Alman Siyasetinin Getirip Götürdükleri

Aralık 12, 2017
Kültür Eserleri > Faşizm Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler – Cilt 2 > Alman Siyasetinin Getirip Götürdükleri

Alman Siyasetinin Getirip Götürdükleri

Alman emperyalizmi ile esas kucaklaşma, XIX. yy.ın son çeyreğinde vaki olmuştu. Kaiser II. Wilhelm’in tatlı, vaat edici sözleri, çok ahmağı büyülemişti. Bunun öyküsünü, ayrıntılarıyla “Alman gerçeği ve Türkler” adlı kitabımızda vermiştik.

 

Ama daha baştan itibaren gerçekleri iyi gören kişiler de vardı. Almanların her isteklerine olumlu bakmayan, bunları reddeden Mahmut Şevket Paşa vardı ki, öldürüldüğünde ne Kaiser ne de Enver’in başını çektiği İttihat ve Terakki fazlaca bir yas tutmuştu…

 

  1. Dünya Harbi ufukta gözükmüştü. Veliahd Yusuf İzzettin Efendi, gerek Almanların, gerekse Enver ve hempasının bizi bu badireye sürüklemek için çevirdikleri dolapların farkında idi ve bu yolda padişahı sürekli olarak uyarıyordu. Bunu Almanlar ve onların mezkûr meczupları biliyorlardı ve Yusuf İzzettin Efendi öldürüldü…

 

Bütün bu olaylar akla gelince, bir çağrışma kaçınılmaz oluyor: Necip Hablemitoğlu da; Alman vakıflarının Türkiye’deki oyunlarını sergilemişti…

 

. .

 

XIX. yy.ın son çeyreğinden itibaren Almanya’ya Türkiye’den bunca askerî ve sivil şahıs, öğrenci gitmiştir. Esefle söylemek gerekir ki bunlar oradan, topuk çakmanın ötesinde hiçbir ciddî felsefî, bilimsel düşünce getirmemişler, ne Göthe’yi, Schiller’i… ne Marx – Engels’i… ne Kant’ı buraya taşımışlardır. Sadece, gerek Almanya’ya, gerekse yine müttefikimiz Macaristan’a gönderilen teknisyenlerin (Resim 89) ülkeye faydası olmuş, şöyle ki bunlar İstiklâl Harbi’miz sırasında cephane imaline hâdim olmuşlardır.

 

Almanların cephelerdeki yükünü azaltmak için Anadolu evlâtları cepheden cepheye canını verirken, Almanlar, göndermiş oldukları silâhların bile (Resim 90) parasını (bittabi fahiş fiyatta) bizden almışlardır. Marne muharebesini kaybettiklerinde, o zamanki Berlin sefirimiz Mahmud Muhtar Paşa gibi uzağı gören bir askerin bütün uyarılarına rağmen İttihat ve Terakki hükümeti, başta Enver olmak üzere sonuna kadar ayrılmamış ve işimiz Sevr ve İstanbul’un işgali ile bitmişti.

 

  1. Dünya Harbi sırasında Nazilerin ilk iki yıl içindeki başarıları, Alman hayranlığını hortlatmıştı: “Bunların karşısında duracak güç yoktu” dünyada. Cumhuriyet gazetesi, Alman propagandasına sayfalarını açmış, Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Paşa, Rusya seferindeki Alman askerî maharetlerini göklere çıkarıp duruyordu.

 

O tarihlerde, Norveç’i istilâ etmiş olan Naziler, bu ülkeden ithal edilen gazete kâğıdı dağıtımını kontrolleri altında tutuyorlardı, bütün Türk gazeteleri tek yaprak çıkarken, Cumhuriyet ve Tasvir sekiz sayfa çıkıyordu… Nadir Nadi Bey de, “ne bekliyoruz Almanlar safında harbe girmek için” mealinde yazılar yazıyordu. Bittabi bu, daha sonra onun aleyhinde yürütülen bu kampanyanın kozları oluyordu.

 

Zaman geçecek, Nadir Bey aramızdan ayrılacak, bugüne çıktığımızda, Cumhuriyet Gazetesi, Nadir Bey’in şahsında bir “günah çıkarma” girişimine yöneliyor. İşin avukatlığını Miyase İlknur üstleniyor[1]. Bu savunmanın ayrıntılarına girmiyoruz.

 

Ve yine Nazi Almanya’sının Polonya’yı yatırıp Paris’e girdiği yıllarda, Almanya ile ilgili bir kitapçık yayımlanıyor[2]. Bunda mezkûr ülkenin tüm iktisadiyatı, istatistikî tablolar halinde veriliyor. Yani, Almanya’nın büyük güç potansiyeli sergileniyor. Kitapçığın önsözünde de, Japonya, İngiltere…’ye ait aynı mealde çalışmaların yayımlanacağı ifade ediliyor.

 

. .

 

Bizim sosyal demokrat geçinenlerimiz, başta CHP olmak üzere, Almanya’daki seçimlerde her SPD’nin başarılı çıkması halinde, sanki bunun bize bir faydası varmış gibi, sevinç çığlıkları atıyorlar. Aslında “sol”un bir numaralı düşmanı, “kafasında kuyrukları birbirine değmeyen kırk tilkinin dolaştığı”;  İnönü’nün, toplumu uyutup onun mücadele gücünü kırmak üzere ortaya attığı soyut “ortanın solu” kavramı, günümüz sosyal demokratlarının şiarı oldu.

 

Bu “ortanın solu”, gerçekten hiçbir şey ifade etmiyor, şöyle ki bunun koordinatları belli değil. “Orta” neresi ki bunun sağı solu neresi oluyor? Aslına bakılırsa, bu belirgisizlik, sosyal demokratlarımızın işine geliyor, böylece “hiçbir şey söylemeden” bol laf etme olanağını buluyorlar.

 

Bu konuyu Hasan Bülent Kahraman daha açık şekilde ifade ediyor:

 

“ ‘Ortanın solu’ denilerek ifade edilmek istenen tek şey şudur: Türkiye’de iki sol vardır. Birisi Marksizm tabanına yaslanan, sanayileşmeyle, kentleşmeyle ve işçileşmeyle bütünleşen gerçek soldur. Öteki de aydın – bürokrat – eşraf tabanına oturmuş. Batı’da merkez sağ burjuva liberal partiler tarafından temsil edilen bir siyasettir. İşte, aslında ‘sağ’ bir tabana, bir sağ düşünce sistematiğine, yani ideolojisine sahip olan bir siyasî eğilim Türkiye’de sol olarak sunulmuştur. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, bu siyasetin kendisini gerçek soldan ayırma isteğidir. İkincisi de, Türkiye’deki merkez sağın tutuculuğudur. Türkiye’de 1965 ve 1969 seçimlerinde parlamentoya yansıyan Marksist sol, daha sonra tasfiye edilince çok tutucu bir noktada billurlaşan sağın karşısında, aslında aynı tabanı kullanan ortanın solu ve o kökten gelen öteki açılımlar gerçek bir sol gibi sunulmaya başlamıştır. Oysa bu, görece bir şeydir ve bir yanılsamadan başka hiçbir anlam taşımaz! Nitekim bu gelişme kendisini sürdürmüş, ortanın solu, 1970’lerin sonuna doğru, bir askerî darbenin arkasından başlayarak kendisini “demokratik sol” olarak tanımlamıştır[3].

 

Yukarıda SPD içinde gençlerin oluşturduğu grubun nasıl sağa kaymakla suçladıkları Schröder’e cephe aldıklarını görmüştük. Ama bu sonuncusu bildiğini okumaya devam ediyor ve görünüşe göre daha da edecektir. Ve bizim “ortanın solcusu” sosyal demokratlarımız, Sosyalist Enternasyonal’da onun SPD’si ile sürtüşüp duruyor. “Asinus asinum frieat” …

 

.

. .

 

(Susurluk’ta) 3 Kasım sabahının karanlığında, zırhlı Mercedes’in bagajından otoyola saçılan tüm irkiltici gerçekler, kolektif sosyal hafızada eski bir filmin donuk karelerine dönüştü. Kamu görevlilerince işlenen, hukuk devletinin idam fermanı niteliğindeki suçların çok azı yargıya yansıdı. Mahkeme dosyalarından çok azı sonuca ulaşabildi. Susurluk skandalına karışan resmî kurumların tüm delil karartma çabalarına karşın bağımsız yargı organlarında yargılanıp sembolik cezalara mahkûm olan sanıklar, şimdilerde tekrar vatan kahramanı ilân ediliyorlar. Üstelik artık yaptıklarının hesabını vermeyeceklerine emin olan âmirlerinin destek demeçleri eşliğinde, bağımsız yargı organlarını, vicdanının sesini dinleyip karar veren yargıçları köşeye sıkıştıracak şekilde…[4].

 

Gel de şaşma: İşin içinden “Alman” çıkıyor.

 

Açan – Yedig ikilisini okumayı sürdürüyoruz.

 

Yoğun terör olaylarının yaşandığı “Alman sonbaharı” beraberinde “özel” önlemleri de getirmişti. 19 yıl önce İçişleri Bakanlığı’na gönderilen ve bugüne kadar ortaya çıkmayan bir belge, bu önlemlerin Türkiye’de de pek tutulduğunu kanıtlıyor.

 

Ekim 1979, Tüm Türkiye, Üçüncü Ecevit Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’le film ve ses sanatçısı Aynur Aydan’ın yasak ilişkisini konuşuyor… Etkili icraatıyla ve dürüst imajıyla halkın gönlünde yer etmesine rağmen özel hayatında düştüğü tuzağı her çağdaş yöneticinin yapacağı gibi istifa ederek ödeyen Güneş, yerini eski Orman Bakanı Vecdi İlhan’a bırakıyor… Ama Vecdi İlhan’ın göreve başlamasından bir gün sonra, 11 Ekim 1979’da devletin çok etkili ve yetkili bir biriminden İçişleri Bakanlığı’na yollanan “hoş geldin” mesajı, bakanlığın el değiştirmesinin tesadüf olmadığını düşündürüyor.

 

Belge, “Federal Alman Hükümeti’nin tedhiş olay ve örgütlerine karşı aldığı etkin önlemler”den sitayişle bahseden bir bilgi notu. Bu önlemlerin Almanya’da muhalefetin de desteğiyle azimle uygulandığı ve demokratik düzeni “boğan” anarşiye karşı başarı sağlandığı kaydediliyor. Belgeye göre Federal Alman Hükümeti’nin aldığı önlemler tamı tamına şöyle:

 

  1. a) “Modern cihazlarla donatılmış kriminal merkezi vasıtası ile tedhiş çetelerinin bütün özelliklerinin, kadın teröristlerin kullandıkları doğum kontrolü haplarının isimlerinden periyodik rahatsızlıklarının tarihine varıncaya kadar, görüldükleri ülkelere de yayımlayarak takip edip yakalamak”,

 

  1. b) “Yakalanan teröristleri mahkeme huzuruna çıkarmadan bir vesile yaratarak yok etmek”,

 

  1. c) “Teröristlerin ölü olarak yakalanmalarına olanak ve gizli yetki vermek”,

 

  1. d) “Polise, tutuklama, şüpheli gördükleri mesken ve şahısların aranması, ikaza riayet etmeyenlere kesin netice verecek şekilde silâh kullanma gibi olağanüstü yetkiler vermek”,

 

  1. e) “Tutuklanan teröristlerin savunma avukatları ile dahi görüşmelerinin savcı tarafından dinlenmesine yetki vermek”,

 

  1. f) “Televizyon yayımlarından halkın terörist avında Federal Polis’e yardımcı olmasını temin edecek programlar göstererek yararlanmak”,

 

  1. g) “Komünistlerin devlet hizmetlerinde istihdamını kesinlikle önlemek (Okullarda hademelik dahi vermemek sureti ile)”.

 

Belgeler gerçek ve sahte olmak üzere ikiye ayrılır. Bu 19 yıllık bir belge olduğu için gerçekliğini araştırmanın yolu, Almanların deneylerinden çıkarılan “dersler”in uygulanıp uygulanmadıklarını araştırmaktan geçiyordu. Önce o yıllarda Federal Alman Hükümeti’nin uygulamalarına bir göz atılmış. Bulabildiğimiz paralellikler hiç de az değildi.

 

Tarihçilerin “Alman sonbaharı” olarak adlandırdıkları 1977’nin Eylül ve Ekim ayları aynı zamanda ülkede hukuk devletinin de sonbaharı. O dönemde peş peşe alınan terörle mücadele ile ilgili yasal önlemler geçerliliğini koruyor ve Almanya’da temel kişisel haklar hâlâ “özel durum”larla sınırlı. 5 Ekimde Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF), Federal İşveren Birliği ve Alman Sanayiciler Birliği Başkanı Hanns Martin Schleyer’i rehin alması ve 13 Ekim’de Filistinli dört militanın Mayorka’dan havalanan bir Lufthansa yolcu uçağını 82 yolcu ve beş kişilik mürettebatıyla Mogadişu’ya kaçırması, tüm dünyanın gündemini meşgul ediyor. Dönemin sosyal demokrat başbakanı Helmut Schmidt ve muhalefet lideri Helmut Kohl, Baader-Meinhoff grubu olarak da anılan, cezaevindeki 11 RAF üyesinin ve Türkiye’de tutuklu bulunan iki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (PFLP) militanının serbest bırakılmasını talep eden eylemcilere asla taviz verilmemesi konusunda fikir birliğine varıyor.

 

Bu arada Federal Kriminal Dairesi’nin (BKA) bilgi bankasında üç bin örgütün ve dört milyon 700 bin kişinin fişlendiği, bunlardan 60 bininin “terörizme bağlantısı olduğu”nun saptandığı ve yaklaşık 16 kişinin telefonlarının dinlendiği ortaya çıkıyor. Schleyer’in 10 gün boyunca tutulduğu bir ev hakkında dört kez ihbar gelmesine rağmen, bu bilginin böyle güçlü bir istihbarat ağına nasıl takılmadığı ise merak konusu oluyor. Sonuçta 18 Ekim gecesi Alman GSG-9 timleri Mogadişu’da bekleyen uçaktaki rehineleri kayıp vermeden kurtarıyor, Schleyer ise 19 Ekim’de başına üç kurşun sıkılmış halde bulunuyor.

 

Cezaevinde dış dünyadan tamamen izole edilmiş hücrelerinde yatan RAF’ın yönetici kadrosu, rehinelerin kurtarılmasından hemen sonra ölü bulunuyor: Eylemin başarısız olduğunu öğrenen Andreas Baader hücresinde üç el ateş ederek, üstelik son kurşununu ensesine sıkarak intihar (!) ediyor, Gudrun Ensslin hoparlör kablosuyla kendini asıyor, İrmgard Möller ise kendini dört kez göğsünden bıçaklıyor!

 

1993 Temmuzu’nda hâlâ aranan RAF üyesi Birgit Hogefeld ve Wolfgang Grams, eski Doğu Almanya’daki Bad Klein’da görülüyorlar. Kentin tren istasyonunda yaşanan “çatışma” Grams’ın kendi silahıyla intihar etmesiyle son buluyor. Der Spiegel’de yer alan habere göre, Grams’ı polisin öldürdüğünü söyleyen bir tanık daha sonra ifadesini geri çekiyor. Aralık 1997 itibariyle Almanya, polisin vatandaşları dinlemesini kolaylaştıracak yeni yasa tasarısıyla birlikte, “Alman Sonbaharı”nda art arda çıkarılan terörle mücadeleyle ilgili özel yasaları tartışıyor. Bütün sol fraksiyonlar anti – terör yasalarının çağdışı kaldığı konusunda hemfikir. Yeşiller Partisi Milletvekili Gerard Haefner, 1997’den beri yürürlükte olan 129. Madde’nin A bendi, İtirafçı Yasası ve yasal savunma haklarını sınırlayan kanunların kaldırılması için bir kez daha girişimde bulunuyor. 129 A, fiilen suça karışmamış kişiler hakkında örgüt sempatizanlığından ya da üyeliğinden soruşturma açılmasına olanak tanıyor. Federal Savcılık 1980’den bu yana 129 A’ya dayanarak altı bin sol görüşlü hakkında soruşturma başlatmış, bunlardan yalnızca altısı hüküm giymiş. Aynı süre içinde sağcı gruplara karşı sadece 300 soruşturma açılmış. Gönderilen bilgi notu, geldiği yer nedeniyle emir telâkki edilip sözü geçen Modern Kriminal Merkez kuruldu mu, kadın teröristlerin periyodik rahatsızlıklarının tarihleri saptanabildi mi bilemiyoruz. Ama Interpol ile geliştirilen sıkı ilişkiler aracılığıyla, aranan şahısların tüm dünyada takip edilebilir olduğunu biliyoruz. 12 Eylül sonrasında Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerle polise olağanüstü yetkiler verildiği de bir gerçek. Dünyanın hiçbir yerinde, belgede söz edildiği gibi, yakalanan teröristleri mahkemeye çıkarmadan yok etmeye yönelik bir yasa oluşturulamıyor ama gazetelerin birinci sayfalarını işgal eden “Çatışmada vuruldu” haberlerinin sıklığı Emniyet Müdürlüğü’nün tavsiyelere sıcak baktığı yolundaki kanıları güçlendiriyor. 15 yılda biriken 16 bin faili meçhul cinayet dosyası da, işlerin “mahkemeye çıkartılmadan bir vesileyle” halledildiği bir ülkede yaşadığımızın kanıtı gibi. Tutukluların avukatlarıyla görüşmelerine getirilen sınırlamalar 12 Eylül sonrası mahkemelere en çok yansıyan şikâyetlerdendi. Uygulama CMUK ile belli oranlarda düzeltildi ama terör suçları yine kapsam dışı bırakıldı. 12 Eylül sonrası TV ekranlarında yer alan, “Görevimiz Tehlike” üslubuyla seslendirilmiş, ihbarcılığı teşvik eden “Komşunuzu tanıyor musunuz” anonslarını belki anımsarsınız. TRT’de bugün de yayımlanan, Ertürk Yöndem’in hazırlayıp sunduğu programlar bu mantığın hâlâ dipdiri ayakta olduğunu göstermiyor mu? Komünistlere, hademe kadrosunda bile olsa devlet görevi vermeme politikası ise gerçekten başarıyla uygulandı. Üniversitelerden yapılan tasfiyeler, Pol-Der üyesi polislerin meslekten ihraç edilmesi, akla ilk gelen örneklerden. Bütün bunları alt alta sıralayınca, İçişleri Bakanlığı’na gönderilen 19 yıllık belgede övülen Alman uygulamalarının büyük oranda benimsendiği sonucuna varmak mümkün. Bu durum Susurluk çetesinin ve yargısız infazların başlangıç tarihini 1993’ten çok daha eskilere, Kenan Evren’in Genelkurmay Başkanı, Bülent Ecevit’in başbakan olduğu yıllara götürüyor. O yıllarda Türkiye’de faaliyet gösteren yasadışı örgütler, polis tarafından ele geçtiğinde kanıt oluşturmaması için tüzük vb. türünden belgelerini “Endonezya Komünist Partisi Tüzüğü” gibi başlıklarla yayımlayıp hedef şaşırtırdı… Acaba 19 yıldır ortaya çıkmayan bilgi notunu İçişleri Bakanlığı’na gönderen etkili ve yetkili birim de aynı yöntemi benimseyerek, emirlerini “Almanların aldığı önlemler” başlığıyla mı bildiriyordu? Ya da İçişleri Bakanlığı’nın eski orman bakanına devredilmesi ülkede bundan sonra orman kanunlarının geçerli olduğunu ifade eden bir kelime oyunu muydu?”[5]

 

Gladyo, Çatlı, Ağca, CIA, gizli servisler vs.nin eylem ayrıntıları, bizi esas konumuzun uzağına taşır.

 

.

. .

 

Faşist düşüncenin bir yaratığı olan “derin devlet” kavramı, Alman Türk tarihinin iki önemli aşamasını çağrıştırıyor: Nazi dönemi ile bizim 12 Eylül uygulamaları.

 

“Ulus Devlet” ile “Derin Devlet” kavramları kimilerince, bilerek ya da bilmeyerek birbirine karıştırılıyor. Kendilerini “devlet”le özdeş sayıp ulus devleti korumak niyeti ya da bahanesiyle derin devlet adına iş görenler, bu kitabın konusunun dışında. Bu gibi kimseler ya da çevreler için ulus devlet ile derin devlet zaten tek ve aynı şeyler.

 

Ulusal devletler gerçeği karşımızda duruyor. Özendiğimiz Batı’nın hiçbir ülkesinde ulus devletin varlığı ya da gerekli olup olmadığı tartışılamaz. Çünkü ulus devletler bütün kurumlarıyla (yasama – yürütme – yargı organlarının tümüyle, eğitim sistemleriyle, ekonomileriyle) ayaktadır.

 

Derin devlet, görünürdeki devlet erkinin gerisindeki, onun da üstündeki güç demektir… Bir başka deyişle, derin devletin egemen olduğu toplumda, yasama – yürütme – yargı erkinin tümü göstermeliktir.

 

Ülke içinde her türlü sivil karşı çıkışı yok etmeye eğilimli bu erk, Nazi Almanya’sının başlangıç dönemlerini anımsatan bir görünümle, dünyayı fethetmeye hazırlanıyor.

 

Ulus devlet tek bir toplumsal sınıfın değil, bütün ulusun devletidir. Derin devlete dönüşmemesinin büyük güvencesi, sivil toplumun güçlenmesidir[6].

 

Her Eylül’ün 12’si, ülkemizde faşizmin bir simgesi olan “12 Eyül”ü anımsatıyor. Gerçekten, bir bütün olarak ve genel özellikleriyle 12 Eylül rejiminin siyasî yazımdaki adı “faşizm” oluyor. Faşizm, hukukun evrensel ilkelerini yadsıyan ve yasakçı, gerici, korkuya ve korkutmaya dayalı, insan onurunu hiçe sayan; baskıcı, yığınların bilinçlenmesini engelleyen; ırkçı, şoven ve savaşçı ya da yayılmacı dünya görüşüdür. Sadece 12 Eylül Anayasası ile 1961 Anayasası’nın hak ve özgürlükler bakımından karşılaştırılmaları bile bu tür bir genelleme için yeterlidir. Ek olarak, o sırada onlarca insanımızın öldürülmesi; işleyeni bulunmayan siyasî cinayetler; binlerce suçsuz insanın işkenceden geçirilmesi; yine binlercesinin gerekçesiz işsiz bırakılması vb. göz önüne alınmalıdır. 12 Eylül gericidir; lâikliğe dayalı sosyal hukuk devleti anlayışının temeline konulan bir dinamit işlevi görmüştür. 12 Eylül sonrasında ne ekonomide ne de siyasette istikrar sağlanabilmiştir. Güneydoğu Anadolu’da yükselen terörün nedenleri arasında 12 Eylül baskıcı rejiminin olmadığı kolayca söylenemez.

 

12 Eylül rejiminin siyaseti kendince biçimlendirmesi çok başarısız oldu; siyasetin toplumsal temelini oluşturan kitle örgütleri, başta sendika ve dernekler olmak üzere, iyice budandı; örgütlenme özgürlüğü baskı altına alındı. YÖK eliyle üniversite biçildi… Ek olarak, ülke içinde kimi işadamlarının sendika düşmanlığı, banka hortumculuğu, vergi kaçakçılığı ve kayıt dışılıktan çıkar sağlamalarına dokunmayıp giderek bunları destekleyip, sonra da ülkedeki “yoksulluğun ve ekonomik geri kalmışlığın tek suçlusu IMF’dir, AB’dir” gibisinden görüşlerinde aynı düşünce sisteminden esinlendiği söylenebilir.

 

Sonuçta, Türkiye’nin 12 Eylül faşizminden çok yavaş ve de aşamalı bir biçimde çıkacağı anlaşılıyor.[7]

 

. .

 

Arada bir geçmişe bir göz atmanın faydaları aşikâr. Örneğin, I. Dünya Harbi öncesinde, bu ülkede, savaşa ilişkin, “entelektüel” düzeyde, neler söylenmiş? Yazıya geçmiş çok bir şey yok aslında. Olan birkaç şeyden birini Tekinalp yazmış (yani, kendisinden daha önce söz ettiğimiz (Resim 77) herkesten koyu bir Türk milliyetçisi ve Turancı kesilen bu son derece ilginç Yahudi aydın, Moiz Kohen): 1914’te yayımlanan kitabının adı, “Türkler bu muharebede ne kazanabilirler?” Osmanlıcı ve İslâmcı ideolojileri artık tamamen terk etmemiz, yayılmacı bir Turancılık politikası izlememizin gerektiğini söylüyor. Tabiî bunun en iyi Almanya ile birlikte yapılacağı kanısında. Zaten bu kitabı Almanlar da beğenmişler. Bir yıl sonra Almancaya çevirmişler. Daha sonra da İngilizceye de çevrilmiş. Onlar da herhalde, Türk ırkçılığının nasıl bir şey olduğunu gördüler.

 

Savaşın sonucunu Tekinalp’in beklentilerine uymadı. “Türklerin ne kazandığını” hepimiz biliyoruz.

 

Tarihin bu dersi, herkes için geçerli değil. Hattâ, “kaba kuvvetten bakanların her zaman çoğunlukta oldukları da söylenebilir.

 

Türkiye’de de böyle oldu. Savaştan, ardından da Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Türkiye’de ideolojik ortama egemen olan yazar – çizerler, Avrupa’nın liberal değerlerinden nefret eden Türk milliyetçileriydi.

 

Mussolini’yi (Resim 9) çok beğeniyor ve İtalya’nın toplumsal değişim programını takdirle izliyorlardı. Mahmut Esat, Yunus Nadi, Şükrü Kaya, Recep Peker (Resim 7), Falih Rıfkı hep böyle adamlardı. Tabiî bu milliyetçiliğin rengi gitgide koyuluyor, sonunda bildiğimiz faşizme varıyordu. Dönem, ırk ve kan ilişkisinin tartışılmadığı, kafataslarıyla ölçümler yapılan dönemdi.

 

  1. Dünya Harbi sırasında da “Türkler bu muharebede ne kazanabilirler?” sorusu çok canlıydı. Milliyetçi ve ırkçılar, çok şey kazanacağımızı düşünüyorlardı yine. Ve yine bunun yolu Almanya’nın yanında olmaktı. Bugün Amerika’nın göründüğü gibi parlak ve güçlü, dediği dedik derecede kararlıydı Almanya. Şu halde onun yanında savaşa girerek, Sovyet komünizmini ezecek, “esir Türkler”i birlikte kurtaracaktık.

 

O zamanın koşullarında, hükümet tarafsızlığını bozmamakta oldukça kararlı olmasına rağmen, “medya” da Almancı sesin daha gür çıkmasına aldırmıyor, hattâ bunu teşvik ediyordu. Bozkurt da yazıyordu: “Ey tarihin bu büyük gün için seçtiği İnönü! Türklüğün mukaddes istiklâli için kanımızı dökmeye hazırız! Bütün Türklük senin işaretini bekliyor!”

 

Ama yalnız Bozkurt ve benzerleri değildi bunu söyleyen, Nadir Nadi 1940’da birkaç kere açıkça Almanya’nın yanında savaşa katılmanın bizim için en iyi politika olduğunu yazmıştı.

 

Bu arada, başta Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet ve Ali Fuat Erdem (Resim 30-31), çeşitli Türkçü emekli generaller Von Papen’le toplanıyor, Rusya’da kurulmuş Alman hatlarını geziyor, Hitler’le görüşüyor ya da “Romen Nazi Örgütü Demir Muhafızlar”la ilişki kuruyorlardı.

 

Ama İnönü tarafsızlık politikasını başarıyla sürdürdü. Aynı çevreler bunun için de “milletin erkekliğini öldürdü” demekten geri durmadılar. Ne tuhaf, bugün de farklı kelimeler ve kavramlarla aynı ilkellikler dile getiriliyor[8].

 

[1] Miyase İlknur.  – Haksızca yapılan suçlama, in Cumhuriyet, 22.08.2003.

[2] Aziz Devrimci – Fehmi Yahya Tuna.  – Almanya’nın iktisadî ve münakale coğrafyası, İstanbul1941.

 

[3] Hasan Bülent Kahraman – Sosyal demokrasi düşüncesi ve Türkiye pratiği, SODEV Yay., İstanbul 2002, S.43-44.

[4] Necdet Açan – Serhan Yedig.  – Derin devletin peşinde, İstanbul 2002, Önsöz’den.

[5] ibd., S. 339 – 343. 

[6] Ataol Behramoğlu.  – Ulus Devlet – Derin Devlet, in Cumhuriyet, 01.02.2003.

 

[7] Yakup Kepenek.  – Faşizmden kurtuluş, in Cumhuriyet, 08.09.2003.

[8] Murat Belge.  – Kaba kuvvete tapınma, in Radikal, 16.02.2003.