Semavî Yüksek Varlık’ların hareketsizlikleri, yani insanoğlunun her gün karşı karşıya bulunduğu değişkenliklere karşı lâkaydileri onu, ters güçler, büyüler, nazar vs.ye karşı korunma ve mümbitlik sihriyle maişetini sağlama gibi müessir fiiller dolayısıyla daha başka dinî “şekil’ler aramaya şevketmiş; atalar, uygarlığı isal eden kahramanlar (Part’lar İran’ının pahlavan’ları – “pehlivan” sözcüğü bundan gelmedir),[1] Büyük Tanrıçalar, sihrî-dinî kuvvetler, bereket, doğurganlık, bolluğun kozmik merkezleri (Ay, Su’lar, Bitkiler, vs.) onu her gün daha çok “sarmış”.
“Hâlik”ten “İlkah Edici – Bereket Verici”ye geçiş, semavî mutlak kudret, tealî, hissizlikten bitkisel -mahsuldar kılan-, atmosferik şekillerin hareketliliği, şiddeti ve etkenliğine kayma keyfiyeti haylice manidardır. Tarımsal toplumlarda daha tabii olan tanrısallık kavramlarının gerilemesinin esas nedenlerinden biri, her gün daha çok zemin kazanan hayatî değerlerin, homo oeconomicus’un ufkunda önem kazanmasıdır. Mezopotamya’nın büyük tanrılarının bereket-doğurganlık nüfuzlarıyla şemsî (solar) nüfuzlarını cem ettiklerini gözlemek ilginç olmaktadır. Marduk buna bir misal, sadece ünlü bir misaldir. Zira bu halet aynı tipte, yani hükümranlığa varma yolunda bulunan sair tanrılarda da mevcuttur. Hatta bitkilerin bu tanrılarında, tanrısal egemenliğin mistik ve mitosunda, bitkisel öğelerin var olmaları oranında şemsî niteliklerin de beraberce var oldukları söylenebilir.
Şemsî ve nebatî unsurların bu izdivacı, kozmik düzeyde olduğu kadar sosyal düzeyde, “Hayat”ın biriktirilme ve dağıtılmasında Hükümdar’ın fevkalâde işleviyle izah edilir. Böylece semavî tanrıların tedricî olarak şemsîleşmeleri, sözün başka gelişlerinde, bunların atmosferik-doğurganlık, bereket verici tanrılar haline dönüşmesiyle sonuçlanan aynı yıpratıcı sürece tekabül eder. Meselâ Hitit’lerde semavî tanrı, hatta tarihî devirlerde bile, hayli ileri bir şemsîleşme halinde ve kozmik-biyolojik hükümranlıkla ilişkili olarak görülür. Bu keyfiyet, onun Tanrı-Kral-Hayat Ağacı düsturuna uygun olarak “bitkisel” unsurları haiz olduğuna delildir.[2]
Bu veriler bizi biraz cesurane sayılabilecek varsayımlara götürüyor: üzerleri çeşitli Hayat Ağaçları’yla süslü binalar (fot. 168 ilâ 170), banilerinin az çok hükümranlıklarının ifadesi olan abideler değil midir? Mezkûr motiflerin nakşında bilinçle bilinçaltının payları ne kadardır, her iki dünyada ebediyete erişme kaygısında?
Sayısız Büyük Tanrıça’larla hiérogamie’lere rağmen özerkliklerini korumayı başaran tanrılar, Zeus ve Romalı Jupiter gibi Hükümranlık yolunda yürümüş olanlar, evrensel nizamı emniyet altına almış, kaidelerin bekçisi ve Kanun’u tecessüm ettirmiş olanlardır. Tabii burada bu “sultanî” suretlerin iyice kesinleşmiş kişilik kazanmış olmaları Grek ve Romalıların kaide, nizam ve kanun kavramlarına özel yatkınlıkları sayesinde olmuştur. Ama bu kabil ussal süreçler ancak kozmik uyumlar, bunların ahenk ve devamlılığının dinî ve mistik hads’inden (intuition) itibaren mümkün olmuştur.
“Allah” kavramının da koşut bir “gelişme” kaydettiği söylenebilir. Tek mutlak gerçek olarak O’nun “kudret”inin hadsi, bütün mistik hareketlerin ve insanın bağımsızlığı ve kanunlara saygı ve pek sert ahlâk kaideleri sayesinde necatı etrafında bilâhare yürütülen kuramların hareket noktası olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı Saray’ları “nizam-ı âlem”in bekçiliği iddiasından geri kalmışlar mıdır? Bu nizamın bayraktarlığını yaptıklarına göre Hayat Ağacı da bahçelerinde yeşerecektir. Keyfiyet, Sultan’ın hükümranlığı anlayışına dâhil dinî işlevi içinde irdelenir. O’dur “ömrü mecdûd” kılacak…
Sultan’ın Anadolu yolu İran’dan geçmiştir. Bu ülkede efsanevi kişi ve temaların tarihe mal edilme vetiresi, bunun karşıtı bir vetireyle dengelenir: devlet ve milletin gerçek basımları, canavarlar ve özellikle ejderhalar şeklinde tasavvur edilir. İran’ın şahı Dünya’nın muhafaza ve yenilenmesinden sorumlu olup kendine özgü düzeyde kötülük ve ölüm, kuvvetleriyle cenkleşir, hayat, verimlilik ve doğurganlık ve İyilik’in zaferine iştirak ederdi. Zerdüşt, evrensel Yenilenme’yi Gerçek (Doğru) Din’den beklerdi[3] Sultan’ın bunu Sünnî tarikten beklediği gibi.
İbranî peygamberleri her türlü syncretismi fuhşa teşbih ederlerdi. O ise ki bu “fuhuş”, kozmik dindarlığın en yaygın şekillerinden birini temsil ederdi. Zürraa özgü bu dindarlık, kutsîliğin en iptidaî diyalektiğini, özellikle tanrısal varlığın kozmik eşya ya da uyum (ittırat) içinde tecessüm ya da tezahür ettiği inancını devam ettirirdi. Bütün bunlar Yahve için putperestlikten başka bir şey değildi, tıpkı Sünnî İslâm’ın “bekçi”leri için olduğu gibi: sonunda bu bekçiler Doğa’yı her türlü tanrısal mevcudiyetten temizlediler, Hayat Ağacı’nı resm ede ede… “Yüksek Yer”ler, tepeler, taşlar, ağaçlar, bazı mahsuller, bazı çiçekler, mümbitlik kültüne bulaşmış olmak hasebiyle, “napâk” ilân edilmişlerdir.[4] Ama başka tarikler, nebatatın kutsal boyutlarına ve daha genel olarak, Doğa’dan taşan epiphany’lerine sarılmışlar, onlardan hiç ayrılmamışlardır.
[1] R. N. Frye.- The heritage of Persia, s. 199.
[2] M. Eliade.- Traité, s. 117-8.
[3] ibd., s. 334-5.
[4] ibd., s. 368.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.