“Orhon yazıtlarında “yer-sub” Türk’lerin koruyucu ruhları olarak zikredilir. Ongin yazıtında ‘yer-sub tengri’ sözü geçmektedir… Birûnî ‘El-Asarü-l bakiye’ adlı eserinde Oğuz’ların çok bereketli bir pınar yakınındaki kayaya taptıklarını, secde ettiklerini yazıyor. Gardizî’ye göre X. asırda İrtiş ırmağı boylarını işgal eden Türk Kimek kabilesi bu ırmağa taparlar ve ‘su, Kimek’lerin tanrısıdır’ derlerdi. Altay-Yenisey Şamanist Türk’lerin ayinlerinde söyledikleri ilâhîlerde Yenisey, Abakan, Kem, Tam ırmaklarının adları geçer. Altınordu Kıpçak’larının destanlarında Volga ırmağına ‘Ana İdil’ denilmektedir. İbn el Fakih’in verdiği malûmata göre Barshan Türk’leri Isıkgöl’ü takdis eder ve ona taparlardı”.[1]
“Dedem Korkut gelüben şazılık çaldı… Fani dünya kime kaldı. Gelimlü güdümlü dünya, âhır son ucu ölümlü dünya. Yöm vereyim Hanum yerlü karadağlarun yıkılmasun. Gölgelice kaba ağacun kesilmesün. Kamın akan görklü suyun kurumasun. Kanatlarun ucu kırılmasun…”[2]. Dağ- ağaç- su üçlüsü Dede Korkut’un ağzında da kendini gösteriyor.
Altay ve Sibirya Türk mitolojisinde, İran ve Ön Asya’nınkinde önemli rol oynayan dört unsura, rüzgâr-ateş-su-toprak’a pek rastlanmıyor. Bu unsurların Uygur’larda görülmesi, İran yoluyla gelmiş bir etki olmalıdır. Ama kesin karar vermeden bir de Buddhist tesirlerin kaynağı Hint’e bir göz atalım.
“Âkil Santanu Ganj kıyılarına avlanmaya gidiyor ve orada gördüğü nefis bir nymph’e vuruluyor. O da, kendisinin hoşuna gitmeyecek hiçbir şey söylememe şartını koşuyor… Nymph ona sekiz evlât veriyor, bunlardan yedisini nehre fırlatıyor, fakat kocası herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret edemiyor. Tam sekizincisini de atacağı sırada adam nihayet dikilip kendisinin kim olduğunu soruyor ve çocuğa acımasını diliyor. O da, kendisinin teşahhüs etmiş Ganj olduğunu, yedi oğlanın tanrısal Vasavas’lar olup nehre atılmakla beşerî hayatın belâsından kurtulduklarını söylüyor. Sekizincisi de insanlar arasında gök Dyaus olarak, hadım Bhîsma şeklinde kalıyor”.[3] Dyaus’la daha önce de tanışmıştık.
Ana Ganj kültüne Rig Veda’da iki yerde rastlanıyor.[4] Ganj da, yukarıdaki İdil gibi “Ana” oluyor, herhalde çok daha önceden. Akarsuların kesiştiği noktalara da Hindistan’da kutsiyet izafe ediliyor. Himalaya’larda buralarda cairn’ler yükseliyor ve her geçen buna bir taş ekliyor.[5]
Çok sayıda ruh ve mahallî tanrının yanı sıra Hindu’ların bir özel su tanrısı vardır: Râja Kidar’ın İslâmî adı Khwâja Khizr, (Hoca Hızır) olup ona Bengal’de Kâwaj veya Pîr Bedr denmektedir. “Sikandarnâme”ye göre Khwâja Khizr bir Müslüman azizdir ve ölümsüzlük kuyusuna riyaset eder; ölümsüzlüğü sağlayacak suyun beyhude aranmasında İskender’e o kılavuzluk etmiştir. Nakil aracı bir balıktır. Oğlan çocuklarının ilk tıraşı sırasında ona dua edilir ve şerefine derenin birine küçük bir sandal indirilir. Aynı ritus, yağmur mevsiminin sonunda da icra edilir ve bunun aziz Ilisha (İlyas) ile ilişkisi olduğu farz edilir.[6]
Karahanlı’lar çağında “dört unsur” gökteki burçlar gibi üçerden on iki kısma ayrılmıştı. Kutadgu Bilig’de.
“Üçi od, üçi suv, üçi boldı yil (üçü ateş, üçü su, üçü oldu rüzgâr)
Üçi boldı toprak, ajun boldı il” (üçü toprak oldu, dünya oldu il)
deniyordu.[7] Bektaşî Ahû Dede de kendini bu unsurlardan yoğrulmuş olarak görüyor:
“Nârü, bâdü, âbü, hâkten halkoldum,
Kendi kendim ana rahminde buldum.
Devir tamam oldu, dünyaya çıktım,
Bu ibret nâmesin cihandan aldım!”
Muhyiddin Abdal’ın (XVI. yy.) görüşü de pek farklı değil:
“Çar anasır, dört kitap Bâdü ateş hâkü âb,
Haşr ü neşr, soru hesap Tefsir-i âyet bendedir”.[8]
Muhyiddin, “çar anasır” dışındaki şeyler hakkında karar verme hakkını muhafaza ediyor…
Pınarlar genellikle kutsal mahallerden madud olup “ak”, “’soğuk”, “küçük”, “çam” vs. gibi çeşitli adlar alırlar. Suyu bol olan bölgelerde dahi işbu pınarların eksiksiz olarak bilinmiş olması, bunların adi bir su membaı olmaktan öteye bir mana taşıdıklarını gösterir. Hele sıcak membaların, ılıca’ların etrafında nasıl efsanelerin yaratılmış olduğunu daha önce anlatmıştık örnekleriyle. Gerçekten Toprak Ana’nın sinesinden, onun hararetini muhafaza ederek çıkmış olan ve ayrıca da ağrıları, sızıları dindirici hassaları haiz bulunan bu sıcak su membalarını taziz etmek için çok sebep var demektir. Fot. 198’de, Gediz’le Simav arasında bulunan böyle bir kaynak görülür. Bütün Kütahya yöresi, Anadolu’nun az çok her yeri gibi bu ılıca, sıcak çamur banyolarıyla doludur.
Hristiyan ayazmaları günümüze çıkmış olup buradaki sulara Müslümanların da aynı derecede rağbet ettiklerine çok kere şahit olduk. Bunlardan biri İstanbul’da Florya’da Galitarya Köyü (şimdiki Şenlik Mahallesi) civarında bulunuyor ve “Ayazma” adıyla anılıyordu. İmtihana gireceğimiz zaman bir Rum arkadaşımızın annesi bize oradan getirdiği sudan içirirdi. Fazla yararlı olduğunu hatırlamıyoruz…
Azizler de şifa verip bereket sağlamazlar mı? Sular da bu işlevleri, kısırlığı giderme gibileriyle birlikte, yüklenmişlerdir. Bursa’nın Eski Kaplıca’sı özellikle bu yönde ün salmış, kadınların ziyaretgâhı olmuştur. Yalova kaplıcaları da Apollon ile putperest, Aziz Mikael’le Hristiyan ve nihayet civarında metfun bir Abdal dervişi ile de Müslüman olmuştur… Ancak, su kültünün aziz kültünü bastırdığında da şüphe yoktur.[9]
J.- P. Roux, Deıe Türbelinas bucağının Dere köyünde (Güney Anadolu), etkisi bilhassa çarşamba günleri çok belirgin olan bir yel suyu’ndan söz ediyor. O gün insanlar (çok uzaklardan bile gelenler olur) güneş dönmeden hem kuşluktan sonra, yani ya tam öğle üzeri, ya da öğleden sonra (veya sabahın çok erken saatlerinde) buradan su içerler, yıkanırlar, vücudun hasta kısımlarına bu sudan dökerler ve topluca yemek yerler (communal yemek). Her ziyarette de bir erlik, yani armağanda bulunulur (doktor vizitesi). İlkbaharda özel merasimler vaki olur. Sürünün hayvanlarının üzerlerine serpilen “tathir suyu”, bu pınardan alınır. Birçok kabilenin (oymak, obanın) burada toplandığı, hiç değilse mümessiller gönderdiği sanılır. Dualar, niyazlar ve lâdini eğlenceler dışında Dere Türbelinas’ta su serpme bayramlarında iki ritus uygulanır: biri, doğruca sözü edilen su serpilmesi, diğeri de hayvanların herhangi birinden bir kıl koparıp, membaın yakınında bitmek suretiyle onun kutsiyetine iştirak eden bir ağaca bağlamaktır. Bu sonuncusu en eski Türk geleneklerinden biridir. Baharın geri gelmesi münasebetiyle sürüye su serpme, bir nevi vaftiz işlemidir. Bunun, daha eski bir geleneğin devamı olması ihtimali vardır.[10] Bu gibi misaller çoğaltılabilir. Nitekim Yeni Yıl merasimleri kaostan kozmosa kadim geçişi ifade edip böylece bütün dünyayı ihya ediyor ve yeni bir hayata kavuşturuyor. Kozmogoninin her ritüeline, kaosa bir sembolik geri gitme tekabül eder. Ve ölümle yeniden doğuş, suyla ilgili sembolizmin sinesinde yatar. Başka deyimle, suyun ritüel olarak her kullanıldığı yerde bu, iştirakçilerin ölüp yenilenmiş olarak tekrar kalkma arzusunu ifade eder.[11] Müslüman böylece “her dem taze” kalıyor demektir…
Tahtacı’larda su kültü herhangi bir yerden, dereden, kuyudan su alacakları, hatta bir mutfak ve sair yerin musluğunu çevirecekleri zaman başlarının mutlaka kapalı olması gerektiğine inanacak kadar ileri gitmektedir. Başları açıksa elin biriyle başın üstü kapatılır. Suyun taharet amacıyla helâda kullanılması da, onu “kirletme”ye muadildir.
“Götü boklu” tabiri herhalde Sünnî’lerce Tahtacı’lar için kullanılmış olmalı. Ama onların da cevabı var, berikilere: “bize kirli diyorlar ama onlar suya sıçıyorlar!”…
Türkiye’de genellikle ruhları kızdırmamak için onların “dolaştıkları” mahallere saygısızlıkta bulunmamak (kirletmemek, tükürmemek, işememek…) gerekir. Ancak Tahtacı’larda bahis konusu olan, hiçbir zaman bir mahal olmayıp doğruca su, bütün şekil ve görünümleriyle sudur. Def-i tabii ve cinsî neviden “kirlenme”ler (cenabetlik)in gerektirdiği ritüel abdesti almaktan itina ile kaçınırlar. Yerleşik hale geçirilmiş oduncuların apteshanelerinde, iskânın şartı olmasına rağmen, su bulunmaması manidardır. Tesisatın yapılmış olduğu Antalya evlerinde, zemin seviyesindeki muslukların tıkandığı görülür. Aşiret yaşamını terk etseler, kentleşip eğitim görseler dahi, Tahtacı’ların birçoğunun eski kaidelere riayette ısrar ettikleri görülür.[12
Bu taboo’ya İran’da da rastlandığı gibi İbn Fadlan, Ghuz (Oğuz)ların da suyu, def-i tabiden sonra yıkanmak üzere kullanmadıklarını kaydediyor.[13] Cengiz yasasında da, suya işemek ölüm cezasını müstelzimdi.
Bunları A. İnan da teyit edip Kuzey Kazak’ların da hâlâ böyle davrandıklarını ekliyor. Anlattığına göre “Yer-Su kültü, … VIII. yy.da Türk imparatorluğunda devletin resmî kültlerinden biri olmuştur… Çağdaş Şamanist Altay ve Yenisey Türk’lerinin… inanışlarına göre, yer-su ruhları insanların yaşadığı muhitte yaşarlar; ehli hayvanları yaratan ve onlara bereket veren yer-su’dur…”
“Yer-Su, ‘bin kulaklı, yedi kapılı’ olarak tasavvur edilir”:
“Mun kulaktu yerim-su
Yetti ejiktü yer-su…”
“Yenisey’lilerin dağlara ve sulara hitaben söyledikleri İlâhîlerden Tom ve Kem (Yenisey) ırmakları merhametli hakan manasına gelen ‘kayrakan’ diye tavsif edilmektedir:”
“Talgalıp akkan Tom Kayrakan
Könnimen akkan Kem Kayrakan…”
“… Başkurt’lar bir gölde veya ırmakta ilk defa yıkanmak isterlerse, elbiselerinden veya kuşaklarından bir iplik koparıp suya atarlardı. Bir köye yeni gelen geline ‘hu köründürü’ (su gösterme) denilen ve kadınlar tarafından bir merasim yapılırdı. Bu merasim gelinin geldiği günün sabahı yapılırdı. Köyün kadınları ve kızları toplanıp gelini köyün yakınındaki ırmağa veya göle götürürlerdi. İhtiyar bir kadın gelini suya, suyu geline gösterdikten sonra ‘ataylardan kalgan hu, meylerden kalgan hu’ (babalardan kalan su, analardan kalan su) diyerek bir şeyler söyler ve gelinin süslerinden bir gümüş para koparıp suya atardı… Kazak âdetlerine göre bir ırmağı ilk geçen, suya bir şey atmalıymış”[14]
“Kazan’ın önüne bir su geldi. Kazan aydur: ‘Su Hak didarın görmüştür, ben de su ile haberleşeyim’ dedi. Görelüm Han’um nice haberleşti, Kazan aydur:”
“Çağnam çağnam kayalardan çıkan su
Büyük büyük ağaç gemileri oynadan su
Hasan ile Hüseyin’ün hasreti su
Bağ ve bostanun ziyneti su
Ayşe ile Fatma’nın nigâhı su
…”[15]
“Bir gün Hacim Sultan’ın gönlüne ‘acaba erenler bize nereyi yurt verecekler ki orada demyom oynatalım’ fikri geldi. Bu söz Hünkâr’a malûm oldu, ‘Kolu Açık Hacim’ dedi, ‘sana şu oğul canavarı tepeleyeceğin yeri yurt verdik, mezarın da orada olsun’…”
“Hünkâr göçünce Hacim, erenlerle vedalaşıp yola düştü, Germiyan beyine geldi, yurt istedi. Germiyan beyi, Uşşak taraflarında Susuz denilen ıssu bir yeri Hacim Sultan’a yurt verdi. Meğerse o yakınlarda bir ejderha varmış, oraları harap eder dururmuş… Germiyan beyi ‘git, o ejderhayı öldür, orası senin yurdun olsun’ dedi…”[16]
“Kolu Açık Hacim Sultan, Susuz denen yere gelip yerleşince… o ilin erenlerinden Bekçe ve Habib Hacı, birçok kurban devşirmişler, hacılar bayramındaki topluluk için Seyyit Gazi’nin ziyaretine niyetlenip yola düşmüşlerdi. Banaz köprüsüne vardıkları gibi bir de gördüler ki su, yeğin, kan bulanık akmada. Irmağı taşkın bulup geçemediler. ‘Dönüp ol pınarda bir köye varalım, bu gece burada yatalım, belki ırmak yatışır, sel geçer’ dediler. Tam bu sırada bunların bu hali Kolu Açık Hacim Sultan’a malûm oldu… Banaz suyunun geçidine vardı. İklim erenleri, dervişler, Habib Hacı ve Bekçe Sultan, yanlarında kurbanları, Banaz suyunun geçidinde duruyorlardı. Hacim bunlara selâm verdi ve ‘ne duruyorsunuz?’ dedi. Onlar ‘Banaz ırmağına sel gelmiş, geçemedik…’ dediler. Hacim Sultan, Bekçe’yle Habib Hacı’ya dedi ki ‘Germiyan ilinin olgun şeyhleri geçinmedesiniz, talipleri irşat etmedesiniz, ama bu sudan geçemiyorsunuz. Bu böyleyken yarın kıyamet günü bunca müridi, muhibbi Sırat Köprüsü’nden ve bunca berzahlardan nice geçireceksiniz?’ Bu sözlerden hemen sonra başındaki elifî tacı çıkardı, suya tuttu ve ‘ey didar görmüş[17] tertemiz, arı duru su, sen dosta gitmedesin, biz de dosta gitme niyetindeyiz; dosta gitmeye yol yok, bize yol ver, geçelim’ dedi. Su hemen işaret ettiği yerden yarıldı, yukardan çekildi, aşağıdaki aşağıya aktı. Erenler geçtiler, kurbanlarını da geçirdiler”.[18]
Musa ile Josue’nin kulakları çınlaya dursun, biz, “öbür dünyada necata götürecek rehber” temasını tebarüz ettirelim. Bundan önce de “tac”ın bir numinös eşya olduğuna (serpuş) ve “bunca berzah” vs.nin haylice “Mısır’lıların Ölüler Kitabı”nı hatırlattığına işaret edelim.
Suyun ne için “Hak didarını gördüğü”nü biliyoruz. Hak, önce onu yaratmıştı. “Alevî’ler arasında dolaşan bir menkıbeye göre Hz. Peygamber zamanında yaşayan Cebbar Kulu adında bir dervişin su ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir”.
“Derviş — Yâ su, böyle imleyip akmanın sebebi nedir?
Su — Yâ derviş, apık olanın ma’pukuna[19] kavuşması için inileyip akması gerekir.
Derviş — Yâ ‘su, cemâlullaha nerede âşık oldun?
Su — Yâ derviş yaratılışımda bir tarafa akmadım, ne zaman ki Allah’ın cemali tezahür etti, ondan sonra akmaya başladım. İşte o zamandan beri iniler ve çağlarım”.
“… Cenab-ı Hak bir varlığı yaratmadan önce kendi cemalini seyretmek için bir ayna yaratmıştır. İkinci olarak yarattığı da su imiş. Cenab-ı Hak suya kendi cemalini göstermek lûtfunda bulununca su bu tecelliye takat getirmeyip “Hû!” deyüp çağlamaya başlamıştır. Onun için su Bektaşî’lerde daima kutsal sayılagelmiştir”.[20]
Tahtacı’ları anlar gibi oluyoruz…
Ama bütün bunlar sadece Tahtacı’ya has değildir. Ülkemizde kiliselere bağlı sayısız ayazma olup sularının her biri bir özel hastalığı sağaltıcı olarak kabul edilmiştir. Bunların çoğuna Hristiyanlar kadar Müslümanlar da rağbet etmektedirler. Bu konuda İstanbul’dan bir örnek verelim: Çengelköy Aya Yorgi kilisesine bağlı ve onun hemen yakınında bulunan Aya Panteleimon ayazmasına (gelenlerin ayazmada yıkanıp suyunu içecek olurlarsa şifa bulacaklarını Lokman Hekim söylemişmiş…[21]
Suyun kutsiyetine inancın evrenselliğinde hiç şüphe yok. “İspençiyari Teknikler” bahsinde ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi eskilerin tedavi usullerinin başında suyla sağaltma yöntemi gelirdi; Sümer’de tabibe A-SU, yani “suyu bilen adam” (A = su) denirdi. Bu genel anlayış içinde M.Ö. VIII. yy.da Hesiodos, insanlara şöyle sesleniyor:
“Kaynak başlarına işeme sakın,
Ne de ırmakların denize döküldüğü yerde.
Oralarda yıkanmaya da kalkma, iyi değildir”[22]
Herodotus da[23], İranlıların huylarından söz ederken “bunların akarsulara derin saygıları vardır; hiçbir zaman dereyi idrar ya da tükürükle murdar etmezler, hatta ellerini dahi yıkamazlar ve de başkasının bunu yapmasına izin vermezler” ‘diye anlatıyor.
Ama bütün bunlara karşılık da bir gün Toros’larda, Dar Boğaz yayla köyleri civarında dolaşırken (1950) köy kadın ve kızlarının topluca dereye girmiş olduklarını (yanlışlıkla) görmüştük. Bunlar herhalde Tahtacı kadınları olmalıydı.
Tekirdağlı bir Yahudi ailenin çocuğu olan bir sınıf arkadaşımız, yukarda da söylendiği gibi, açık başla su içmezdi, daima bir elini başının üstüne kapatırdı (1936).
[1] A. İnan.- Eski Türk dini tarihi, s. 40-1.
[2] O. Ş. Gökyay.- Dedem Korkudun Kitabı 74/25-35.
[3] W. Crooke.- op. cit., I, s. 36.
[4] ibd. s.37.
[5] ibd. s.39.
[6] ibd. s.47.
[7] R. Rahmeti Arat neşri, s. 31, 142-3.
[8] Zikreden B. Ögel.- Türk mitolojisi I, s. 487-9.
[9] J.-P.Roux.-Traditions, s.162.
[10] ibd., s. 162-3.
[11] J. A. Saliba.- Homo Religiosus, s. 61.
[12] J. P. Roux.- op. cit., s. 167.
[13] ibd., s. 166-8.
[14] A. İnan.- Türk’lerde su kültü ile ilgili gelenekler, in Fuat Köprülü Armağanı, İst. 1953, s. 249-53.
[15] Dedem Korkutun Kitabı 20/4-18.
[16] Aziz Georg-Jorj-Yorgi motifi çıkıyor karşımıza.
[17] Tarafımızdan belirtildi.
[18] Vilayetname, s.84-5.
[19] Bugün Bektaşi mihrakı olan Kırşehir’de “apık”, “sakallı adam” manasında kullanılmaktadır. Anlaşıldığına göre burada erkek – kadın (âşık – mâşuk) çifti murad edilmiştir, Arapça lügat paralayarak.
[20] Dedem Korkudun Kitabı, s.CCLXXVII.
[21] A. Demirhan ve Ö. Öncel.- Çengelköy Aya Pantaleimon ayazması, in TFA 328, Kas. 1976, s. 7818.
[22] “İşler ve Günler”, dize 757-9.
[23] I/141.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.