Almanya bağlamından ‘Ermeni Sorunu’ndan yukarda bir nebze bahsetmiştik. Bu kez bunu daha etraflı olarak ele alıyoruz.
Alman Federal Meclisi’ne bağlı ‘Bilimsel Araştırma Dairesi’nin hazırladığı ‘Ermeni Raporu’nun basına sızdırılmasından sadece bir ay sonra Mülheim Protestan Akademisi, ‘Tarihin dayanılmaz yükü’ başlıklı bir ‘soykırım’ sempozyumu düzenledi (Hürriyet – Avrupa – 22,03.2001). 8-10 Haziran 2001 günü bu kez Bad Ball Protestan Akademisi’nin benzer bir sempozyuma ev sahipliği yapacağı bildirildi. Doğrudan kiliselere bağlı, finansmanı ise, devletçe toplanan kilise vergilerinden temin edilen kilise akademilerinin, ‘Kürt’ ve ‘İslâm Sorunu’ndan sonra, medya – politika ve üniversite çevreleriyle birlikte şimdi de ‘Ermeni Sorunu’na eğilmeleri, Almanya’nın Türkiye gündeminin tepeden belirlendiğini bir kez daha gösteriyor.
‘Ermeni Sorunu’nun Almanya’da ele alınış biçim ve işlevi, bu konunun Fransa ya da ABD’de taşıdığı boyut ve yüklendiği işlevden oldukça farklıdır. Fransa ve ABD’nin aksine, Almanya’da bir Ermeni lobisi bulunmamaktadır. Almanya’nın bir önemli farkı da, ülkede iki buçuk milyon Türk’ün yaşamasıdır. ‘Kürt’ ve İslâm Sorunu’nda olduğu gibi, Alman çevrelerin ‘Ermeni Sorunu’nda izledikleri politikanın da genel ‘yabancılar (Türkler) politikası çerçevesinde belirlendiği söylenebilir. ‘Ermeni Sorunu’ ve ‘soykırım’ iddiası, hem Türkiye’nin AB’ye girmeye ehil olmadığını, hem de Almanya Türk toplumunun ‘ulusal azınlık’ sayılamayacağını kanıtlama işlevi görmektedir. Zira Türk ulusu yok “Türkiye’nin Türklerden, Kürtlerden, Ermenilerden, Müslümanlardan, Hristiyanlardan ve diğer azınlıklardan oluşan büyük bir toplumu” vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin “kasıtlı olarak Kürt ve Ermeni kültürlerini ihmal ettiği iddiasıyla, Alman kamuoyundan Ermenilerle aynı kaderi paylaşan Kürtlere” sempati göstermesi istenebilmektedir. Türk toplumunun ulusal bir azınlığa dönüşmesini önlemek amacıyla Türk ulusunun ‘yapaylığı’nı, ‘mozaikliği’ni kanıtlamaya çalışan çevreler, ‘soykırım’ tezini gündemde tutmakla, Alman kamuoyunun ülkedeki Türklere karşı önyargılarını perçinlemektedir. Özellikle eğitim düzeyi yüksek Almanya Türkleri arasında ‘soykırım’ tezini savunanların çoğalması, o nedenle doğal karşılanmalıdır.
Sözde ‘soykırım’ı belgelemek ve Musevî soykırımını göreceleştirmek amacıyla kullanmak, Ermenilerin ‘ırkî’ nedenlerden ötürü katledildiklerinin ‘belgelenmesi’ni gerektirmektedir. ‘Belge’ bulunmaması sorun değildir. Zira amaç ‘kutsal’sa, belge fabrikasyonunda Alman yayıncılığı tecrübe sahibidir. Jöntürk’lerin ‘Türk ırkçısı’ oldukları yalanı (Udo Steinbach. – Die Türkei im 20. Jahrhunderd, S.50), bir Alman coğrafyacıya ait “Ermeni sorununu ortadan kaldırmak için, Ermenileri ortadan kaldırmak gerekir” sözü sadece on sene sonra ‘Abdülhamid’in bir Bakanı’na atfedilebilmektedir. Sahteliği bugün kimi Almanlar tarafından da itiraf edilen meşhur (!) ‘Talât Paşa telgrafları’nın yanı sıra, 1910’lu yıllarda bir Alman coğrafyacısının ‘temenni’siyken, 1930’larda sahip değiştirip Talât Paşa’ya ‘intikal’ eden bu söz de, bugün ‘soykırım’ tezinin delillerinden biri olmuştur.
1925’ten yıllar önce kimi gayri resmî çevreler ‘Doğu’nun tehdit altındaki Hristiyanlarını kurtarmak’ amacıyla bir operasyona Alman kamuoyunun desteğini sağlamak amacıyla aktif bir propaganda yürütmekteydiler. O tarihlerde ‘din kardeşleri’ için yürütülen propaganda metot ve içerik bakımından günümüzün ‘insan hakları’ derneklerinin ‘etnik azınlıklar lehine’ giriştikleri kampanyalardan farksızdı. Güya bir Ermeni, 20 Eylül 1895 tarihli mektubunda Avrupa kamuoyuna şu imdat çağrısını yapacaktı: “Sevgili kardeşim! Avrupa’yı en azından şu son olaylar hakkında bilgilendirin. Avrupa bizi kurtarmaya gelsin artık!…”.
Bu ‘imdat feryadı’nın yayımlandığı derginin baş redaktörü olan papaz Johannes Lepsius, Alman Ermeni yayıncılığının en güvenilir tanığı unvanına sahiptir. Potsdam’daki villası şehir belediyesi, kilise ve Ermeni dostlarının işbirliğiyle bugün ‘Alman Ermeni Araştırma ve Buluşma Merkezi’ne dönüştürülmek istenen, Lepsius’un sözde bir ‘görgü şahidi’ olarak bıraktığı kitaplar, günümüzde ‘soykırım tezinin en önemli dayanaklarından biri’ni oluşturmaktadır. Bugün kendisinden ‘insan hakları savunucusu’ olarak söz edilen Alman Protestan Kilisesi’ne göre ‘Potsdam’ın gururu’ olan Lepsius, 1895’te “Alman Doğu Misyonu’nu (DOM) kurdu. ‘Osmanlı İmparatorluğu’nda ezilen Ermenilerin durumunu incelemek amacıyla” 1897’de papazlıktan istifa etti ve Berlin’e yerleşerek DOM’un müdürlüğüne getirildi. Kuruluş amacının “Müslümanlar arasında İncil’i yaymak” olarak belirtilmesine rağmen DOM’un asıl faaliyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki, özellikle Protestan, Ermenilere ‘maddî manevî destek’ sağlamaktı. Bir adı da ‘Ermeniler(e) Yardım Örgütü’ olan DOM, Mezopotamya’daki ‘sevgi hizmetleri’ (hastane ve atölyeler) hem Protestan Ermenileri Almanya’ya ‘kazandırıyor’, hem de ‘hayır hizmetleri’yle bölgenin Müslüman ahalisi nezdinde Almanya’nın itibarını yükseltiyordu.
‘Modern’ bir Protestan olan Lepsius’un Ermeniler arasındaki faaliyetleri, dinî olmaktan çok politikti. Papazın amacı Ermeniler arasında etkin olan Batılı ve Doğulu diğer Hristiyan güçlerin nüfuzunu kırmak, ‘pasta’dan Almanya’ya da pay koparmaktı. Zira Mezopotamya, Lepsius’un ifadesiyle, “Almanya’nın Türkiye’deki menfaat alanı”ydı[1]. Avusturya’yı “yıllardır Türkiye’de Alman ırkı için hiçbir şey yapmamakla” suçlayan Lepsius, Alman zenginlerinden yardım isterken, konunun ‘ruhanî’ olmaktan çok, ‘dünyevî’ bir program olduğunu itiraf etmekteydi. Zira “millî menfaatleri savunmak, illâ hükümetlerin vazifesi sayılmamalı”ydı. İncil’den çok, Türkiye’de Alman dilinin yayılması için didinen papaz, Kürt hastalara, özellikle aşiret ileri gelenlerine sunulan tıbbî hizmetlerinde bölgede Almanya’nın itibarını yükselttiğine işaret etmektedir. Bizzat kendi ifadeleri, papazın Alman menfaatlerinin bir elçisi olduğunu ele vermektedir. Rus diplomatlarından Mandelstam, Lepsius’un Türkiye’deki fonksiyonunu, “Ermenileri, Rusya’nın hazırladığı reform plânından vazgeçirip Almanya çizgisine çekmek” olarak tanımlamıştı. Katolik Ermenilerin önde gelen simalarından Vardapet Grigoris Balakyan’a göre Lepsius, “Alman İmparatorluğu’nun bir ajanı” idi. Lepsius’un İstanbul’u ziyaretinde Alman diplomatlarıyla sıkı bir işbirliği yapması, birçokları gibi Balakyan’ı da kuşkulandırmıştı. Balakyan’ın Lepsius hakkındaki düşünceleri 3 Haziran 1921 günü değişti. O gün Berlin mahkemesi, Lepsius’un tanıklığından etkilenerek Talât Paşa’nın katili Teyliryan hakkında beraat kararı verecekti. Duruşmanın tanıklarından biri de Balakyan’dı.
Lepsius’un, olay yerine adımını atmadığı halde ‘görgü şahidi’ olarak kaleme aldığı ve bugün ‘soykırım literatüründe birinci elden kaynak’ muamelesi gören kitaplarının ilki 1897, ikincisi 1916, üçüncüsü ise 1919 tarihlidir.
Lepsius’un Türkler ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘diğer Müslüman ahalisi’ hakkındaki ifadeleri, İslâm dinine ilişkin tespitleri, papazın Türkiye’ye ne tür bir misyonla ayak bastığını açıkça göstermektedir. Musevî düşmanı ve ırkçı Alman milliyetçisi Paul Rohrbach’ın papazın yakın çalışma arkadaşı olduğu unutulmamalıdır. Nitekim Lepsius da, Alman biyolojik ırkçılığının mimarlarından sayılan Houston Steward Chamberlain’in bir hayranıdır. Lepsius’a göre Alman İmparatoru, “İsa’yı temsil etmekte; Tanrı Almanya’nın yanında yer almaktadır”. Zira Berlin’in dünya politikası, “Almanya’ya Tanrı tarafından verilmiş bir misyondur”. Papaza göre, “Cermenler, Tanrı’nın seçilmiş halkıdır”. Oysa İngiltere ve İngiliz basını, ahlâksızdır. Kokan bir leşi andıran Türkiye’nin bir an önce nefesini vermesini İngiltere önlemektedir” (S.198-206).
Alman kültürüyle yetişmiş ve Almanya’ya sadık Ermenilere “en az otonomi tanıyacak ve Avrupa güçlerinin idaresine geçecek” bir Türkiye düşüncesini Türk devlet adamlarının reddetmesi durumunda “doğacak vahim sonuçlar”ın sorumluluğu papaza göre Türkiye’ye ait olacaktır: “Ermeni reformlarının daha fazla sürüncemede bırakılması, Türkiye’yi bir yangın mahalline döndürecektir… Türkiye’nin kaderi bugün Ermenilerin elindedir. Zira sonucu belirleyecek savaş vuku bulduğunda, Türkiye Doğu kanadından, yani Rus – Ermeni sınırından istilâ edilecektir. Bâbıâli seçimi doğru yapmalıdır: Ermenistan Türkiye için ya kale, ya da bir tuzak çukuru olacaktır, Türkiye hangisini dilerse”. Savaş günlerinde Osmanlı Devleti’nin cephe gerisinin, papazın sadece üç yıl önce uyardığı, bir ‘tuzak çukuru’na dönüşmemesi için aldığı tehcir kararına papaz bu kez bir başka argümanla itiraz edecekti. Papaz, 10 Ağustos 1915 günü huzuruna kabul edildiği Enver Paşa’ya ‘Almanya’dan selâmlar ilettikten’ sonra “becerikli ve çalışkan Ermeni ırkının Türkiye için arz ettiği önem”e değinecekti. “Omuzları çökük, damarlarında yarı Arnavut kanı dolaşan ve bir kızı andıran Çingene baronu…” şeklinde okuyucularına tasvir ettiği Enver Paşa’yı ikna edemeyen papaz, ‘çözüm’ü biliyordu: “Sadece Hristiyanların değil, Müslümanların kurtuluşu için de Türkiye’nin yıkılması şarttır”. Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından finanse edilen ve Mülheim Protestan Akademisi’nde 17 – 19 Mart günleri arasında düzenlenen, ‘Jenozit’ten seksen yıl sonra Ermeniler’ başlıklı bir konferansta da aynı arzu dile getirilmişti: “Nüfus bakımından da Ermenistan bugün çok zor bir durumdadır. Bugün Türkiye’de altmış milyondan fazla insan yaşıyor. Ermenistan’ın nüfusu sadece üç milyondur. Ermenistan’ın bu zor durumdan kurtulabilmesi için son çare, Türkiye’nin etnik gruplar itibariyle bölünmesidir. Ülkenin bir kısmı Kürtlere, bir kısmı Lâzlara, vs. verilmelidir[2].
Alman sosyal demokratlarını ‘İblis’le karşılaştıran Lepsius’un ölümünden sonra bu kez bir Alman sosyal demokratı ‘barbar Türkler’e karşı ‘mazlum Ermeniler’in safında yer alacaktı: Heinrich Vierbücher. II. Dünya Harbi’nden sonraki dönemde, özellikle 1970’li yıllarda azgınlaşan ‘yabancı (Türk) düşmanlığı’na paralel biçimde ‘Ermeni Sorunu’nun Alman yayıncılığında yeniden keşfedildiğine tanık oluyoruz. Bu dönem Türklerin Almanya’dan ‘püskürtülmesi’ni amaçlayan resmî (yasal/kurumsal) ve gayri resmî (Neonazi saldırıları) ırkçılığın Almanya’da günlük yaşamın bir parçası olduğu yıllardır. Dikkati çeken bir başka gelişme, ‘tarihçiler tartışması’ olarak bilinen, Musevî soykırımını göreceleştirme çabalarının artık entelektüel ve akademik çevrelerde kabul görmesidir. Dolayısıyla ‘Ermeni sorunu’, hem köken ülkenin tarihini karalayarak, Almanya Türkü’nü ulusal kimliğinden uzaklaştırmayı plânlayan resmî çevrelerin, hem Alman faşistlerinin hem de Musevî soykırımını ‘bayağılaştırma’yı (Banalisierung) amaçlayan revizyonistlerin işine gelmiştir. Ermeni terör örgütü ASALA’nın Türk diplomatlarına karşı işlediği cinayetler, Alman medyasında Ermeni terörünün değil, ‘Ermeni soykırımı’ iddiasının gündeme getirilmesine vesile yapılmıştır. Sağ muhafazakâr Alman revizyonistleri tarafından kâh ‘Asya türü eylem’, kâh ‘Adolf Hitler ve bir avuç arkadaşının plânı’ teorisi sayesinde ‘Slav kökenli ve Slav zihniyetli bir avuç delinin cinayeti’ olarak bayağılaştıran Musevî soykırımının (Holocaust) eşsizliğini (Singularitaet), sol entelektüeller ‘Ermeni soykırımı’ yalanıyla çürütmeye çabalamaktadırlar. Sözde ırkçılığa karşı mücadele veren Alman entelektüelleri, sağcı ve faşist Alman revizyonistleri gibi, sözde ‘Ermeni soykırımı’nın ’20. Yüzyılın ilk soykırımı’ olduğu teziyle Türklerin Almanlara ‘öncülük’ ettiklerini iddia ederken, sahteliğine bakmaksızın hâlâ Adolf Hitler’in “Bugün Ermenilerin imhasından kim bahsediyor ki?” sözünü ‘belge’ olarak kullanabilmektedir (S.215-216).
[1] Tarafımızdan belirtildi.
[2] Tarafımızdan belirtildi.