Türk tarihinin “büyük başlangıçlarındaki ağaç motifini, önemine binaen, tekrar ele alalım: Reşid-üd-din, meşhur Cami’al-tavârih’inde (XIV. yy.), Oğuz’ların menkıbevî hükümdarları arasında Tuğrul isminde biri ile iki kardeşinden söz ediyor. Bu çocukların babası, oğulları daha devlet kurmadan önce bir rüya görmüş: kendi göbeğinden çıkan üç büyük ağaç gövdesi büyümüş, büyümüş, her tarafa gölge salmış ve tepeleri göklere varmış; bunu tabir eden kabilenin kâhini, çocuklarının hükümdar olacaklarını, ancak bu sırrı kimseye açmaması gerektiğini söylemiş. Osman Gazi’nin öyküsü ise şöyle: Şeyh Edebalı iki sene süreyle kızını ona vermeye yanaşmaz. Osman bir gece şeyhin evinde uyurken bir rüya görür: Edebalı’nın koynundan çıkan bir ay Osman’ın göğsüne girer. Bunun üzerine Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkar. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı örter. Edebalı, rüyayı tabir ederek Osman sülâlesinin dünyaya hâkim olacağını söyler ve kızını ona vermeye razı olur.
Buna benzer bir rivayete de XIII. yy. müverrihi Cuzcânî’nin Tabakât-ı Nâsırî’sinde rastlıyoruz: Hindistan fatihi Mahmud Gaznevî’nin babası Sevük Tigin, oğlu doğmazdan kısa bir süre önce gördüğü bir rüyada, kendi evindeki bir ateşlikten bir ağaç çıkarak bütün cihana gölge salmış…[1]
Bilhassa Uruz’un temasında İslâm’ın ince cilâsı fark ediliyor. Ama öyle bir cilâ ki bu, hiçbir şeyi örtemiyor, “eski”, alttan “sırıtıyor”. “… sıcak su içerisinden çakıl veya taş alınırsa çocuk kalır… falan ağaca sarılan veya oturan şifa bulur, arzusuna kavuşur… kutlu ağaç ve kutlu pınarlar bilhassa kısır kadınların ziyaretgâhlarıdır. Sahrada tek başına biten bir ağaç, ya pınar ya da büyük bir taş (kaya) bulunursa, kısır kadınlar onu ziyaret eder, kurban kesip orada geceyi geçirirler; her yerde olduğu gibi Adana civarında yaşayan ahalinin âdet ve inançlarını tespit eden bir zat, dört yol ile çay arasında bulunan ağaçtan bahsediyor. Halk bu ağaca “Cennet Ana” derlermiş. Bu ağaç çocuk hastalıklarını tedavi eden kutlu ağaçtır. Hasta çocuk bu ağaca paçavra bağlar ve öpermiş. Bütün bunlar bâtıl ve hurafedir”! diye yırtınıyor Konya merkez vaizi[2].
Ama İslâm’dan önce de ağaç vardı. Moğol’ların kutsal dağı Burqan Qaldun’un adı, burqan = şaman tanrısı ve qaldun (xaldun) = ongun yapılan bir nevi söğüt şeklinde izah edilip “Burqan Qaldun söğüt-tanrı’lı bir dağ olmalıydı” diye tefsire gidiliyor.[3] Söğüt, salkım söğüt masalları boş yere bu ağaç etrafında düzenlenmemiş. Göreceğiz bunları. İstanbul, Kadıköy’ün “Söğütlü Çeşme” semtinden tutalım da ilk Osmanlıların tarihinde önemli yeri olan Söğüt (Bilecik) kasabası ve çok sayıda “söğüt”lü yer, su, dağ, göl… adlarını bu ağaçtan almışlardır. Başka ağaç yok muydu oralarda? Söğüt kabuğundan düdük yapılır.
Bugün Tokat ve Zile’de cenaze giderken salın önünde söğüt ve kavak dalları, renkli bez parçalarıyla süslenerek götürülür. Aynı âdet Konya’da da yaşamaktadır.[4] Zile’nin, önemli bir kült merkezi olduğunu hatırlamak için çok sebep vardır.
Biraz da komşu kapısına göz atalım, bakalım asrımızda ağacın ve genellikle bitkilerin oradaki ahvaline. Dürbünümüz yine İran’ın uzmanı H. Massé’ye müteveccih olacaktır.
Tanrının yarattığı ilk meyve karpuz olup incir, elma ve üzüm cennetten çıkmadır. Keza nar’ın danelerinden birinin cennetle ilişkisi vardır; bu danelerden biri yere düşürülecek olursa Şeytan hemen onu kapar; bu itibarla bir narın bütün daneleri eksiksiz yenmelidir. Ağaçlardan da, her dem yeşil olan servi ile zeytin, “cennetlik”tir.
Kavun, İran toprağında güngörmüş olup özetlediğimiz bir efsanenin konusudur: bir ejderha, kendisine iyilik etmiş bir marangoza bir avuç tohum hediye eder. Ekildiğinde kavunlar çıkar ama önceleri kimse bunları ellemeye cesaret etmez. Nihayet bir eşekle bir keçiye ve bir idam mahkûmuna yedirilir; hiçbirine bir şey olmayınca zehirsiz olduğuna hükmedilir (kaç asır sonra Parmentier de bu kabil “deneme”lere başvurmamış mıydı?…). Kavuna verilen harbuz–herbüz adı[5] “eşek (har) – keçi (büz)”den gelir…
Nevrûznâme’nin, şarabın faziletlerinin keşfedilmesine dair anlattığı efsane de mümasil tema içeriyor: Cemşid sülâlesinden güçlü, bütün Horasan eyaletine hükmeden bir kralın bahadır oğlu Badam bir büyük alıcı kuşu bir yılandan kurtarır. Kuş da ertesi yıl, yılanın okla çakıldığı yere birkaç tohum bırakıp gider: üzümler olur, suyunu sıkarlar, sonra bunu yine bir mahkûma içirirler; adam ser-hoş olur…
İslâmî efsaneler de bazı bitkilerle Peygamber ya da ailesi arasında ilişki kurarlar. Meselâ yasemin, Fatma’nın çiçeğidir. Gül, Muhammed’in, kesmekte olduğu tırnağından veya yüzünden damlamış birkaç ter damlasından çıkmıştır.[6]
İran’ın, Anadolu’dan gitme[7] Şii’liğini ve karşılıklı olarak da Anadolu üzerindeki etkisini hatırlatmak zait olur. Bu “Peygamber’in Gülü”, eski deyimle “Verd-i Muhammedî” motifi Osmanlı sanatında kendini gösterir. Ya al-i âba’yı, ya da aşere-i mübeşşire’yi temsil eder.[8] Bu sonuncular, cennetlik olduklarını, Peygamber’in kendilerine müjdesinden öğrenmişlerdi.
“Bulmuştu küçük aileyi şad ü mübeşşer
Bir sofrada birkaç da misafirle beraber” (Fikret)
“Diğer taraftan gül, uğur getiren bir çiçek olarak telakki ediliyordu: Mevlana Siracü’d-dîn Mesnevî Han, Çelebi Hüsamü’d-dîn’in bahçesinden uğurlu addettiği için bir mendil kırmızı gül topladı ve Çelebi’nin evine getirdi. Birden evde Mevlana’yı görünce mendili kapının dibinde unutarak Mevlana’dan uzakta bir yere oturdu. Mevlana onun tarafına bakarak “bahçeden gelen, teberrüken gül, helvacı dükkânından gelen de, bir parça helva getirir” dedi. Hazır bulunanlar gülleri yağma ettiler”[9]
Lydia’lı şair Anakreôn’a göre (M.Ö. II. yy.ın 2. yarısı) “Toprak, doğanın bu nadide eserini Venüs’ün deniz köpüğünden yaratılmasından ve Pallas’ın da pürsilâh Jüpiter’in beyninden çıkmasından az sonra doğurdu. Bion[10] gülü Venüs’ün kanından dünyaya getiriyor, başkaları, önceleri beyaz olan bu çiçeğin, bu tanrıçanın bir yaban domuzunun saldırısına uğramış Adonis’in imdadına koşması sırasında bir çalı dikeninden yaralanmasıyla kana bulanmak suretiyle renk değiştirdiğini söylüyor… Türk’ler… bu çiçeğin, dünyaya gelişini Muhammed’in terine borçlu olduklarını sanıyorlar”.
“Eski’lerde gül, kutsal merasim ve genel ve özel bayramlarda ışıldardı. Grek ve Romalılar Venüs, Hebe ve Flora’nın heykellerini gül çelenkleriyle çevrelerlerdi…”
“Doğu’lular gülsuyunu büyük ölçüde kullanırlar… İçinde kendilerininkinden farklı bir kültün icrasıyla “telvis” olduğuna inandıkları mabetlerini tathir etmede… Salâhaddin (Eyyûbî) Kudüs’ü Haçlılardan 1187’de geri aldığında, Hristiyanlarca Kiliseye tahvil edilmiş Ömer Camii’nin duvarlarını gülsuyuyla yıkatmıştı”[11]
Gül ve gülsuyunun Hristiyan ayinlerinde de bol miktarda kullanıldığına Hollandalı seyyah tanıklık ediyor: Kudüs’te vaki büyük merasimde küçük gümüş gülâbdanlardan etrafa durmadan gülsuyu saçılmış, sıra Ermeni patriğinin geçişine gelince patrik ve iki yanında yürüyenler gül yağmuruna tutulmuşlar.[12]
Nişanesi haçın ortasında bir gül olan Rosecroix derneğinden de söz edelim. XIV. yy.ın sonlarında doğmuş olan Alman Christian Rosenkreutz, uzun süre Şam’da kalarak burada sihir, kabbal, metallerin tahvili ( simya), hareket-i daime ve evrensel tıbbın sırrını öğrenmişti. Dönüşünde, bu bilgilerin mahrem-i esrarı bir dernek kurmuştu. Üyesi olan “aydınlar” sırrı muhafaza etme yemini ederlerdi. Halen bu unvan mason’ların Fransız Ritusu’nda 7. derece (Prince Rosecroix), İskoç Ritusu’nda 18. dereceyi (Chevalier R.) temsil ediyor.[13] Rodos’un da adını, ”gül adası” demek olan Ροδος’tan aldığını ve arma ve sikkelerinde gül bulunduğunu hatırlatalım.[14]
“Buy-ü gül taktir olunmuş nazin işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy, biri destmal olmuş sana” (Nedim)
Yahudi’yi gül “kulübü”nün dışında tutmak için sebep yok. Fot. 117’de, bir lâhit üzerinde iki yan altta gül (servinin üst sağ ve solundakiler muhtemelen stilize birer nar’dır) görülür. Lâhdin altında metfun bulunan kişi, Filistin (Kudüs?)den İspanya’ya, oradan da, engizisyon’un baskısıyla Osmanlı ülkesine hicret etmiş olup halen İstanbul Kuzguncuk sırtlarında istirahat etmektedir.
Dönelim “güllü” Müslüman’a. Önce dikkatimizi çeken bir linguistik benzerliği belirtelim: “gül”ü ifade eden Arapça “verd” ile aynı çiçeğin karşılığı olan Ermenice “vart” arasındaki phonetic benzerlik.
Fot. 118, yukarıdaki Yahudi’nin lâhdinde olduğu gibi, altta gül, üstte de narı (?) olan bir Hayat Ağacı’nı gösteriyor. “Vazo-kupa”sının erkeğin cinsî uzvu örgesiyle temsil edildiğini görmezlikten gelemeyiz: hayatı o yaratıyor! En üstteki “el’lere, “doğmakta olan güneş”e de döneceğiz. Bunu hemen de yapabiliriz: fot. 119.
Bazen de gül, tam olarak doğmuş güneşle, bir hilâli de süsler, bunları Hayat Ağacı’nın üstünde tutarak: gülden Ağaç’ın kupasının altında, ilerde göreceğimiz gibi lingam’ı temsil eden, yani yukarıdaki uzvun muadili olan, reisi yukarı dönük müselles seçilir (fot. 120). Bu güneş, bütün ihtişamıyla, ortadaki rozasıyla birlikte fot. 121’de ışıldamaktadır. Ama güle bazen güvercin de konar: fot. 122’de üstte bir güvercinlik, en altta da (okla gösterilmiş) bir Cennet Kuşu, “sistem”i herhalde cennete taşımakla meşguldürler.
Vazo-kupadan, hayli uzun parmaklı bir “el”in sunduğu güllü ağaca, yelesi ve rozastan ağzıyla açıkça seçilen bir aslan başı riyaset etmektedir (fot. 123). Mithra kültü ikonunda bir de aslan yok muydu?… Bağ-ı gül’de dolanmaya devam edelim.
Fot, 124, gülün serviyi “bastırdığı”nın resmidir (sağdaki taşta görülen hurma ve ortada nar motifine ayrıca değineceğiz).
Ama gülün “baş tacı” olanı da var: fot. 125 ve 126, nereden gelip nereye gidecekleri, tarikat şeyhleri tarafından kendilerine öğretilmiş kişilerin mezar şahidelerinin re’slerini gösterir. Bunların değişmez “son durak”ları cennettir. Nitekim günlük yaşamlarının geçtiği yerlere asılan bir levhada (fot. 127), üstte “Hazâ resm-i gül-ü Resulullah”; bunun altında, iki yanlarda Cebrail, Mikail, Esrafil, Azrail aleyhüsselâm; en altta da “Rıdvanullah teâlâ aleyhim ecmain” yazıları okunuyor. Rıdvan da cennetin kapıcısı olan melek değil mi? Güllerin üstünde ise, Muhammed’den başka hulefa-i raşidin ve Talha, Zübeyir, Sa’ad’ın adları var. Bu sonuncular, ezcümle Talha bin Ubeydullah, Zübeyir bin el-Avvam ve Sa’ad bin Ubâda, Peygamber’in ölümünü müteakip Ali’nin etrafında Banû Sâ’ida evinde toplananlardan olmakla[15] yazının Alevî-Şiî eğilimli olduğu istidlâl edilir. Fot. 128’deki, diğerlerinden çok daha az “sophisticated” taşı Edirne’de buluyoruz. Bunun da başında tulû eden güneşi görmek mümkündür, ışınları içeri dönük güneşi. Ama rastlantımıdır ki huzme dilim adedi on ikidir! Saksıdan üç gülden başka lotus yaprakları da çıkıyor.
[1] F. Köprülü.- Osmanlı devletinin kuruluşu, Ank. 1959, s. 6-8.
[2] M. Uysal.- op cit. I, s. 184-5.
[3] J.- P. Roux.- Faune, s. 56.
[4] C. Öztelli.- Başa toprak savurmak, s .1561.
[5] Bkz. C. I, s. 479.
[6] H. Massé.- Croyances et coutumes persanes I, s. 209-13.
[7] Bkz. C.I, s. 887.
[8] M. Aksel.- Türklerde dinî resimler, s. 145-6.
[9] A. Taneri.- Türkiye Selçuklularının kültür kaynağı olarak Ariflerin Menkıbeleri. Eflâki ve eseri hakkında, in Iran Şehinşahlığının 2500. kuruluş yıl- dönümü’ne armağan, İst. 1971, s. 431.
[10] Birkaç tane Bion var. Burada adı geçen, Miletus’lu heykeltıraş Bion olmalı (M.Ö. V. yy.)
[11] Encyclopédie du XIXéme Siécle, Paris 1869, mad. “Rose”
[12] J. A. van Egmont and J. Heyman.- op cit., I, s. 325.
[13] Encyclopédie du XIXéme Siécle, mad. “Rosecroix”
[14] YTS.
[15] S.H.M. Jafri.- The origins and early development of Shi’a Islam, London 1979, s. 42.
( * ) Site yönetimi tarafından eklenen başlık, bağlantı ve içerikler – bu içerikler kitabın orjinalinde yoktur okuma kolaylığı için site yönetimi tarafından eklenmiştir.