyirci kalamayacak kadar önemli ve büyük bir güçtür. Takdir edileceği üzere, Almanya’nın Türkiye ya da İran politikasını kamuoyu değil, Alman devleti belirlemektedir[1]. Dış politikanın başarılı olarak yürütülmesi, arkasındaki kamuoyu desteğine bağlıdır. Medya, çağdaş toplumda kamuoyunu şekillendiren en büyük güç olduğuna göre, Alman kamuoyunu medyada İran ve Türkiye hakkında kimlerin bilgilendirdiği sorununa bir cevap aranmalıdır. Bu görev, her biri resmî yahut yarı resmî akademik kuruluşların İslâm ve Orta – Doğu uzmanlarına tevdi edilmiştir. İslâm, Berlin’in bölge politikasında anahtar kelimedir. Uzmanlardan beklenen, İran rejimini doğrudan değil, ‘farklı kültüre sempati’ söylemiyle ‘dolaylı’ olarak aklamaktır…(S.30-31).

 

Bernard Lewis ve Benjamin Braude’ye göre, XVIII. ve XIX. yy. Avrupa’sında Türklere karşı duyulan antipatinin sebeplerinden biri de, Doğu’yu ziyaret eden Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu’nun Gayrimüslim tebaasından duyup birer ‘gerçek’ olarak taşıdıkları masallardır.

 

Gerçi dünya ufak bir köye dönüştü ve tekniğin sağladığı imkânlarla ‘yabancı’ bölge ya da kültür kalmadı; fakat buna karşın Almanya gibi halkının kültür düzeyi yüksek ve Türkiye ile sıkı ilişkileri olan bir ülkede, Türkiye’nin ‘objektif’ değerlendirildiğini söylemek güçtür. Modern çağın ulaşım ve iletişim alanında getirdiği imkânlar, objektif bilgi aktarımından çok, manipülasyon kapısını ardına kadar açmışa benzemektedir. Bu durumun bir sonucu olarak, günümüz Almanya’sında sadece ‘eskiden’ miras alınan efsaneler, ‘modern’ bir kisve ile yaşamını devam ettirmemekte; bir dizi yeni efsane ile de Türkiye yayıncılığında kendisine yer edinebilmektedir. ‘Küreselleşme’ ve ‘çok kültürlü toplum’ çağında Alman Türkiye uzmanları, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının hem ‘etnik kökeni’ne (Kürt, Çerkes, Gürcü vs.) sahip çıkmasını, hem de kendisini Türk olarak niteleyebilmesini bir ‘çelişki’ ya da ‘kimlik bunalımı’ olarak değerlendirebiliyorlarsa, ortada ciddî bir sorun var demektir. Yine aynı uzmanlar, İslâm’la lâiklik arasında ‘uzlaşmaz bir zıtlık’ bulunduğu iddiasıyla, Atatürk ve Türk ordusunu ‘İslâm düşmanlığı’yla itham edecek kadar ileri gidebiliyorlarsa, sorunun sadece ‘cehaletten’ kaynaklandığını söylemek, sanırız mümkün değildir. Türkiye üzerine yapılan bu değerlendirmelerin Alman resmî kurumlarının Türkiye danışmanlarından kaynaklanıyor olması, konunun ciddiyetini daha da artırmaktadır.

 

Günümüz Almanya’sının medya ve akademi çevrelerinde savunulan Türkiye tezlerinin çıktığı kurumlardan biri, finansmanı Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından sağlanan Hamburg Doğu Enstitüsü’dür. Enstitü, devlet kurumlarına ‘sipariş araştırmaları’ hazırlamakla yükümlüdür. Enstitü müdürü Dr. Udo Steinbach, 1996 yılında yayımladığı ’20. Yüzyılda Türkiye, Avrupa’nın zor partneri’ başlıklı kitabıyla kendisinden ‘Türkiye uzmanı’ olarak bahsettirdi. Alman medyasının tamamında ve Türkiye’de mesafeli Türk basın organlarında kitabı tavsiye edilen Steinbach’ı ve bazı düşüncelerini burada kısaca tanıtmakta yarar görürüz.

 

Akademik kariyerine klasik filoloji ve Arap edebiyatı okuyarak başlayan Udo Steinbach, doktorasını ‘anonim Arap masalları’ üzerine yaptıktan sonra 1971 – 1975 yılları arasında Alman İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) ‘yakın bir kurum’ olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Berlin) Bilim ve Politika Vakfı’nın Orta – Doğu masasını yönetti. 1975 yılında Almanya’nın Sesi radyosunun Türkçe bölümüne müdürlük yapan Steinbach, 1976’da Hamburg Doğu Enstitüsü Müdürlüğüne getirildi. Udo Steinbach’ın Türkiye hakkında kaleme aldığı ilk kitap, “Boğaz’daki hasta bekçi” başlığını taşıyor.

 

Almanya ile İran arasındaki ‘eleştirel diyalog’un mimarlarından sayılan ve kimilerince, ‘İran’ın Alman oryantalizmindeki gayri resmî özel sefiri’ olarak nitelenen Steinbach, ‘İslâm’a sempati’ adına radikal dinci grupların sözcülüğünü yapan, buna paralel olarak Türkiye’deki sözde ‘etnik çatışmalar’a ‘etnik’ çözümler geliştiren Alman oryantalizminin tipik bir temsilcisidir. ‘Etnik analiz’in ne boyutlara varabildiğini, Steinbach’ın Nevruz bayramıyla ilgili bir soruya verdiği şu cevap gösteriyor: “Nevruz, Kürtleri Türklerden ayırmaktadır. Şunu kastediyorum: Kürtler Indo – Cermen bir halk olarak biz Almanlara ve Avrupalılara hem dil hem de kültür itibariyle Türklerden daha yakın bir halktır. 21 Mart’ta kutlanan Nevruz bayramı, tüm Indo – Cermen halkların, İranlıların da (Farslar: Persler) Orta Doğu’da yoğun olarak kutladıkları, Türkler ve Araplarla aralarındaki kültürel farkı sergiledikleri bir bayramdır”.

 

Herhangi bir Nazi broşüründe okuyabileceğimiz bu cümleler, ne yazık ki, sadece Steinbach’ın değil, Türkiye uzmanı diğer meslektaşlarının, hattâ öğrencilerinin de düşünce yapısını ele vermektedir. Burada özellikle göze çarpan, ‘kültür’ kavramının kullanılış biçimidir: “Kürtler hem dil, hem de kültür açısından biz Almanlara Türklerden daha yakındırlar”. Bir endüstri ulusu olarak Almanlar ile Irak’ın yahut İran’ın kısmen göçebe hayatı yaşayan Kürtleri arasında ‘kültürel benzerlik’ bulunduğu kastedilmediğine göre, ‘kültür’ kavramının aslında ‘Kürtlerin etnik özellikleri’, yani ‘ırk’ anlamında kullanıldığını kabul etmek zorundayız. Zira “biyolojik ırkçılığın çürütülmesinden ve ırk sözcüğünün Auschwitz’in ardından tabulaştırılmasından sonra, ırk yerine ‘kültürler’den söz etmek âdet halini almıştır”.

 

‘Indo-Cermen’ler arasındaki ‘akrabalık’, için her yolu deneyen Nazi dönemi ‘ırk bilimi’ (Rassenkunde) dahi, sonuçta ‘kanıt’larını Antik dönemden almak zorunda kalmış; “Türkistan’da, Çin’de, Mezopotamya’da, Belucistan’da ve Hindistan’da yerin çok eski katmanlarında rastlanan iskeletlerin Kuzey ırkına yakın bir halk grubuna ait olabileceği” tezini ortaya atmıştı. Ne var ki, Nazi dönemi, ‘ırk bilimi’nin tam olarak keşfedemediği ‘İran – Alman arkabalığı’na, 1975 yılında üst düzey bir Alman bürokratı gönderme yapacaktı: “Almanların ve Farsların tarihini incelediğimizde, sadece ortak kökenimizi ve dilimizi keşfetmiyor, aynı zamanda Avrupa ve İran’ın birbirlerini kültürel açıdan karşılıklı olarak zenginleştirdiklerine de tanık oluyoruz”…

 

İkinci Dünya Harbi sonrası ‘etnik’ merkezli Alman oryantalizminin tutarsızlığı, Nazi dönemi ‘ırk bilimi’nin bir karikatürü olmasından ileri gelmektedir. Daha 1880’lerde ‘Orta-Doğu’nun ırk yapısını yerinde inceleyen’ tıp doktoru ve ‘kültür tarihçisi’ Felix von Luschan, ‘sırf kitaplarda yazılı olan bilgiler’e inanılmamasını öğütlemiş ve şu uyarıyı yapmıştı: “Mahallinde uzun yıllar süren itinalı bir araştırmadan sonra ancak anlaşılıyor ki, halk (ırk) ile dil birbirleriyle pek örtüşmüyor. Nazi döneminin en ünlü ‘ırk bilimcisi’ de “ırk sınırlarıyla dil sınırlarının birbirlerine karıştırılmaması gerektiği”ne dikkat çekecekti. Ne var ki Nazilerin dahi ‘bilimdışı’ saydıkları bu tez, günümüzdeki Alman oryantalizminin Türkiye tahlillerinde baş kriter haline gelmiştir (S.35-40).

 

Türk ulusunun ‘yapaylığı’ tezini savunan Alman araştırmacıların sürekli ‘etnik’ faktöre (Kürtler) gönderme yapmalarının bir sebebi de, Alman ‘ulus’ felsefesinin Türkiye’ye projekte edilmesinin yanı sıra, Fichte’ye kadar uzanan bir başka Alman dogmasıdır. Bu dogmaya göre, “sadece Alman, gerçek anlamda bir halka sahiptir ve sadece Alman, gerçek anlamda ve rasyonel bir millet sevgisi besleyebilir” (S.45).

 

Halk, ulus ve etnisite hakkındaki görüşlerini ve kullandıkları terminolojiyi kısaca ele aldığımız zaman Alman Türkiye uzmanları acaba Türkiye’nin ‘kültürel’ ve ‘dinî haritası’nı nasıl çiziyorlar?

 

Alman oryantalistlerine göre Türkiye’de bugün ‘üç derin çatlama hattı’, ‘üç ayrı çatışma’ bulunuyor. Çatışma ‘kökten dinciler’ ile ‘lâikler’; ‘Kürtler’ ile ‘Türkler’ ve ‘Sünnîler’le ‘Alevî’ler arasında yaşanıyor. ‘Genel olarak şaşırtıcı biçimde hâlâ ayakta olan Kemalizm’, ‘gitgide taşlaşmış’, ‘fosilleşmiş’ olup ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak sorgulanmaktadır (S.51).

 

Alman oryantalizmi Alevîliğin ‘etnik bir grup’ ya da ‘etnik azınlık’ olduğu kanaatindedir. Alevîliğin ‘etnik azınlık’ sayılması gerektiğini belirten uzmanlar, ‘Lausanne’da azınlık olarak kabul edilen Hristiyan kiliseleri ve Musevî cemaatinin aksine, ülkenin en büyük dinî azınlığı Alevîlerin azınlık statüsünden mahrum kalmasını’ eleştirmekte, ‘Hristiyan cemaatleriyle Alevî dinî cemaati arasında hâlâ resmî bir ilişkinin bulunmayışı’na hayıflanmaktadır. Zira ‘Alevîler, Ermeniler ve Musevîlerden sonra, Türkiye’nin üçüncü dinî azınlığıdır’. Alevîliğin ‘etnik azınlık’ olduğunu iddia eden Alman oryantalistlerin ikisi de İstanbul’daki Alman Doğu Enstitüsü bünyesinde ‘incelemeleri’ni bitirmiştir. Yine ‘Alevîlik’le ilgilenen iki Alman oryantalistinin de çalışmalarını ‘Alman Halkının Vakfı’ adlı resmî bir fondan finanse etmiş olmaları ilginçtir. Bir başka ilginç husus da, bunlardan birinin, Yunan Dışişleri Bakanlığı’nın siparişiyle ‘Sırpların Kosova’daki soykırımını Türkiye’de Kürtlere ve Alevîlere karşı uygulanan soykırım’la karşılaştırdığı bir makale kaleme almış olmasıdır.

 

Alman oryantalizmi, Türkiye Alevîlerinin ‘etnik bir grup’ olduğu tezini savunurken, ‘Almanya Alevîliği’ için geliştirilen tezler farklılık göstermektedir. Türkiye Alevîliğini, ‘İslâm’dan tamamen farklı etno – kültürel bir azınlık’ sayan uzmanlar, Almanya bağlamında Alevîliğin ‘Şiî bir grup’ olduğunda birleşmişlerdir (S.52-53).

 

Türkiye Alevîleri’ni ‘etnik azınlık’, Almanya Türk toplumunun Alevî inancına mensup kesimini ise ‘Şiî Müslümanlar’ kategorisinde gören Alman oryantalizmi, ‘Türklerle Alevîler (!) arasındaki fark’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık anlayışıyla perçinlendiğine inanır. Alman Doğu Enstitüsü’nün İstanbul şubesini yöneten Günter Steuferd’e göre Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus konsepti aslında bir din ulusudur ve ‘Kemalist devlet baştan beri Sünnî İslâm’ı ulus inşasında ve yurttaşlarının güvenirliğini tespitte bir araç olarak kullanmıştır’.

 

Aynı tez, ‘saygın’ Alman medyasında Yunanlı Türkiye ‘uzmanlar’ınca da savunulmaktadır: “Atatürk’ün devleti sadece Sünnî Türklere dayanıyordu; devletin temsil ettiği halk sadece onlardı”. Hal böyle olunca, Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilen Hamburg Doğu Enstitüsü, Volkswagen Vakfı’nın sponsorluğunda 1997 – Temmuz 1999 arası Türkiye’de geniş kapsamlı bir ‘araştırma projesi’ gerçekleştirmek zorunda kalmıştır. ‘Türkiye’deki Alevî – Sünnî çatışmasında yabancı ve düşman imajlarının oluşumu, aktarımı ve önemi’ başlıklı ‘araştırma’, Türkiye de ‘Alevîlerle Sünnîler ve Alevîlerle Devlet arasında derin bir düşmanlık bulunduğunu ‘belgelemiş’, sıra ‘araştırma sonuçlarını, Almanya Türk Toplumu arasında doğrulatma’ya gelmiştir. Projeyi yöneten Enstitü müdürünün ‘Interstar’ televizyon kanalını ‘kökten dinci, İslâmcı kanal’ olarak nitelediği düşünülecek olursa, ‘araştırma’nın bilimselliği hakkında bir fikir edinilebilir. Konunun ‘normal bilim’le bir ilgisi olmadığını, ‘Türkiye’deki Alevî – Sünnî çatışması’ projesinin yöneticisi de itiraf ediyor: “Modern İslâm dünyasıyla uğraşan oryantalizm ‘geleneksel’ anlamda bir bilim değildir”. Alevîlik bağlamında Alman oryantalizminin güttüğü amaç;  a – Alevîliğin etnik bir azınlık olduğunu, b – Alevîlerle devlet;  Alevîlerle Sünnîler ve ‘Kürt Alevîler’ arasında üçlü bir çatışma yaşandığını, c – dolayısıyla Türk ulus – devletinin meşruiyetini halktan almadığını ‘kanıtlamak’tır. Bu ‘teşhis’i koyan uzmanlar, ‘çözüm’ü de gösteriyorlar; “Bugün yapılması gereken, Türkiye’nin çok etnili ve çok kültürlü, yani çok dinli gerçeğine uyan bir düzen yaratmaktır. Türkiye bir devlet olarak meşruiyetini, Mustafa Kemal’in arzuladığı ve kendisinden sonraki nesillerin papağan gibi tekrar ettikleri ‘Sünnî Türk devleti’ yalanından türetemez. Ülkenin iki büyük azınlığı olan Kürtlerden ve Alevîlerden geniş bir kesim, müstakil etnik (ulusal) ve kültürel (dinî) kimliğini bugün bilinçli bir şekilde sergiliyor” (‘Kültür’ün din anlamında, ‘etnik’in de ‘ulusal’ın anlamdaşı olarak kullanıldıkları görülüyor).

 

Türkiye Alevîliği, ‘Sünnî Türkler’den farklı bir ‘etno-kültürel azınlık’ olarak değerlendirilirken, buna paralel olarak, ‘Kürtlerden farklı bir Zaza azınlığı’ da ‘bilimsel araştırmalar’a konu olmaya başlamıştır. Çağdaş Alman oryantalizminde Zazalar üzerinde uzmanlaşan şahıslar, aynı zamanda ‘Alevî uzmanı’dırlar da.  Örneğin, kariyerine Alevîlik üzerine yazdığı bir doktora teziyle başlayan ve bir süre ‘Zaza Kürtleri’nden bahseden Kehl-Bodrogi (bugün sadece Kehl) artık ‘Zaza / devlet’, ‘Zaza / Kürt’ çatışmasıyla ilgilenmektedir.

 

‘Zaza incelemeleri’ne son yıllarda Almanya’da hız verilmesi, kanaatimizce, Almanya Türk azınlığı içinde ‘500.000 Kürt’ bulunduğunu bir süre gündemde tutan mercilerin, ilerde bu rakamın daha da büyüyüp ‘ulusal azınlık’ gerekçesi yapabileceği kaygısından ileri gelmektedir. Nitekim uzmanlar daha önceleri tercih ettikleri Kürt’lerin bir kısmının ‘aslında Kürt olmadığı’nı – tabiî yine – bilimsel bulgularla ispatlamaktadırlar: “Türkiye’de Zazaca konuşan nüfus, iki – altı milyon arasındadır’.

 

Türkiye bağlamında ‘Sünnî Türkler’den, hattâ ‘Kemalistlerden farklı bir ‘etno-kültürel azınlık statüsü’ne sokulan Türk Alevîleri, konu Almanya Türk toplumu olduğunda, ‘Alevî göçmenler’, ‘Şiî Müslümanlar’ ya da sadece ‘Alevîler’ gibi dinî sıfatlarla anılmaktadırlar. Ne var ki, uzmanlar ‘Almanya Alevî Toplumu’nun ‘Türk devleti tarafından ezilen’, ‘Sünnî çoğunlukça hor görülen insanlar’ olduğu iddiasını, Alman kamuoyuna hitap eden yayınlarda ihmal etmemektedirler (S.56 – 59).

 

Almanya’da üzerinde partiler ve ideolojiler üstü bir konsensüs sağlanmış ender konulardan biri, ‘Kürt sorunu’dur. ‘Evrenin yetimleri’, ‘Allah’ın üvey oğulları’, ‘aldatılan halk’ vs. gibi başlıklarla popüler literatürde sağlam bir yer edinmiş olan ‘Kürt sorunu’, kiliselerden parti vakıflarına, üniversitelerden öğretmen sendikalarına, Alman toplumunun hemen her kesitinde ilgi odağı haline getirilmiştir. Almanya Türk toplumu ve bu toplumun anayurdu Türkiye için hayatî önem taşıyan konu, 1980’lerin başında geniş çevrelerce seslendirilmeye başlanmış, 1980’lerin ortalarından itibaren – günümüze dek – değişik metotlarla gündemin tepesine yerleştirilmiştir. Almanya’nın en saygın anayasa ve kamu hukuku profesörlerinin bir araya geldikleri ‘Essen sohbetleri’ toplantılarının 1985 tarihli oturumunda ‘Kürt Sorunu’yla ilgilenmenin, Almanya’nın iç politikası açısından taşıdığı önem şöyle açıklanmıştı: “Türklerin tekrar ülkelerine dönmelerinin gerektiğine inanıyoruz… Bu arada, Türk devletinin, Almanya Türklerine ABD’deki Polonyalı azınlığın, hattâ Musevî azınlığınkine benzer bir rol biçmeye çalıştığına dair işaretler de var. Buna izin vermeyeceğimiz ortadadır. Kaldı ki, Almanya’da çok sayıda Kürt yaşamaktadır. Hep Türklerden söz ediyoruz. Kürt meselesine özellikle eğilmeliyiz”. Alman yayıncılığının ‘Kürt Sorunu’na, aslında Almanya Türk toplumunun ulusal bir azınlığa dönüşmesi ‘tehlike’sini önlemek amacıyla ‘ilgi’ gösterdiği söylenebilir. Konunun iç politik amaçlar doğrultusunda değişik kanallarla ve birbirine paralel değişik stratejilerle gündemde tutulması, kısa zamanda üç teze ‘geçerlilik’ kazandırmıştır: 

 

– “Almanya Türk toplumu homojen değildir”.

 

– “Türklerle Kürtler birbirlerinden tamamen farklıdırlar”

 

– “Türkiye’nin bir azınlık sorunu vardır”.

 

 

‘Türklerle Kürtlerin farklı oldukları’ teziyle Almanya’da bir Türk azınlığından söz edilemeyeceğini ‘belgeleyen’ uzmanlar, aynı tezle bu kez Türkiye’de bir ‘Kürt Azınlığı’nın bulunduğunu, dolayısıyla ulus – devlet projesinin Türkiye’de iflâs ettiğini iddia edebilmektedirler. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nde bir ‘azınlık sorunu’ bulunmakta;  bu ‘sorun’ çözülmediği sürece Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesi de imkânsız gözükmektedir (S.104-105).

 

Alman yayıncılığı Kürtlerin ‘hangi kabileye mensup olduğunu’ çoktan tespit etmiş durumdadır: “Kürtler İndo – Cermen kökenli olup, dil ve kültür açısından farklı bir halktır”. Nazi ırk terminolojisini daha yalın kullananlar da vardır: “Kürtler, Farslar gibi İndo – Cermen bir halktır ve bir Aryen dilini konuşmaktadırlar. O nedenle Kürtlerin, Araplar ve Türklerle dil açısından dahi en ufak bir benzerlikleri yoktur”. ‘Aryen Alman’larla ‘akrabalık’, kimi Kürt milliyetçilerinin de hoşuna gitmektedir. Bir Alman Nazi’sinin ‘Arjen Fars – Kürt Akrabalığı’na ilişkin bir makalesi, PKK tarafından yayınlanmıştır (Egon Freiherr von Eichstedt.  – Türkler, Kürtler, İranlılar, çev. Haydar Işık, Fırat yay., İst. 1993).  ‘Aryen’ tezinin, Almanya’da ciddî yayın organlarında bugün de kabul görmesi, düşündürücüdür. Vaktiyle Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilciliğini yürütmüş olan, bugün ise Ankara’da CSU’a bağlı Hanns Seidel Vakfı’nı temsil eden Max Georg Meier’e göre Kürtler, “bir Hint – Avrupa dilini konuşmaktadırlar ve bu dil Farsçaya çok yakındır. Dolayısıyla Kürtler, aslında İranlıdırlar. Türkler ise Turanî bir halktır” dedikten sonra okuyucusunu ‘İran – Turan Savaşı’nın resmedildiği Şahname’yi okumaya çağırıyor.

 

‘Kürtlerle Almanların akraba iki Aryen halk’ olduğu, Alman ilkokullarında ders konusu yapılabilmektedir. Örneğin, beş yüz bin üyeli bir öğretmen sendikasının öğretmenler için çıkardığı bir derginin ‘Kürt Sorunu’na ayrılmış olan ‘ders pratiği eki’nde Türklerle Kürtlerin birbirlerine düşman olduğu, Türkçenin Kürtçeye asla benzemediği, oysa Almanca ile Kürtçenin akraba iki dil olduğu, ‘örnek’lerle anlatılmaktadır. Alman ilkokullarında öğretmenlerin Türk öğrencilere ‘etnik kimlikleri’ ve ‘Kürt sorunu’ hakkında ev ödevleri vermeleri, öğrenciler arasında ‘Öcalan idam edilsin mi, edilmesin mi?’ anketleri yapmaları, artık olağan karşılanmaktadır (S.108-110).

 

‘Dağ Türkleri’ kavramının son derece orijinal bir Alman eseri olduğuna ilişkin ciddî bulgular vardır. Bir Alman ansiklopedisi yüzyılın başlarında Kürtlerin ‘sadece kısmen yerleşik, haydut bir Müslüman halk’ olduğu hakaretini içeriyor. Bundan bir süre sonra bir başka Alman Ansiklopedisi “Kürtler Ön Asya’da bir dağ halkıdır” saptamasını yapacak, nihayet bir başka ansiklopedik sözlük 1933 yılında “Kürtler, Küçük Asya’nın dağ halkıdır” diyecektir. Almanya’nın önde gelen Orta – Doğu uzmanlarından biri 1986 yılında Kürtleri, “İran dil ve kültür ailesine mensup bir dağ halkı” olarak tanımlıyordu. Politik manipülasyon amacıyla sahtekârlık yapmanın Almanya’da geleneği vardır. Yeteri kadar sık, uygun yer ve zamanda tekrarlanan bu sahtekârlık, sonunda kuşkulanmanın pahalıya mal olacağı bir ‘gerçek’e dönüşüveriyor.

 

Alman yayıncılığı, imal markası dahiyane bir biçimde silinen çok sayıda kaliteli başka mallar da (!) üretmiştir. Bunlardan biri, Alman ırkçısı Ewald Banse’nin “Ermeni sorununu ortadan kaldırmak için, Ermenileri ortadan kaldırmak gerekir” hezeyanının ‘sadece’ on dört yıl sonra bir başka Alman ırkçısı tarafından Talât Paşa’ya izafe edilmesi ve yetmiş yedi yıl sonra bu kez de Udo Steinbach tarafından okuyucuya Talât Paşa’nın ağzından çıktığı kuşku götürmez bir söz olarak sunulabilmektedir (S.118-119).

 

Şeyh Said isyanını ‘etnik’ bir ayaklanma ilân ederek, Kürt milliyetçiliğine tarihî bir meşruiyet kazandıran Alman yayıncılığı, Kürtlerle Türklerin iki ayrı halk (hattâ millet) oldukları iddiasıyla da, hem Türkiye’de ‘etnik’ bir savaş yaşandığını, hem de ulus – devlet projesinin Türkiye’de iflâs ettiğini kanıtlamak çabası içindedir. ‘Etnik çatışma’ tezinin dayandırıldığı ilk iddiadan birincisi, Kürtlerin Türklerden tamamen farklı bir halk oldukları; ikincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘sadece Türk soyundan gelen’ insanları ‘devlet halkı’ olarak göstermesidir. Türklerle Kürtlerin iki ayrı halk oldukları iddiası, Nazi döneminin ırk kuramları ve ırk ölçüleriyle ispatlanmaya çalışılırken, Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti’nde sözde maruz oldukları ‘zulüm’, sol ya da liberal bir söylemle ele alınmaktadır. “Kürtlere zulüm” söylemi, bizzat resmî organları olmak üzere, tüm çevrelerce ve siyaset üstü bir konsensüsle tekrarlandığından, sıradan hemen her Almanın bu kanaati taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz (S.122).

 

İktidar ve muhalefet partilerinin, resmî kurumlarla birlikte, etnik ayrılıkçılığa gösterdikleri ‘anlayış’, konunun daha ‘derin’ boyutlarını ele almamızı gerektirmektedir. Bir Alman bilim adamına göre, Kürt ayrılıkçılığı devletin her kademesinden – en hafif deyimle – anlayış görmektedir: “Kimi siyasî çevrelerin PKK politikası, adı geçen örgütün gizli kapaklı benimsenmesinden ibarettir. Gerçi ‘benimseme’, Alman devletinin resmî politikasına yaklaşıldığı oranda, azalmaktadır. Ne var ki, gerek devlet makamlarında, gerek demokratik partilerin tümünde, PKK’ya gizli ya da açık sempati gösterildiği hissedilmektedir. Oysa Kızıl Ordu fraksiyonu (aynı çevrelerce) açıkça reddediliyor”.

 

Der Spiegel, 1995 Ağustos ayının başlarında Alman iç istihbarat örgütü kurmaylarından Klaus Grünewald’ın Öcalan’la müzakerelerde bulunmak üzere Şam’a gönderildiğini, istihbarat örgütü şefi Hansjörg Geiger’in, bu ziyaret akabinde, “PKK ile bir tür ortak çalışmanın başlamak üzere olduğu”nu Bonn hükümetine alelacele haber verdiğini bildiriyor. Die Welt gazetesinde 20 Mayıs 1996 tarihinde yayımlanan bir röportajda Abdullah Öcalan, isim vermeksizin bu görüşmeye değiniyor: “Alman hükümetinde, idarî makamlarında, Alman parlamentosunda farklı çok daha makul düşünen şahsiyetlerin var olduğunu biliyorum. Bunlardan biri, beni ziyarete gelen CDU milletvekili Heinrich Lummer, bir başkası Federal Anayasa’yı Koruma Örgütü’nden üst düzey memurdu”

 

Aşırı sağ görüşlü Heinrich Lummer’i, ‘devlete yakın’ uzmanlardan Udo Steinbach’ı Öcalan’la bir araya getiren hedeflerin neler olduğu, biraz dağınık olsa bile, basında çıkan haber ve yorumlardan öğrenilebiliyor. Benedikt Pauka 1996 yılında, “Almanya, Öcalan’la bölgede yeni bir nüfuz kazanmak gibi önüne gelen fırsatı neden tepsin? Almanya elinden geleni yapıyor. PKK ile müzakereler bir yıldır yarı resmî düzeyde sürüyor” diyordu (S.132-134).

 

Seksenli yılların sonları, PKK’nın Almanya’da kök saldığı ve ‘Kürt Çevresi’nde mutlak hâkimiyet kazandığı dönem oluyor. PKK’nın aylık yayın organı Serxwebun’un Haziran 2000 sayısında Öcalan, Avrupa’da örgüte karşı geliştirilen ‘komplo’nun ardında ‘Alman İstihbaratı’nın yattığını ifade ediyor. ‘Seksenli yılların sonları’nda neler olmuştu? PKK Almanya’da o tarihlerden itibaren nasıl ve kimlerin yardımıyla ‘tartışmasız egemenliği’ni kurabilmişti? 1987 – 2000 Almanya – PKK ilişkilerinin kronolojik bir dökümünü yapmak bugünü ve yarın olabilecekleri anlamak açısından yararlı olacaktır.

 

1987, Almanya’da henüz marjinal bir Kürt örgütü olarak bilinen PKK’nın kaba şiddet yoluyla, o tarihlerde Alman devletinin tek muhatabı olarak bilinen ‘ılımlı’ KOMKAR’ı sindirmeye başladığı tarihtir. KOMKAR’ın ‘Nevruz kutlamaları’ PKK’lı timler tarafından basılmaktadır. PKK, Nevruz’u kutlama monopolünün kendisine ait olduğunu duyurmuş, aksi yönde hareket edecek grupları tehdit etmiştir. Alman polisi ise KOMKAR’ı korumak yerine, KOMKAR yöneticilerini uyarmakta, “PKK’nın ölüm listelerinde adlarının geçtiğini” kendilerine bildirmektedir. Beş Alman kentinde KOMKAR büroları kundaklanmıştır. 8 Nisan 1987’de Bad-Canstatt’a Mehmet Elbistan, bir suikast teşebbüsünden kıl payı kurtulur. 3 Mayıs günü Hannover’de Ramazan Adıgüzel, sokak ortasında kurşunlanarak öldürülür. Bir Alman yaya karnından ağır yaralanır. Adıgüzel, İran Kürtleriyle birlikte Humeyni rejimine karşı mücadele eden bir TÖB-DER üyesidir.

 

Polis, PKK’lı kiralık katillerin peşine düşmek yerine, bünyesinde İran’a karşı mücadele veren Türkiye kökenli Kürtleri barındırdığı için âdeta KOMKAR’ı cezalandırır. Adıgüzel’in taziyesine gelen misafirler sorguya çekilir ve fişlenir. Konunun ilginç yanı, Hannover polisinin cinayetten dört gün önce Adıgüzel’e hayatının tehdit altında olduğunu bildirmesi ve ‘koruma’ teklif etmesidir. PKK’ya muhalif Kürt derneklerinin üyeleri polise güvenmemektedirler. PKK’dan tehdit alan bazı şahıslar, söz konusu derneklerle irtibatları olduğunu, sadece Alman istihbaratının bilebileceğini söylemektedirler. Örgütlerin polise güvenmemelerinin bir başka nedeni, KOMKAR’ın Hamburg bürosunun yakılmasıdır. Polis, örgüt üyelerine 25 Mart 1987 günü, bürolarının çok yakında kundaklanabileceğini bildirmiş, olası bir can kaybı ihtimaline karşı büronun boş tutulmasını rica etmiştir. 6 Mart gecesi, büro kundaklanacaktır.

 

PKK 1985 ortalarından itibaren “üç yıl süreyle ve muhalif Kürt örgütlerine, PKK’dan ayrılan unsurlara ve rakip saydığı diğer gruplara karşı, Alman güvenlik güçlerinin kayda değer hiçbir tacizine uğramadan mücadele edebilmiştir”. SPD milletvekillerinden Klaus Thüsing bu tuhaf durumu şöyle izah etmektedir: “Alman iç istihbarat örgütünün ajanları, PKK’nın en tepe kadrolarına kadar sızmış durumdadır. PKK, Alman Anayasayı Koruma Daire’sinin himayesi altında faaliyet göstermektedir. PKK, Alman iç istihbarat örgütünün bir aracından ibarettir”.

 

1990’lı yıllarda PKK, Almanya’daki en güçlü ‘Kürt’ örgütüdür. Örgüt hiçbir engelle karşılaşmaksızın üye ve ‘bağış’ toplamakta, Köln’deki bürosunda ‘Kuzey Kürdistan’a gidecek Alman turistlere vize’ vermektedir. Öte yandan Alman politikacılar, Türkiye’deki ‘insan hakları ihlâlleri’ni sert bir şekilde eleştirmekte; PKK’nın Almanya’da giriştiği eylemlerin bitmesi için, Türkiye’ye ‘dostane ve yapıcı öneriler’de bulunmaktadırlar: “Türkiye’nin makul bir Kürt politikası izlemesi, PKK’ya karşı verilebilecek en iyi savaştır. Türkiye, Kürtlerin haklarını tanımalıdır”. Dönemin Hamburg Anayasayı Koruma Dairesi Müdürü Ernst Uhrlan, PKK’nın kapatılmasına karşıdır. Zira aksi takdirde, “PKK yer altına inecek, faaliyetlerini izlememiz zorlaşacaktır”. Bu arada Güneydoğu Anadolu’da PKK, sık sık Alman ‘turist’ kaçırmaya başlayacaktır. ‘Turist’ kaçırmalar, PKK’nın Türkiye’ye ‘ikili görüşmeler ve ateşkes’ teklifleri yaptığı tarihlere denk düşmektedir.

 

Almanya, 26.11.1993 günü PKK’yı ve PKK’ya bağlı bir dizi örgütü yasaklayacaktır. Ne var ki, PKK yasağından sadece dört ay sonra, PKK’nın ‘Avrupa İşleri sefiri’ Kani Yılmaz, örgütün Brüksel’de düzenlediği ‘uluslararası basın toplantısı’nda, “Almanya’da oturduğu”nu söyleyecektir. Kani Yılmaz’ın söz konusu basın toplantısında Türkiye’ye yaptığı ‘ikili görüşmeler ve ateşkes çağrısı’na davetli olarak katılan Udo Steinbach, Yılmaz’ın konuşmasını olumlu bulduğunu, bunun Bonn’un da hoşuna gideceğini söyleyecektir.

 

1994, PKK’nın Almanya’da şiddet eylemlerini tırmandırdığı yıldır. ‘Alınan tüm önlemlere rağmen’, örgüt Türk işyerlerini kundaklamakta, otoyolları kapatmakta, polisle çatışmalara girmektedir. Alman makamlarının bu saldırılara cevabı, PKK’nın Almanya’daki gerçek işlevini göstermesi açısından önemlidir. Nitekim PKK saldırıları akabinde önce ‘yabancılar yasası’ sertleştirilmekte, aynı zamanda Türkiye’den ‘Kürt Sorunu’nu çözmesi talep edilmektedir. “Almanya’da suç işleyen PKK’lıları Türkiye’ye göndermek” gerekçesiyle ‘yabancılar yasası’na eklenen maddelerin mağduru, PKK’lılar değil, adi suçlardan dolayı kovuşturmaya uğrayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olmaktadır. PKK’lı olduğunu ispatlayabilen şahıslar ise, Türkiye’de hayatlarının tehlikede olduğu gerekçesiyle, Almanya’da faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedirler. Bir başka ifadeyle: PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına karşı giriştiği şiddet eylemleri, birinci etapta ‘yabancılar yasası’nın, örgüt üyelerinin Türkiye’ye gönderilmelerini mümkün kılacak biçimde yeniden düzenlenmesine vesile olmakta; ikinci etapta ise, yasaya vesile şiddet eylemleri, PKK’lıların Almanya’da kalmasına gerekçe yapılmaktadır. Zira Almanya’da suç işlediği için Türkiye’ye gönderilmesi öngörülen PKK’lılar birden, “etnik kökenlerinden dolayı Türkiye’de işkence görebilecek, hattâ öldürülebilecek Kürtler” olarak gündeme getirilmektedirler. Öyle ki;  “PKK’nın Türk işyerlerine ve evlerine koordineli saldırılar düzenleyeceği” çok önceden Alman istihbaratının kulağına gitmesine rağmen Alman resmî makamları ya “her Türkün kapısının önüne polis koyacak halimiz yok” diyerek pasif tutumlarını mazur göstermekte; ya da “sorunun çözümü Türkiye’de… Türkiye Kürt sorununu politik olarak çözerse, Almanya’da asayiş sağlanır” teziyle yeni PKK saldırılarına davetiye çıkarmışlardır.

 

Bu arada PKK’nın periyodik olarak ‘ateşkes’ açıklamaları da, Alman medyasını ve resmî çevrelerini harekete geçirebilmiştir. Zira “PKK şefi de Kürt devleti talebinden açıkça vazgeçtiğine göre, Almanya ilk adımı atarak PKK’yla görüşmeye başlamalıdır”. PKK saldırıları, PKK ile ‘görüşme’ler yapılmasının gerekçesi olarak sunulmaktadır ve “sorunun kökü Türkiye’de”dir. Türkiye ise, “siyasî çözüme yanaşmadığı için, Almanya’da asayiş sağlanamamaktadır”. O halde “PKK ile Almanya görüşmelere başlamalı”ydı. Görüşmelerin programını CDU’nun ‘liberal’ kanadından Heinrich Geissler’den öğreniyoruz: “Kürdistan’a özel statü verilmelidir. Böylece Kürtler Türk devletinin yurttaşları olarak kalacak, ama kültür açısından bağımsız yaşayacaklardır. Aksi takdirde, Türkiye’nin Atatürk’ten beri kazandığı savaş, Almanya’da devam edecektir” (S.141-144).

 

Evet, ‘geleneksel dost’ Almanya’nın ülkemize karşı tutumunu irdelemeye devam ediyoruz.

 

[1] Tarafımızdan belirtildi.