Dönüp dolaşıp geldiğimiz “buğday başağı”, dane hasadının olduğu kadar yeni sırra vâkıf olmuşların ebedî hayata baştan doğmalarının sembolü olmuş olmalıydı. Boş yere mi tarikat mensupları, yani belli bir “sırr”a vâkıf olmuşlar, mezar taşlarına bunu (“el” sembolizmi ile birlikte kullanmak üzere) işlemişler. Müminler göğe bakarak “yağsın, yâ Gök!” diye bağrıştıktan sonra gözlerini yere indirip “yâ Toprak, tevlit et, doğurgan ol!” niyazında bulunurlardı, mysterion ayinlerinde. Bu ayinlerde muhakkak olan husus, bunların mevsim törenleri olduklarıdır. Bu temalar mutlu bir ölümsüzlük etrafında dönen bir ölüm ve yeniden doğma ritüeline dönüştüklerinde, o günlerden şimdiye dek, yenilenen eski inançlar, yeni müritlere hem bu dünya, hem de ahret için ümit ve emniyet vermişlerdir.[1]
Hiç şüphesiz Büyük Ana kültünün beşiği Phrygia’da aranacaktı; sonradan kaynaşacağı Ma Bellone’ye itikat Kappadokya’da, Atargatis kültü de Suriye’de doğmuştu. Vecdi rakslar, yabancı musiki, Phrygia flavta ve külâhları, hadım edilmiş rahipler, aslanların çektiği arabalar, boğa ve koç kurbanları, davul ve ziller içinde yenen communal yemekler, Attis’in “buğday başağı” tesmiye edildiği toplu duaların tümü Attis ve Kybele kültünün kaynağının batı Asya’da olduğunu gösterir; Büyük Ana kültüne yakından bağlı başka özellikler de bir Asya kökenine işaret eder: Ephessus’un hadım rahipleri, fıstık ağacı kozalakları, narlar, ziller, dümbelekler ve koyun derileri bu özelliklerdendir.[2]
Hayat Ağacı’nın yukarda belirttiğimiz genel çerçevesi içinde nar ağacı da Finike ve Suriyelilerin dininde esaslı bir yer tutmuştur. Homeros, bu ağaçtan bir tanesinin Pheacien’ler kralının bahçesinde büyümeye şayeste görülmüş olduğunu anlatıyor. Bunu tanrıça Aphrodite bizzat Kıbrıs’a getirip toprağa sokmuştu. Karia ya da Phrygia’da, yer adlarının “side” kökünü içerdiği her yerde bu adlar doğum ve geleceğin, neşv ü nema ve doğurganlığın tanrıçası tarafından vakfedilmiş ağaçların bittiğine işaret ederler. Aynı zamanda bunlar, kaybolmuş kişiler lehine çok eski zamanlarda vukua gelmiş ve unutulmuş mucizelerin birer sakit tanığıdırlar. Keza Helenistan’da, nar dikilen, bunun serinletici gölgesinde oturulabilen her yerde bir etkili esrarengiz hayatî güç alanına girilmiş, bir ebedî gençlik rüzgârına maruz kalınmış olduğuna şükranla inanılırdı. İki bin yıl sonra da, Ortaçağ’da, ebedî hayatın vaat ve teminatı olan nar ağacı, Hristiyan mistiği alanında yeniden gün ışığına çıkıyor: Bakire Meryem’in simgesi oluyor; onunla en olağanüstü kaderi paylaşıyor: onun gibi, bütün meyvelerin en kıymetlisini tevlit etme işini yükleniyor.[3]
Daha gerilere giderek, Kubaba’yı, bir elinde nar tutar halde görüyoruz (fot. 186); mamafih bu meyvenin ona özel olarak ait olduğu söylenemez. Aynı şekilde Hitit’lerde de kesin bir dinî manaya sahip gibi görünmemektedir; ancak nar, sihir ritüellerinde mevcut olup hieroglyphical yazıda ideogram ya da tezyinî sembol olarak yer alır; Suriye’de sanemleri süsler.[4]
Denizli’nin Kızılhisar bucağında, düğünlerde gerdeğe girileceği sırada gelinin eline bir nar verildiğini, gelinin bunu yere vurup parçaladığını ve “bu nar taneleri kadar çocuğum olsun!” dileğinde bulunduğunu bize orada anlatmışlardı (1951-52).
Attis’in anası Nana bakireydi. Fercine bir olmuş badem veya nar tanesi sokarak ondan hamile kalmıştı.[6]
Yukarda sözünü ettiğimiz Karkamış’ın Kubaba’sını bu kez iki rozetin süslediği serpuşuyla birlikte elinde yine bir narla görmekteyiz (fot. 187).
Dara, Küçük Asya’ya geri dönüşünde Avrupa kıtasında kumandan olarak, kendisine bir gün büyük iltifatta bulunduğu Megabazus’u bırakmıştı: canı nar yemek isteyen Dara, daha ilkini yarmıştı ki kardeşi Artabanus ona mülklerinden hangisinin bu narın içindeki çekirdekler kadar çoğalmasını istediğini sordu. O da “Megabazus” dedi ve ekledi: “Helenistan’ın hâkimi olmaktansa Megabazus gibi çok sayıda adama sahip olmayı tercih ederim”[7]
Evet, nar, çok sayıda çekirdeğiyle, her manada bereketi, bolluğu temsil ediyordu.
Narın sembolizmi aslında daha genel olarak kendisi gibi çok çekirdekli meyvelerinkinden gelmektedir. Hep söylediğimiz gibi bu meyve doğurganlığın, kalabalık zürriyetin sembolüdür. Eskiçağ Helenistan’ında Hera ve Aphrodite’in alâmetiydi ve meyvesinin Dionysos’un kanından oluştuğuna inanılırdı, tıpkı gelincik çiçeğinin Adonis ve menekşenin de Attis’le ilişkisi gibi;[8] Roma’da da gelinlerin başı nar dallarıyla süslenirdi. Kilise de bunu tanrısal mükemmelliğin ve hatta Kilise’nin bizatihi kendisinin sembolü haline getirmişti.
Ama nar tanesi ayrıca kabahatle ilişkili telakki ediliyordu, Eskiçağ’larda, üretme (cinsiyet) ile ilgili birçok nesne gibi. Hele bunlardan biri mukavvi-i bah olarak kabul edilmeye görsün: bütün “günah”lar buradan kaynaklanmıyor mu?.., Nar danesi, yaratıkları cehennemlik hale getiren meşum tatlılığın nişanesiydi. Ondan yediği için Persephone yılın üçte birini “karanlıklar”da, gerisini de “Ölümsüzler arasında” geçirmeye mahkûm edilmişti. Eleusis’te Demeter’in rahipleri, büyük Mysterion sırasında nar dallarından taç giyerlerdi (yukarıdaki gelinler gibi) ama narın kendisinin yenmesi bunlara kesinlikle yasaklanmıştı.[9]
“Nar” sözcüğü DLT’de geçmemektedir. Bunun kökeniyle bu meyve ve beraberinde ayvanın halk edebiyatındaki yerine evvelce işaret etmiştik.[10] Çeşitli vesilelerle zikrettiğimiz nara dair inançların kökeninin Ön Asya, özellikle Anadolu olması çok muhtemel görünmektedir. Klasik çağın Grekçesinde bu meyve ve ağacı için kullanılan ροία ve σίδη sözcükleri aslında Grekçe değildir: malum punicum, tarih öncesinden beri Akdeniz havzasında biliniyordu (Latince malum, elma; benzetmeyle de portakal, nar, şeftali gibi meyveler karşılığı olup punicum da doğruca narın kendisi oluyor. Böylece de İngilizcedeki “pomme-grenade” sözcüğünün kökeni anlaşılıyor: bin bir parçaya ayrılan el bombası ve humbaraya da batı dillerinde “grenade” denmez mi?).
Böyle iki ayrı sözcüğün (ριοία ile σίδη) yerleşmiş olması bu meyvenin tarım ve yayılmasına dair geleneklerin eksikliği ve farklılığını gösterir. Odysseus’ta iki yerde ρ’οιαί lafzı geçer. Her ikisinde de bahsi geçen yerler gerçekte var olmayıp hayalîdir: narın destanî geleneğinde de, dolayısıyla, bir efsanevî diyara varılır. Homeros’un bu iki ibaresi narın Akdeniz havzası, özellikle Küçük Asya, Suriye-Finike bölgesi, Ege adalarında ilkel bir tarım ekonomisi üzerine müesses çok kadim bir kültürel çevreye aidiyeti faraziyesini doğruluyor.[11] Kaldı ki punicum lafzı ayrıca “Finike-Kartaca’ya müteallik” manasını da taşımaktadır.
Narın “cehennemlik” vasfı onun doğurganlıktan başka ölüm meyvesi de sayılmasını intaç etmiştir. Ağacı, yine ilginç bir kutsal sembolizmin ifadesi olarak, yukarda bahsettiğimiz gibi, bir “kan meyvesi” vermektedir. Bütün bunların narın mezarlıklarda da görülmesine yol açmıştır. O, aynı zamanda çok eski, bir efsanevî kahramanlar diyarına da aittir.
Haloa, Attika’da tarım hayatıyla ilgili olarak bilinen tanrılara, ezcümle Demeter, Kore-Persephone, Dionysos’a ithaf edilmiş, kadınlara mahsus bir bayram olup bunda zengin bir sofra kurulurdu, ama masada narın bulunması yasaklanmıştı.[12] Bu bayram kış gündönümü (tahavvül-ü şitevî) de, Poseidon ayında kutlanırdı. Bundan başka Pyanopsia ayından sonra, güzde tahıl ekimi münasebetiyle, kutlanan tarımsal ve yine kadınlara mahsus ve özellikle Demeter’e ithaf edilmiş büyük Thesmaphoria bayramı vardı. Narla ilgili erkek tanrılar arasında mezarla münasebette kahramanlık kültü şeklinde tazim edilen Eteokles ile Menoikeus zikredilir. Yine mahallî tanrıçalardan Rhoio (Parthenos-Side) vardır. Grek pantheon’una ait sairlerden de Agditis, Here, Athena, Aphrodite sayılır.
Özetlemek gerektiğinde narın cenaze ve düğün ritüellerinde yer aldığı söylenebilir.
Ροιά ile anılan nara ait çok çeşitli mitos mevcuttur. Gelelim onun σίδη adıyla ilgili olanlarına. Gerçekten Side bir “narın kızı” mitosunun bir başka adı olup bize gelen efsane geleneğinde Akdeniz’in eski öyküsü olmaktadır: bir efsanevî nar olan Side, Belos’un oğluyla evlendirilmiş ve bu kız Finike’de Sidon kentini kuran kahraman kız olmakla birlikte etimolojik olarak adını almamıştır. O, bir “narlar bölgesi”, ve de malum punucum’un, yani Finike elmasının, narın, kadim vatanı olarak bilinen bölgenin tarımsal ekonomisinin ilham ettiği bir toponim olmaktadır. Asya’da Side, yani nar, Pamphylia’da Side’ye adını veren kahraman kız olup bu kent gerçekten nara vakfedilmiş olarak görünmektedir. Fot. 188’de bir tarafında miğferli Athena, diğer tarafında da nar bulunan bir Side stater’i (iki ilâ dört drahmi değerinde gümüş para ve ağırlık birimi) görülmektedir. Bu kentte tertiplenen yarışmalarda birinciye verilen armağan tacın üzerinde nar bulunuyor (fot. 189). Her taraf, saksılar, şarap kapları… hep narla süslü.
Side ayrıca Kyme’nin M.Ö. VIII-VI. yy.lara ait bir kolonisi olma geleneğini de korumakta olup önemli ve uzun bir Grek dışı kültür mirası ibraz eder.[13]
Başka bir ciltte sözünü edeceğimiz gibi nar, ilâç olarak da kullanılmaktaydı ve en yaygın tüketim şekli de şarap içinde kaynatılmak suretiyle idi.
Üzerinde uzunca durduğumuz tanrıça Isis (İtalyanca Iside) ile nar-Side-Sidon arasında farz edilen yakın ilişki üzerine U. Pestalozza’nın “Iside e la melagrana” adlı makalesi çok ilginç bilgiler içermektedir.[14]
“Anadolu Selçuklu mimarisinde… figürler çoğu kez ellerinde sonsuzluğu veya bereketi sembolize eden haşhaş dalı veya nar meyvesi gibi bir sembol tutar”.[15] Meselâ Sivas Gökmedrese portalinde Hayat Ağacı kabartması üzerinde, kartal ve sair kuşlardan başka narlar da görülür.[16] Hatta biz, Erzurum Çifte Minareli Medrese portalinde (fot. 170) içinden tali bir Hayat Ağacı’nın çıktığı kürevi “vazo” ile Kırşehir Cacabey Medresesi sütunlarındaki nar çekirdeklerini hatırlatacak şekilde oymalı kürelerin (fot. 190)de narı temsil edebileceklerini tahmin ediyoruz.
Nitekim Konya müzesinde 1055 env. No.lu 870/1465 tarihli bir sanduka üzerinde bunlara çok yakın şekilde işlenmiş nar motifleri bulunmaktadır.[17] Yine Kırşehir’de saptanmış 709/1310 tarihli bir “taşın diğer yüzünde son derece üslûplaştırılmış (stylisé) iki nebatın arasında ayakta duran bir erkek tasviri bulunmaktadır. Birer saptan iki tarafa uzanan tomurcukları ile süslü bu nebatların uçları, birer nar şeklinde daha iri ve yuvarlak tomurcukla bitmektedir. Belki de bunlar hakikaten nar ağacı olarak düşünülmüştür… Nar, cennet meyvesi olduğuna göre, ölüm sembolizmi ile bu motif yakından ilgilidir…”[18] Kitabın hemen başında:
“Kağızman’a ısmarladım nar gele
Gümüş kemer bele dar gele”
türküsünden söz etmiştik. Ekleyelim buna birkaç da mani:
“Elma attım nar geldi “Nar gibi oydun beni
Dar sokaktan yar geldi Yalnız koydun beni
Bir öptüm bir ısırdım Aşkın bıçak ben elma
Al yanaktan kan geldi” Ne yazık soydun beni”
Bu manilerin ilkinde “bir sevgi ilişkisini simgeleme açısından elma ile narın özdeş olduğunu görüyoruz”. Diğerinde “konuşan kadın kendini nar ve elma ile simgeliyor”[19]
“… ‘kırmızı yanaklı’ olmak, bizim ekinimizde, özellikle çocuklarla gençlerde bir sağlıklılık belirtisi olarak görülür. Aynı zamanda kişiyi güzelleştiren bir nitelik olarak değerlendirilir… çocuğun yaşamayacağının söylenmesi “iyiler önce gider” diye dile getirilen inancın bir yansıması olabilir… ‘inci dişlilik’ de ekinimizde, ‘kırmızı yanaklılık’ gibi, güzel bir nitelik olarak değerlendirilir… elma ile narın doğum öncesine değgin halk inançlarımızda eşdeğerli oldukları sonucuna varabiliriz… Ekinimizde bulunan yiyecek simgeciliği içinde nar, elma, portakal ile ayva kadını, armut ise erkeği simgeliyor”[20]
Nar, ayva gibi meyvelerle soğanın bıçakla kesilmeden ya ısırılarak, ya da yumrukla kırılarak yenmesi, araya bir “yabancı” sokulmadan o meyvelerle özdeşleme arzusu şeklinde yorumlanabilir.
Fot. 153’deki tabak üzerindeki nar ile Kubadabad (Beyşehir) sarayından çıkmış seramik tabak üzerindekinin stilizasyonu aynıdır (fot. 191). Ahlat mezar taşlarının birinin üzerindeki narlar da (fot. 192), yukarda sözünü ettiğimiz Erzurum Çifte Minare ile Cacabey medresesinin üzerindeki küreleri hatırlatmaktadır.
Osmanlı mezar taşları ve çeşme gibi sair mermerler üzerinde bu meyve, daneleri görünecek şekilde kısmen kabuğu soyulmuş halde resmediliyor (fot. 124’te sağda, fot. 193). Fot. 194’te onu ortada, hurmaların arasında görüyoruz. Üstüne bir armut çıkmış: hieros gamos?… Fot. 195’te, üzüm salkımını çerçevelemişler. Fot. 196’da meyveliğe kurulmuş. Alt sırada incir kâseleri sıralanmış Fot. 197’de, alevler (güneş?)in ortasında üç nar “sırıtıyor”. Bu “üç”, ne “üç”ü?…
[1] E.O. James – le culte de la déesse-mére, s.175-6 ve M.Eliade – Histoire, s.310.
[2] E. O. James.- ibd, s. 179-80.
[3] H. M. Böttcher.- op. cit., s. 28-9.
[4] E. Laroche.- Koubaba, déesse anatolienne, s. 123.
[5] R. de Calatchi.- Tapis de l’Asie Mineure, in Le Jardın des Arts 37, Paris nov. 1957. Zikreden M. Önder.- Konuşan Türk halıları, in Türk Kültürü 29, Mart 1965, s. 343.
[6] J. G. Frazer.- The golden bough, s. 457.
[7] Herodotus IV/145.
[8] J. G. Frazer.- op. cit., s. 512.
[9] Dictionnaire, “grenade”; J. E. Cirlot, “pommegrenade”; Eliade, Histoire s. 304.
[10] Bkz. C. I, s. 484-5
[11] J. Chirassi.- op. cit., s. 73
[12] ibd., s. 75
[13] ibd., s. 79-80, 181.
[14] in Religione Mediterranea, s. 1-70.
[15] G. Öney.- Anadolu Selçuklu mimarisinde süsleme, s. 32.
[16] ibd., s. 51.
[17] B. Karamağaralı.- Ahlat mezar taşları, s. 3 ve res. 1.
[18] S. Eyice.- Kırşehir’de H. 709 (1310) tarihli tasvirli bir Türk mezar taşı. Anadolu’da tasvirli Türk mezar taşları hakkında bir araştırma, in Reşit Rahmeti Arat İçin, Ank. 1966, s. 213.
[19] S. Karabaş.- İnançlarımızla manilerimizde imge bütünlüğü, in Ulusal Kültür, Temmuz 1978, s. 61-2.
[20] ibd., s. 59-60.