Buraya kadar Almanya’nın Türkiye hakkındaki ‘hayırhah’ duygularının alenî yanını sergiledik. Ama iş bununla bitmiyordu. Bunun bir de gizli kapaklı yürütülen tarafları vardı ki bunları Emrullah Tekin’in kaleminden okuyacağız[1].
“Şimdiki Doğu politikamız, hiç kuşkusuz harpten sonra da devam edecektir. Bu nedenle; Türkiye’deki kuvvetlenmesiyle ilgilendiğimiz ekonomik koşulların bilinmesi büyük önem taşıyor. Ekselanslarınızın bu alandaki zengin tecrübelerinden de yararlanmak için yardımlarınızı rica ediyorum. Değişik bölgelerdeki ekonomik gözlemlerini, bu bölgelerin gelişme olanaklarını ve istenilen ilerlemenin sağlanması için gerekli ön koşulları bildirmeleri için emrinizdeki subaylara ve diğer personele talimat verecek olursanız, size teşekkür borçlu olurum…”
Ayrıca, Mezopotamya’ya gönderilmiş olan Alman birliklerinin askerî coğrafya derslerinde, petrol ve asfalt rezervlerine, bu petrol bölgesinin parlak geleceğine inanıldığı da eklenerek işaret edilmişti.
Almanya’dan gönderilen kömürün miktarını azaltmak için harbin çıkışından beri hareketsiz duran Almanların yönetimindeki Türk kömür grubu[2] yeniden faaliyete geçirildi. Fakat bu girişim büyük güçlüklerle karşılaştı. Buna rağmen Türk kömür grubunu sömürülmesini sürdürmek için Alman makamları, kömür üretiminde etkin önlemler alınıncaya kadar Türkiye’ye verilen kredileri kestiler (S.13-14).
Osmanlı devletinin harbe girmesi ve Cihat-ı Ekber’in ilân edilmesi üzerine İttihad-ı İslâm hareketini yürütmek amacıyla tüm İslâm ülkelerine gizli olarak Türk – Alman heyetleri gönderilmişti. 1915 yılında Kâbil’e varmış olan Türk – Alman propaganda heyetinin de bu tür çalışmalarının bir misali, Enver Paşa tarafından teşkil edilen, İran, Afganistan ve Hindistan’da İngiltere aleyhine isyan ve ihtilâller çıkararak Afgan Emirini Türk – Alman safında savaşa sokmaya gaye edinen Rauf Bey Müfrezesi’dir[3].
Teşkiline İstanbul Harbiye Nezareti’nde Harbiye Nâzırı Enver Paşa ile bizzat temasta bulunan Şark Şubesi Masası Başkanı Ömer Fevzi Bey tarafından başlanılan Rauf Bey Müfrezesi’nde, askerî ve sivil şahısların yanında, Afganistan ve İran’ın durumuna vâkıf olan bazı kişilerle Hintli, Peşaverli, İranlı kimseler ve Alman subaylar da yer almıştır.
Heyet, hareketinden kısa bir süre sonra Almanların, mütehakkim bir tavır takınmaları, yolculuk sırasında insiyatifi sürekli kendi ellerinde bulundurmaya çalışmaları, Doğu’da her türlü hâkimiyet ve nüfuzun Alman İmparatorluğu’na ait olmasına, Türklerin yardımcı durumda kalmasına ve Doğu politikasının Alman siyaseti ve menfaati paralelinde olmasına çalışmaları ve sair sebeplerden dolayı Türk – Alman heyetleri arasında ciddî anlaşmazlıklar belirmeye başlamıştır. Nihayet bu anlaşmazlıklar Haleb’de daha da belirgin bir hale gelmiş ve Bağdat yolunda Rauf Bey’le Alman heyeti başkanı von Muss arasındaki ihtilâfın had safhaya varması üzerine ise iki heyet birbirinden ayrılmıştır.
Heyetlerin birbirlerinden ayrılmalarını müteakip Almanlar, İran ve Afganistan’a geçmek ve buralarda kendi siyaset ve propagandalarını yürütmek için maddî güçlerini kullanmışlar, Şiîlerle ilişki kurmaya, cihad fetvaları hazırlamaya ve kendilerine taraftar toplamaya, mezhep ayrılığını körükleyerek İranlıları Türkler aleyhinde kışkırtmaya çalışmışlar ve burada, elde ettikleri kimseler ve İsveç subayları vasıtası ile kendi politikalarını uygulamaya koyulmuşlardır. İşin ilginç tarafı, Almanların muhalefeti yanında müfreze yüzünden Tahran basınının aleyhimize olduğunu ifade ederek Rauf Bey Müfrezesi’ne Tahran’daki Türk Büyükelçisinin de şiddetle karşı çıkmış olmasıdır.
Aslında müfrezenin amacını gerçekleştirme olanağından mahrum bulunması nedeniyle Rauf Bey Müfrezesi 1915 Eylül’ünde lâğvedilmiştir. Resmî olmayan İttihad-ı İslâmî propaganda faaliyeti ise II. Abdülhamid tarafından kurulmuş bulunan Teşkilât-ı Hafiye olmak üzere bu çalışmaların sürdürüldüğü ülkelerdeki gönüllü kişi, grup ve teşkilâtların önderliğinde yapılanlar oluyor. Meselâ, savaş sırasında aşırı derecede Panislâmist ve Panturanist politika taraftarlığında bulunan Ahmet Ağaoğlu, 1917 yılında propaganda faaliyetlerinde bulunmak üzere Kafkasya’ya gitmiştir.
Halife’nin Cihad-ı Ekber ilânı sadece Almanya’nın bir isteği değil, fakat aynı zamanda Panislâmizm ve Pantürkizm idealinin tahakkuku için Jön Türklerin asıl amacını teşkil etmiştir.
Birinci Dünya Harbi sırasında yürütülen İttihad-ı İslâm propagandasına Alman diplomat ve ajanları büyük gayretler sarf etmişler ve her zaman için Osmanlı propaganda heyetlerinden daha faal ve başarılı olmuşlardır (S.45-50).
Rusya’nın harpten çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun kendiliğinden dağılmasından sonra Kafkaslardaki Türk ve Alman çıkarları birbirleriyle atışacaktı. Türk hükümetinin ilk açık hedefi, Tiflis – Bakû demiryolunun ve Bakû’deki dev petrol kaynaklarını ele geçirmekti. Gelecekte, Orta Asya’nın içlerine kadar uzanan büyük bir Türk – İslâm devletinin kurulması tasarlanıyordu. Bu plânların gereği olarak Türklerin bölgeyi tek başlarına yönetmek ve hammaddeleri Almanya’ya bedeli karşılığında satmak için Alman etkisini Kafkaslara sokmak istemedikleri açıkça görülüyordu. Almanlar derhal tepki gösterdiler; bir Alman tümenini Kırım’dan Kafkaslara naklettiler. Alman demiryolu birlikleri Bakû demiryolunu çalıştırdı ve Türkiye’den anavatanına dönmüş olan Kress von Kressenstein (Resim 45) yetkili temsilci olarak atandı.
Bu karşılıklı hareketler sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı çatışmalar da oldu. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, Türk Başkomutanlık karargâhında Alman aleyhtarı bir hava yaratıyordu.
Fakat Türk tutumunu, ekonomik düşüncelerden çok, ideolojik düşünceler yönlendiriyordu. Daha 1914 yılından itibaren Türklerin Kafkaslardaki (daha sonra da İran’daki) tutumu, Genç Türklerin Panislâmist ve Pantürkist çabalarının sonucuydu. Bu tutumun baş temsilcisi Enver Paşa idi. Pek sevdiği Turan rüyasını yakında gerçekleşeceğine inanıyordu. Bu konuda Almanya’nın desteğini de hesaba katabileceğini sanıyordu[4].
Ona bu umudu veren nedenlerin birincisi, bu ideolojiyi tutan pek çok yayından bir kısmının Alman kalemlerinden çıkmış olmasıydı. İkincisi, Türk birlikleriyle Avrupa’daki Alman cephesini, harbin ortak hedefi hakkındaki anlayışını gösterecek şekilde destekledikten sonra kendi harp hedefi hakkında da Almanya’dan karşılık ve anlayış bekleyebilirdi. Üçüncüsü, Enver, kendine göre, Alman Genel Kurmay Başkanı General Von Seecht’i, Pantürkist ve Panislâmist politikası için kazanmıştı.
Alman tepkisi, Alman birliklerinin Kafkasya’ya gönderilmesinden başka, Suriye’de bulunan bütün Alman birliklerinin ve yardım tesislerinin geri alınması suretiyle Türklere misilleme yapılmasını da göze alıyordu. Politik düşünceden yoksun olan Liman von Sanders, 1918 Haziran’ında, emrindeki Alman birliklerinin geri alınmasını Türklerin Kafkaslardaki harekâtını desteklemek amacıyla yapıldığını sanıyordu; ama İstanbul’daki Alman Büyükelçisi gerçek nedeni biliyordu. Gerçi, General von Seeckt, Alman birliklerinin Filistin’den çekilmesinin bir misilleme değil, tamamen askerî bir önlem olduğunu Büyükelçiye garanti etmişti, ama Berntorff, Türkiye’de buna kimsenin inanmayacağından korkuyordu. Alman Başkomutanlığı Filistin’den birlik çekmenin politik bir misilleme olmadığını tekrar tekrar temin etti. Ludendorff, Enver Paşa’yı buna inandırabilmişti.
Eylül 1918 ortalarında Türkler, Almanya’nın Bakû’yü tamamen işgal etmiş olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldılar. Almanların oradaki petrol rezervlerini Almanya’ya sevk etmek niyetleri gerçekleştirilemedi. Barışa hevesli Ruslarla devamlı petrol sevkiyatına yol açacak çok umut verici bir anlaşma yerine bir anlaşmazlık içindeydiler. Nuri Paşa, General Kress von Kressenstein tarafından gönderilen bir Alman karargâhının Bakû’ye gelmesini engelledi. Hattâ savaştan sonra, Halil Paşa’nın Haziran 1918 yıllarında çektiği telgrafta, gerekirse Almanlarla savaşmaktan çekinmeyeceğini belirtmesi önemlidir (S. 58- 61).
Azerbaycan cephesi, Rusların Almanlarla anlaşıp I. Dünya Harbi’nden çekilmesinden sonra açılmıştı. Ruslar savaşı bırakınca, Kuzey İran ve Azerbaycan’ı boşaltmaya başladılar. İngilizler bundan faydalanarak onların yerlerini doldurmaya, Bakû petrollerini ele geçirmeye çalışıyorlardı. İngilizler, bölgede Ermenileri de kullanmaya başlayarak, Türkler üzerine terör estiriyorlardı. Osmanlı hükümeti, hem bu terörü önlemek, hem de Pantürkist düşünceler çerçevesinde Azerbaycan’ı kurtarmak, Bakû petrollerini İngilizlere kaptırmamak için Azerbaycan’a 1918 yılının ikinci yarısından itibaren birlikler sevk etmeye başladı. Tüm bu sırada Almanlar, Türklere cephe aldılar. Almanlar, Osmanlıların Kafkas işlerinde zorluk çıkarıyor ve başta Gürcüler olmak üzere Kafkas milletlerinden bazılarını (Ermeniler de dâhil) bizim aleyhimize tahrik ediyorlardı.
Azerbaycan üzerinde Osmanlı Devleti ile iyice çatışmaya giren Almanya, Odessa’dan buraya bir tugay sevk ederek Türklerle savaşı bile göze aldı. Gürcüleri ve Ermenileri de kendi saflarına çekmek için çalışan Almanlar, Suriye’deki Osmanlı kuvvetlerine askerî destek vermeyeceklerini söyleyerek tehdit bile savurdular. Bu sırada Bakû Osmanlıların eline geçmişti. Nuri Paşa, von Kressenstein tarafından gönderilen bir Alman karargâhının Bakû’ye girmesini engelleyip Bakû’nün tahkimi için önerilen Alman desteğini reddetmişti. Almanların Kafkasya’ya tek başına hâkim olma emeli suya düşmüştü; daha ileri gidip Türklerle ciddî bir silâhlı çatışmayı göze alamadılar (S.62-63).
Mahmud Şevket Paşa, Almanların her istediklerini yerine getirecek bir yapıda değildi. Almanların üzerinde hassasiyette durdukları bir Türk Alman askerî ittifakına Paşa’nın “evet” demeyeceği kesinlik kazanmıştı.
Mahmud Şevket Paşa, bu sebepten olarak, öldürülmeden birkaç hafta önce şunları söylemişti: “Sırası gelmişken, şunu da söyleyeyim: Gazetelerden biri benim Alman İmparatoru ile görüştüğüm sırada ona (şayet Almanya Fransa ile savaşırsa, Osmanlı ordularıyla kendilerine yardım edeceğimi) söylediğimi yazmış. Ben böyle bir şey söylemedim. Böyle lakırdılarını, devletin dış siyasetini haleldar edeceğini de düşünmek lâzımdır”.
Almanlar, Mahmut Şevket Paşa’yı istedikleri gibi kullanamayacaklarını anlamış olacaklar ki, onun öldürülmesine göz yummuşlardı (S.73).
Harbiye Nazırı Enver Paşa, harp hazırlıklarına bir başlangıç olarak 19 Temmuz 1914’te seferberlik ilân edince, aynı gün gazetelere resmî bir tebliğ vererek Meclis-i Mebusan’ı tatil ettiğini ilân etmişti.
Bu sırada Almanlar, Osmanlı Devleti’nin kendi saflarında harbe girmesine mani olacak bütün engelleri ortadan kaldırmaya azmetmiş görünüyorlardı. Bu bahisten olarak, Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi de bir suikastla taraftarlarına öldürtmüşler ve daha sonra bu olaya “eceliyle öldü” süsü vermişlerdi.
Mehmed Selâhaddin’in yazdıklarına göre Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, Almanların Türklere karşı zararlı emellerini sezmiş, Sultan Reşad’ı devamlı uyararak devleti Alman siyasetinden kurtarma tavsiyelerinde bulunmaya başlamış, bu durum İttihatçılar ve Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından haber alınınca, içinde Siyonist komplolarının da bulunduğu Veliaht, bir tertip sonucu öldürülmüştü (S.75-76).
Pantürkizm’in ateşli bir taraftarı ve teşvikçisi ise Ankara’daki Alman sefiri Franz von Papen (Resim 6) idi. Harbin ilk aylarında birçok kez meşhur mültecilerin özellikleri hakkında bilgiler yollamış ve kendilerinde faydalanılması için tavsiyelerde bulunmuştu. Von Papen’in hedefi, Türkiye’de çok faal olan mülteci grupları ve meşhur Pantürkistler vasıtasıyla Ankara hükümetinin Almanya’nın safında harbe girmesini sağlamaktı. Güney’deki harp sahası (Kırım) ve özellikle de Türklerle meskûn bölgelerin gelecekte alacağı şekil ile ilgilenen Türk generalleri Erkilet ve Erden’in cephe gezi ve gözlemlerinin gerçekleşmesindeki en büyük pay von Papen’e aittir. Bu cephe gezisinde her iki Türk’e Hentig refakat etmişti. Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Paşa (Killigil)’in Berlin’e gitmesi de muhtemelen Papen’in vasıtasıyla olmuştur (S.129 –130).
[1] Emrullah Tekin. – Alman gizli operasyonları ve Türkler. İst. 2001.
[2] Bu grubun mahiyetini teşhis edemedik.
[3] Bundan “Alman gerçeği ve Türkler” kitabımızda bahsetmiştik (bkz. İndeks)
[4] Bizim yakından tanımış olduğumuz, “Kafkaslarda Alman aleyhtarı bir tutum içine girmiş” olan Nuri Paşa, II. Dünya Harbi sırasında “varsa Almanya, yoksa Almanya” diyecek, ağabeysiyle aynı Turan rüyasını, Almanların desteği ile (!) görecekti. Ne de olsa o, Enver’in kardeşiydi… Jön Türklerin mülâhazalardan habersiz olarak ideolojik atılımlara girişmeleri, düşük üretimli toplum idarecilerinin tipik bir davranışıdır.