‘Alman İslâm’ı’, Türkiye’ye nüfuz etmenin tek yolu değildi. Bir de ‘Alman Oryantalizmi’ ortaya çıkmıştı. Bununla Almanya ‘Doğu’ya istediği biçimi vermek için bir başka âlet daha kullanıyordu.
Alman oryantalizminin çok ayrıntılı ve belgeli tahlilini yapan Bacınoğlu çiftinin bu kitabındaki(379)–düşüncenin odağı, bugün Avrupa Birliği’nin başını çeken Almanya’nın kendini, Türkiye’yi Birlik’e dâhil etmemek için ağzında geveleyip durduğu ‘insan hakları’nın savunucusu olarak göstermesi ve bunun ‘Nazi söylemi ile bir insan hakları savunuculuğu’ndan öteye gitmediği noktasında düğümleniyor. Bu itibarla aşağıda yaptığımız alıntılar, bu açıdan değerlendirileceklerdir.
Almanya, Türkiye’ye atfettiği önemi, gerek Türkiye’de mukim muhabirleri ve ‘araştırma’ enstitüleriyle, gerek yurtiçindeki akademik kurumları ve her yıl onlara yeni ‘uzman’la büyüyen Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarıyla sergiliyor. Parti vakıfları, kilise akademileri, ilgili bakanlıklar, ‘think – tank’ları vs. hemen her hafta Almanya sathında Türkiye konulu sayısız sempozyum, konferans düzenliyor (S. IX. Önsözden).
Alman Türkiye ve Orta Doğu uzmanlarına göre, ‘etnik sorun’ yanında Türkiye’nin bir de İslâm sorunu vardır. 1990’dan itibaren uzmanlar, Türkiye’deki İslâm’ın da birbirine karşıt bloklardan oluştuğunu iddia etmeye başlayacaklardır. Nasıl Türkiye’de ‘sadece Türkler değil, değişik etnik gruplar’ yaşıyorsa, aynı şekilde ‘Anadolu’da İslâm’ın yanında başka bir inanç sistemi daha vardır: Alevîlik’.
İslâm dini içinde gelişmiş bir inanç ekolüne ‘bir başka din’, bu inanç ekolüne bağlı insanlara ise ‘etnik grup mensupları’ statüsünün verilmesi, sadece ilk bakışta şaşırtıcıdır. Oysa ‘etnik halk grupları’ kuramcılarının metotları incelendiğinde görülecektir ki, istendiği takdirde, her topluluk bir ‘azınlık’a, her ‘azınlık’, biyolojik bir birime dönüştürülebilir.
Ulus devletlerin ‘çözülmesi için başvurulacak en etkin silâh, azınlık yaratmak, yaratılan azınlıkların ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’nı gündeme getirmektir. Franz Neumann 1944 tarihli notlarında Nazi Almanya’sının azınlıklar politikasını şöyle anlatıyordu: “Kendi kaderini tayin hakkı, bir silâhtan başka bir şey değildir. Azınlık sorunlarından doğan her gerilim istismar edilecektir. Gücümüzün yettiği her yerde, azınlık ve milliyet sorunlarını kaşıyacağız. Her yeni çatışma, şeref, özgürlük ve eşitliğin hikmeti kendinden menkul hamisi Almanya’ya yeni imkânlar sağlayacaktır”.
Almanya yayıncılığında tek yanlı Türk imajı, akademik unvanlarına güvenerek dış politika danışmanları rolüne soyunan oryantalistlerin bir ürünüdür. Etnisite ya da din referanslı aşırı grupların Türkiye’ye karşı yürüttükleri kampanyanın söylemi ve argüman malzemesiyle oryantalistlerin Türkiye tezleri arasında çarpıcı benzerlikler göze çarpmaktadır. Aziz al-Azmeh’e göre ‘İslâmcılarla Batılı oryantalistler arasında işbirliği vardır. Zira her iki kesim de, tarih ve mekân boyutundan soyutlanmış statik ve varoluşçu bir İslâm yorumunu’, gerçek İslâm diye savunmaktadır (Aziz al –Azmeh. – Islam and modernity, London, New York 1996, S. 178). Hem oryantalistlerin görüşleri, adı geçen grupların yayınlarında bilimsel kanıt olarak aktarılmakta; hem de bu grupların sözcüleri, oryantalistlere ‘otantik tanık’ hizmeti sunmaktadır. Örneğin İslâmcılar, Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalizm aleyhine ya da savundukları özel İslâm yorumu lehine ifadelerine rastladıkları oryantalistleri pekâlâ tanık olarak gösterebilmektedirler. Kaplan Cemaatinin bildirilerinde R. Strothman, J. Macdonald vs. gibi ‘eski’; Peter Heine, Udo Heinbach, Fred Holiday, ‘yeni’ oryantalistlerin görüşlerine yer verilmektedir. Aynı şekilde Alman oryantalistler de ‘İslâm’ı Almanlara objektif olarak anlatmak’ amacıyla kaleme aldıkları yayınlarda, marjinal İslâmcı grupların din yorumlarını ‘çağdaş İslâm’, ‘Rönesans İslâm’ı’ başlığı altında sunabilmektedirler. Karşılıklı işbirliği, oryantalisler cephesinde, ‘İslâm’ı, ya da ‘farklı kültürü anlamak’ gerekçesiyle yürütülmektedir.
Bugün, ‘kültürler arası diyalog’ başlığı altında ve bizzat Federal Cumhurbaşkanı’nın himayesinde yürütülen yeni İslâm stratejisinin amaçlarından biri de, Almanya’nın ‘İslâm dünyasındaki olumlu şöhretine halel gelmesini önlemektir. Alman Doğu yayıncılığının ‘İslâm’ sempatisi, tarihî devamlılık arz etmektedir. Daha bu yüzyılın başlarında şu kanaat hâkimdi: “Biz Müslümanlarla, İngilizlerden ve Fransızlardan çok daha iyi anlaşıyoruz” (Paul Rohrbach. – Zum Weltvolk hinderdurch, S.102, Stutgart 1914). Militan İslâmcı akımlarla, İslâm dünyasındaki etnik ayrımcılığa sempati konusunda, Alman liberalleri ile Neo Naziler arasındaki söylem birliği bulunması da ilginçtir. Gerek Neo-Naziler, gerek Yeşiller, İran ile ilişkilerin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini, zira iki ülke arasında ‘tarihten gelen köklü bir gelenek’in var olduğu belirtilmektedir. Bu politika, zaman zaman gelecek vaat ettiğine inanılan, radikal grupların söylemini de benimsemeyi gerektirmektedir. Hem iç politikada dikkatleri gerçek sorun olan ırkçılıktan uzaklaştırmak, hem de İslâm dünyasında puan toplamak gayesiyle geliştirilen son konseptin adı, ‘İslâm düşmanı imajıyla mücadele’dir. Oryantalistler tarafından geliştirilen ve hükümetin resmî politikası olarak uygulanan bu konsept, ‘Almanya’daki yabancı düşmanlığının, İslâm hakkındaki önyargılardan’ kaynaklandığı kanaatini yerleştirmeyi hedeflemektedir. Kiliselerin de ‘dinler arası diyalog’ etkinlikleriyle aktif destek verdiği bu stratejinin en ilginç yanı, ‘Almanlar arasında İslâm’a ilişkin önyargıları gidermek’ amacıyla düzenlenen toplantılarda, bu dinin en marjinal temsilcilerinin ‘Müslümanların sözcüleri’ olarak konuşturulmasıdır. Örneğin ‘lâiklik kâfirliktir’ diyen grupların lider ve sözcüleri, gerek parti, gerek kilise toplantılarına davet edilebilmektedirler. Bu tuhaf durumun sebebi ‘diyalog’ taraftarı kesimlerin, sadece kendi İslâm anlayışına uygun kesimleri ‘gerçek Müslüman’ saymalarıdır.
Almanya’nın en saygın oryantalistlerinden biri olan Peter Heine, radikal İslâmcı örgütlerle diyalog kurulması gerektiğini belirtmektedir: “Yarın öbür gün Cezayir’de yahut Mısır’da siyasî iktidarın İslâmcı politikacıların eline geçmesi, bir süre için gerçi infial doğuracak, fakat sonunda realist bir siyasî ve ekonomik durum değerlendirmesine yol açacaktır. Bunu tahmin edebilmek için müneccim olmaya gerek yok… Radikal İslâmcı grup ve partilerin değişik İslâm ülkelerinde iktidarı ele geçirebilecekleri ihtimalini göz önünde bulundurup, bugünden tezi yok, bu örgütlerin (Almanya’daki) temsilcileriyle diyaloga girilmelidir”.
Heine, ‘kökten dinci Müslümanlar’ın ‘Almanya ile yapıcı bir diyaloga hazır oldukları’nı da eklemektedir. Bu görevi, ‘Avrupa’nın büyük muhafazakâr ve Hristiyan partileri’ üstlenmelidir. Zira “Hristiyan Avrupa partilerinin programları ve doktrinleri, İslâm’ın bayraktarlığını yapan grupların programlarıyla büyük benzerlikler göstermektedir”.
Oryantalistlerin ‘İslâm Partileri’yle kastettikleri, Mısır’dan Cezayir’e, rejim karşıtı ve terörist faaliyetlerinden dolayı yasaklanmış örgütler; ‘İslâm partilerinin Avrupa’daki temsilcileri’yle anlatmak istediği ise, adı geçen örgütlerin, ‘mülteci’ statüsüyle Batı ülkelerinde oturan lider kadrolarıdır. İslâmcı örgütlerle, Hristiyan – demokrat partilerin ‘programları arasında büyük benzerlikler ve paralellikler olduğu’nu iddia eden oryantalistin tanığı, “İslâmcı örgütlerin özellikle Mısır’da hayır hizmetleri sunması’ymış; Bu parti ve gruplar hakkında Avrupalı politikacıların ne yazık ki hiçbir bilgisi yok. Örneğin otuz yıldır Mısır’da yasak olan Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın son derece etkin bir sosyal hizmet ve yardım ağı kurduğunu, doğal afetlerde devletten çok daha etkin hizmetler verdiğini kim biliyor? O halde, İslâm ülkelerinde istikrar isteniyorsa, radikal İslâmcı gruplar mutlaka günlük politikaya angaje edilmelidir” demektedir.
İç politikada, ‘ülkede yaşayan Müslümanların entegrasyonu’; dış politik söylemde ise ‘İslâm ülkelerinin istikrar ve huzuru’ gerekçesiyle yürütülen Devlet – İslâmcı diyalogu, gerek aktörleri, gerek mekanizması itibariyle devlet – etnik grup diyalogundan farksızdır. Ne var ki, Alman oryantalistlerin etnik milliyetçi ve İslâmcı akımlara sempatisi, sadece reel politik ihtiyaçlarla açıklanamaz. Sempatinin ardında, her iki grubun da Musevî karşıtı ideolojisinin yattığı söylenebilir. Etnik Kürt milliyetçiliğinde politik, İslâmcı akımlarda sözde ‘dinî’ düzlemde ifade bulan Musevî düşmanlığı, hem sol – liberal, hem sağ – muhafazakâr çevrelerin ruhunu okşamaktadır. İslâmcılara gösterilen itibarın bir başka nedeni, İslâm dininin Almanya’da yaşayan Türk toplumunun, dolayısıyla köken ülke Türkiye’nin ‘Batı uygarlığına kökten yabancı’ olduğunu gündemde tutmaktır. Bu politika, ‘dolaylı ikna metodu’yla yürütülmektedir. Örneğin, kilise ve akademi çevreleri, doğrudan ‘İslâm bize yabancı bir unsurdur’ demek yerine ‘dinler arası diyalog’ etkinliklerinde, İslâm dinini anlatması için radikal İslâm’a mensup şahısları konuşturmayı tercih etmektedirler. ‘İslâm düşman imajıyla mücadele’ adına düzenlenen bu tür toplantılarda, ‘kökten dincilik’ (Fundamentelismus) diye bir fenomenin olmadığı, hem oryantalistler ve radikal İslâmcılar tarafından ‘kanıtlanmakta’; bu yolla dinleyicilere, İslâm’ın ‘bizatihi kökten dinci bir ideoloji’ olduğu mesajı verilmektedir (S. 5-9).
Alman araştırıcılar Ermeni sorununa ilişkin tezlerinde, sahte belgeler ve masa başında uydurulmuş yalanlara başvurmaktan çekinmemektedirler. Mekanizma şöyle işlemektedir: Herhangi bir kanıt getirmeksizin, bir Ermeni soykırımının yaşandığı ‘tartışma götürmeyen bir gerçek’ olarak belirtildikten sonra, bu sözde soykırımın’ 20. Yüzyılda işlenen ilk soykırım’ olduğu, dolayısıyla Musevî soykırımına model teşkil ettiği iddia edilmektedir. ‘Soykırım’ tanıklarının, pek de güvene lâyık insanlar olmayışı, rahatsızlık doğurmamaktadır. Örneğin bunlardan biri, Türkiye karşıtı çevrelerin bile, ‘tarih sahtekârlığı’yla suçladıkları, “Almanya’nın suçunu örtbas etmek için belge sahtekârlığı yaptı” dedikleri papaz Johannes Lepsius’tur. Garip olan husus, “papazın tek tanrısı vardı, o da Almandı” diyen yazarların dahi, ‘Ermeni soykırımı’na ilişkin yayınlarında aynı papazın yalanlarını birinci elden kaynak olarak zikretmeleridir. ‘Ermeni soykırımı’ efsanesini savunanların bugün de en önemli kanıtı, Hitler’e mal edilen “Ermenilerin imhasından bugün kim söz ediyor ki?” ifadesidir. Hitler’in bir ‘masa sohbeti’nde söylediği iddia ediliyor, fakat Alman Ermeni yayıncılığı, yine de bu sözde soykırımın birkaç ‘kanıtı’ndan biri olan bu ‘belge’den vazgeçemiyor. Alman Ermeni yayıncılığında her vesilenin mubah sayıldığını bir örnekle gösterelim: Roman dilleri ve iktisat bilimi okuyan, daha sonra gazetecilik branşına geçen Wolfgang Gust, Der Spiegel için hazırladığı ‘Ermeni dosyası’yla ülkenin ‘Ermeni uzmanları’na katıldı. Gust “Ermeni sorununa III. Reich’ta ilgi gösterilmediği”ni iddia ettikten sonra, bu ‘durum’u Nazilerin sözde ‘Türk dostu tutumu’na bağlıyor. Gust diyor ki: “Nazilerin Türk dostu tavrı değişmeden devam etti. Zira Nazilerin eski silâh arkadaşlarına vefa göstermelerinin önemli bir sebebi de, Atatürk’ün ateşli bir Hitler hayranı olduğunun meydana çıkmasıydı”. Sadece bu yalan, ne tür bir kampanya ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Zira ciddî kaynaklar, bambaşka bir Atatürk’ten söz ediyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914’te Almanya ile ortak hareket etmesi gibi, Atatürk’ün de Hitler’le ortak bir zeminde birleşmeleri mümkün görünmüştü. Ne var ki Atatürk kahverengi diktatörü adam yerine koymuyordu. ‘Ben esir edilmiş bir halkı özgürlüğe götürdüm; Hitler ise özgür bir halkı esir etti’ diyordu. Kavgam’a bir göz attıktan sonra, bu kitabın kaba diline ve içindeki delice düşüncelere tahammül edemedi” (Lord Kinross: Atatürk. The rebirth of a nation, London 1959, S. 459 ve Rill, Berndt: Kemal Atatürk, Hamburg 1985, S.120) (S.10-12).
– (379) Tamer Bacınoğlu ve Andrea Bacınoğlu. – Modern Alman oryantalizmi. Alman yayıncılığının Türkiye tablosu, Ank.2001.