Kültür Eserleri > THKK 2/A - Tarım, Hayvancılık, Meteoroloji > 95. Bölüm

İncirin temsil ettiği sembolik anlam *

Gün geldi, Âdem’le Havva çıplak olduklarım fark ettiler ve… utandılar. Ellerinin altında incir yaprağı vardı; bununla ayıp yerlerini örttüler.

Örttükleri şey tenasül uzvuydu.

Bu bitki, yabancımız sayılmaz. Ondan haylice söz ettik, Şehmuz Dede’nin eşimizle bize vereceği iki incir sayesinde çocuk sahibi olabileceğimiz hakkındaki salıktan bahsetmiştik.

Diyarbakır’dan Mardin’e doğru 70. km de bulunan türbenin sekiz asırlık ömrü olduğu söylenir. Geleni gideni de alabildiğine çoktur. Çocuk isteyenler çoğunluktadır. Çok sağlam bir Osmanlı kültürüne sahip, hukuk tahsil etmiş ve 1960’tan sonra adliye bakanlığı yapmış bir zat ilk çocuğunu Şehmuz Dede’ye borçlu olduğunu bize anlatmıştı: bize salık verildiği gibi oraya gitmiş, iki rekât namaz kılmış…

Evet, incir, zeytin ve asmayla birlikte bolluğun sembolü olan ağaçlardandır. Aynı zamanda dinî ilmin de remzidir. Mısır’da sırra vukuf manasını taşır, münzeviler çoğu kez incirle beslenirdi. İsa’nın da onunla işi olmuş, her nedense yıldızları barışmamış. Bir sabah kente gitmiş ama acıkmış; yolunun üstünde bir incir ağacı görüp ona doğru gitmiş ama yapraktan başka bir şey bulamamış; “badema meyvesiz kalasın!” diye lânetlemiş onu. Ağaç o anda kuruyuvermiş. “Bu nasıl oldu?” diye soran tilmizlerine “imanınız tam ise…” cevabını vermiş.[1] Aslında İsa incir ağacının temsil ettiği ilme çatıyordu. Bir keresinde de tarizkâr bir eda ile Nathanael’e hitap ediyor: “Philippe daha seni çağırmadan, sen incir ağacının altındayken seni gördüm”[2] Nathanael bir entellektüeldi[3] (Peygamberlerin bu tür kişilerden hoşlanmadıkları anlaşılıyor: Muhammed de Kaab İbn-ül Eşref’i sevmezdi, İsa’dan çok daha ileri giderek sonunda onu öldürtmüştü).

İslâm bâtınî felsefesinde incir, değişik tabiatlı düalite’leri ifade etmek üzere zeytinle birleşir. Onun Buddha ile yakın ilişkilerini tekrar etmeyeceğiz. Bodhi Ağacı, dünyanın ekseniyle ayniyet halindedir; ilkel ikonografide Buddha’nın kendisinin de simgesidir, kudret ve hayatın da, ölümsüzlük ve yüksek bilginin de simgesi olduğu gibi.

Hal böyle olunca da bu ağacın bir takım ilkah rituslarının muhatabı olması doğaldır. Âdem’le eşinin bunun yaprağını üretim uzuvlarına yakın tutmalarının manası kolay anlaşılıyor. Kuzey Afrika’da incirin doğurganlığının sembolü olması keyfiyeti o derece kök salmıştır ki adı aynı zamanda husyeleri de ifade eder olmuş. O yüzden de, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi, adı doğruca ağza alınmamış,[4] bu meyve “güz” (yani onun mevsimi) demek olan khrif sözcüğü ile anılır, olmuş. Aşağıda nar için de göreceğimiz gibi bu mukayese düzeyinde remiz ve müşabehet çerçevesi içinde kalınmaktadır: içi “tohum”la doludur. Muskanın beşiği olan eski Mısır’da incir şeklinde muskalar, başlıca nazarlık şekilleri arasında yer alırdı. Bugün dahi bunların Libya ve İtalya’da (karşılıklı etki sonucu olmalı) revaçta olduklarını görüyoruz.[5]

Hep gördüğümüz gibi Ana Tanrıça’nın “mümessilleri” (avatar) ilk bakışta nebatî, hayvanî, beşerî ve necmî şekiller arz ederler. “Kutsal mahal” kavramı bizi ağaca bağlıyor.

Mohenjo-Daro’da bulunan ve M.Ö. takr. III. binlere ait bir mühür üzerinde stilize bir incir ağacı hakkedilmiş. Bunun dibinde de bakışımlı olarak boynuzlu iki ejderha temsil edilmiş. Aynı devirlere ait Mezopotamya’da Gudea tası üzerindeki işlemelerde bir şakulî eksen etrafına sarılmış iki hayvan, boynuzlu ve uzun yılan bedenli ejderhalardır. Mümasil bir tanrı Phrygia, Dağanlı’da, “Midas’ın mezarı”nın yakınında bir kaya üstünde görülür. Klasik eski çağlarda olduğu gibi bu anıtlarda “caducé”nin ekseni daima çokça stilizedir. O ise ki İndus vadisinde, sözünü ettiğimiz mühürde müstakim çubuk yerine bariz bir ağaç resmedilmiştir. Yapraklarının şeklinden bunun incir ağacı olduğu anlaşılmaktadır.

Bu ve benzeri mukayeseler incir ağacının Ana Tanrıça’nın sembolü olan Kozmik Ağaç’ı temsil ettiğini gösterir. Bugünün Hindistan’ında Pagoda’lar İnciri (Ficus religiosa), sınır taşları üzerine hakkedilmiş yılan suretleriyle beraber görünürler. Nâgakkal diye adlandırılan bu sınır taşları mukaddes ağacın kökleri arasına dikilmişlerdir ve böylece de Mohenjo-Daro mührüyle kıyaslanabilecek bir sembolik bütün teşkil ederler. Bunun dışında incir Ağacı çoğu kez yaprak ve kökleriyle bir başka ağaca, evlendirildiği azedarah (azadirachta indica), ya da Acem Leylağı’na (Budlea) sarılır.

Evliliği takip eden yıllardan sonra bir kadın kısır kalırsa, karı koca bir çift ağacı evlendirmek suretiyle sihri olarak zürriyet arama yolunu tutar. Kutsal dere ya da gölcüğün yanına, yani kutsal mahallin uzandığı alan içine bir sıra incirle bir sıra Acem leylağı dikerler. Sonra bunları sulayıp etrafını tavaf ederler, işler arzu edildiği gibi gittiğinde incir Ağacı ile Acem Leylağı köklerinin arasına bir nâkaggal dikilir.[6] Bizim Şehmuz Dede, öyle karın doyurmayan taş yerine her sene bir kurbanı şart koşuyor…

Hint alanında biraz daha eğleneceğiz. Kimine göre Pagoda’lar inciri Pippala, Brahma’nın, kimine göre de ondan başka Vishnu ve Siva’nın ikametgâhıdır. Vata (Ficus Indica), eski ritüele göre, birçok hassaları haiz olup kral, soma yerine onun usaresini içmeye yöneltilirdi. Ünlü Allahâbâd incir ağacı, Râmâyana ve sair kitap’larda zikredilir. Râjputana’da Pipal ve yine bir incir türü olan Banyan’a kadınlar, Nisan-Mayis’e tekabül eden Baisâkh ayının 29’unda tapmakla kendilerini dul kalmaktan korumuş olurlar. Pippala, düğün ve ev temeli atma rituslarında kendisinden yardım talep edilen bir tanrısal varlık olmaktadır. Onun gölgesinde erkek çocuk sahibi olmak için adakta bulunulur, sofu kadınlar, onun yanından geçerken yüzlerini örterler…[7]

Romulus’un ölümünün geleneksel yıldönümü Temmuz’un yedisinde olup bunun yapay ileklemeye[8] tekabül ettiği sanılır[9] M.Ö. VII. yy.da Küçük Asya’da, kentin günahlarını bir kişiye yüklemek suretiyle kenti veba, açlık gibi felâketlerden kurtarma âdeti vardı. Bunun için çirkin veya şekilsiz bir kişi seçilir, münasip bir mahalle getirilip eline kuru incir, arpa ekmeği ve peynir konurdu, o da bunları yerdi. Bundan sonra flavtalar bir yandan çalarken adamın tenasül uzuvlarına yedi defa yaban soğanı ve yaban inciri dallarıyla vurulurdu. Daha sonra da adam, orman ağaçlarından meydana getirilmiş bir yığın üzerinde yakılır, külleri de denize serpilirdi. Benzer bir âdet de Asya Grek’leri arasında bulunup Thargelia hasat festivalinde (Mayis ayında) uygulanırdı.

Günahları yüklenen kişinin tenasül uzuvlarına yaban soğanı ve saire ile vurmaktan amaç onun üretici erkini takyit ya da büyüden kurtarmak olup onun her yıl kurban edildiği Thargelia’nın, Mayis’te kutlanan bir erken hasat festivali olması sebebiyle zebihanın bitkilerin yaratıcı ve mümbitleştirici tanrısının mümessili olarak görüldüğü düşünülmelidir. O, tanrısal yaşamı yaşlılık zaafından azade olarak ebedî dinçlik içinde tutmak için kurban edilir; öldürülmeden önce de üretici gücünün, halefine tam faaliyet halinde intikalini teminen tembih edilmesi doğal olmaktadır. Halefe gelince, onun hemen eskisinin yerini aldığı farz edilir.

“Din şehid ister, asuman kurban…” (Fikret)

Grek kolonileri arasında en hareketli ve parlaklardan biri olan Marsilya’ da bir veba ve sair salgın hastalık baş gösterdiğinde en fakir tabakadan bir kişi, kentin günahlarını tekeffül edip onu musibetten kurtarmak üzere kendini feda etmeye talip olurdu (herhalde adam ölmeyi, içinde bulunduğu yaşam koşullarına yeğlemiş olmalı… Aklımıza, bugün kullanılmakta olan “zekât keçisi” tabiri geldi, zekât olarak verilmek üzere seçilen en cılız, işe yaramaz keçi). Bütün bir yıl süreyle kentin hesabına en mutena gıdalarla beslenir, yıl bitince dinî elbiseler giydirilip kutsal dallarla süslenir ve bütün halkın dertlerinin onun başına gelmesi duaları arasında bütün kent içinde dolaştırılırdı ve sonunda sur dışına çıkarılıp orada recmedilirdi.

Bu gibi kurban “ayinleri” sadece olağanüstü felâketlere inhisar etmeyip her yıl, Mayis’teki Thargelia festivalinde biri erkek, biri kadın iki zebihanın Atina dışına çıkarılıp recmedildikleri sanılır. Trakya’da Abdera kenti aynı şekilde senede bir kez “temizlenirdi”. Ritusun tarımsal mahiyetinin açık olmasının yanı sıra, zebihanın boynuna asılı beyaz ve siyah incir dizileri ve mezkûr yaban inciri dallarıyla üretim uzuvlarına vurma fiili, bunun her şeyden önce incir ağaçlarını ileklemeye matuf olduğunu gösterir.[10] Bu arada, isterse yabani olsun, soğanın mukawi-i bah olduğuna dair inancı da hatırlatalım.[11]

Böylece de daha önce değindiğimiz Kurban özel adının izahına yeni malzeme getirmiş olduk.

Büyük Tanrıçanın avatarları * 

Birkaç vesileyle Büyük Tanrıça’nın “mümessil”lerinden söz etmiştik. Bunlar için Fransız ve İngiliz dilleri avatar sözcüğünü kullanıyor. Bunun doğruca manası “bir tanrısal varlığın yeryüzüne inmesi” olup teşmil suretiyle “suret tebdili”ni (ve de başa gelen nahoş işleri) de ifade eder olmuş. Kelime, Sanskrit avatâra’dan müştak olup bu sonuncusu tanrısal tecessümlerin, özellikle Hinduizm’de Vishnu’nun tecessümünün cins ismidir. Veda’lardan sonra kaleme alınmış Purana’lara göre Vishnu sadece iyilik için tecessüm eder, insan ya da tanrıları herhangi bir tehlike tehdit ettiği zaman ya bir hayvan, ya da bir insan kahramanı şekline girer. Geleneksel on avatâra arasında Matsya (balık), Varaha (yaban domuzu), Narasimha (insan-aslan)… Rama, Krishna, Buddha… var.[12]

Büyük Tanrıça, vahşî hayvanları ram edici kabiliyetiyle zaman zaman yılan, kuş veya dört ayaklı olmaktadır. Ehli hayvanların hâkimesi sıfatıyla da boğa ve atla ilişkili görülür.

Roma’da, takvimlerin 15 Şubat olarak saptadıkları ve “fazla serbest” olmaları sebebiyle V. yy.da Papa tarafından men edilen Lupercales bayramında bir kurban kesilir, yarış tertiplenir ve yemek yenirdi (Lupercus, eski İtalya’da, sürüleri kurtlardan koruyan tanrıydı). Kurban, menkıbeye göre Dişi Kurt’un İkiz’leri emzirdiği Lupercal mağarasının ağzında kesilirdi. Kurban edilen koç ve keçilerin derilerinden sırımlar kesilir, bunlardan tanrının rahipleri kamçılar yaparlardı ve yanlarından koşarak geçtikleri kadınlara bunlarla vururlardı. Darbe, çocuk verecekti. Bayram, her haliyle doğurganlık kültüyle ilişkiliydi (kamçılama).

Yarıştan önce rahip, daha önce de söylediğimiz gibi, zebihanın kanına bulanmış bıçağı mezbahın önüne getirilen iki delikanlının alnına sürerdi (bugün kurban kesildiğinde şahadet parmağıyla kanından alma kondurma âdeti yaygın olarak caridir). Sanki her şey, besleyici Dişi Kurt’un Ana Tanrıça’nın bir tebdil edilmiş sureti olduğunu anlatıyor bize.

Efsaneye göre Romulus ile Remus tanrı Mars ile Vesta rahibesi Rhea Silvia’dan olmaydılar ve Kurt bunları Ficus Ruminalis’in gölgesinde emzirmişti. Tanrılar, seçtikleri hayvanı, zürriyetlerini doyurmak için gönderirler (The Mycenean tree and pillar cult and its Mediterranean relations, s. 31)[13]

Bu vesileyle özellikle güney-doğu Türkmen ve Barakları arasında kurt hakkında derlenmiş söz ve inançları zikredelim:

“Kurt, Hz. Ali’nin itidir; kurdun ardına düşen yezittir; canavarlar içinde boz kurttan kutlusu olmaz; kurt adamdan azmadır. Kurdun atası insanmış[14]; Kurt insana en yakın hayvandır, ondan zarar gelmez”. “Samsun, Uzunköprü, Merzifon yörelerinde çocuğu olmayan adamların kurda çocuk adama geleneği vardır. Doğan çocuğun adına bir de kurt katarlar”. “Ebelerde bir küçük kurt başı bulunur. Kırk basan çocukları hamamda bu başı tas gibi kullanarak yıkarlar, çocuğun hiçbir şeyi kalmaz”. “Çocuğu olmayan kadınlar bir kurt derisinin ağzını keserler, bunun içinden geçerler”…[15] Kurdun atasının insan, Ana Tanrıça olduğu aşikâr oluyor.

İncirle ilgili çeşitlemeler *

Rig-Veda’nın bazı mısralarında iki kuş aynı ağaç üzerine konmuş, biri tatlı incirlerden yerken diğeri yemez. Sözünü daha önce etmiş olduğumuz caduceus (tepesinde iki kanat bulunan ve etrafına iki yılanın sarıldığı defne ya da zeytin çubuğu) üçlüsünün ortasında, Mohenjo-Daro mühürlerinin birinde saptandığı gibi, bir İncir Ağacı görülür. Veda devrinde Tanrıça ve muakkipleri hâlâ, üstünde iki kuş bulunan tanrısal ağaç olarak tasavvur edilirlerdi.[16] Aklımıza üstü kuşlu serviler geldi, mezar taşlarındaki serviler. Ve de Niğde’deki Hüdavendigâr Hatun türbesinin bir pencere bezemesi: aslan-insan yüzlü kartallar, her iki tarafta, gerek üst küçük lentoda, gerekse pencere kemerini teşkil eden taşlar üzerinde bulunan palmet-(Hayat Ağaç’larını -?-), muhafazaları altına almışlar (fot. 175). Acaba “şefaat” (necat) talebini ifade eden yazı-resim (fot. 176), iki tarafına kondurduğu kuşlardan ne bekliyordu? “Allah” ve “Muhammed” yazılı sırasıyla kadeh ve sürahi, soma’yı mı sunacaktı insanoğluna?…

Harappa’ya ait bir mühürde de boynuzlu bir tanrıça bir kutsal incir ağacının dallarıyla çevrili olarak ve önünde diz çökmüş yine boynuzlu bir zatla birlikte resmedilmiştir. Geride, insan başlı bir keçi, her biri başında bir dal ve boyun üzerinden sarkan saçlı, ama hepsi boynuzsuz, yedi kadın vardır. Mukaddes incir, hayat dağıtan ağaç olarak, erkek evlât isteyen kadınların sunularını kabul etmektedir. Harappa kültüründen müştak uygulamalarda (Pippala, Şehmuz Dede!) çoğu kez kutsal incir ağacına bağlı eril ve dişil tenasül uzuvlarının kazandıkları önem, bu uygulamaların Tanrıça kültünün veçhelerinden birini teşkil ettiklerini kanıtlar.[17]

Helenistan, Theophrastes’in anlattığına göre, bizim I. ciltte zikrettiğimiz ficus caria’dan[18] başka Hindistan (Mohenjo-Daro ve Harappa) menşeli συκῆ ή ‘Ινδίκή ficus bengalensis’i de bilmiş. Mısır’ın Kharga vahasında yenebilir incir veren bir ağaç, paleolithik’e kadar geri götürülebiliyor. Aslında Grek olmayan συκῆς, σῡκον lafızları, incirin kutsiyetinin başka bir kültür çevresine aidiyeti fikrini uyandırmaktadır. Bu kültürün bu yöndeki etkisi, meyvenin iktisadî önemi devam ettiği müddetçe sürmüştür. Grek geleneğinin, incir ziraatının başlangıcını yeni bir yaşam başlangıcı olarak kabul etmiş olması, tahıl tarımının gelişmiş devrelerinde bile incir yetiştirilmesinin önemini izah etmektedir.[19]

Gerçekten σῡκον, ου Grek öncesi bir Akdeniz kelimesi olup Fransızca sycomore (ουκό – μορος, ου), firavun inciridir; μορον, ου da dut’u ifade ettiğinden (Fransızca “mûre”) Bu, aslında, “incir-dut” olmaktadır.[20] İncir-dut ilişkisinden evvelce söz etmiştik.[21]

Devam etmeden önce bunlarla ilgili ve Şehmuz Dede’nin koşutunda olarak Gaziantep yöresinde süregelen iki âdeti zikredelim: “Kilis’in dört kilometre doğusunda sebze bahçelerinde mezarı olan Karababa’yı ziyarete gelenlerin bahçeleri tahrip etmeleri üzerine türbe kaldırılmışsa da aynı âdet devam etmekte, çok yaşlı bir incir ağacı ve pınar ziyaret edilmektedir. Burayı ziyarete gelen kızlar, evlenme dileğiyle, kadınlar çocuk veya erkek çocuk dileğiyle gelmektedirler. Ziyaret sırasında niyet tutularak incir ağacına çok zaman kırmızı bir bez parçası bağlanır. Ayrıca yakındaki pınardan üç yudum su içildikten sonra Kıble’ye dönülerek dua edilir”.

“Burada beş veya yedi ciğer adanışı bir özellik arz ediyor. Dilek gerçekleşirse, davetli komşularla beraber gidilerek ciğer pişirilir, orada eğlenceyle yenilir…”[22]

Keza “eski şehir mezarlığının bir yamacında bulunan ve seller sebebiyle türbesi ortadan kalkan Pancarlı Dede’nin yerini ona yakın bir incir ağacı almış bulunmaktadır. Bir müddet evvel bu incir ağacı da kesildiği halde ondan çıkan fidanlar aynı rağbete mazhar olmakta ve ziyaret edilmektedir. Şifa bulmak niyetiyle buraya gelen ve çoğunluğunu kadınların teşkil ettiği ziyaretçiler, ellerindeki bez parçasına bir Fatiha okuduktan sonra ağacın bir tarafına bağlıyorlar. Birkaç gün sonra buraya hasta ile tekrar geliniyor ve topluca, bulgur ve pancar karışımından yapılan ve adına pancarlı denen yemek yeniyor…”[23]

Renkli renksiz bez bağlamakla incirin “belleğini” crescendo’da tutmak amacının güdüldüğünü biliyoruz. Ancak, Dr. Tanyu’nun aydınlatmadığı bir husus aklımıza geliyor: talepler özellikle incir ağacına mı, yoksa Karababa ile Pancarlı Dede’nin içinde tecessüm ettiği, onların avatar’ı olan tek ağaca mı yönelik? Civarda başka ağaçlar olup da bezler bunlardan sadece incire bağlanıyorsa, mesele kalmıyor. Ama ağaç tek ise, sorun ortada kalıyor gibidir.

Bu noktada biraz duracağız ve bu konuların büyük ustası M. Eliade’a yine kulak vereceğiz: “… Gerçekten, eski kültür düzeylerinde kutsi, hem doğal şeyler (taşlar, bitkiler vs.) hem de Kozmos’un çeşitli kesimlerinde (gök, yıldızlar, sular vs.) aynı derecede tezahür eder. Kadim dinlerin çoğunluğu… şu ya da bu türlü, doğruca doğa içinde beliren kutsî’nin tekrimine yönelmiştir. Bir kutsal ağaç veya bir kutsal taşın tazimi demek ağacı veya taşı kendisi olarak tazim etmek demek değildir. Aksine bunlara, “doğal eşyalar” olmaktan çıktıkları için, başka bir şeyi, kutsî’yi tezahür ettirdikleri için tapınılır”[24]. Bu ifadelerden de incir ağacının mezkur Dede’lerin avatar’ı olduğu varsayımının ağır bastığı anlaşılıyor. Tabiî burada tapma, tazim, tekrim fiilleri din kavramını da beraberinde sürüklüyor: yüzler Kıble’ye çevriliyor, bezlere, bunları bağlamadan önce, fatihalar okunuyor… Ama dinin, bir taraftan inanç veya iman, diğer taraftan da ritüel olarak genel sınıflandırılmasını ele alacak olursak Anadolu insanının iman değil, “ritüel ağırlıklı” bir dinî düşünce sistemine sahip bulunduğu bir kez daha ayan oluyor.

Tahıllar tanrıçası Demeter, aynı zamanda θεσμοφόρος (vâzı’ı kanun), yeni bir hayatın, yeni bir nizamın sırrını ifşa eden hatundur, incir de, onun elinde, insanoğluna daha “temiz” bir yaşamın yolunu gösteriyordu! Hangi nedenle, ona yeni bir yol, tarım yolunu açmış olmakla incir, kadim gelenekte kutsal bilinmiş ve bu hüviyetle ona tarımsal dindarlığın merkezi Eleusis’e götüren yol boyunca tapınılmış? İncirin tatlılığına gelince, παλάθη bir kutsî gıda olarak telakki edilmiş: παλάθη tahıl ekmeği gibi ilkel dünyayı vahşet “ἂγριος ile yeni uygarlık, ἢμρος diye ayırmış[25] Παλάθη aslında ezilmiş meyve ile yapma tatlıyı ifade eder.[26] Anlaşıldığına göre bu tatlı özellikle incirden yapılıyordu.

İncirin önemi tahıl danesininkine koşuttur: antik mitos bu ağacın sorununu Demeter’e bağlamaktadır. “Tatlı, güler yüzlü” karşılığındaki μειλίχια lafzı o devirlerde birine incir verme fiili ile bir tutulmuş, işin içine, mezkûr Demeter’den gayri Dionysos, babası Zeus (Zeus Meilichios) Συκάσιος, Apollo, Kybele, Athena, Artemis de karışmış. Ephesus Artemisi’nin heykellerinde bu bereket tanrıçasının incirden gerdanlığı bulunduğunu evvelce söylemiştik.[27]

Ayin sibakında παλάθη yenileştiren, sırra vâkıf eden bir besin maddesi oluyor, Grek geleneğinde.

İncirin kadim devirlerdeki kıymeti ayrıca, tarımdaki faydasıyla da vurgulanmıştır: peynir (teleme) yapmak üzere sütü kestirmek için içine incir ya da yaprağından çıkan beyaz usarenin damlatıldığını anlatmıştık.[28] Bu yönteme İliada’da dahi rastlıyoruz. Ayrıntılarını Varro’dan dinleyelim.[29]

“Peynir yapma mevsimi Süreyya’nın (Ülker) yükselişinden (10 Mayis) yaz aylarında Süreyya’ya (Temmuz’un ortası) kadardır, ilkbaharda peynir imali için süt sağımı sabah yapılır, sair mevsimlerde bu sağım öğleye doğru olur… İki congii (beheri üç litre olan sıvı ölçüsü) süte bir zeytin büyüklüğünde maya katılır; mayanın iyisi kuzu’dan (şirdeninden) değil de tavşan ya da oğlaktan olanıdır. Bazıları, maya yerine incir filizinin sütünü ve sirke kullanır; bunlar ayrıca başka maddeler kullanarak da sütü kestirirler ki bu maddelere Yunanca bazen όπος (incir usaresi), bazen de δακρυον (harfiyen “gözyaşı”) denir. Çobanların tanrıça Rumina’nın türbesinin yakınına bir incir ağacı dikmelerine şaşmamak gerekir. Bilindiği gibi burada kurban, şarap ve süt kuzusu yerine sütle yapılır. Nâs memeye rumis dediğinden bugün dahi bu kelimeden müştak subrumi tesmiye edilen[30] kuzular vardır… Tuz serpenler kaya tuzunu deniz tuzuna yeğlerler”.

Anadolu’nun eski uygarlıkları bize çok sayıda “incirli” eser bırakmıştır. Bunlardan birkaçını göstermekle yetineceğiz. Fot. 177, dört yaprağıyla dört incirli bir motif kabartmasını irae ediyor. 1951’de bu taş, Tavas (Dz) ilçesinin Medet köyünde bir bahçe duvarı taşları arasında bulunuyordu. Fot. 178, üzerinde aşağıda önemle duracağımız öküz (buzağı-boğa) başı ve onu çevreleyen, üzüm, incir ve çam kozalağından oluşan çelengin resmidir. Bu da çok rastlanan bir kabartma türüdür. Fot. 179 ve 180’de de her ikisi Sagalassus harabelerinden çıkma ve sırasıyla ilki Ağlasun köyünde bir evin samanlığında, diğeri Burdur müzesinde bulunan iki yalak görülür.

Bütün bunların sonucu olarak incir ağacı kutsiyet düzeyinde, Roma geleneğinde de görüldüğü gibi, tarıma yardımcı olması itibariyle, önemli yer tutmaktadır. Varro’nun dikili halde olduğunu anlattığı Ruminalis incir ağacı, tanrıça Rumina’nın sacellum, yani mihrabının hemen yanındaydı. Bu tanrıça adını, ruma sözcüğünden alırdı ki bu da “ana ve meme” manalarını ifade ediyordu. Böylece de işlevinin ana sütünü korumak ve bollandırmak olduğu anlaşılıyor. İncir de insanoğluna sütün yerini tutan aslî besin maddesini sağlayan ağaç olarak görünmektedir. Sacellum‘u Lupercale’nin yakınında bulunan tanrıça Rumina’ya sunu olarak şarap yerine süt verilirdi ve başlangıçta, kurban töreni sırasında bir ficus sacra (kutsal incir) da devreye girerdi.[31]

Bunlardan başka bu meyvenin bir de, kahraman tipi tanrısal varlıklarla ilişkisi vardır: Phytalos (kültürel kahraman, Attika’da kabirle ilgili kahraman kültü halinde tebcil edilir), Sykeus (toprakla ilgili bir aslî varlık), Olynthos (Khalkis yarımadasında tebcil edilen, Phytalos’la aynı mahiyette bir kahraman), Syke (ormanla ilgili bir aslî varlık)[32]

Ayrı bir kurban türü de uygulanmaktadır, incire, kutsal yiyecek παλάθη’nin hazırlanışı sırasında φαρμακός’un recmi, ayaklar altında çiğnenip ezilmesi gibi. İncir, eril ve dişil cinsiyetin (sexuality) sembolü (dolayısıyla ilkah edici), birçok bayrama vesile olmaktadır: Tharghelion ayında (Mayıs-Haziran) Plynteria ve Tharghelia bayramlarıyla Poseidon ayında (Kasım-Aralık) Dionysos bayramı.[33]

Eleusis mysterion ayinlerinde görmüş olduğumuz buğday başağından farksız olarak, kırmızı çatlağı, kanlı usaresi ve sayısız daneleriyle kadın rahminin yumurtaları gibi nar; fıstık çamı kozalağı; benzerlik sebebiyle haşhaş kapsülü ve özellikle, Pausanias’ın ifadesiyle “güz meyvesi tanrısal incir”in yarılmış pembe eti kadın αίδοῑον’unun (üretim uzvunun) şeklini temsil ediyordu.[34] Batı Anadolu’da “incir” lafzının hâlâ kadının bu uzvunu ifade etmesi keyfiyeti[35] izahını doğruca bulmuş oluyor: çok çok eski bir metaphora’nın devamından başka bir şey olmuyor. Plutarkhus’un bize aktardığına göre Romalıların Nanae Caprotinae bayramı esas itibariyle, hasattan sonra kutlanan bir bayram olup kadınların doğurganlığını sağlama amacını güderdi ve Temmuz’un yedisinde kutlanırdı. Bir kadın köle azat edilir; kurban, süt yerine usaresi kullanılmak üzere bir (yabani, erkek) baba inciri ağacı altında icra edilirdi. [36]

Gelelim beriye, dolaşalım Karacaahmet’te. Fot. 181’deki taşın ana süsleme örgesi bir incir tabağıdır, üstte ortadaki armuda rağmen. Aynı şeyi fot. 182 için de söyleyebiliriz. Fot. 183’teki de fazla farklı görünmüyor. Fot. 184’te ise kayıklar dolusu incir var. Bu “konvoy”un altında, sağda ve solda görülen Hayat Ağaçlarını yılanlar korumaktadır. Ve nihayet Edirne Musevî mezarlığında bulunan bir taşa göz atalım (fot. 185): üstteki meyvelikte, çoğunlukla incir bulunup iki yandan mısırlar sarkmaktadır. Alttaki Hayat Ağaçları ise el-başak, gül demeti ve erkek tenasül uzvunu hatırlatan “vazo”larıyla belirgindir.

[1]              Ahd-ı Cedid, Matthiew 21/18-21.

[2]              Jean 1/49.

[3]              Dictionnaire, mad. “Figuier”.

[4]              Bkz. C. I, s. 477.

[5]              R. Kriss – H. K. Heinrich.- İslâm ülkelerinde muska, nazarlık, uğur; Volksglaube im Bereich des Islam’dan özetleyerek çev. H. I. Çetinbudak, in Folklora Doğru 32, Kas.- Ar. 1973, s.3.

[6]              J. Przyluski.- op. cit., s. 80 ve dev., 97.

[7]              W. Crooke.- op. cit., II, s. 97-9.

[8]              Bkz. C. I, s. 478.

[9]              J. G. Fraser.- op. cit., s. 498.

[10]             ibd., s. 758-62.

[11]             Bkz. C. I, s. 412.

[12]             GLE, mad. “avatar”.

[13]             Zikreden J. Przyluski.- op. cit., s. 107.

[14]             Tarafımızdan belirtildi.

[15]             C. Öztelli.- Eski inançların bugünkü izleri, in I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ank. 1976, s. 242-3.

[16]             J. Przyluski.- op. cit., s. 148.

[17]             E. O. James.- Le culte de la déesse-mére, s. 37.

[18]             s. 476-7.

[19]             J. Chirassi.- Elementi di culture precereali nei miti e riti Greci, Roma 1968, s. 55-6.

[20]             YTS.

[21]             Bkz. C. I, s. 472.

[22]             H. Tanyu.- Ankara ve çevresinde, s. 211.

[23]             ibd., s. 212.

[24]             M. Eliade.- Les mythes qui deviennent des idoles, in Janus 5. L’homme et ses idoles, fév.-mars 1965, s. 59-60.

[25]             J. Chirassi.- op. cit.

[26]             YTS.

[27]             Bkz. C. I, s. 478.

[28]             ibd., s. 637.

[29]             Varro.- Rerum Rusticarum II,11/3-5, in Cato and Varro.- De re rustica.

[30]             Bkz. Varro II, 1/20.

[31]             J. Chirassi.- op. cit., s. 62.

[32]             U. Pestalozza.- Le Tharghelia ataniesi, in Religione Mediterranea, Milano 1971, s. 291, 297.

[33]             J. Chirassi.- op. cit., s. 63, 180.

[34]             U. Pestalozza.- op. cit., s. 272-3, 312.

[35]            Bkz. C. I, s. 477.

[36]             U. Pestalozza.- op. cit., s. 295.

( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.