Ana Tanrıça bereketi sağlar. Bu fiilin aslında iki yönü vardır. Biri bunun doğruca gerçekleştirilmesi, diğeri işbu yapılanın korunması. Yapılan korunmayıp insanoğlunun eninde sonunda elinde bir şey kalmazsa, ilâhî varlığın anlamı ne olabilir?
Bostanda (fot. 207), mısır tarlasında (fot. 208) bukranion; zeytin ağaçlarında bunların hiç değilse çene kemikleri (fot. 209), bu sonuncular da çoğu kez eski ayakkabı ile müzdeviç olarak (fot. 210)[1]; bahçede koçboynuzu (fot. 211), kendilerinden mümbitlik, bolluk beklenen öğeler olmaktadırlar. Ama daha başka şeyin de bunlardan beklendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz: aktif rol olarak mümbitlik, bereket, her türlü ters atmosferik ve sair koşullara rağmen sağlanmış. Mahsul bol ve haşata hazır hale gelmek üzeredir. Ama ya bu arada “nazar değerse”? Ya bir büyü, ürünü çürütecek olursa?…
“Her teknik, ister sihirbazınki olsun, ister mühendisinki, bir müspet yanı haizdir; her zaman bazı kuvvetlerin ele geçirilmeleri bahis konusudur; bu kuvvetler mistik de olsalar, fizikî de olsalar, aradaki fark görünmez zira bunların en mistik olanları en az fizikî olanlar değildir”.
“Muska, tılsım, herkesin elinin altında bulunan talih ya da mutluluktur. Bunların anî etkinlikleri, sihrî olmak itibariyle, taşıyanı herhangi bir kerem veya lütuf niyazından muaf tutar. Filân küçük eşya, filân resim, filân ibare, işte ‘hap şeklinde’ saltıklık”.
“Vefk (pantacle)ler[2] birkaç basit sembolizm halinde yansıtılmış saltıklıktır: onlar bir sistemin, dünya sisteminin bir kestirme yoludur; onların çözümlenmesi necata muadildir. Başka deyimle, insan bireyi şeklinde tecessüt etmemiş, fakat düsturlar ve şekiller suretiyle basitleştirilmiş mikro-kozmostur, bunlar…”[3]
“İlâhlar öldü, ama tılsımlar kaldı. Bunlar her türlü inançsızlık şekillerine dayanıp kalmış, böylece de hayatiyetlerinin ebedî olduğunu kanıtlamışlardır. Sadece arabasının ya da uçağının hızına güvenen kişi aracına bir bebek asıyor, İsrael ve Assur peygamberlerinin, çadırlarının derisine teraphim’ler asmaları gibi… Beşer böylece zaafını, tılsım da gücünü gösteriyor; bu sonuncusunun hafi meziyeti, âdemoğlunun ondan kurtulmamış olmasıyla tezahür eder”[4]
Üzerinde uzunca duracağımız muska kavramına açıklık getirmek üzere, işlevi felâkete karşı korumak ya da bir kötü etkiyi uzaklaştırmak olan doğruca muskalarla ya belli bir fayda ya da genel olarak başarı ve mutluluk sağlayan sihri (medecine) ayırmak gerekir. Tılsım, fetiş gibi bir tabii maddeden (insan başı, balık kılçığı, hayvan kemiği, taş, diş…) olmayıp yapaydır ve ona atfedilen etki daima sembolik bir muhakemeye tabidir. Fetiş ise, doğruca varlığıyla iş görür. Bu itibarla tılsım bir takım kanunlara, münasebetlere, “imalât”a konu olmaktadır. Bu bakımdan da vefk (pantacle) ile yakınlığı vardır.
Halkın dinî yaşamıyla resmî din müessesesinin ve onun mümessili köy imamının ilâhiyat konusundaki telakkileri, ahlâkî ve mistik anlayışı arasında kesin fark bulunduğu bir vakıadır. Köyün içinde İslâm’ın resmî dogmasını, mistiğini ve eksiksiz ritüelini bilen tek adam bu imam olup topluluğun bütün geri kalan fertleri bu saydıklarımızın büyük çoğunluğundan bihaber olarak “bâtıl”, yani tedenni etmiş hierophany artıklarına bulaşmış bir iptidaî kült uygular.
Feylosof ve anthropologların çoğu dinin en üst ve gerçek kaynağının insanın insana bağımlılık duygusu olduğunda ittifak ediyorlar. Schleiermacher’e göre din, “tanrı’ya mutlak tabiiyet, inkıyat duygusu”ndan neşet eder. Frazer de, ünlü The Golden Bough’ında bu tezi kendine mal eder: “Böylece din, insanüstü güçlerin varlığını kısmen kabul etmekle işe başlayarak sonradan insanı, bilgisinin artması sayesinde tanrısal varlığa tam bağlılığını itiraf etmeye meylettirir; eski dinlerin mağrur ve mütekebbir hürriyeti, Meçhul’ün esrarengiz güçleri karşısında süfli secdeye dönüşür”. Ancak bütün bunlar, gerçek payı içermekle birlikte, dinin sadece bir yanını yansıtıyorlar. Kültürün hiçbir alanı yoktur ki bir “süflî secde tavrı”nın gerçek ve kesin bir hamle olduğu düşünülebilsin. Hiçbir müvellit enerji tamamen eylemsiz, bir tutumdan itibaren gelişemez. Bu bapta sihir dahi, beşer akidesinin inkişafında önemli bir merhale olarak telakki edilmelidir. Sihre iman etme keyfiyeti, insanoğlunda doğan kendine güvenme fiilinin ilk ve en mütebariz ifadelerindendir. Artık kendini doğal ya da doğaüstü güçlerin keyfine terk edilmiş olarak hissetmemektedir; kendi öz rolünü oynamaya başlıyor, doğa sahnesinde yerini alıyor. Her sihri uygulama, tabii etkilerin geniş ölçüde insanın ef’aline bağlı bulundukları inancı üzerine oturur. Tabiatın hayatı, insanî ve insanüstü kuvvetlerin bir dengeli dağılımı ve işbirliğine bağlıdır. Bu işbirliğini tertip edilmiş kesin bir ritüel tanzim eder. Her alanın kendine özgü sihir kaideleri vardır. Günlük yaşamın adi ihtiyaçlarının tatmini için sihre başvurmak gerekmez; o, daha alî amaçlar, tehlikeli ve cüretli girişimlerde devreye girer, tıpkı mitoloji gibi.[5] İnsanoğlu, büyük ruhî gerilim, heyecan anında onu göreve çağırır: örneğin cinlerle uğraşacağı zaman.
Gerçekten, İslâm medeniyeti, daha Türk’lerin bu dini kabullendikleri zamanlardan itibaren, işbu Orta Asyalı göçebelerin inanç sistemlerine yerleşmiş doğaüstü güçlere kucak açabilme olanağını sağlamıştı.
Bir büyünün yapılış şeklini anlayabilmek için bunda kullanılan unsurların etkinliği hususunda yeterli fikre sahip olmak gerekir; şöyle ki bir büyü, bazı kişilerin zatî tecrübe yoluyla veya başkalarının telkinleriyle işbu unsurların beklenen sonucu sağlayacağına inandıkları andan itibaren uygulanmaya konabilmiştir. Ancak böyle bir inanç, birbirinden uzakta bulunan nesneleri bağlayıcı bir ortamın bulunmasıyla mümkün olabilmektedir. Nazar’ın, büyünün tetkiki bize bunların menşeini anlatabilir, bunları uygulayan kişi bu derinliğe inmese dahi. Kadim âlemlerin fikrî evreni mitoslar, semboller, âdetler içinde kendini muhafaza ederek bize gelebilmiştir; bunlar, her türlü değişikliğe uğramış olmalarına rağmen bir nevi “yaşayan fosiller” halinde aramızda bulunurlar.
Mezkûr hierophany’ler âdemoğlunu bir seçime iter, unsur seçimine. O da, bir kez seçildi mi, artık güçlü ve etkindir, şu ya da bu yönde, yani iyilik veya kötülük tevlidinde.
“Seçilmiş unsurlar”ın önemlilerinden, önce cin’leri ele alacağız. Zira bu kavrama açıklık getirmeden “nazar” kuramına değinmek olanaksız olmaktadır.
Mazdehistlerin sihre verdikleri özel önem onların düalist sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Ormuzd (Hürmüz), ışıklar göğünde oturup barışmaz hasmı, yer altı dünyasının hâkimi Ahriman’ın zıddı olmaktadır. Biri ışık, doğruluk, iyiliğin yanındayken diğeri karanlık, sahtelik ve ahlâksızlığın temsilcisidir. Biri dindar mümini koruyan iyi ruhlara hükmederken diğeri, beşeri çarpan bütün kötülüklerin müsebbibi cin ve ifritleri kumanda etmektedir, Bu karşıt prensipler, dünya egemenliği için çarpışmakta, her biri bu yolda faydalı ya da zararlı hayvan ve bitki de yaratmaktadır. Dünya üzerinde her şey ya semavî-ilâhî, ya da cehennemidir. İnsanoğlunu baştan çıkarmak veya onu incitmek için çevreleyen Ahriman ile cinleri, kötü tanrılar olup Hürmüz’ün “asker”inden tamamen farklıdırlar. Sihirbaz, ya tehdidi altında bulunulan kötülüğü önlemek, ya da bunların öfkesini müminlerin düşmanları üzerine yöneltmeye uğraşır. Plutarkhus, bir bâtınî Mazdehist kurbanını tasvir ederken “bir havan içinde, yabani sarımsak dedikleri bir otu ezerler,[6] bunu yaparken de Hades (Ahriman) ve karanlıkların güçlerini çağırırlar; sonra bu otu, boğazlanmış bir kurdun kanıyla karıştırırlar ve bunu hiç güneş görmemiş bir kaba koyarlar” diyor. Bunun büyücülükle ilgili bir uygulama olduğunda şüphe yok.
Evrenin böyle bir telakkisiyle sihrin kazanmış olduğu gücü tahmin edebiliyoruz. Bu artık manasız bir halk inancı ve bilimsel izlemin toplaması olmaktan çok öteye geçmiş, bir tersine çevrilmiş din halini almıştır: bunun gece icra edilen ritusları, cehennemi güçlerin korkunç ayini şekline dönüşmüştür
Bütün bunlar, ilerde göreceğimiz bir takım bâtinî (esoteric), gnostic, sözde Müslüman mezheplerinin anlaşılmasına da yardımcı olacaktır.
Bilimsel izlenimden söz etmiş olmamızın dayanaklarına da kısaca değinelim. Sihir, astroloji (ilm-i nücum) ile aynı prensiplerden hareketle aynı muhakeme düzeyinde yürür. Her ikisi de evrensel duygudaşlık (sympathy) prensibinden yola çıkar, mahiyeti bilinmeyen fakat bazı nesneler, bazı kelimeler, bazı kişiler arasında mevcut bulunduğu peşinen kabul edilmiş değişmez ilişkileri esas alır. Bu itibarla astroloji gibi sihir de bir “bilim dalı”, bir tecrübî disiplin sayılmaktadır. Astrolojinin ifsat edilmiş astronomi olması gibi sihir de yoldan çıkmış fizik haline gelmiştir. Keza, doğada nizam ve kanunun mevcut olduğu, aynı sebebin daima aynı neticeye götürdüğü temel prensibinden hareket etmekle sihir, yine astroloji gibi, bir bilim dalı olmuştur. Fakat her ikisi de, başlangıçta din olup sonuna kadar hep onun üvey kardeşi olarak kalmışlardır. Her ikisi de Doğu’nun mabedinde gelişmiştir. Sihir, çok yerinde olarak “animizmin stratejisi” olarak tanımlanmıştır. Büyü, tılsım ve dualarla cinleri def etme yoluyla sihirbaz semavî veya cehennemi “ifrit”lerle temas kurup bunları kendisine itaate zorlar.[7]
Başlarda gördüğümüz gibi resmî din, cin’i, şeytanı bidatten, “zındık ve sapıkların uydurdukları batıl’lardan[8] saymamaktadır. Muhammed, insanlara olduğu gibi, cinlere de gönderilmiş peygamberdi.[9]
“Etsin diye halkı böyle ifsad
İblis’i de biz mi ettik icad?”… (Tokadîzade Şekip bey)
Asyalı adam Müslüman olmuş, Kök-Tängri’sinin yerini “Allah” almıştı. Tali tanrılar, doğanın “hâkim”leri, gezici ruhlar ya “cin”, ya da “aziz”ler olarak telakki edilmişlerdir. Yukarda söylediklerimizin ışığında işin aslına bakıldığında putperestliğin devamı olan cinler değil, işbu azizlerdir.
Bu tabiatüstü (supra-natural) “varlık”lar, çeşitli şekillere bürünerek insanoğluyla temas ederler. En çok hayvan kılığına girerler: kedi, köpek, kaplumbağa, kurbağa, yılan vs. Bundan ötürü gece köpek taşlamak “günah” olup “bir kedi öldürmenin yedi yıl azabı vardır”. Örümcek ezmek de “iyi değildir”.
Sırası gelmişken, aynı sibak içinde şu “yedi” rakamını bir esasa bağlamaya çalışalım. “Dünya… yedi tali sebep tarafından idare edilir… Bunlar, Musa’nın çoğul Eloim adıyla gösterdiği evrensel güçler, tanrılardır. Birbirlerine eş ve karşıt olan bu güçler, işbu tezatlarıyla dengeyi sağlayıp kürelerin hareketini tanzim ederler. İbranî’ler bunlara yedi büyük baş melek derler ve Mikael, Kapriel, Rafael, Anael, Samael, Zadkiel ve Oriphiel adını verirler… Diğer uluslar bu ruhlara başlıca yedi seyyarenin idaresini tefviz ederler ve bunlara büyük tanrısal varlıkların adlarını vermişlerdir. Herkes bunların İzafî etkisine inanmış ve astronomi bunlar için kadim gökyüzünü taksim edip bunlara haftanın yedi gününün idaresini tefviz etmiş… Bu yedi sihrî seyyare, prizmanın yedi rengi ve musiki oktavının yedi notasına tekabül ederler; bunlar aynı zamanda Hristiyan ahlâkının yedi faziletini ve bunun karşısında da, yedi mesaviini temsil ederler”[10]
Bu doğaüstü varlıkların esas makarları yeraltı dünyası olmakla birlikte yeryüzüne çıkmaktan da haylice hoşlanırlar. En çok toplandıkları yerlerden biri de kapıların eşikleridir… Bu “ervah”ın oynadıkları oyunların bazılarına bizzat tanık olmuştuk: 1949 yılında Amasya’daki evlerden birini “cinler işgal etmiş”ti. Bu yüzden hiç kimse bu evi kiralamaya cesaret edemiyordu. Sonunda “böyle şeylere aldırmayan” biri çıkıp eve yerleşince tutulmuştu ev taşa! İşe polis ve jandarma karışmıştı. Etraf günlerce beklendi fakat taşları atan “cin”ler ele geçirilemedi. Sonunda bu kiracı da kaçtı. Evi yakmayı bile önerenler çıktı: ateş her şeyi temizlerdi. Ancak kanunî mevzuat müsait olmadığından bu yola gidilmedi…
Bir başka “oyun”u da gazeteden izleyelim: Malatya’nın Çörnük mahallesini “cinler, periler” basmış! Evlerin duvarlarından, sebebi anlaşılmayan alevler çıkıveriyormuş, bugün bu evde, itfaiyenin söndürüp dönmesini müteakip biraz sonra diğerinde. Uzmanlar işin içinden çıkamayınca kalmış ortalık cinlere…[11]
Bu cin kavramının büyük ölçüde Samî alandan Anadolu’ya taşınmasında Afrikalı (çoğunlukla Sudan’lı) kölenin, İstanbul “köşk”ünün “Arap bacısının dahli olduğunu sanırız. Oraların Müslüman halkı arasında bugün cinlere tapınanlar bile vardır: Şaban ayının ortasında bunlara kurbanlar kesilir ve kanları emilir.[12]
Anadolu’nun cinlere inanışı ve bunlarla ilgili çeşitli sembolizminde Afrika-Sudan etkisinden daha önce genellikle Mezopotamya-Filistin Samî alanınki gelir; şöyle ki daha önce zikretmiş olduğumuz cinlerle ilgili Sure’lerde Musa dininin rüzgârı derhal sezilir. Bu sonuncusunun da nasıl “Ahit öncesi” çağların kalıntılarını taşıdığını hemen fark edeceğiz. Ama bunlardan önce de Kayseri-Kültepe’ye (Kaniş) yerleşip burasını merkez ittihaz ederek bin yıldan fazla bir süre Küçük Asya’yı İktisadî ve doğal olarak, siyasî hegemonyaları altında tutmuş olan Samî Asurlular gelir[13]. Musa dininin, nasıl bu peygamberin Yahve ile anlaşmasına takaddüm eden inanç ve âdetlerle mülemma olduğunu göstermeden önce biraz daha Küçük Asya’da kalalım.
Hitit metinlerinde çok sayıda Hurri tanrısının adı geçer. Kral Mutawalli, duasında Şeriş Boğa’sından şefaat dileyip ona “Hatti’nin Atmosfer tanrısının Boğası” diye hitap eder. Böylece de Hurri boğanın Hitit başkentinin tanrılar muhitine girdiği anlaşılır. Atmosfer tanrısının Hurri muavinleri, Şeriş ve Hurriş boğalarıyla Namni ve Hazzi dağları, Hitit atmosfer tanrısından hemen sonra sıralanmışlardır.[14]
“Bayrağımızın ana motifini teşkil eden hilâlle yıldız, Mezopotamyalılar ve Hitit’lerde bir kült motifiydi. Cerablus’tan gelen ve Ankara Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bir kabartmada, hilâlle yıldız, bunun üstünde de kanatlı güneş görülür.”
“Üzerinde Ay-yıldız bulunmayan Türk bayraklarında, bir çift ejderhanın çevrelediği bir daire bulunur. Daire ‘Allah’ ibaresini içerir. Bu daire bize bronz devrinin Alaca-Hüyük güneş kurslarını hatırlatır. Ejderha yerine Alaca-Hüyük’te burulmuş iki boynuz görülür”.[15] (ejderha da bize Çin’den bir şey hatırlatmıyor mu?).
“Ankara ismi… Frigya’daki Karura ve Küdrara gibi, ya bir şahıs isminden veyahut da daha büyük bir ihtimalle, en eski Küçük Asya yer tanrısı Men’in bir kült isminden neşet etmiştir. Çünkü tanrı Men’in tasvirlerinde, omuzlarının üzerinde bir yarım ay manzarasını andıracak vaziyette boynuz şekilleri bulunmakta olup, bu eğri şekillerle Ankyra kelimesinin “Ank” kökünün manası “çengel, kıvrıntı, büyük kol” arasında büyük bir uygunluk olduğu görülmektedir. Filhakika Men’in, mevkiin çok eski bir tanrısı ve Augustus mabedinin de aslında bir Men mabedi olduğu son tetkiklerde açıkça ispat edilmiş bir gerçektir”.[16]
Sümer’de ay-tanrı etrafında kümelenmiş edebiyat, üçlü bir tema arz eder: Gemi-Ay-Boğa. Her bir unsur, ayrıca tali fakat büyük dinî önemi haiz temalar geliştirmekte. Bunlar, bir taraftan doğurganlık, bereket, bolluk, hayatın nefesi, diğer taraftan müvellit, inek, süt. Orada burada da bazı kuvvet hatları seçilir: Boğa’nın eşsiz tevlit kabiliyeti; Sümer’de zenginliğin timsali olan mal bolluğu ve yüklü gemiler (ticaretin büyük ölçüde su yoluyla vaki olduğu…).
Ay-tanrı’ya tapanlardan kraliçe Shudad’ın kulaklarında uzun altın hilâller sarkıyor; tam güç halinde bir boğanın altından başı, lapis-lazuli’den yapılmış bir mavi sakalla bitiyor. Bizden binlerce yıl önce boynuzla bereketin izdivacına şahit oluyoruz.[17]
Anadolu Selçuklu mimarisinde de hayli boğa kabartmasına rastlıyoruz. Ancak bunların sembolizminin biraz değişik olabileceğini de sanıyoruz.
Öney bunları güzel bir tasnife tabi tutmuş[18] olup biz de bu uzmanın söylediklerini özetleyeceğiz.
Boğa-insan kabartmaları (Diyarbakır Dış Kale, Cizre köprüsü, Erzurum Emir Saltuk kümbeti. Kayseri Karatayhan) genel olarak boğa-ay-insan üçlüsü halindedir. Boğa burç hayvanı, ya da ilerde göreceğimiz On iki Hayvanlı Takvim’in hayvanı (Kayseri Karatayhan, Denizli Akhan) olarak temsil edilmektedir. Boğa-aslan kabartmaları (Diyarbakır Ulu Cami kapısı -fot. 212- Cizre’den gelme bazalt taşı, Harput İçkale-Süt Kalesi, Diyarbakır İçkale, Nusaybin kabartması, Konya kalesi) Eurasia hayvan mücadele sahnelerini hatırlatmakta olup bunlarda boğa, tavşan ve boynuzlu sair hayvanlar (özellikle geyik gibi), genellikle ay’ı simgelemektedir. Böyle kabul edilen boğa, aydınlık, güneş sembolü olan aslanlarla mücadele etmekte ve yenilmektedir. Bu mücadele, iki zıt prensibin (düalizm) mücadelesi şeklinde de düşünülebilir.
Zerdüşt ve Asur takviminin en önemli gününü, yani tarım yılının başlangıcını (Nevrûz) Leo ile Taurus (aslan-boğa) simgelemiştir. Güneşin (aslan) taurus (boğa) burcuna girmesi ile bahar bayramı, yani tarım yılı başlamış oluyor. Kabartmalar bu astronomi olayını tasvir etmiş olmalıdırlar. Diyarbakır Evli Beden Burcu (fot. 213) ile Yedi Kardeş Burcu (fot. 214) bu aslanları, onlara bir nevi riyaset eden çift başlı kartalı korur gibi tasvir etmektedir. Aşağıda, kartalı irdelediğimizde bunun, sembolizmi iyice meydana çıkacak.
Boğa-Kartal kabartması (Dy kalesi Urfa Kapısı) yine iki zıt prensibin, aydınlık, kuvvet, hâkimiyet sembolü olan kartalla burada ay ve düşmanı simgeleyen boğanın mücadelesini ifade ediyor. Boğa-ejderha kabartmalarında (Van – Ani kalesi, Kırşehir Kesik Köprü han) ise boğa galip durumda olup “Orta Asya şaman kavimlerinde kuvvetli insanların ana hayvanı bazen mavi benekli bir boğa kabul edilmektedir. Boğa, ziraatçı kavimlerin sembolü olarak da bilinir. Bu eski geleneklerin de Selçuklularda devam etmesi mümkündür”.[19
Böyle söylüyor G. Öney. Ama bizim bunlara çok ekleyeceğimiz var. Hint “uç”undan başlayalım: Pançagâvya, yani ineğin beş ürünü, ezcümle süt, çökelek, tereyağı, sidik ve gübresi, cinleri kaçırıcı etkiyi haiz olup ayrıca hastalıklarda ilâç olarak kullanılır ve günlük yaşam ritüelinde çok önemli yer işgal eder. Hani duymuştuk ya, ateşe bir kaşık yağ atıp “od ana, od ana!” afsunlu sözlerini…
Boğa kültünün phallic manası ve bunun mümbitlikle bağlantısı görmezlikten gelinemez. Özellikle Shiva’nın boğası Nandi ile Lingam’a tapınma arasında yakın irtibat vardır. Halk inanışına göre Yoni aracılığıyla dişil prensibin sürekli olarak neşrettiği kötü etkileri işbu boğa bertaraf etmektedir.[20] Özetleyecek olursak, Boğa-Lingam izdivacı insanları bir takım fenalıklardan koruyor, bu arada cinlerin yapabilecekleri fenalıklardan.
“Ortaya çıkan tüm kültürel tesirler dikkat nazara alındığında onun (Mithra’nın) köken olarak vatanının Babilonya, daha umumi olarak Mezopotamya olması gerektiği ortaya çıkar” diyor Th. Kluge, bu tanrının menşeini İran’a bağlayanlara karşı.[21] Mithra’nın boğayla yakın ilişkisini biliyoruz.
Yaklaştık güney-doğu illerimize.
Palmyra’da mahalli Bel (Baal) bir kartalla temsil edilmektedir. Bu aynı yerde bir bazalt kabartmada bulunan kartal, bir kanadının altında bir tanrıça, diğerinde, elinde kıvrık bir yılan tutan bir tanrı bulunduruyor. Bunlar sırasıyla ay ile güneşi sembolleştiriyorlar. Kilis’ten çıkma olup da halen Bruxelles’de bulunan bir kısmî kabartmada da Gaius adlı bir rahip, karısı ve sekiz çocuğuyla bir mezbahta sunuda bulunuyor. Sağ ve solunda çok büyük boğalar sıralanmış. Kabartma M.S. I. yy. olarak tarihlendiriliyor. Boğa, Suriye tanrısı Hadad’ın baş hayvanı olup bu tanrı Kilis’te Babilonya Bel’i ile bir tutulmuştu. İşin bir ilginç tarafı da Gaius’un, başında Phrygia külahı taşımasıdır[22], tıpkı taştan doğmakta olan küçük Mithra gibi.
Keza, kuzey Mezopotamya’da bulunmuş bir kabartmada Hierapolis tanrıları Atargatis ile Hadad, ilki aslanları arasında, öbürü de boğaları arasında temsil edilmişler.[23] Keza bir başkasında bunlar yine bu hayvanların arasında olmaktan gayri Atargatis’in tahtı balıklarla, Hadad’ınki de gülcük-kadehlerle süslü ve her ikisinin, üstünde güvercinler ve kanatları açık kartallar bulunuyor.[24]
Böylece aslan-boğa-kartal-güvercin (ve hatta yılan) münasebetlerine bir kez daha değinmiş olduk.
Diyarbakır’da 1957’de inşa halinde bulunan bir evin giriş kapısı (sahte) lentosunun üstünde bu hayvanların çoğu, ayrıca horozlar, Hayat Ağacı ve kabı ile birlikte resmedilmiş (fot, 215). Zaten ne yok ki bu ilde: Ulu Cami’in iç avlusunda bir pencere üstünde, muhtemelen Roma devrine ait ve üzerinde halka (Yoni), Lotus ve Buddha’nın ayak parmaklarında gördüğümüz gamalı haç’ın bulunduğu bir lentoyu kullanmada Selçuklu sakınca görmemiş (fot. 216).
Bütün Yakın-Doğu’da, ülkelere göre Adad, Hadad, Ramman, Sandas veya Baal-Bel tesmiye edilip tecessüm ve alâmetleri itibariyle Hitit tanrısı Teshub’a çok yakın bir tanrı-boğa’ya tapılırdı. Babilonya ve Asur dinlerinde Baal, dağlık bölgelerde de Sandas adıyla bilinirdi. Yakın-Doğu’nun bütün boğa-tanrı’ları gibi bir mümbitlik ve aralarından birçoğunun olduğu gibi de, bir fırtına tanrısıydı. Adad daima elinde yıldırımla, fakat Baal’in bir buğday başağı tutmasına mukabil, çift ağızlı muharebe baltasıyla temsil edilirdi.
Kanaan (Ken’an) bölgesinin en ulu tanrısı El, Baal ya da Adad’ın babası olarak telakki edilmiş ve “tanrı-boğa”, “kral” veya “baba” unvanlarına hak kazanmıştı. Şiirde “bulutların süvarisi”, “tahripkâr”, “gök gürültüsünün hâkimi” olarak tasvir edilirdi. Gerekli zamanlarda, bulutlara bir delik açarak yağmuru o gönderirdi. Yıldırım onun emrine itaat eder ve gök gürültüsü gibi sesi yeri göğü sarardı. Onsuz, bu çorak toprak üstünde hiçbir ekin mümkün olmazdı; o olmadan dereler ve toprak toza dönüşürdü. Her şeyin yeniden doğup yaşamaya devam etmesi için onun kendini göstermesi yeterliydi. Arapça “Baal ülkesi”, “yağmurla sulanan ülke” demektir. Yakın-Doğu’lulara, insanlar için elzem olan üç şeyi o sağlardı: buğday, şarap ve zeytinyağı. Yeterince tazim edilmezse feci şekilde öç alır, insanları bu nimetlerden mahrum ederdi.
Bir manzum kıtada bakire Anat’ın “kozmetik ve döl suyu denize giden yabani boğanın ıtriyatıyla süslendiği” söylenir. Bu sözde “yabani boğanın ıtriyatı” aslında kurşuni amber olup bu, boğanın değil, balinanın döl suyundan çıkar; fakat boğanın bu sözde tohumunu sürünen bakire tasviri gerçekten çok etkilidir.
İbranî (Hebrû) halkının yaşamı üzerine verdiği ayrıntılarla Ahd-i Atik, Yakın-Doğu’nun dini konusunda değerli bilgiler içermektedir. Başlangıçta göçebe olan İbranî’ler çoktan beri dev boğa oroks (aurochs)ı tebcil etmişler. En eski İbranî tanrı-boğa’sı “Yakub’un Boğası” tesmiye edilirdi. Asırlar boyunca bu ifade aynı zamanda “tanrı” anlamına gelmiştir. Yusuf gibi büyük önderlerinden bazıları, eski uygarlıklarda en şayan ve en kutsal unvan olan “boğa” olarak tavsif edilirlerdi.
Musa’nın Sina dağında nasıl Yahve’den avamir-i aşere’yi gök gürültüleri ve yıldırımlar arasında telakki ettiğini, aşağı indiğinde İsrael Oğulları’nı, ağabeyi Aaron (Harun)un imal ettiği altın danaya tapar bulduğunu, hiddetinden On Emir’in hakkedilmiş bulunduğu tableti yere vurup kırdığını… herkes bilir. Bu göçebelerin de, dedeleri gibi boğaya tapar kişiler olduğunda bugün artık şüphe kalmamıştır. Bu itibarla Sina dağının dibinde Harun’un Altın Boğa dikmesi, bir dalâlet yoluna girme hareketi olmayıp boğa kültünün bir başrahibi tarafından icra edilen tamamen meşru bir kült tezahüründen başkası değildir. O sadece, bütün milletinin tasvibiyle, kadim geleneğe uymuştur. Nitekim Ahd-i Atik’in Adetler Kitabı (Adad)[25] da İsrael’in işbu tanrı-boğa’sından söz eder:
“Tanrı onları Mısır’dan çıkarttı
Onlar için O, bir mandanın gücüdür”.
Hatta Musa’nın kendisinin dahi tanrı-boğa’nın tecessümü gibi kabul edilmiş olması mümkündür zira Kitab-ül Huruç’un bir yerinde “Musa Sina dağından indiğinde… yüzü parlıyordu” deniliyor. İbranî dilinde aynı kelime hem “parlamak”, hem de “boynuzla bezenmiş olmak” manalarına geldiğine göre dağdan inen, haleli bir Musa değil, başı boynuzlu bir Musa olmuş olmalıdır. Aslında, iki kardeş arasında vaki olduğunu aynı Kitap’tan öğrendiğimiz ayrılma, boğaya tapan iki rakip fırka arasındaki ihtilâf ya da iktidarı ele geçirmeye uğraşan iki rakip önderin mücadelesi şeklinde tefsir edilebilir.
Musa’nın hiddetinin fazla etkisi olmadığı da anlaşılıyor: İsrael kabileleri nihayet Mev’ud Toprak’a, Ken’an ülkesine vardıklarında önlerinde Ephraim kabilesinden Josua vardı ki mezkûr kabile, çölde tapındıkları yabani boğanın adını taşıyordu. İbranî’ler, seferleri sırasında rastladıkları uluslardan bir başka tanrı daha almışlardı. Bu, sesi gök gürültüsü gibi gürleyen bir kasırga ve savaş tanrısıydı. Adı İahve idi ve Kanaan tanrılarıyla, Baal ve Adad’la, kolaylıkla kaynaşmıştı. İbranî’ler bölgeye yerleşir yerleşmez önceleri kuvvet üzerine müesses kültleri, mümbitliğe doğru bir evrim gösterdi. Ahd-i Atik’in birçok metninin işbu Baal kültünün İahve’ninkiyle nasıl uyuştuğunu göstermesi dışında Saül dahi oğullarından birine bir İahve adı, Jonathan, bir başkasına da bir Baal adı olan İch-Baal’i verdi. Böylece Davud, birleşmiş İsrael ve Juda devletinin resmî dini olarak İahve kültünü ilân ettiği zaman dinî syncretism o derece itiyatlara yerleşmişti ki Davud’un oğlu ve halefi Süleyman’ın saltanatı sırasında, bu “hazret”in meşhur mabedi, bu itiyatların devamının nişanesi olarak, bronz ve zeytin ağacından sayısız boğa ve insan başlı kanatlı boğalarla süslenmişti.[26]
Bu minval üzere devam edebilecek hikâyeyi Süleyman’da kesip konumuzla ilgili İbranî geleneği üzerinde biraz duralım. Bizi, işlemekte olduğumuz “cin”ler ve “nazar” konuları için, İslâm dogmasını geniş ölçüde etkilemiş olan Musa dininin sadece bu yöndeki durumu ilgilendirmektedir.
Kazılardan, hamail olarak kullanılmış olduklarında şüphe bulunmayan hayli küçük eşya elde edilmiştir: delinmiş kemikler, delik beyaz ve siyah taşlar, deniz kabuklarından gerdanlıklar, hilâl şeklinde küpeler vs. Megiddo mezarları, kanın rengi olan kırmızının sihrî değerini belirten eşyalar arz etmiştir; mercan, bunlardan olup nazara karşı ayrıca mavi tersimat ve özellikle göz boncuk (“Horus gözü”), yılan şeklinde hamailler kullanılmıştır. Kurs ve hilâl şeklinde nüshalar her zaman taşınmış, Sami’ler hilâl sembolizmine her zaman çok büyük değer atfetmişlerdir. Ziynet eşyaları iptidada her şeyden önce bir hamaildi. İbranîce tac (efser) a nezer, yani “takdis” denmekte olup Süryanî dilinde de küpe, kedosho, “bir aziz nesne” manasını taşır.[27] “Ve Gedeon ayağa kalktı, Zebah ile Tsalmunna’yı öldürdü. Sonra bunların develerinin boyunlarındaki hilâlleri aldı…”[28] İsrael kralı Ezechias “yüksek mahalleri yok etti, heykelleri kırdı, ilâhları devirdi, Musa’nın yapmış olduğu tunçtan yılanı parçaladı…”[29] Buradan da VIII. yy.a kadar Mabet’te Yahve kültüne Kudüslülerin bir tunç yılanınkini eklemiş oldukları görülüyor.
Beni Juda, Allah’la Ahdi akdettikten sonra, el üzerine ve iki göz arasına yapılan dövme suretiyle “Yahve’nin işareti”ni taşır olmuşlardır.[30]
“Aldı kaşlarının arasına…”…
Daha sonra bu “işaret”, sünnet şekline dönüşmüş. Dövme daima bir sihri kökene sahip olmuştur; sonradan bu saf sihre bir de tıbbî sihir mülâhazaları karışmış. Bugün, özellikle güney ve güney-doğuda bir süs öğesi gibi görünmesine rağmen aslında bir daimî hamail mesabesindedir.
Şek. 20’de, bir sihir kitabından alınmış bir hamail görülür. Dört köşesinde Cennet’in dört nehrinin adları okunuyor.
Çok karşılaşacağız bu çift müselles (Mühr-ü Süleyman) ile. Bunu Hristiyan Wurzburg piskoposunun boynunda da görüyoruz.[31] Arap’lara “amîn” şeklinde geçmiş olan “amen” işareti 99 rakamını temsil ederdi. Gerçekten A = 1, M = 40, E = 8, N = 50; toplamı 99 ediyor.[32] Bu doksan dokuz rakamının Allah’ın adlarının (Esmâ-i hüsnâ) sayısı olduğunu da biliyoruz. Harflerin bu gibi değer taşıması keyfiyetine de, ilerde irdeleyeceğimiz “Ebced hesabı”nda yine değineceğiz.
Sami alanda kalmaya devam edelim. Her ne kadar şer’i hükümlere göre teslis küfür sayılırsa da Şia’da “Hakk, Muhammed, Ali” üçlemesinden tevhide kayma temayülü açıkça görülür. İşin başını Ali çeker. Yani Ali Allah’tır, Muhammed’dir ve kendisidir (bu üç adı taşıyan Bektaşî yazı-resim’lerinde “Ali”nin daima diğerlerine nazaran çok daha büyük yazılması bunu kanıtlar). Ali güneştir, aslandır, Hızır’dır, narası gök gürlemesini andırır, kılıcı yerine göre ateş olur, dağları eritir, ejderha olur, uzadığı zaman yüz kulacı bulur…
Bütün bunlar Ali “mefhum”unun da, Musa’da olduğu gibi, tanrı-boğa’nın bir tecessümü şeklinde devam ettiğine delâlet ediyor. Anadolu halk hikâyelerinde Battal Gazi, Şah İsmail ve hatta Köroğlu’nun bile bu Ali tipinin etkisinde kaldıkları görülür.
Kazdağı’nın Sarı Kız’ından uzunca söz etmiştik. Her ne kadar Alevî- Bektaşî geleneklerinde kaz’ın büyük bir rolünü göremiyorsak da Alevîlerin ve özellikle Tahtacıların ikonografilerinde Kazayağı, geniş ölçüde temsil edilmektedir (iş giysilerinin omzuna işlenecek kadar, -fot. 54-). Burada ayağın her bir parmağı mezkûr ilâhî teslisteki erkândan birini hatırlatır (bkz. fot. 134 ve 135). Bu, kazın çok eskiden mitolojide işgal ettiği mevkiin, Anadolu Şiî’leri, yani Alevîler nezdinde devamına bir işaret sayılır.[33] Keyfiyeti aynen teyit eden J. K. Birge,[34] Haç’ın Hristiyanların işareti olduğu gibi, Kazayağı’nın da Tahtacı’ların remzi olduğunu (İlâhiyat Fak. Mec., No. 12, s. 63’ye dayanarak) ekliyor.
Bütün evrensel büyük dinlere geçişte az çok her zaman, bu dinlere veya bunlarla doğmuş folklora ait bazı şahsiyetler, bu dinlerden önceki temaların bir kısmını muhafaza etmiş olurlar. Tahtacı’larda Ali ile ailesi, doğal olarak, eski geleneklerin eklenmesiyle en zengin folkloru arz etmişlerdir. Öbür taraftan, meselâ nur-u Muhammedî kuramının, bundan önce defalarca gördüğümüz eski Türk-Moğol “ışıktan mucizevî şekilde doğma” temasını İslâmlaştırmak amacıyla kullanılmış olması, Sünnî’lerce Peygamberden nasıl fazlaca ar etmeden istifade yoluna gidildiğini gösterir. İşbu nur kuramı tabii olarak Anadolu Şiîliğinde daha gelişmiş haldedir. Mademki hâlik olan Allah’ın nurudur. Bektaşî-Alevî kozmogonileri de O’nu hareket noktası olarak almak suretiyle tertiplenmiştir.[35]
Orthodox İslâm’ın tekvinden önce neler olduğuna dair fikirlerinin az çok tümü, sırası geldikçe Bektaşî nefeslerinde yer almıştır. Bektaşî’lere göre Allah, bu nur-u Muhammedî dolayısıyla dünyayı halk etme yolunu tutmuştur; ancak onlar, bu “ışık”ta ifşa edildiği gibi Ali’yi Muhammed’le ayniyet haline getirerek ve ışığın içinde her ikisinin adının baş harflerini bularak mutat ana fikirden sapmışlardır. “Allah kâinatı Halk etmeden önce kendi öz nurundan, şanlı Dost olan Efendi’mizin nurunu halk etmiştir. Sonra da Muhammed’in Nur’undan peygamberlerin ruhlarını ve bütün mahlûkatı var etmiştir”…[36]
Altın çayır’ın müellifi, X.yy.da çok faal Şiî daîlerden sayılan Mas’udî, Peygamber’in yaşam öyküsünü (sırat sayyidi-nâ) çizerken işi hilkatten başlatıyor: Allah Âdem’i halk ediyor, o da alnında bir karıncalanma, aslında Peygamber’in tespih’ini hissediyor ve Allah’a Muhammedi tohumu ancak saf göbeklere tevdi edeceğini vaat ediyor; bu ışık Havva’nın alnında parlıyor, sonra sırasıyla Seth, Enos…, İdris ( = Nenoch), Mathusalem… Nuh… Haşim, Abd el-Muttalib, Abddullah ve Muhammed’e geçiyor. Görüldüğü gibi nur-u Muhammedî sadece kan yoluyla intikal ediyor. Peygamber’in ataları arasında bazı peygamberler de varsa da bunlar vüsattan ibarettirler. Vefatında, gasli ve gömülmesini müteakip Ali uzun bir hutbe okuyor ve Âdem’den itibaren Muhammed’in tohumunun intikal sürecini çiziyor. Abd el-Muttalib İbrahim’le kıyaslanıyor…[37]
“Rafızîlerin İslâm’a sokmaya çalıştıkları bidatler” arasında bir tanesini zikredelim: “Rafızîler (Şiî’ler), Yemenli Yahudi dönmesi Abdullah bin Sebe isminde İslâm ve Müslüman düşmanı bir fâsık ve kâfirin koyduğu ve öğrettiği yollardan devam eden kimselerdir. Bu Abdullah bin Sebe ismindeki İslâm düşmanı…, Hz. Osman’ın şahadetine sebep oldu. Ve Hz. Ali hakkında hâşâ “Allah” diyecek kadar küfürde ileri gitti. Aynı insan kendi avenesine Hz. Ali (R.A.) ölmemiş ve öldürülmemiştir. Onun suretinde bir şeytan öldürülmüştür. Zira Allah’tır. Hz. Ali semadaki bulutların içindedir. Binaenaleyh gök gürültüsü Ali’nin sesi, şimşek ise onun asasının ziyasıdır[38]… Gök gürültüsünü duyan o bedbaht insanlar, ‘Senin üzerine selâm olsun ey müminlerin emîri’ diyerek selâm mukabilinde bulunurlardı. Bu kâfirin yollarında devam eden sapıklardan bazıları Yahudi ve Hristiyanlardan bazılarının küfürde bulundukları gibi, Allah’a şirkte bu derece ileri gittiler… Rafızîler (Şiî, Bektaşî, Alevî’ler) de… müşrik, Yahudi ve bazı Hristiyanlardan daha ileri gidercesine, hâşâ Hz. Ali’ye Allah diyecek kadar küfürde ileri gidenleri olmuştur”.[39]
Musa da ağabeyi Aaron (Aharon – İmranoğlu Ebu Halid Harun)’a ancak bu kadar sinirlenmişti…
[1] Nazarlık olarak pabuç bahsine döneceğiz.
[2] Yani efsun veya sihir amacıyla meydana getirilmiş şekil ve yazılardan oluşan hamail.
[3] J. Marqués-Riviére.- Amulettes, s. 5, P. Masson-Oursel’in önsözünden.
[4] G. de Givry. – Le musée des sorciers, mages et alchimistes, Paris 1929. Zikreden J. Marqués-Riviére, in ibd., s. 7.
[5] E. Cassirer. – Essai sur l’homme, s. 135-7.
[6] Benvenist, bunun kakule olduğunu söylüyor. Bkz. J. Duschesne-Guillemin.- Ormazd et Ahriman. L’aventure dualiste dans l’antiquité, s. 63.
[7] F. Cumont.- Oriental religions in Roman paganism, N.Y. 1957, s. 184-191.
[8] M. Uysal.- İslâm’a sokulan bid’at ve hurafeler II, s. 72.
[9] İA ve EI, sırasıyla mad. “Cin” ve “Djinn”.
[10] E. Lévi.- Dogme et rituel de la haute magie II, Paris 1948, s. 113-5.
[11] “Cumhuriyet”, 25.7.1979.
[12] E. Westermarck.- op. cit., s. 24.
[13] Bugün Kayserililerin meşhur olmuş “ticarî kabiliyetleri”nde işbu Asur etkisini “Mübadele Teknikleri” cildinde inceleyeceğiz.
[14] G. Gütebock.- The Human element in the Hittite empire, in JWH II/2, s. 389, 391.
[15] H. Z. Koşay.- Les traces des cultures sur l’art et la culture populaires, in Premier Congrés International des Arts Turcs, Ank. 1959, s. 103.
[16] A.Erzen – İlkçağda Ankara, Ank. 1946, s.25.
[17] M. Lambert.- La lune chez les Sumérieos, in La lune, mythes et rites, Paris 1962, s. 80-1.
[18] G. Öney.- Anadolu Selçuklu mimarisinde boğa kabartmaları, in Belleten XXXIV/133, Ocak 1970, s. 83-100.
[19] ibd., s. 97.
[20] W. Crooke.- op. cit. II, s. 228-30.
[21] Th. Kluge.- Der Mithrakult. Seine Anfänge, Entwicklungsgeschichte und seine Denkmäler, Leipzig 1911, s. 4-5.
[22] H. J. W. Drijvers,. op. cit., s. 49.
[23] ibd., s. 66.
[24] ibd., s. 92.
[25] 23/22.
[26] J. R. Conrad.- Le cuhe dıı Taureau, s. 115-126.
[27] J. Marquès-Rivière, op. cit., s. 17-9.
[28] Hâkimler 8/21.
[29] Mülûk II, 18/4.
[30] Hurûç 13/9 ve 16.
[31] J. Marquès-Rivière.- op. cit., s. 153.
[32] ibd., s. 50.
[33] J.-P. Roux.- Les traditions, s. 131-2.
[34] op. cit., s. 265.
[35] J.-P. Roux, op. cit., s. 112 ve Fauııe et Flore, s. 289.
[36] J. K. Birge.- op. cit., s. 114.
[37] Ch. Pellat.- Etudes sur l’histoire socio-culturelle de l’İslam (VIIe-Xe s.) Maş’ûdî et l’İmamisme, Variorum Reprints, London 1976, s. XV/69, 82-3
[38] Tarafımızdan belirtildi.
[39] M. Uysal.- op. cit. I, s. 81-3.