Günümüz Almanya gerçeğinin tam bir teşhisi için onun tarih içinde geçirmiş olduğu evreleri ayrıntılarıyla tedkik etmenin gereğine inanıyoruz. Buraya kadar da hep bunu yapmaya çalıştık. Birçok tekrar, kaçınılmaz oldu. Bu yolda devam ediyoruz.
Kasım 1989’da Berlin Duvarı tarihe karışmıştı. 1990’ın sonunda da her iki Alman devleti birleşecekti. Birçok Alman ve yabancı işbu birleşmenin manası konusunda meraka düşmüştü. Bunda, askerî yerine ekonomik güce dayanmış olsa da, kudretli bir Alman ulus – devleti’nin yeniden ortaya çıkışı mı bahis konusu oluyordu? (247)– .
Almanya’nın 1871 ile 1945 arası tarihi geniş tedkikler ve çoğu kez de sert tartışmalara konu olmuştu. Yeni Ulus – devlet farklı politik dokular geliştirip başka dış siyasetler takibedebilir miydi? Almanya dışında dünya savaşlarının bundaki sorumluluğu nedir? Hitler ve Nasyonal – sosyalizm, bir zatî ulusal tarihin son haddi olarak münhasıran Alman hadisesi olarak düşünülebilir mi? Ya da Avrupa’nın sair yerlerinde de bulunabilen politikaların bir aşırı şekli mi akla gelecek?
1871 – 1945 üniter ulus – devlet, tüm modern Alman tarihinin anlaşılması için bir hareket noktası teşkil ediyor. Daha genel olarak üniter ulus – devlet, iyi ya da kötü, modern çağın “normal” politik birimi olarak görülüyor. Modern Avrupa’nın tarihi, ulus – devlet’in yükselişi olarak telâkki ediliyor. Bu süreç içinde eski politik birimler, site devletler, önemsiz prenslikler, yıkılmışlardı, büyük çok – uluslu sülâlelerle birlikte. Bu tür politik birimlerden oluşmuş Kutsal Roma İmparatorluğu, ülke – devlet’in yükselişiyle yok olmuştu ve sonunda bu devletlerin en güçlüsü, Prusya , geri kalan işbu küçük devletleri bertaraf edip bir ulus – devlet bina etmek üzere Almanya’dan çok – uluslu Habsburg sülâlesini tardetmişti.
Bu süreç, denklemin bir tarafını, yani öbür devlet türlerinin yıkılmasını teşkil ediyor. Denklemin öbür tarafı da , yeni devleti bir ulus – devlet yapanın ne olduğudur. Bu, genellikle, yeni devletin ahalisi içinde bir ulusal hüviyet hissi olarak kabul ediliyor. Bu itibarla Almanya’nın meydana getirilmesinin bir tarihi, hem Prusya’nın yeni bir devlet bina etmesi yolunun, hem de, çoğunlukla bir milliyetçilik şeklinde ifade edilen bir ulusal hüviyetin gelişmesinin tarihi oluyor. Kleindeutsch (küçük Alman, yani Avusturya’yı dışlayan Prusya liderliğinde bir Almanya), ya da tarihin Prusya ekolü olarak bilinen birleşme hikâyesini kutlayan tarihçiler, işbu hikâyeyi Prusya devlet gücü ile Alman ulusal duygusunun nihaî olarak yaklaşması şeklinde görmüşler: Bu tarihlerde bahisler, Prusya merkezli siyasî tarih ile Alman merkezli kültürel tarih halinde birbirlerini takibediyorlar.
Hikâye, modern tarihte bir genel tema üzerinde bir özgü varyant olarak da görülebilir. Birçok tarihçi, anlattıklarına şu ya da bu ulus – devlet’in oluşumu hikâyelerini, bir ulusal hüviyet duygusu ve ilk milliyetçi hareketlerin meydana getirilmesine bakarak başlayıp bunu yeni devletlerin teşekkülüne bağlayarak devam ediyorlar. Öbür yandan, Alman vakıasının mütalâa ediliş şekilleri milliyetçilik ve devlet olmasının genel görüşlerini şekillendirmiştir. Nationalism adlı kitabına (Leipzig 1879 – 1894) Kedourie, bir çarpıcı cümle ile başlıyor :
“Milliyetçilik, ondokuzuncu yüzyılın başında Avrupa’da icad edilmiş bir doktrindir”.
Almanya, Kedourie’nin bu düşüncesine en büyük örnek oluyor. İşbu düşüncede bir ulus – devlet’in teşekkül hikâyesi, milliyetçiliğin, siyasî uçlarda bir doktrin olmaktan modern devletin merkezî ideolojisi olmasına doğru hareketininki oluyor. Böylece de milliyetçilik hakkında genel görüşlerde Alman milliyetçiliği hikâyesinin manası birbirlerine ayrışmaz şekilde bağlı oluyorlar.
“’Alman’ sözcüğünde bir özel sihir bulunmalı.
‘Alman’ diye kendisine ve parti görüşüne uyan herhangi birini tesmiye ettiği görülebilir”.
1864’te iktidara geldiğinden kısa süre sonra Prusya şansölyesi Bismarck, böyle konuşmuştu.
Michael Hughes, “Alman” ve “Almanya” gibi tâbirlerin Kutsal Roma İmparatorluğu’nun son on yıllarındaki mana çeşitliliğini gösteriyor. Bazıları için tâbirler, kastî olarak siyasî içerikten boşaltılmışlardır. Hughes tarafından zikredilen Schilller’den bölüm, siyasî güçte bir tuzak ve sulandırma görüp dışarda müşahade ettiği siyaset dünyasına karşı Alman büyüklüğünde ısrar ediyor. Bununla birlikte, şüphe ile karşılansa da Schiller bu hissini Fransız gücünün Alman topraklarına girmiş olduğu zamanda ifade etmişti. “Kültürel” büyüklük belki de siyasî durgunluğun bir telâfisi hizmetini görebilir. Ayrıca, Schiller bir kültürel elitism şeklini ifade etmişti. Her ne kadar Schiller, Goethe ve diğerleri, fikirlerini ifade vasıtası olarak Almancayı kullanmışlarsa da, bunlar yüksek sanat kavramları, kendi zamanlarında halkın malı olmalarını önlemişti. Bu kişilerin, Almanya’yı daha büyük bir politik büyüklük merhalesi için hazırlayan birer edebî dev olmaları dönüşümü ancak ölümlerinden sonra vâki olacaktı.
Hughes, Kutsal Roma İmparatorluğu içinde siyasî reform arayanlar üzerinde odaklanıyor. Burada büyük sorun, her ne kadar bir manada açıkça “Alman” ise de, ulus – devlet teşekkülü aracı olarak siyaseten uygun değildi, şöyle ki o zamanın, daha sonraki ulus – devlet siyasî modeli olacak olan mahallî devletler, işbu “Alman” niteliğinden çok az şeye sahiptiler. Ancak, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne tanık olmuş Napoleonik dönemde, müstakil, sarih sınırlarla çevrili ve tebaası ile anayasal ilişkileri olan devlet kavramı Alman topraklarına yerleşecekti.
Napoleon’un yenilgisi, Alman ulus – devlet düşüncesini fantezi alanından imkânlarınkine ve daha sonra da, vakıaya taşıyacaktı.
Alman topraklarının içinde ve ötesinde “vatansever” tâbiri başlıca, kendi özel devletleri için bir tür makbul bir meşruiyet yaratmak isteyen reformcuları ifade etmiş. Bu vatanseverlerin reform programları, Fransız başarılarıyla ümitsizce zayıflamış olan devletleri güçlendirme ihtiyacından esinleniyordu. Bu keyfiyet Bavyera, Baden ve Württenberg gibi, Avusturya ve Prusya’nın sırtından yeni toprak kazanmış “işbirlikçi” devletlere uygun düşüyor. Gerçekten, reformcu vatanseverlerle bunların muhafazakâr muhalifleri arasındaki fark, Napoleon ile birlikte savaşacaklarla ona karşı dövüşecekler arasındakinden daha önemli oluyor. Nice Prusyalı reformcu, örneğin, 1812 sonunda Rusya seferinin başarısızlığına kadar Napoleon’la işbirliğinden başka alternatif göremiyordu. Hattâ aralıksız olarak Napoleon’a karşı savaşmış olan, Alman vatanseveri olarak ululanan Baron Stein bile Napoleon’un 1805’te Prusya’ya verdiği Hannover’i idareye yardımcı olduğu gibi 1807 – 1808 arasında, zamanının çoğunu Prusya başbakanı olarak Fransa ile barış anlaşması girişimlerine sarfetmişti.
1806’dan sonra Alman topraklarında egemen olmuş reform süreçleri içinde Alman vatanseverliği marjinal rol oynamıştı. Önce, bunda milliyetçi entelektüeller vardı. Bunlar, düşüncelerini Schiller gibi kültürel elitler (güzideler)den çıkarıyorlardı. Bunlar keza, geniş ölçüde diliyle kişiselleşen her ulusun, tek bir karakter ve değeri olduğunu ileri süren Herder’den esinleniyorlardı. Bunların içinde en belirgini belki Fichte olup bu kişi, 1808’de derslerindeki Alman ulusuna hitabeler’de Herder kavramlarını geliştirmiş, dilin tüm safiyetinde muhafaza edilmesine ihtiyacı olduğunu ve Almanlara kendi ulusal karakterlerinin bilincini aşılayacak bir eğitim programının gereğini ileri sürüyordu. Bu çağda Berlin hâlâ Fransız birliklerinin işgalindeydi ve Fransız sansörü, Fichte’nin derslerine devam edilmesini tavsiyeye şayan buluyordu, kısmen bir eğitimsel ve kültürel yenilenmenin Fransızlara tehdit oluşturmadığı gerekçesiyle; o ise ki gerilla savaşı ya da halk ayaklanması önericiliği, rahatsızlık unsuru olurdu. Prusya, İspanya ve Rusya gibi ülkelerle belirgin tezat halinde, Fransız kontrolü altında tümden sakin yaşıyordu.
Bu entelektüellerden siyasî erke daha yakın ve derhal mukavemet öneren başka Alman vatanseverler de vardı. Bunlardan en iyi bilinen yukarda mezkûr Baron Stein idi. Napoleon’un reformlarıyla ilga edilmiş imparatorluk şövalyesi olarak Prusya hizmetinde uzun süre memurluk etmiş olup 1806’dan önce Reform öncesi idarede bakanlık statüsüne yükselmişti ve sadece Ekim 1806 askerî bozgunundan hemen sonraki aylarda reform istişarelerine başlamıştı. Bu sınırlı reform tekliflerini ve özellikle bunları büyük şiddetle krala icbar etmesi, Ocak 1807’de “küstahlık” gerekçesiyle ihracına sebep olmuştu. Nassau’ya çekilip orada ünlü reform muhtırasını, Nassau anılarını kaleme almıştı. Bu çok tutulmuş belge, idareye sivil iştiraki ve hükûmet masraflarının kısılması üzerinde odanlanmıştı; ama askerî sarfiyat ve Fransa ile ilişkileri tümden gözardı etmişti. Ekim 1807’de başbakanlığa getirilmiş ve bir yıl boyunca, Napoleon’un ısrarı üzerine atılana kadar hizmet etmişti.
İki Stein vardı. Biri, Prusya devletini güçlendirmek ve gerçekçi bir gözle Fransa ile müzakere edilmeye kendini vermiş vatansever reformcu; öbürü de 1808 İspanyol ayaklanmasından esinlenmiş olarak Fransa’ya başkaldırmayı hayal eden Stein. İşten atılmasından sonra Avusturya’da oturmuş ve 1809’da Fransa’ya harp ilân eden buradaki hükûmete danışmanlık etmişti. Bu savaş için tertiplenen propagandada, Avusturya hükûmeti, hükûmetleri Napoleon’la müttefik sair Almanya’dan destek umuyordu ve Alman vatanseverliği hisleri yüceltiliyordu. Tesadüfî olarak, Alman vatanseverliğini “folk” kültürüne bağlayan Herder’in fikri, Avusturya sarayında revaç bulmuştu ve İmparatoriçe ve diğerleri balolarda “köylü” kılığına bürünmüşlerdi; Alman vatanseverliği o tarihlerde çeşitli manaları haizdi ve bunu özellikle Prusya’ya bağlamak yanlış yola götürürdü.
Savaş kısa sürüp Avusturya için felâketli olmuştu ve Viyana’da Metternich’i iktidara getirmişti. O da, Napoleon ile işbirliğinde ısrar eden, milliyetçi devlet reformunu reddeden ve mevcut hükûmetin kontrolü dışında halk güçlerini çeken Alman milliyetçi duygu ya da düşüncelerine büyük şüphe ile bakan bir siyaset güdecekti. Bunun üzerine Stein Rusya’ya göç ediyor. 1810’dan sonra Fransız – Rus ilişkileri bozulmaya yüz tutunca Stein, Çar Alexander’e danışman oluyor. 1812’de, krallarının Napoleon ile yaptığı askerî ittifakı kabul edemeyen Prusyalı vatanseverler gelip onu orada buluyorlar. Stein’a Napoleon’un Rusya seferinin başarısızlığından ve Rus askerlerinin Orta Avrupa’ya ilerlemelerinden sonra Almanya’da işgal edilen yerlerin idaresi görevine getiriliyor.
Bu itibarla Stein’a vatansever demek ve daha ötesinde, hayli politik etki sahibi demek ne anlama geliyor? Ne tür bir vatanseverdi ve ne tür bir etkiye sahipti?
1812’de Stein, ünlü bir mektubunda, vatanseverlik duygularını ifade ediyor:
“Tek bir vatanım var, o da Almanya’dır. Ben onun bir parçasına değil, tümüne bağlıyım. Bu büyük gelişmeler anında sülâleler benim için tam bir kayıtsızlık konusudur. İsteğim, Almanya’nın büyük ve güçlü, mevki, bağımsızlık ve milliyetine yeniden sahip olması ve Fransa ile Rusya arasındaki konumunda erkini göstermesidir”.
Bu mektup dikkatleri celbediyor. İlk bakışta Stein, sanki geleneksel imparatorluk vatanseverliği tarafından harekete gelmiş gibi görünüyor. Bir azledilmiş imparatorluk şövalyesi statüsü ile Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yıkılması sonucu meydana gelen Fransız uydu devletlerinden nefreti okunuyor bu mektubunda. Ancak bunlar ters işaretler oluyorlar, şöyle ki Stein’in kendisi dahi, Prusya’nın Kutsal Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden istifade etmiş olmasıyla 1803 – 1806 arasında işbu işbilirlikçilerden biri olmuştu. Mezkûr mektubun, eski Hannover menfaatinin bir temsilcisi olan Graf Münster’e hitab ettiği, Münster’in Stein’in artık Prusya’ya hizmet etmediğinden emin olmak istemesi hatırlanacaktır; Prusya, Hannover restorasyonu’nun yolunu kesiyordu…
Herşeyin üstünde Stein’in devlet gücünden uzak tutulması onu Alman vatanseverliğine sürüklemişti. Napolyon’un uydu devletleri, Prusya ve Avusturya, tümden başarısız olmuşlardı. Almanya, bir ikame fikir olarak ortaya çıkmıştı.
Alman fikirleri Napoleon’la muharebe ve ihtilâflarda kullanılabilirdi, ama bunlar Prusyalılar kadar Avusturyalıların da işine geliyordu. 1808’de Bavyera hükûmeti Almanya’nın kültürel şanını ayan etmek üzere Goethe’yi bir Volksbuch (halk kitabı) tertip etmeye davet etmiş, Goethe bunu reddetmişti. Gerçek Alman vatanseverliği, siyasî güç merkezlerinden kopma eğilimini gösterip o haliyle siyasî rahatlık gerektiren bir kültürel şekil alıyordu.
1814 – 1815’te teessüs eden Alman Konfederasyonu bu açıdan görülecek. Avusturya ve Prusya, birbirlerinin gücünü denetim altında tutma kaygısında olup Napolyon’un yarattığı orta – boy devletlerle çalışmak yerine zorlanıyorlardı. Bunlarda istisnalar vardı. Nopolyon’un akrabaları ve taç giydirdikleri tarafından idare edilen “saf” uydu Westphalia ve Berg devletleri lâğvedilmişlerdi; İngiliz çıkarları Hannover’in yeniden yerine oturtulmasından yanaydı; Almanya’da Prusya’nın Polonya topraklarındaki kayıplarını telâfi etmek ihtiyacı, Kuzey Saxonya’nın Prusya’ya transferini intaç etmişti. Ama Güney Almanya’da, Napoleon’un başlıca yaratıkları Baden, Bavyera ve Württenberg, yerli Alman prensleri tarafından idare edilerek muhafaza edilmişlerdi.
Herşey bir konfederasyon tertibini önleyici haldeydi. Siyasî güce sahip herhangi bir kişide birarada kalmak, bir üniter ulus – devlet veya meşrutî tertip düşüncesi bulunmuyordu. Bu, birçok devlet adamının anlayamayacağı ve bittabî cevaplayamayacağı yapısal ve sınır sorunlarını yaratacaktı. Mamafih buna karşılık bunlar, Alman topraklarında tamamen bağımsız bir sistem düşünür olmuşlardı. Bunların nazarında Alman devletleri arasında koordinasyon eksikliğinin bir boşluk yaratacağı, merkezî hükûmetin eline fazla güç vermenin, bunun monarşinin idare ettiği bürokrasi dahi olsa, Fransız Revolüsyonu’nu tasfiye etme amaçlarından birini teşvik edeceği kanaatı vardı.
Bu niyetlerin çoğu sıfıra müncer olmuştu. Bireysel devletler, artarak güç merkezleri haline gelmişlerdi. Bu keyfiyet, başka devletlerin işlerine karışma âleti olarak Avusturya ve Prusya tarafından Konfederasyon’un kullanılmasında çok aşikâr olmuştu. Ve nihayet, konfederal ordu gibi hususlarda Avusturya – Prusya ihtilâfı, herhangi bir amelî baskıyı önleyecekti.
Alman milliyetçiliğinin yeni bir siyasî mana iktisabetmesi, modern devlet gücünün gelişmesi ile alâkadardı. Bir müspet yolda, herşeyin üstünde Prusya’da Alman milliyetçiliği, devlet çıkarının bir ortağı olarak görülebilirdi. 1814 – 1815’te Prusya, Polonya topraklarını kaybedip Orta ve Batı Almanya’da yeni topraklar edinerek, iki Batılı ili ile devletin gerisi arasında toprak taksimi sorununu göğüsleyerek daha çok “Alman” gücü olmuştu. Bununla mütezad olarak Avusturya bu tarihlerde Almanya’da etkisini “dolaylı” olarak işletme yoluna gitmiş olup başlıca toprak kazancını başka yerden sağlamıştı.
Liberal milliyetçilikle Prusya devleti arasında bir noktada birleşme, hiçbir surette kaçınılmaz değildi. Bununla birlikte, 1848 – 1849, devlet gücü ile milliyetin herhangi bir noktada birleşmesini gerçek dışı kılıyordu. Prusya’nın millî rolü olduğunu iddia eden Realpolitik’i savunanlar ise farklı görüşte idiler: Bir tür durdurulamaz tarihî kuvvet olarak anlaşılan “terakki”, Prusya gücü ile Alman milliyetçiliği arasında bir noktada birleşmeyi icbar edecekti. Prusya içinde ve dışında birçok liberal milliyetçi, Prusya’nın kendisi liberalleşmeden bir ulus – devlet kurma yolunda bir müspet rol alabileceğine inanmıyordu; bu liberalleşme, ekonomik ve sosyal terakkiin sonucu olacaktı. Keza, birçok muhafazakâr Prusyalı da bir ulusal Prusya’nın aynı zamanda bir liberal Prusya olacağına inanıyor ve dolayısıyla Avusturya ile düalist ortaklığın terkedilmesine muhalefet ediyordu.
Bismarck, liberal Realpolitik’çilerin ileri sürdükleri fikirlerin çoğunu kabul ediyordu. Prusya, Almanya içinde “ileri gittiğinde” netice olarak meşrutiyeti kabullenip terakki eden sosyal ve ekonomik çıkarlarla işbirliğine girecektir. Bununla birlikte o aynı zamanda bunun, ancak eski nizamdan çok şey muhafaza edilmesi şartıyla tahakkuk edeceğine inanıyordu; muhafazakârlık, modern koşullar içinde yeniden yoğurulacaktı.
Bismarck’ın tuttuğu bu yön muhataralı ve kolaylıkla da başarısızlığa uğrayabilirdi. Bunu ne kaçınılmazlık delilleri, ne de Bismarck’ın diplomatik dehası bu hususu gözden kaçırmayacaktı. Bunun ötesinde 1866 – 1867’de Bismarck’ı destekleyecek bir millî his kabarması yoktu. Keza belirtilmesinin gerektiği bir keyfiyet de, bir “ulusal” bakış açısından, bir birleşmeden çok bir taksim olarak daha iyi betimlenebilir. Konfederasyon yıkılmıştı; Avusturya, başka Alman devletleriyle temastan men edilmişti; Güney Alman devletleri Prusya’ya askerî ve ekonomik olarak bağlanmıştı ama daha ileri siyasî bağlara karşı mücadele ediyorlardı; ve Kuzey Almanya’da “daha büyük Prusya” yaratılmış olup yeni toprakların çoğu, yeni iller olarak ilhak edilmişti. Birçok milliyetçinin Bismarck’ın bu yaptıklarına muhalif olmalarına şaşmamak gerekiyor.
1870 – 1871’de birliğin “tamamlanması”, 1866 – 1867’de yaratılmış olanla çapraşık bir ilişki içinde bulunuyordu. Bir yandan, İkinci İmparatorluk daha çok Alman ve daha az Prusyalı idi; 1870 – 1871 savaşı, 1866 “iç harbi”ne benzemiyordu ve iki ulus arasında vâki olmuştu. Güney Alman devletleri Prusya’ya ilhak edilmemişlerdi ama muhafaza ediliyorlardı; bu, Prusya’ya bağlanmayı sağlayabilecek daha güçlü “Alman” müesseselerinin yaratılmasını gerektiriyordu. Netice olarak İkinci İmparatorluk’un federalizmi, merkezden bir yeknasak güç yayma yerine çeşitli türden hükûmetleri tecviz etme şeklini almıştı.
Weimar Cumhuriyeti, XX. yy standardlarında, İkinci İmparatorluk’tan daha “millî” bir devlet olmuştu. Federalist olarak, onu teşkil eden devletlere geniş güçler bahşetmişti. Burada artık hükümranlık, seçilmiş bir parlamentonun, Hohenzollern monarşisinin hiçbir zaman sahip olmadığı bir millî müessenindi. Bir resmî millî marşı vardı ve siyah – kırmızı – altın (sarısı) millî renkler kabul edilmişti. Bu, birçok bakımdan Alman tarihinin ilk üniter ulus – devleti olmuştu.
Çok kişi Weimar’ın meşruiyetini kabul edemiyordu; onu yenilginin ve Almanya’nın harp zamanı düşmanlarıyla işbirlikçilerinin ürünü olarak görüyordu. Hitler’in başarısı, ulus – devlet’in politik norm olarak nerede ise evrensel kabulü ve bunun yanısıra Weimar Cumhuriyeti’nin işbu ulus – devlet’in meşrû şekli olarak reddine dayanmıştı. Kaldı ki Weimar’ın sağ-kanat milliyetçileri, bir takım ideolojik değişim ve oportünist ayarlamalarla Nazi kan ve ırk düşüncesine intikal etmişlerdi.
Prusya’yı yine geriden ele alıyoruz.
Ulusal duygu ile Prusya devleti arasında “bir noktada birleşme” fikri de derinden çatlaktı. Alman ulusçuluğu düşüncesinin birçok, değişken ve çoğu kez de birbirini tutmaz manası vardı, şöyle ki devlet gücü ile bazı noktalarda “terkib” edilebilecek bir sabite ya da büyüyen bir unsur olarak görülemiyordu. Bunların ötesinde, değişen manalar düşüncesi aynı zamanda Prusya devleti düşüncesine uygulanabilirdi. Prusya sürekli olarak topraklarını, müesseselerini ve tâbi ve öbür devletlerle münasebetlerini değiştiriyordu. Kaldı ki, bir devlet için gücünü genişletmek ve topraklarını değiştirmenin ne manaya geldiği de bir sorundu. Büyük Frederick, başarılı bir savaştan sonra yeni topraklar ilhak ettiğinde, Almanya düşüncesini ya da bir anayasayı icbar etmiyordu. Bunun yerine, örneğin Silezya’da yeni müktesebatının âdet ve geleneklerine, halkın kendisine sâdık kalması şartıyla, saygılı oluyordu. Yeknesak müesseseler yaratma politikası ilk olarak oldukça intizamsız şekilde, 1815 sonrası Prusya’sında denenmişti. Bunu ileri götürme ve anayasal ve de idarî düzenlemelere teşmil etme kararı ancak 1848’de alınmıştı. 1866’da Prusya’nın evvel emirde savaş yoluyla iktisabettiği gücü Almanya’da yaymasının ancak bir anayasalı devlet kurarak meşrûlaştırması yoluyla mümkün olabileceği aşikâr olmuştu. Açıkça, Prusya devletinin bir modern kavramı, Alman milliyetinin modern kavramına bağlanmasını gerektiriyor.
Bunu yapabilmek için Fransız Revolüsyonu ve Napoleon alanına geri dönmeye gerek var.
Revolüsyon, özellikle 1792’de Fransa ile Avrupa’nın geri kalanının çoğu ile savaşın patlak vermesiyle devlet ve ulus düşüncelerini değiştirip biraraya getirmişti. Bundan böyle devlet, artık gelenek tarafından meşrûlaştırılmış, görevi Hıristiyan imanının bekçiliği ve tebaanın âdet ve kanunlarının koruyucusu bir dinamik yapı olarak anlaşılmayacaktı. Hattâ 1789’dan önce bile kral bir seküler ve reformcu şahıs, idaresinin amacının tebaasının mutluluğunu idame ve artırma olan kişi olarak görenler tarafından bu anlayış sorgulanmıştı. Bununla birlikte 1789 – 1792 kopukluğu yeni bir anlayışa dönüşümü aşikâr kılmıştı.
Devlet şimdi, haddizatında bir kutsal müessese değil, bir âlet olmuştu. Ama kimin âleti? O, tebaasının âleti idi. Bu değişikliği yapabilmek için bu tebaa, vatandaş olacaktı. Vatandaşlar eşittiler; bu itibarla imtiyaz farklılıkları ilga edilecekti. Prensip itibariyle bu, tâbi-vatandaşın dil ya da âdetleri veya tarihinin sorulmadığı bir proje idi. Pratikte, öbür devletlerle ve de iç başkaldırmalarla savaşın ortasında, Fransa’nın birbirini takibeden hükûmetleri ulus düşüncesini Fransız olarak düşünen vatandaşlar kitlesiyle kaynaştırmıştı.
Bu keyfiyet, Avrupa’nın sair yerlerini değişik şekillerde etkilemişti. Kısmen, benzer bir vatansever mukavemeti tahrik etmişti. Mamafih, Fransa’da vâki olmuş iç değişikliklerden önce bu, sınırlı önemi haiz oluyordu. Mutad olarak “milliyetçilik” diye görülen şey, daha yakın bir tedkikte, ya Almanya’da olduğu gibi, marjinal elitlerin tepkisi, ya da İspanya’da olduğu gibi, çok geleneksel müessese ve duygular tarafından teşvik edilen bir popülizme dönüşmüştü.
Bismarck 1866’dan önce bu yolda fazla bir şey yapmamıştı. O zamana kadarki politikası, büyük ölçüde bir Prusya genişlemesi olup milliyetçiliğe hâkim liberal duyguları bilmemiş, hattâ bunlara muhalefet etmişti. Bununla birlikte dehasının bir kısmı, genişletilmiş Prusya devletinin “siyasî ulus”un işbirliğine ihtiyacı olduğunu, ve bunun da sadece bir meşrutiyet ve birçok liberal politikaların kabulü ile elde edilebileceğinin farkına varmasından ibaretti(248)– .
– (247) John Brenilly . – Preface , ve The national idea in modern German history, in Coll. – The state of Germany, S. X.
– (248) John Brenilly . – The national idea in modern German history , in Coll. – The state of Germany , S. 1 – 26 .