Edgar Allan Poe (1809 – 1849)(268)– , “William Wilson” adlı öyküsünde, olayın kahramanının bir mektep arkadaşı vardır; bu kişi aynı adış taşıyıp yaş, beden yapısı ve şekli itibarıyla ona o denli benzemektedir ki, kardeşi olabilirdi. O, bu benzerliği kabul etmeyi imkânsız buluyordu. Çiftine karşı “henüz nefret olmayan, biraz itibar, daha çok saygı, çokça korku, tek kelime ile rahat olmayan bir tecessüs halinde hareketli bir düşmanlık” hisseder olmuştu; ama “küskünlük hissi… rakibimle benim aramda her vesileyle manevî ya da fizikî benzerliği gösterme eğiliminde giderek artmıştı”.
Sonunda, onu üniversitede de takibeden ve daha sonraki yaşamında her kritik anda ortaya çıkma itiyadında olan mektep arkadaşından boş yere kurtulmayı düşünür, hiddeti nefret içinde katılaşır ve onu öldürür.
Poe’nun bu öyküsü, Almanlarla Yahudiler arasındaki münasebetin trajik hikâyesine benzerlikten yoksun değil. İki ulus arasındaki çalışkanlıkları, tasarruf ve tutumluluk eğilimleri, sebatkârlıkları, güçlü dinî duyguları, aileye verdikleri önem ve matbû kelâma müşterik saygıları itibariyle yakın benzerlikler çarpıcı oluyor, mezkûr hasletler Yahudileri Kitab’ın Ulusu, Almanları da das Volk der Dichter und Denker (şair ve filozofların milleti) yapmıştı. Bunlar, entelektüel iddialarının tabiatı itibariyle, kendilerini pragmatik ve faydacı amaçlarla sınırlamayı reddeden, ama evrenin sırlarını bulmak, insanoğlunun Tanrı ile ilişkisinin gizemini çözmek üzere Faust’un ihtirasını pay etme hususunda da aynıdırlar. Bu sonuncu hedef, keza Kant, Hegel ve Schelling gibi Alman metafizikçileri ile Yahudi Kabbal’cılarda da vardı.
Bu akrabalık keza menfi özelliklerinde de belirgin oluyor ve Jörg von Uthmann’ın deyişiyle “bunları dünyada sevilmeyen kılmış olan işteki ateşli faaliyetleri… Bunların mutlak’a müşterek inançları, her iyi şeyi kötü olduğu noktaya kadar iten sabit fikirleri ve patavatsızlıkla hassasiyetin, küstahça gurur ve uşak ruhluluk, Seçkin’e ait olma gururu ve kendini aşağı görme terkibi”, her iki ulusta meşhur olmuştu.
İşbu ayniyetlerden etkilensek bile kendi kendimize bunlarla ilişkinin, Poe’nun öyküsünde olduğu kadar korkunç sonuç ‘u arasında herhangi bir gerekli bağlantının bulunup bulunmadığını sormalıyız. Neden işbu benzerliklerin bir bütünleşme yerine Yahudilerin hemşehrileri tarafından imhasına götürmüştü? Niçin Heinrich Heine’nin (1797 – 1856)(269)– dediği gibi iki ahlâkî ulusun “felsefenin mekânı, kehanetin anavatanı ve saf ruhaniyetin kalesi Almanya’da “Almanlarla Yahudilerin bir yeni Kudüs yaratacaklarına dair kehaneti neden gerçekleşmedi? Uthmann ve diğerleri, bunların yakınlığı kendi içinde bunu önlemiş, bunun yerine ölümcül yakınlık rekabetine götürmüş. Kesin olarak Alman anti-semitizm sorununa ve daha başkalarına yanıt, Almanya’nın gecikmiş uluslaşma gelişmesinde ve daha özellikle, bir yandan Aydınlanma’da başarısızlık ve, öbür yandan da, Almanya’nın hızlı sanayileşme ve sosyal değişmeye intibaktaki güçlüklerinde aranacaktır.
Anti-semitizmin tarih içindeki en eski sebepleri şüphesiz, dinî idi. Roma zamanında bile Yahudilere kuşku ile bakılmış, şöyle ki bunların katı tektanrılıkları, imparatorların tanrısallaştırılmalara ve bunu kutlayan törenlere hiç müsamaha göstermiyorlardı; bu çizgide ısrarları da İmparatorluk’un bazı yerlerinde, katliâma varan Yahudi aleyhtarı kargaşalıklara yol açıyordu. Ama sadece Hıristiyanlığın yükselmesiyle Yahudilere karşı bir tür şiddetli düşmanlık ifadesi Batı yaşamında sürekli bir veche olmuştu. Hıristiyanlar için Yahudiler, İsa’yı vaadedilen Mesih olarak tanımayı reddetmiş inatçı bir ulus olup işbu hatâda ısrar etmekle kalmayarak tanrı katlı günahı ile de yüklü idiler. Bu konuda Matta ve Yohanna İncil’leri en sert ithamları içeriyorlar. IV. yy’da Ermiş Jan Chrisostom (“altın ağızlı Jan”) ateşli şekilde “müminler arasında çok kişinin Yahudilere saygı gösterdiklerini biliyorum. Bu, beni böyle bir felâketli kanaatı kökünden söküp atmaya sevkediyor. Bunlar Baba’yı tanımayıp Oğul’u çarmıha germiş ve Ruh’ül – kuds’ün yardımını reddetmiş olduklarına göre kim Sinagogun İblis’in evi olmadığını iddiaya cüret edecek? Orada Tanrı’ya ibadet edilmiyor; orası basitçe putperestlik yatağıdır… Yahudiler mideleri için yaşarlar, bu dünyanın mallarını şiddetle arzu ederler. Utanmazlık ve oburlukta hattâ domuzları ve keçileri geçerler… Bunların içinde İblis vardır… Bunlara selâm verip hitabetmek yerine bunlardan veba ve beşer ırkanın, veba salgınından olduğu gibi uzaklaşmak gerekir” şeklinde vaaz ediyordu.
Yahudilerin kendilerine has özellikleri ve Ortaçağlar’da kapalı cemaatlar halinde yaşamayı tercih etmeleri yüzünden bunların vahşi zannedilip bâtıl korkuların hedefi haline getirilmişlerdi. Hiç bir cinayet işlenmemişti, hiçbir çocuk kaybolmamıştı ki bunların sorumlulukları onlara yüklenmemiş olsun. Müstehçen uygulamaların ve ritual katillerin bunların dinî ahkâmlarının mutad veçhesi olduğuna yaygın olarak inanılıyordu; bunlar kuyuları zehirliyorlar, gençleri baştan çıkarıyorlar ve bunların şeytanî güçleri depremleri, vebaları ve fırtınaları Hıristiyan komşularının üzerine yıkmaya yeterliydi. Bittabî, felâketli zamanlarda bunlar halkın hiddetinin kurbanı oluyorlardı.
Almanya’da arada bir halk Yahudi düşmanlığı Ortaçağlar ve erken modern dönemde mutad olmuştu. Bu çoğu kez Kilise tarafından teşvik ediliyordu ve bu sonuncusu kurbanlarının teşhisi için Yahudileri ayırdedici elbise giymeye (Örneğin sarı kordele veya boynuzlu külâh) zorluyordu; yine teşvik edenler arasında Yahudi işportacıların rekabetini kıskanarak Hıristiyan esnaf ile Yahudi sarrafa olan borcundan kurtulmak isteyen kişiler vardı. Bununla birlikte, biraz gerçek duygusu olanlarca Yahudilerin genellikle ekonomik hayatı dürtüklediklerini ve iskân etmiş oldukları bölgelere refah getirdikleri kabul ediliyordu; böylece de Almanya’nın birçok yernide Yahudi tüccarlar, İmparator ya da mahallî idarecilerin himayesi altına alınmışlardı. Ancak, onlara tanınan haklar, devletten devlete değişip süre olarak sınırlı ve herzaman da mahallî koşulların ve kent idarecilerinin keyfine de bağlı oluyordu.
Reformasyon’un gelişiyle toleranssızlık artacaktı. Luther başlarda Yahudilerin yeni oluşuma müsbet şekilde yaklaşıp eski hatâlarından vazgeçerek Hıristiyanlığa geleceklerine inanmıştı. Ama Yahudiler bu babda hareketsiz kaldıklarında Reformcu, Nazilerden önce adîliği görülmemiş bir dille bunlara karşı kuduruyor, “Yahudiler ve bunların yalanları” (1543) adlı uzun risalesinde, soruyor:
“O halde biz Hıristiyanlar bu lânetli, atılmış Yahudi ırkı ile ne yapacağız? … Bunlara aramızda yaşadıklarına ve bunların yalan ve küfürleri ve lânetliliklerine göre, bunlara müsamaha edemeyiz…” Bu vaazın arkası, “sinagoglarını ve okullarını ateşe verme ve yakılamayanların toprakla örterek kimsenin bunlardan ne bir taş ne de bir kor görmesi önlenecek”, “çingeneler gibi ahır bölmelerinde yaşayıp kendilerinin öğündükleri gibi ülkemizin efendileri olmadıklarını öğrenecekler ve sefalet ve esaret içinde yaşayacaklardır” şeklinde geliyor. Öbür yandan, Reformasyon’la başlamış olup uzayarak giden dinî savaşlar, Yahudilere saldırıları teşvik etmiyordu, şöyle ki yine bu sonuncular, toplumda herhangi bir unsurdan çok, uluslararası temasları ve krediye ulaşma kolaylıkları, 1648’den sonra Almanya’nın ekonomik toparlanmasını kolaylaştırmıştı. XVII. yy’ın ikinci yarısından sonra, mahallî prenslerin birçoğu, Yahudi yerleşmelerini hoş karşılamış, ama bu imtiyaza da karşılık almışlardı ve Saray Yahudileri (Hofjuden) , malî idarede elzem rol oynamışlardı. Bu, sadece tali Alman saraylarında değil, I. Leopold ve halefleri VI. Charles ve Maria Theresa’nın saltanatlarında Avusturya’da da böyle olmuştu. Brandenburg – Prusya, bütün Alman devletlerinden Yahudilere en büyük müsamahayı göstermişti. 1670’de Viyana’dan dörtbin Yahudi kovulduğunda Büyük Seçici elli ailenin topraklarında iskân edilmesi müsaadesini vermiş ve bunlara ev sahibi olabilme ve ibadetlerinin alanen icrası gibi imtiyazlar vermişti ki bunlar, Yahudilere öbür devletlerde esirgeniyordu. Prusya’nın ekonomik gelişmesinde, Yahudilerin kabul edilmeleri Büyük Seçici’nin, Nantes Beyannamesi’nin geri alınmasından sonra Fransız Huguenot’larına yurt vermesi kadar önemli olmuştu.
Bu hizmetler sadece Yahudi tebaasına imtiyazları genişleten saray tarafından değil, aynı zamanda bunları kabule artan bir istek gösteren Prusya toplumu tarafından da takdir edilmişti. Bu, özellikle Berlin’de böyle olmuştu ve burada, hiç değilse kültürel düzeyde, XVIII. yy’ın sonunda zengin Yahudi aileleri ile Prusya aristokrasisinin ve yukarı orta sınıfının aydınlanmış kesimleri arasında bir tür symbiosis hâsıl etmişti. XVII. yy’ın sonları ve XVIII. yy’ın ilk yarısında, Devlet’in malî idaresinde bir sistematik rasyonelleşme ve de ticaret ve imalâtta devamlı bir büyüme görülüyor; bu geniş ölçüde Hofjuden ve Hoffaktoren’in isabetli idareleri sayesinde vâki olmuştu ve Eda Sayarra, Prusya’nın Yedi Yıl Savaşı’nda bozgundan kurtulup işbu çatışmaların hâsıl ettiği maddî kayıpları sür’atle tamir etmesinin sadece ekonomik danışmanlar Veiten Ephraim ve Daniel Itzig’in kahramanca çabaları ile olduğunu söylemenin abartma olmayacağını yazıyor.
Bu işlerin yolunu Moses Mendelssohn(270)– açmıştı. 1743’te beş parasız ve Almancayı doğru dürüst konuşamaz halde Berlin’e gelmişti. Daha sonra Lessing ve Alman Aydınlanma’sının önde gelen isimlerinden biri ile arkadaşlık kuruyor. Mendelssohn, Yahudilerin kendilerini içinde asırlarca yaşadıkları manevî ghettodan kurtarmalarının ve bunun için de kendilerini ayrı bir ulus olarak görmekten vazgeçmelerinin gereğine inanmıştı; Alman kültürü, kendilerininki gibi kabul edilecek, din, eskimiş rituallardan kurtulacaktı. Evini entelektüeller, mümtaz yabancı ziyaretçiler ve Berlin’in yüksek sosyetesi için bir buluşma yeri yaparak Yahudilerle Gentil’ler arasındaki sosyal engeli kırmayı aramıştı; karşılıklı anlaşmayı teşvik etmek ve Yahudilerin başka iklime ait bir ulus değil, Alman toplumunun aydınlanmış üyeleriyle aynı ilgileri olan Almanlar olduklarını ispat etmeyi ümid ediyordu.
Mendessohn’un örneğin kızı Dorothes Mendelssohn Veit devam ettirmişti; bu hanım, II. (Büyük) Frederick’in saltanatının son yıllarında bir “okuma toplantısı”na sahipti, haftada iki kez toplanılıyor, dinî fark gözetilmeden Berlin’in yazar ve bilginlerini, başka Yahudi tacir ve meslek adamlarının eş ve kızlarını cezbediyordu. Bu sonuncuların arasında, çevresinde Wilhelm ve Alexander von Humboldt, Henriette Herz gibi ünlü kişileri toplamış olan Frau Hofrat Bauer de vardı. Henriette’in güzellik ve zekâsı dillere destan olmuştu. Ama bütün bunlar, Yahudileri insandan aşağı yaratıklar olarak gören halk eğiliminden uzak bir çığır olmuştu. 1743’te, bir gün Moses Mendelssohn yorgun adımlarla Berlin kapısından geçtiğinde, görevli gümrük memuru, nöbet defterine “bugün buradan altı öküz, yedi domuz ve bir Yahudi geçti” diye yazmıştı ve birçok Alman devletinin yasaları hâlâ bu havayı teneffüs ediyordu. Ama salonların Berlin’in sosyal ve entelektüel yaşamına hâkim olduğu günlerde, koşulların değişmekte olduğuna ve Yahudilerle Almanların arasında mevcut farkların iyi niyet ve aydınlanmış devlet gücüyle kaldırılabileceğine inanmak kolay oluyordu. Bu yolda yazılmış olanlar tümden etkisiz kalmamıştı. 1782’de, İmparator II. Joseph’ten, memalikindeki bütün Yahudiler için bir hoşgörü iradesi sadir olmuştu. Ama uygulamada bu, hiç de bekleneni vermemişti. Aydınlanma ideologlarının yüksek ümitleri hayal kırıklığına uğramıştı, şöyle ki bunlar, salonlara devam etmeyen ve bu yolda yazılmışları okumamış olanlar tarafından paylaşılmıyordu.
Toplumun hattâ tahsilli kesimi arasında bile Yahudilere müsamaha arzusu gevşemiş ve birçok halde yok olmuştu. Evvel emirde bu, Napoleon’un Almanya’ya hâkim olduğu yıllarda yer almış olan vatanseverlik hislerinin patlaması nedeniyle idi. Fransız aleyhtarı kaynaşma, Deutsche Tugendbund (Alman Erdem Birliği) gibi dernekler tarafından yayılıyordu; bu sonuncular, Aydınlanmanın tekâmül ve kozmopolit görüşlerine şiddetle tepki gösteriyor, güçlü bir Hıristiyanlık karışımı ile bir tüm milliyetçilik doktrinini vaaz ediyorlardı. O kadar ki 1815’te, Yahudi yazar Saul Ascher, bir hicivnamesinde bu yeni hareketi “Germanomania” olarak betimliyordu.
Ascher, Alman yurttaşlığına Yahudi iddiaları adlı yeni bir kitabı zikrediyor; bunda Yahudiler için sivil haklara karşı daha büyük tedbirler alınmasını ancak Hıristiyanlığa dönmelerinin yurttaşlık verilmesini haklı çıkarabileceğini, Almanya’ya Yahudi muhaceretine kısıtlamalar getirilmesinin gerektiği savunuluyor.
Herhangi hassas bir kişi için bu dilemna, çok zalim görünüyordu. Gelenek ve dinlerine sadık kalmaları halinde Yahudiler, sosyal bünyede bir yabancı unsur olarak görüleceklerdi; Hıristiyanlığı kabul etmeleri ve kendilerini iyi Almanlar olarak ispat etmeyi de çoğu kez küstahlık ve haddini bilmezlikle itham edileceklerdi; bunlar “Alman değillerdi”. Bu sonuncu tepkiyi belirginleştiren casus classicus, Heinrich Heine’ye aitti.
Bir ghetto’da doğmuş olan Heine, vaftizi “Avrupa kültürüne giriş kartı” olarak kabul etmişti. Daha sonra da, “hiçbir zaman geri dönmediğini, çünkü hiçbir zaman terketmediğini Yahudiliğime kılçık atmıyorum” diye yazmıştı. Onun Almanlığında, Yahudi kökenindeki gibi, şüphe yoktu. Bütün hayatını boşuna bir ideal anavatan yaratma çabalarına hasretmişti. Buraya dercetmediğimiz, sürgünde yazdığı şiirinde, vatanına olan sevgisini ve kendisi için istediği “bir Alman şairi” ünvanını açıklıyor.
Her ne kadar Goethe’den sonra en büyük Alman lirik şairi ve kabul edilmiş bir nesir ustası olmuşsa da Heine hiçbir zaman, daha sonra da, mutad olarak büyük yazarlara verilen onura sahip olmamıştı. Gerçekten, daha 1830’larda, meş’um “Alman değil” kararı ona karşı verilmişti.
1921’de, Heine’den sonra en büyük Alman heccav (hicivci) Kurt Tucholsky, anti-semitizm üzerine yazmış olduğu çok sayıda makalenin birinde, cennetin kapısına dayanmış General Erich Ludendorff’a ciddî olarak nasıl savaşta iki milyon insanın ölümüne sebep olmayı haklı çıkarabileceği soruluyor. “Sevgili Tanrı” diye yanıtlıyor Ludendorff, “Yahudilerdi…”.
Gözüktüğüne göre Tucholsky’nin hayalî şakası, abartılı değildi. XIX. yy boyunca Yahudiler ülkeye çöken bütün felâketlerin müsebbibi olarak ayıplanıyor ve harp çıktığında, bunlar Ludendorff’un generallerinin beceriksizliğinin günah keçisi yapılmamış olsalar bile, 1918’de orduyu arkadan hançerlemek ve ülkeye utandırıcı bir barış anlaşmasını icbar etmeye yardımcı olmuş olmakla suçlanıyorlardı. Daha sonra, Weimar Cumhuriyeti’nin çektiği tüm sıkıntılar, örneğin 1922 – 1923 korkunç enflasyonu ve onun Alman vatanseverlerini kıran dış siyasetinin tüm veçheleri, Yahudilere yükleniyordu.
Bu keyfiyet, şüphesiz, ekonomik zorluklar zamanında gayri tabî sayılamazdı. Erken XIX. yy’ın başat olarak kırsal ekonomisinde Yahudiler çoğu kez işportacılar, tahıl ve canlı hayvan tüccarı ve para mukrizi olarak kârları, kışlarda köylüleri taşımıştı. Bunlar mutad olarak müşterilerince sevilmiyorlardı ve kötü zamanlarda da halk nefretinin sıkıntısını çekeceklerdi. Viyana Kongresi ile 1848 devrimleri arasındaki dönemde, Güney Almanya ve 1819’da Rhineland’da, 1830’da Hamburg’ta ve 1848’de Baden’de sık Yahudi aleyhtarı ayaklanmalar görülmüştü.
Mezkûr yüzyıl içinde Almanya’nın ekonomik değişimi dramadtik olmuş ve gerçekleşmiş olan sanayileşme sürecinin büyük hızı çok sayıda kişisel trajediyi mucib olan acılı sosyal dağılma ve kökünden sökülmeyi intac etmişti. Yahudilerin yeni koşullara üstün intibak kabiliyeti, birçok küçük kent Almanının aksine kent yaşamına kendilerini uydurma kolaylığı, bunlara karşı kullanılıyor ve bunların sosyal çözülmeyi teşvik edip bundan istifade ettikleri şüphesini güçlendiriyordu. Bunların, ucuz kırsal işçilikten faydalanarak giyim eşyası ticaretinde başat rol oynamaları, sömürücülük suçlamalarına yol açıyordu ve Berlin, Frankfurt ve Viyana’da Yahudi banka ve yatırım firmalarının çokluğu daha da kaçınılmaz sonuçlar getiriyordu. Modern keskin şekli altındaki anti-semitizmin kökeninin 1873 devlet eshamı iflâsında olduğu ne kadar söylense az oluyor, şöyle ki Yahudi girişimci Bethel Stronberg’in demiryolu imparatorluğunun çok büyümesi ile küçük yatarımcıları pervasızca sömüren doymak bilmez daha az muteber tüccarların suistimallerinde yattığı bir vakıa oluyor. Yahudi dolandırıcılara karşı iflâsı takibeden hiddetli saldırılar arasında kamu, Reichstag’da bir Yahudi milletvekilinin, Eduard Lasker’in tekrar tekrar fiyatlarda spekülatif yükselmelerin çürüklüğüne karşı ettiği ikazlarla, Bleichröder and Company gibi Yahudi bankalarının, zararın daha da büyük olmasını önlediğini gözden kaçırıyordu. Ama zarar bir kez vâki idi ve Shylock gibi Yahudi işadamının imajına vurulan damga silinmez olmuştu.
1873 iflâsının peşinde Almanya’da yeni bir Yahudi aleyhtarı kuşağı belirmişti; bu, Heines’in Yahudilere karşı kullandığı ırkî delillerin çok ötesinde idi. Eugen Dühring, Paul de Lagardeve, Wilhelm Marr gibi kişilerin ders ve risalelerinde Hıristiyanlığı kabule yanaşmayan Yahudiler, artık Alman olmamakla suçlanıyorlar, ama tabiatları icabı, Alman toplumunda yabancı bir unsur olarak kalıp onun hayatî güçlerine bulaşan ve onu soysuzlaşma ile tehdit eden bir hastalığın taşıyıcısı olarak gösteriliyorlardı.
Wagner’in anti-semitizmi muhtemelen, mesleğinin başında ona destek olmamış olan Yahudi finansör ve empresaryalar ile, Giacomo Meyerbeer gibi başlarda şöhreti onunkini aşmış Yahudi rakiplere karşı duyduğu küskünlükten kaynaklanıyordu; bu keyfiyet, onun “Müzikte Yahudilik” (1850) adlı denemesinde ve Cosima Wagner’in (Wagner’in eşi) günlüğünde darmadağınık şekilde bulunan, Yahudilerin keskin uygulamaları ve Hıristiyanları sömürmelerine dair düzinelerce telmihte ifadesini buluyordu. Ama bu hayalî düşmanlara karşı birikmiş melâle (bıkkınlığa) ek olarak da kuvvetli bir korku unsuru, düşüncesini etkilemişti. Onun arada bir dostluk kurduğu Friedrich Nietzsche, anti-semitizm konusunda İyilik ve kötülüğün ötesinde adlı yapıtında bunun “tipi hâlâ zayıf ve kararsız bir ulusun içgüdüsü olup güçlü bir ırk tarafından bu kolaylıkla silinip söndürülebilir” diye yazıyordu. Bu ifade, Yahudilere, bunların asırlar süren baskıya rağmen canlı kalabilme başarılarına gizli bir hayranlık ile kendi halkının serbest rekabet halinde kendi zatiyetini muhafaza etme kabiliyeti hususundaki kuvvetli şüphelerini mezceden Wagner’e bir atıf olabilir. Kaygılarını, Yahudilere Alman kültürünün düşmanı olarak saldırılarında ifade ediyordu.
Wagner’in kendi müzikal ideallerinin en sadık yayıncılarının, opera müdürü Angelo Neumann, piyanist Josef Rubinstein ve onun gözde orkestra şefi Hermann Levi’nin Yahudi olmalarına rağmen o, bu takıntıdan kurtulamamıştı, Herman Levi’ye, Parsifal’ın promiyerini idare etmesine ancak vaftiz olması şartıyla müsaade edeceğini bildirecek kadar. Çok sayıda Yahudi hayranına rağmen o, anti-semitik davaya hizmetleriyle övünüyordu. Anti-semitizm Wagner’in muhakemesini bütün öbür konularda da bozmuştu. Sürekli olarak Bismarck’ı kötüleyişi, geniş ölçüde bu sonuncusunun Yahudilere musallat olanları istihfaf etmesi nedeniyleydi ve onu Almanya’yı Yahudileştirmek’le itham ediyordu. 1881’de Viyana’da Burgtheater yangınında 400 Yahudi de dâhil yüzlerce insan hayatını kaybetmişti ve Cosima, Wagner’in “bütün Yahudiler, (Lessing’in) Nathaw’ının icrası sırasında yanmalıydılar” sözüyle “gönülden şaka” yapmış olduğunu kaydediyordu.
Ruhî beslenmelerini haftalık dergilerde tefrika edilen aşağılık romanlardan alan 20 milyon Alman, artık standard hale gelmiş “Yahudi tefeciler, kuyu zehirleyicisiler, çocuk katilleri…” tasvirlerine alışmıştı.
Bu konudaki ayrıntılar anlatılmakla bitmez. Biz bunları burada kesiyoruz(271)– .
– (268) A.B.D’li şair, öykü yazarı ve eleştirmen; korku edebiyatı ve palisiye türünün gelişmesinde önemli bir rol oynamış. Dünya çapında ün kazanan ilk A.B.D.’li yazar.
– (269) Alman şairi Heinrich Heine bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Çocukluğunu Hamburg’ta bankerlik yapan milyoner amcası Salomon Heine’nin yanında geçirdi; cömertliği karşısında itaat bekleyen amcasıyla hep rahatsız bir ilişki içinde kaldı. Düsseldorf lisesini bitirdikten sonra işadamı olması istendiyse de, sonunda amcasının üniversite eğitiminin giderlerini karşılamaya razı olması üzerine Bonn, Göttingen ve Berlin Üniversitelerine gitti; yasalara göre Yahudiler memurluk yapamadıklarından istemeyerek Protestan oldu. Ama hiçbir zaman avukatlık ya da devlet memurluğu yapmadı. Heine’nin 1820’lerde hızla ünlenmesinde, düzyazı denemelerinin de payı vardı. Temmuz 1830’da Fransa’da devrim başlayınca Heine, pek çok liberal ve radikalin yaptığı gibi Fransa’ya gitmedi, Almanya’da para kazandıracak bir iş aramayı sürdürdü. 1831 ilkbaharında Paris’e gitti ve ömrünün sonuna dek orada kaldı. Önceleri Saint – Simon’un Hıristiyan sosyalizmini çekici buldu ve geçmişin baskıcı ideoleojilerini aşacak daha mutlu bir topluma ulaşmak için tinselcilik ile duyumculuk arasında yeni bir denge kurarak modern bir öğretiye ulaşma konusunda umutlandı. Yuttaş – kral Louis Philippe döneminde Fransa’da gelişen sınırlı demokrasiyi ve kapitalist düzeni gördükçe siyasî ve toplumsal konulara ilgisi arttı. Heine’nin insanları rahatsız etme gücü, büyüleme ve harekete getirme gücü kadar büyüktü. Çok az büyük şair, ülkesinde onun kadar geniş tartışma konusu olmuştu . Saldırgan yergileri, radikal davranışları ve pervasız yöntemleri yüzünden pek çok kişi tarafından yurdunu sevmeyen, yıkıcı ve hain biri olarak görüldü. Antisemitizmin güç kazanması da ona karşı açılan kampanyayı körükledi. XIX. yy.’ın sonu ile XX. yy.’ın başında çeşitli Alman kentlerinde Heine adına anıt dikme çabaları, ayaklanmalara yol açtı ve hükûmetleri sarstı. Birçoğu bestelenen şiirleri halk arasında sevildiği için Naziler bunları derlemelere almak zorunda kaldılar. Bugün de siyasî rolünün Marksizmle ilişkisinin değerlendirilişi, Doğu ile Batı arasında anlaşmazlık konusudur (AB).
– (270) Moses Mendelssohn (1729 – 1786) Yahudi Alman filozofu, eleştirmen, kutsal metin çevirmeni olup Yahudi topluluklarının Alman burjuvazisiyle bütünleşme çabalarına yardımcı olmuştu. Menahem Mendel Dessau’nun oğluydu. Yahudiler arasında Moses Dersau adıyla bilinmekle birlikte Mendel’in oğlu anlamına gelen Almanca Mendelssohn soyadını kullandı. Bu tercihi, öteki Yahudiler için de önerdiği Alman toplumuna katılma çabasını yansıtıyordu. 1743’te Berlin’e gitti; orada John Locke, Gottfried von Leibniz (ünlü filozof ve matematikçi) ve Christian von Wolff’un düşüncelerini inceledi. 1754’te Alman Tiyatro Yazarı Gotthold Ephraim Lessing ile tanıştı. Die Juden (Yahudiler) adlı oyununda soylu bir Yahudiyi betimleyen Lessing, idealinin gerçekleşmesi saydığı Mendensohn’u görmek için özel olarak onun yaşadığı kente gitti. Lessing, Nathan der Weisse (Bilge Nathan) oyununun ana karakterini, bilgeliğiyle “Almanların Sokrates’i” olarak ün kazanmış Mendelssohn’u örnek olarak çizdi. Mendelssohn’un oğlu Abraham, ünlü besteci Felix Mendelssohn’un babası oluyor(AB). İlerde, Türkiye’de Mendelssohn rolüne soyunmuş Tekinalp’i irdeleyeceğiz.
– (271) G. Craig . – op. cit. , S. 126 – 139 .